29 Ekim 2008 Çarşamba

KIRMIZI KAZAK



-Anne, ölmek ne demekti?
-Kızım, anlattım ya sana, ne oldu, niye soruyorsun?
-Ben Hakan'a anlattım ama o anlamadı. Kafası çalışmıyor onun.
-Çok ayıp. O senin hem kuzenin hem de arkadaşın. Hakan sana ölmek ne diye mi sordu?
-Hayır. Senin baban nerede? diye sordu.

Karanlık bir Aralık sabahıydı. Herkes kahvaltısını yapmış, okula gidecek olan iki ablası çoktan okullarına gitmiş, annesi ve babaanneside günlük işlerine koyulmuştu. O yeni uyanmış, yine hemen camın önüne koşmuştu. Her sabah kalkar kalkmaz camın önüne koşup dışarıya bakardı. Hava yine karanlıktı. Böyle havalar onun tabiriyle 'çirkin hava'ydı.Sabahları önce camın önü, arkasından terliklerini giy uyarısıyla tekrar yatağa dönüş.
Aslında o da evdekilerle beraber erkenden uyanıyordu ama ablaları okula gidiyor o gidemiyor diye sinirlenip yatağından çıkmıyordu. Şubat'ta 5 yaşına girecekti. Babası söz vermişti, 6 yaşında seni anaokuluna göndereceğim, hatta burada olduğum hersabah seni okula ben götüreceğim diye.
Dışarıyıda kontrol etmişti, artık sıra giyinmeye gelmişti. Kendisi giyinebiliyordu elbiselerini, bazen kazaklarının önünü ve arkasını karıştırıyordu. Sabahları dolabından özel olarak seçiyordu kıyafetlerini. Kimse karışmıyordu daha doğrusu karışamıyordu. Kıyafetler alınırken de özel olarak beğeniyordu herbirini. Başkalarının hediye olarak aldıklarını çoğunlukla beğenmiyordu,sadece babasının aldıkları çok güzeldi ve ona çok yakışıyordu. Alışverişede baba-kız gidiyorlardı genelde. Babası onun her istediğini alıyordu. Son gittiklerinde kot etek almışlardı, dantelli çorap. Bir de kırmızı kazak beğenmişti onu alamamışlardı. Kazak küçük gelmişti, ama babası söz vermişti ben sana aynısından İstanbul'dan getiririm diye.
Arabaya bindiklerinde hemen şikayete başlamıştı:
-Beni tanımıyor mu, unutmuş galiba bu amca, hep buraya geliyoruz,bana olanını almamış. Sen daha güzelini getirde görsün gününü demişti.
Babasıda gülmüştü,
-Tamam, ben sana İstanbul'daki en güzel kırmızı kazağı getiririm.Giyinip gelirsin Ahmet Amca'nın mağazasına , görür gününü.
O sabah pembe kazağını giydi, altına pileli eteğini, pembe külotlu çorabını. Saçınada çiçekli bantını taktı. Şöyle aynada kendisine baktıktan sonra doğru mutfağa gitti. Kahvaltıda yumurta yiyordu bir tek severek. Normalde 15-20 dakika olması gereken kahvaltı,onun konuşmaları ve soruları yüzünden neredeyse bir saati geçiyordu.
-Anne, bu akşam yatıcam,sabah kalkınca babam gelecek mi?
-Evet,kızım gelecek.-
-Bana hediyede getirecek mi?
-Tabiki
-Birde en güzel kırmızı kazağı
-Sen istersinde getirmez mi.
-Getirir benim babam. O beni çok seviyor, ben de onu kocaman seviyorum.

