20 Ağustos 2017 Pazar

Gökyüzü Kralı Yves Klein

Bir yaz günü üç genç Nice sahillerinde güneşlenmektedir. Yves Klein, Arman ve Claude Pascal aralarında konuşurlarken dünyayı Yunan Tanrıları Zeus, Poseidon ve Hades gibi üçe bölmeye karar verirler. Arman hayvanlar aleminin, Claude bitkiler aleminin, Yves de gökyüzünün idaresini alır. Yves birden elini gökyüzüne uzatır ve sonsuz maviliğe imza atar, ilk sanat eserini  bu şekilde imzalamış olur. O gün hakkında daha sonra şöyle yazar: “1946 senesinde, hâlâ yeni yetmeyken, müthiş “gerçekçi-hayal” yolculuğu sırasında gökyüzünün arkasını imzaladım. O gün Nice kumsalında uzanırken, benim mavi, bulutsuz gökyüzümde ileri geri uçan kuşlardan nefret etmeye başlamıştım, çünkü en önemli ve en güzel eserimde delikler açıyorlardı.”
Klein, figüratif ressam bir baba ve soyut ressam bir annenin oğlu olarak 1928’de Fransa’nın Nice şehrinde dünyaya gelir. 19 yaşında judoya merak salar.”Ruhani bir alanda insan vücudunun keşfi” olarak gördüğü bu sporda çalışmalarını derinleştirmek için Japonya’nın en prestijli judo okullarından Kodokan Enstitüsü’nde eğitim almaya gider. Bu dönemde “Les Fondements du Judo”(Judonun Temelleri) kitabını yazar, siyah kuşak derecesine yükselir ve Fransa’da önemli bir judo figürü olacağı düşüncesiyle ülkesine geri döner. Fakat siyah kuşağı Fransız Judo Kurumu tarafından kabul görmez, büyük şaşkınlık yaşayan Yves, tüm enerjisini sanatına verir. Hayata ve varoluşa karşı merakı onu çeşitli felsefelere ve dine yönlendirmiştir. Doğuştan var olan sanatsal yeteneğini keşfetmesindeki itici güç, Max Heidel tarafından yazılmış “La Cosmogonie des Rose-Croix”adlı kitaptır. Çünkü Max Heidel’in kitabı, mistisizme büyük ilgi duyan Klein’i oldukça etkiler ve sanatçı, Heidel’in yazdıkları doğrultusunda resimler yapmaya başlar.
1955’te turuncu monokrom bir eserle Salon des Réalités Nouvelles’e başvurur. Serginin seçici jürisi, eserin tek renkten oluşuyor ve Klein’in esere bir nokta, bir çizgi, farklı renkte herhangi bir şey eklemeyi reddetmesi üzerine eserin sergilenemez olduğunu söyler. Eserin reddi, Paris sanat dünyasında birçok kişi tarafından imzalanmış bir protesto dilekçesinin dolaşmasına sebep olur. Sergi jürisi fikrini değiştirmese de Klein geleneklere başkaldıran bir figür olarak ünlenir ve bu reddediliş onun kariyerinin dönüm noktası olur.
Bachelard’dan aldığı ilhamla sadece tek renge, maviye konsantre olmaya karar verir. Mavi onun için; duyarlılığın rengi, havanın, sonsuz gökyüzünün, derin okyanusun ve ateşin gerçek rengidir. Klein, “saf resimsel duyarlılığı” yakalayabilmek için çok özel bir mavi  tonu kullanması gerektiğine inanır. Saf resimsel duyarlılık, sanatçının kendi duyarlılığını saflaştırıp ayrıştırdıktan  sonra sanat eserine enjekte etmesiyle, duyarlılığının seyirci tarafından hissedilmesidir. Böylelikle sanat eseri sadece algısal olmaktan çıkıp artık algı ötesi bir deneyim olacaktır. Bu özel mavi tonuna ulaşmak için bir kimyagerle çalışmalara başlar. Araştırmaları sonucu tam aradığı renk kombinasyonuna ulaşır. Derin, mat bir ultramarin mavi elde eder ve bu rengi International Klein Blue (Uluslararası Klein Mavisi) (IKB) olarak tescil ettirir.Uluslararası Klein Mavisi, görülenin veya dokunulanın ötesinde maddesel olmayan değerleri simgelemektedir.
1958 senesinde, 30. doğumgününde, sanat tarihinin önemli sergilerinden La spécialisation de la sensibilité a I’etat de matiére en sensibilité picturale stabilisée (Dengelenmiş bir resimsel duyarlılık olarak, ham madde halindeki duyarlılıkta uzlaşma), sanatçının kısaltmasıyla le Vide (Boşluk), Paris Galerie Iris Clert’te açılır. Basılı davetiyesinden kapanış fotoğraflarına kadar dikkatlice planlanmış olan ve bir festival havasında geçen sergide, sergi mekanı boşaltılmış, her yer beyaza boyanmıştır. İçeride sadece tek bir dolap vardır. Misafirler uzun mavi perdeler ve muhafızlar arasından salona giriyorlar ve içeride mavi kokteyler ikram ediliyordu. Sergi için yollanan 3500 davetiyenin metnini Fransız sanat eleştirmeni Pierre Restany kaleme almıştı: Davetliler tüm duygusal varlıklarıyla, duyarlılık saltanatının aydınlık ve pozitif etkinliğine bekleniyorlardı. Sergi büyük ses getirdi, ziyaretçiler arasında olan Albert Camus ziyaretçi defterine: “with the void, full powers”(boşlukla, tam güç) yazmıştı.
Aynı sene Klein en bilinen eserleri arasında yer alan Anthropometris serisi üzerinde çalışmaya başlar. Uluslararası Klein Mavisi’ne bulanmış kadın modeller Klein’in direktiflerine uyarak “canlı fırça” görevi yapıyorlardı. Böylece bedenin  görsel varlığını belgeliyordu. Bu serinin ardından çalışmalarında ateş kullanmaya başlayan Klein, “Ateş Resimleri” serisinde modellerinin bedenlerini alev almaz bir malzemeyle kapladıktan sonra zemin üzerinde onları istediği forma getiriyor, onları şablon gibi kullanıyordu. İstediği formu yakaladıktan sonra modelleri bir kenarda dinlenirken alev makinasıyla figürlerin etrafındaki alanı ve gerekli gördüğü noktaları yakarak belirginleştiriyordu. Daha sonra boyalar devreye giriyor ve ardında mistik bir performansın etkileyici izlerini bırakıyordu. 1960’ta Paris’te düzenlediği “Mavi Çağda Antropometriler” adlı sergisinin açılışında, takım elbiseyle meydana çıkan Klein, 20 dakika boyunca tek bir notanın çalınması ardından 20 dakika sessizzlik içeren Monoton Sessizlik Senfonisi eşliğinde, “canlı fırçalar” olarak adlandırdığı ve vücutları mavi renkte boyanmış üç çıplak modeli beyaz tuvallere yönlendirerek vücut baskılarını yapmıştı.
İkonikleşmiş diğer eseri Leap into the Void (Boşluğa Atlayış); 27 Kasım 1960 tarihinde 2. Avangart Festivali için Dimanche-Le Journal d’un Seul Jour (Pazar-Sadece bir gün için Gazete) isimli sahte bir gazete hazırlamış ve Paris gazete bayilerinde bir günlüğüne satışa çıkmıştı. Fotoğrafın yanındaki başlık şöyleydi:”Boşlukta bir adam! Boş alanların ressamı kendisini boşluğa bırakıyor! Bir binanın ikinci katından kendisini boşluğa bırakan kişi Yves Klein’dan başkası değildir.  Daha önceki denemelerinde kendisini sakatlayan Klein, bu son versiyonda boşluğa atlamak yerine kendisini bir ağın üzerine bırakır, daha sonra foto-manipülasyonla bu ağ resimden silinir.
Maddesizleşme üzerine çalışmalarından biri ise; galerisiyle tartıştığı bir gün, tüm eserlerini toplayıp onları soran olursa eserlerinin görünmez olduğunu ve almak isteyenlerin son derece görünür bir çek yazmalarını istemesidir. Bu satışı da gerçekleşir.
Aynı zamanda bir Rozikrusyen, siyah kuşak sahibi bir judocu olan Yves, seyircisiyle güçlü bir bağ kuruyor, geleneksel sanat anlayışının dışında eseler üretiyordu. Modellerine direktifler vererek onları canlı fırça olarak kullanan, alev makinalarıyla resim yapan, altın külçeleri karşılığında boşluğu satan ve satan alan kişinin kendisine verilen sertifikayı yakması halinde külçelerin yarısını Seine nehrine atan alışılmışın dışında düşünen ve hayallerini gerçeğe dönüştürme cesaretine sahip bir yetenekti.
 Kavramsal sanatın önemli isimlerinden olan Klein, 34 yaşında  geçirdiği üçüncü kalp krizinden öldüğü zaman,sekiz yıllık sanat hayatıyla performans, yerleştirme, kavramsal sanat ve kurumsal eleştirinin öncülerinden olmuştu.