Kahvaltı sonrası babaannesiyle konuşurken çalan telefon, bağrışmalar, ağlamalar. Birden eve doluşan komşular. Nuray'ın annesi onu alıp kendi evlerine götürmüştü. Ne işi vardı şimdi onlarda,onun canı evde olmak istiyordu,oyun oynamak değil.Ama gitmesi gerekiyormuş. Zaten daha sonra teyzesi gelip onu anneannesinin evine götürmüştü.Orada kalacakmış,evdekilerin işi varmış.Daha önce annesinden hiç ayrı kalmamıştı.
-Sabah uyanınca eve gidicem, babam gelecek, beni özlemiştir, göremeyince üzülür.
-Babanın işi bitmemiş daha.
-Niye bitmemiş, evdekilerin ne işi var, ben burada kalmıcam, eve gitmek istiyorum, sizi babama söyleyeceğim.

Neyse ki, bir sabah uyandığında teyzesi eve gideceklerini söylemişti.
-Annemin işi bitti mi, babam geldi mi? Başlamıştı yine sorulara.

Evin önüne geldiklerinde babasının arabası kapıdaydı. Uçakla gitmişti ya. Herzamanki gibi merdivenleri koşarak çıktı. Evde misafirler vardı. Annesinin boynuna atladı.
-Seni çok özledim, işin bitti mi, babam geldi mi?
Sorular yine peş peşe gelmişti.
Oradan birisi
-Hayır, baban gelmedi.
-Ben camda bekliyim babamı, keşke arabamızla gitseydi, o zaman geldiğini anlardım, şimdi hangi arabadan çıkacak bilemeyeceğim. Teyze gel oyun oynayalım, bakalım hangimiz bileceğiz.
Koşarak camın önündeki divana oturdu ve beklemeye başladı. Daha sonra annesi yanına gelip onu kucağına aldı.
-Seninle konuşmamız lazım.
-Anne, gel beraber bakalım.
-Bak sana daha önce anlatmıştık ya, büyükbabanı sorduğunda. Onun sen doğmadan önce öldüğünü,şu anda gökyüzünde olduğunu, gökyüzünün ardında cennet diye çok güzel bir yerin varolduğunu, insanların bazen sevdiklerini bırakıp oraya gitmek zorunda kaldıklarını ve cennete gittiklerinde bir daha yanımıza gelemeyeceklerini söylemiştik. Ama gitmek zorunda kalsalar da bizi herzaman çok sevdiklerini ve bizi gördüklerini anlatmıştık. Babanda bizi bırakmak istemedi ama cennete gitmek zorunda kaldı.
-Ya, benim babam İstanbul'a gitti. Ben onu bekliyorum şimdi.
Hızla annesinin kucağından indi, yan taraftaki sandalyenin üzerine çıkarak camda beklemeye devam etti.Yanına gelip sandalyeden kaldırmak isteyenlere ne cevap verdi, ne de yerinden kalktı.
İnsanın söylediklerine kendisi inanmazken, daha doğrusu bunu kendisi kabul edemezken, bu olanları, ölümü, beş yaşında bile olmayan, babasını çok seven bir kız çocuğuna anlatması ne kadar zordu. Birkaç gün önce İstanbul'a uğurladığı eşinin cenazesi gelmişti. Artık o yoktu. Ansızın, birdenbire çıkmıştı hayatlarından, bir daha geri gelmemek üzere. İnsanın çok sevdiği birinin ölümüyle yüzleşmesi ve bunu bir de küçük çocuğuna anlatması.
Aradan birkaç saat geçmişti, ne yemek yemişti, ne de tuvalete gitmişti. Sonuda benim uykum geldi diyerek kimseyle konuşmadan yatağına gidip yatmıştı.
Devamlı sorular soran, konuşan o minik kız kaç gündür ne doğru dürüst konuşuyor, ne de soru soruyordu. Taki kuzeni Hakan, ‘senin baban nerede ?’ diye sorana kadar. Hakan kafasını daha da karıştırmıştı.Çünkü insanlar ölünce toprağın altına gömülüyorlar .Benim dedemi gömdüler, biz babamla oraya gidip dua ediyoruz demişti.
-Hayır, aptal. Ölünce cennete gidiliyor,orası gökyüzünde, benim babam da orada.
Zaten hiç anlaşamıyordu Hakan'la ama artık onu sevmiyordu da. Nuray'ı da sevmiyordu,onların babaları yanlarındaydı. Halbuki o babasını onlardan çok seviyordu ama onu bırakıp cennete gitmişti.

Birkaç gün sonra onu çok istediği anaokuluna yazdırdılar. -Ben 6 yaşında mı oldum, daha olmadım ki dediğinde, annesi müdürden izin aldıklarını söylemişti.Onu babası götürecekti okula ama artık, teyzesi götürüyor,çıkışta da ablasıyla dönüyordu.
Bir sabah uyandığında annesinin odasından sesler geliyordu.Anneannesi babasının kıyafetlerini bir torbaya dolduruyordu.
-Anneanne, ne yapıyorsun?
-Dolabı topluyorum kızım,
-Babamın elbiselerini niye torbaya dolduruyorsun,babama mı götüreceksin?
-Hayır, biliyorsun böyle birşey yapamayız. Bunları ihtiyacı olan başka insanlara vereceğiz.
-Ya, babam çok kızacak, şimdi görüyor gökyüzünden seni.
-Kızmaz,ayrıca başkalarına yardım ediyoruz diye sevinir.
Annesi okula geç kaldığını söylemişti.Tam kapıdan çıkarken odaya geri döndü. Anneannesine, babasının mavi gömleğini ona vermesini söyledi.Gömleği aldı ve onu odasında dolaba koydu.O mavi gömlekle babası ne kadar yakışıklı oluyordu. Diğer elbiseler gitsede en çok yakışan gömlek artık ondaydı ve o gömlek babası kokuyordu. Akşam eve döndüğünde biliyorduki ne babası var ne de onun kıyafetleri. Odasını gidip , gömleğe bakmak için dolabı açtığında gömleğin yanında bir paket vardı. Paketi açtığında içinde çıkan kırmızı bir kazaktı. Koşarak annesinin yanına gitti.
-Anne, bana kırmızı kazak mı aldın?
-Ben almadım. Hani sen babandan istemiştin ya, bu kazak babanın İstanbul'dan gelen çantasından çıktı. Bunu sana baban almış.
Yine hiçbirşey söylemeden kazağı dolaba geri bıraktı.
Ama onu en çok ağlatan babasının arabasının o kötü-çirkin adam tarafından götürülmesiydi. Artık araba hep evlerinin önündeydi. Babası yoktu, arabayı kullananda. Ne güzel gezerlerdi. Araba kullanırken arka koltuktan sarılıp yanaklarını öperdi, bazen sakalları batardı babasının. Annesi kızardı;
-Kızım rahatsız etme diye,
O babasıyla gülüşür öpmeye devam ederdi.
-Sen öp kızım,annen bizi kıskanıyor derdi babası.
O gün okuldan dönerken o çirkin-kötü adam babasının arabasına biniyordu.
-O benim babamın arabası, diyerek bağırarak koşmaya başlamıştı, ama adam duymamış hızla gitmişti.
Evdekiler anlatmaya çalışsalarda o ağlamaktan dinlemiyordu bile.
Önce babası gitmişti, sonra kıyafetleri ve şimdide arabası. Büfenin alt çekmecesinden albümleri çıkardı,içlerinden babasıyla olanları ayırdı.O fotoğrafları yastığının altına koydu, üstüne de babasının mavi gömleğini.Yatağın içine girdi ve benim uykum geldi diyerek uyudu.

-Kızım,
-Baba nerdesin?
-Tam yanında,
-Seni göremiyorum ama,
-Beni göremezsin ama ver elini.
Minik elini uzattı.
-Bak, dokun,gözlerim,burnum,kulaklarım,ağzım.
-Aaaa!!!
-Tamam, bak şimdi birde kocam nefes al.
-Baba, ne güzel baba kokuyorsun, ,mavi gömleğin gibi. Sen niye gittin, ben seni çok özledim.
-Bende seni çok özledim .Senin ne kadar akıllı bir kız olduğunu ve anneni hiç üzmediğini görüyorum.Beni çok özlediğinde görmek istediğinde, ver elini tekrar. Bak once gözlerim, burnum, kulaklarım….,birde kocaman nefes. Bak ben yanındayım. Tamam mı?
-Tamam canım babam

-Kızım uyan hadi okula geç kalacaksın,
-Anne ben rüyamda babamı gördüm, yok yok ona dokundum,onu kokladım.
-Ne güzel!
-Anne ver elini babama dokunalım.Ben babamı çok seviyorum, oda beni çok seviyor.Ben bugün kırmızı kazağımı giycem.

Ömür 3, 2007

13 Ekim 2008 Pazartesi

İSMİNİ SÖYLEMEYİ BECEREMEDİĞİM ŞEHİR

İsmini söylemeyi beceremediğim şehir
Ljubljana
İsminin içinde sevgi anlamı barındıran başka şehir var mıdır acaba?
Turistik geziler için yazılmış broşürde ‘küçük ama inci gibi değerli’ diyordu burası için. Ana meydanı, süslü yapıları, 400-500 yıllık ıhlamur ağaçları , parke taşlı küçük meydanları, ağaçlı yolları, heykelleri, nehir boyunca uzanan köprüleri, aşıklar için, sevgi için tasarlanmış sanki.
Düş ile gerçek arasındaki Adriyatik ve Balkanların bu minik şehrinin dünyanın en romantik kenti olduğunu uçaktan iner inmez hissetmiştim, hissetmiştik.
Otelimize yerleşip hemen bir tur yapmak için can atıyordum.
"Ne bu acele? diyen sevgilimi dışarıda çok güzel yemek sözüyle kandırıp kendimizi dışarıya attık. Güzel bir havada sevgilimle elele bu şehirde.
Gezi rehberi elimde ama nerelere gideceğimi zaten biliyor gibiydim. Önce büyük meydana gitmeye karar verdik.Ve sevgilim rehberdeki yazıyı okumaya başladı. "Slovenya’nın büyük şairi Presen, imkansız aşkı Julia Primic için şiirler yazarken bu halkın bu destansı aşkı bir gün ölümsüzleştireceğini bilemezdi. Bugün eski kentin tam merkezinde yer alan Presernov Meydanı, kavuşamayan iki aşığın anısını yaşatırcasına sevgililerin, turistlerin buluşma noktası gibiydi." O anda sevgilim elimi daha sıkı tutmaya başladı.
Meydanda yürümeye başlayınca nehir boyunca uzanan birbirine bitişik üçer dörder katlı altları cafe, çiçekçi veya antikacılarla süslü evleri ve birbirinden güzel köprüleri ve heykellerle donatılmış meydanları ile bu şehir "İyi ki buradayız" dedirtmeyi başarmıştı.
Şehrin dokusunda dolaşırken insan kendini hemen havaya kaptırıyor. Birbirimize sımsıkı bir şekilde sarılmış ve hiç konuşmadan ayaklarımızın bizi götürdüğü tarafa doğru giderken kendimizi üçüz köprü üzerinde bulmuştuk.Ünlü mimar Plecnik’in yapıtı üçüz köprü ki ikisi yayalar , biri araçların geçmesi için yapılmış. Bu taş köprü şehrin romantizmine bir de Venedik havası eklemişti.
Köprünün üzerinde sevgilim birden,
Kar kesti yolu
Sen yoktun
Oturdum karşına dizüstü
Seyrettim yüzünü
Gözlerim kapalı
Gemiler geçmiyor
Uçaklar uçmuyor
Sen yoktun
Karşında duvara dayanmıştım
Konuştum, konuştum, konuştum
Ağzımı açmadan
Sen yoktun
Ellerimle dokundum sana
Ellerim yüzündeydi.

Derken ellerini yüzümde gezdiriyordu. Evet burası ismini hakeden şehir diye geçirdim içimden.
Sanki bir sahne dekorunun içinde geziyorum derken gelen bu güzel Nazım şiirinin ardından sevgilimin söz verdiğim yemeği hakettiğini düşünerek elimizdeki broşürden restoranlar bakmaya başladık. Birini gözümüze kestirip o tarafa doğru yürümeye başladık. Yol boyunca gördüğümüz kentin koruyucusu olarak kabul edilen mitolojik ejderha heykelleri ve bu heykellerle süslü Dragon Köprüsü.
"Canım bu köprünün yanında biraz duralım mı?"
"Olabilir de neden?"
"Kitapçıkta ne yazıyordu. Rivayate göre bu köprüden bakire Sloven kızı geçtiğinde ejderha kuyruk sallıyormuş"
"Sen bu rivayetlere inandığını söylemeyeceksin herhalde. Hadi ben çok açıktım.Verdiğin yemek sözü bakire Sloven kızından daha cazip şu anda."
Restorana doğru ilerlerken köprüler üzerindeki antika pazarlarına yemek sonrası bakmaya karar verdik. Yola devam ederken yükselen şehrin klasik müziğinin yanısıra eski kentin her köşesinden farklı bir müzik yükseldiğini farkettiğim anda sevgilimde kulağıma aşkımızın şarkısını fısıldıyordu.
Parke taşlı dar sokakta minik bir restoranda yediğimiz balık ve içtiğimiz şarabında etkisiyle elele gezimize devam ettik.
Nehir boyunca kurulmuş olan antika pazarında orijinal tablolardan gravürlere, küçük biblolardan saatlere kadar herşey vardı. Minik kalp şeklindeki saatli kolyeye uzanmışken sevgilim
-Hadi canım alışverişi yarın yaparız diyerek çekiştirmeye başladı.
Şehri dolaşmaya devam ederken bizi içine çeken Ulusal Kütüphaneye girdiğimizde siyah görkemli sutünların yanından yukarıya, okuma salonlarına doğru çıkarken her adımda günışığı ile meydanın daha da aydınlandığına tanık oluyoruz. Usta mimarın bilgi ile aydınlanma fikrine tasarımla gönderme yaptığı bu kütüphanede sevgilimle saatlerce oturup aşk kitaplarını birbirimize okumak isteğimiz ikimizinden gözlerinden okunuyordu herhalde.
Bu minik şehirde yaşasak,İstanbul’a hiç dönmesek , buraya indiğimiz andan itibaren yakaladığımız bu duygu bir ömür boyu devam eder mi acaba? diye düşündüm bir an. Bu şehir bana ve özellikle de sevgilime yaramıştı. Şiir okuyup şarkı söylemişti. Peki ya bu şehirde doğanlar. Onlar doğuştan romantik olurlar herhalde. Bunun cevabını bilmek istemezdim dersem yalan olur. Kökleri bu şehirde olan bir sevgilim olsa.
Neyse ben bunları düşüneceğime yanımdaki, bu şehre indiğimiz andan itibaren değişen sevgilimin tadını çıkartayım.
"Açıkhava Müzesini andıran bu şehirde insan kendini aşk filminin kahramanı gibi hisstediyor değil mi aşkım?"
"Evet eski dönem bir aşk filmi.Ve senin aşk filmi deyince daha doğrusu film deyince aklına gelen, aklımıza gelen, Rüzgar Gibi Geçti ve kahramanımız Scarlet Ohara."
"Ne güzel bak unutmamışsın."
"Nasıl unuturum."
"İstersen burada kavgaya başlayalım"
"Bak görüyormusun, insan burada kavga bile etmiyor, edemiyor" diyerek kendine doğru çekerek sarılmaya başladı.
İlerlemeye devam ettik, burası geçekten büyüleyici bir şehirdi.Vodnikov Meydanına bakan çarşıda yaşlı Slove Hanımların kendi elleriyle aranje ettikleri sanat eseri güzelleğindeki çiçek buketleri tam zamanında sevgilimin imdadına yetişti. Bu buket yapılışı ve verilişindeki önemle özenle kurutularak saklanmayı hak ediyordu. Evde kuru çiçek saklamak iyi değil derler ama bu söz bu çiçek için geçerli olamazdı.
Gezimize devam ederken buranın aynı zamanda yemyeşil bir kent olduğunu fark ettik.Tasarlanırken doğa adeta şehrin içine katılmış ve böylece alabildiğince yeşile bürünmüş bir ekokent ortaya çıkmış.
Çok büyük bir özenle buğünkü dokusuna kavuşmuş bu şehirde sevgilim de bana karşı çok özenliydi.
Kanoyla yaptığımız nehir turunun ardıdan tatlı bir yorgunlukla otelimize döndük. Saatlerdir sokakta olduğumuzu o an farkettik. Kendimi yatağın üzerine atıp:
"Biliyormusun, şimdi duşa girince bunların hepsinin birdüş olacağını anlamaktan korktuğumu "söylediğimde
"Merak etme ben bunların bir düş olmadığını ispat ederim sana, önce sen duşa gir ben de aşağıya inip geliyorum" dediğinde, ne işin var diye soramamıştım bile.
Duştan çıktığımda sevgilim odada yoktu. 10 dakika sonra geldiğinde çok güzel bir restoranda rezervasyon yaptırdığını ve hazırlanmamı söyledi.
Çok güzel bir yemeğin aradında bu romantik şehirde sevgilimle elele karanlıkta yürüyerek otelimize döndük.
Odaya girdiğimizde ikimizde tatlı bir tebessümle yatağa geldigimizde sevgilimin boynuma taktığı sabah antikacıda gördüğüm minik kalp şeklindeki saatli kolye bu şehrin ismini gerçekten hakettiğini bir kere daha ispat etti.
Boynumda kolyem, sevgilimin koynunda adını söylemeyi beceremediğim bu şehirde yaşadığım gün ve gece için Tanrıya şükrettim.

Skylife Dergisinin şehir tanıtım sayfalarını masanın üzerinde açık bıraktığımda sevgilimde benim kadar etkilenir ve iki günlük iznimizi bu şehirde geçiririz diye dua etmeye başladım.

Ömür Bayramoğlu
Suadiye, 17,11,2007

5 Ekim 2008 Pazar

BEN İNCE'YİM




  Masal anlatmaya başladı. Nerden çıkmıştı şimdi? Sevgilim ve masal anlatmak. Bakalım sonu nereye varacaktı?
 “Biri olmadan öteki olmazmış.” İki balık varmış. Biri turuncu ve iri, diğeri korkak ve ince.
-Çiftler böyle midir, biz de böyle miyiz?
-Kumral olabilirim ama turuncu değil, sen de ince sayılmazsın demişti masalın başında.
İri sormuş bir gün. “Madem bütün denizler birbirine bağlı, niye biz seninle bu kıyıdan ötekine yüzüp duruyoruz. Kendimizi bir akıntıya bıraksak, yeni sularda yüzsek, başka balıklar yesek daha mutlu olmaz mıyız?” Hak verdi İnce. İnceliğinden sırf. Çünkü onun mutluluğu için İri ve o kıyı yeterlidir.
Gerisi hava, su değişikliğidir ki, insan bundan beslenemez. Balıklar hariç.“Yok ya ben İnce değilim, o da İri.
Katıldı yine düştü İri’nin peşine. Akıntıya bıraktı kendini.  Bunlar beraberce İstanbul ve Çanakkale boğazlarını geçtiler. Geçerken eğlendiler. Fakat bir balıkçı, akşam çocuklarına balık götürmek için suya ağ atmıştı.  Ve bizimkiler farkına varmadan bu ağa takıldılar. Daha doğrusu İri takıldı, iri ya. İnce’de sıyrılıp çıktı. İnce ya bırakıp gitmedi. Hem inceydi  hem aşık. Kemirip ağları kurtardı İri’yi.“E tabi, ben bu ağlara takılacak kadar kuvvetli değilim, eriyip gidecek gibiyim” diyerek onun gururunu okşadı.
Evet ya ben İnce olabilirim diye düşündü masalı dinlerken.  Aşkta en yanlış şeyler bile mantıklı gelir insana. Tabi balıklara da.  Çünkü aşk suyun içinde de aşk. “Evet ya ben İnce’yim.”
Derken bizimkiler soğuk denizlere kavuştular. Fakat İnce alışık değildi bu serin sulara ve hastalandı. Pulları dökülüyordu her gün ve gün geçtikçe daha da yavaşladı. Hatta durdu bir gün Atlantiğin  ortasında. Ya döneceklerdi ve İnce iyileşecekti, ya da tek bedene düşeceklerdi.  Çünkü herkesin Küba’ya yüzecek kadar nefesi yetmeyebilirdi. İri Küba’ya gitmeye gitmeyi seçmeden önce biraz düşündü. O düşündüğü süre kadardı sevgisi ki o da çok sayılmazdı.
Yok, benim sevgilim İri değil. Ama ben İnce olabilirim. İnsan sevdiğiyle geçen zamana doyamadığı kadar aşıktır. Balıklarda. “İki dakika daha beraber yüzmek, tek başına aşık olmaktan iyidir” dedirtir aşk insana. Evet ya ben İnce’yim ve aşığım.
Ve onunla Küba’ya varmak için son çabalarla iki dakika kadar daha yüzdü ve öldü. Yukarı doğru çıkarken zayıf gövdesi kılçıklarına kadar mutluydu ve gülüyordu. Koca bir balina onu yuttu. İri artık tekti. Suyun ucunda Küba vardı. Var gücüyle yüzdü. İnce’yi unuttu.
Gıcık oldu İri’ye Erkek işte dedi içinden.
İnce’yi unuttuğu kötü oldu. Çünkü onlar birbirlerine beş saniyede bir nereye gittiklerini hatırlatıyorlardı. Ve şimdi on saniye geçmişti ve hiç bir şey hatırlamıyordu.
Oh olsun derken tutamamıştı kendini. Göz göze gelmişlerdi.
Ne İnce’yi, ne Küba’yı ne de adının İri olduğunu hatırlamıyordu.
İnsana adını başkaları hatırlatır. Balıklara da. Beter olsun.
O yüzden kayboldu derin sularında Atlantiğin. Ve koca bir balina onu da yuttu. Mucize bu ya balinanın midesinde İnce’yi buldu. Onları yutan balina aynıymış. İnce ölmemiş, tam tersi midenin sıcaklığında dirilmiş. Ama oradan çıkarsa ölecek, İri’de nereye gittiğini ve adını unutacak. O yüzden artık ikisi de buradalar.
 Ne fark eder insana sevdiğinin yanı cennettir.

Sevmeden hiçbir şeyin tadı yok değil mi demişti sonunda. Neden anlatmıştı bilmiyordu bu masalı. Bildiği tek şey vardı O İnce’ydi ama O İri olabilir miydi?
Ömür Bayramoğlu
29/9/2007, Suadiye

3 Ekim 2008 Cuma

VENÜS'ÜN DOĞUŞU


Boticelli Sandro (1455- 1510 Floransa ) Yeni biçimlenmekte olan Rönesans resim anlayışı içinde özellikle kadın figürlerindeki incelikli ve lirik anlatımıyla tanınmıştır.
‘Venüs’ün Doğuşu’ adlı yapıtı Lorenzo di Medici tarafından ısmarlanmıştır. Sanatçı Medici ailesiyle yakın ilişki içerisinde olmuş , onların Platonik felsefeye dayanan hümanist anlayışlarını paylaşmıştır. Boticelli’nin en ünlü yapıtı olan tablo , tüm zamanların ve çağınında en tanınmış yapıtları arasında yer almaktadır.

Eser 1486 tarihlidir. Klasik mitolojide bir konunun görsel ifadesidir. Mediciler’in kır evi için sipariş edilen , dinsel bir içerik taşımayan , anıtsal boyutta yapıtların gerçekleştirildiği bir ortamda üretilen Venüs’ün Doğuşu’nda çizginin gene süslemeci anlamda kullanıldığı görülür.

Tablonun konusu kolayca anlaşılmaktadır. Bir istiridye kabuğu üzerinden denizden çıkan Venüs , uçan rüzgar tanrısı ve çiçek tanrısı tarafından , bir gül yağmuru altında karaya itiliyor. Venüs karaya ayak basarken Hora’lardan birisi , kırmızımsı bir örtüyle onu karşılıyor.

Kompozisyonun odağını denizin köpükleri üstündeki bir istiridye kabuğundaki Venüs oluşturmaktadır. Yukarıda solda iki allegorik figür yer almaktadır. Bunlar nefesleriyle denizleri dalgalandıran ve karaya doğru iten Batı rüzgarı Zephyros ile Çiçekler Tanrıçası Flora’dır. Sağda ise ağaçların yer aldığı bir tabiat görünümü içinde çiçekli elbisesiyle Venüs’ü karşılayan bir Hora tavsir edilmiştir.(Hora’lar doğada düzeni simgeleyen üç tanrıçadır.)

Kuruluş şeması üçgen çatıya göre şekillendirilmiştir ve yapıtın ana ekseni üzerinde Venüs yer almaktadır. Etkin tanrıça özelliğinin uzağında ve erotik bir havada gösterilirken doğayla bütünleşen bir kadın şeklini almıştır. Boticelli’nin Venüs’ü o kadar güzel ki , boynunu doğal olmayan uzunluğunun, sarkan omuzlarının, sol kolu vücuda bağlayan garip yöntemin farkına varmıyoruz. Çizgi zarifliği elde etmek için ,Boticelli’nin doğaya karşı bu özgür davranışı , çizginin uyumunu ve güzelliğini çoğaltıyor ve Venüs’ün gökyüzünün bir armağanıymış gibi kıyılarımıza itilmiş yumuşak ve zarif bir yaratık olduğunun izlenimini veriyor.

Doğa ve kadın olgusuyla temsil edilen tanrıça , hayat veren , ışıkla bütünleşen ve aşk ve güzellikleri yönlendiren sembolik bir öğe olmuştur.

Resimle ilgili teknik bilgileri yazdıktan sonra Boticelli ve özellikle Venüs'ün Doğuşu ve İlkbahar eserlerine duyduğum  yakınlığı da bura da paylaşmak istiyorum. Bu resimleri özellikle bloğumda paylaşmak ve yazmak istedim. Burada paylaşacağım her resim, her kitap benim için özel olan olacaktır. Üniversitede Rönesans dönemini işlerken bu tabloların gördüğüm an renkleri, figürleri, mitolojik öyküleri beni içlerine çekti. Şansıyım ki Ufizzi'de gerçeklerini görme şansım oldu, galerinin diğer bölümlerini gezip gezip tekrar tekrar bu tablolarının olduğu odalara gitmiştim. Büyük bir özenle Venüs'ün Doğuşu'nun röprodüksiyonunu alıp oralardan taşıyıp biraz büyük de olsa başucu tablom yaptım.

Ömür Bayramoğlu 3/10/2008