“Bir Kazı Hikâyesi: Çatalhöyük”

         
                                   


Günümüzden 9000 yıl önce, bugünkü Konya Ovası’nda insanlar bir araya gelerek kerpiçten evler inşa ettiler; kilden kendi çanak çömleklerini ürettiler; 200 km uzaktan getirdikleri volkan camı ile kesici ve delici aleteler yaptılar; hayvanları evcilleştirdiler; tarımla uğraştılar. Dahası duvarlara ve yerlere çizdikleri resimlerle, taştan ve kilden ürettikleri heykellerle oldukça geniş yelpazeli bir sanat ortaya koydular.
Peki biz tüm bunları nereden biliyoruz?
11 Kasım 1958’de 30’lu yaşlarının başlarında idealist arkeologlar Alan Hall, David French ve James Mellaart, Konya’nın yaklaşık 45 km güneydoğusunda yer alan toprak bir yolda ilerlemeye çalışıyorlardı. Düz ovanın ortasında heybetle yükselen, böylelikle sıradan olmadığını hissettiren bir tepenin yanına gelince durdular. Tepenin çevresinde bir tur atıp buluntuları incelediklerinde daha ilk dakikadan dünyanın tarihini değiştirdiklerini anlamışlardı; gördükleri el değmemiş Neolitik’ti! Önünde durdukları bu etkileyici höyük, daha birkaç yıla kalmadan dünya genelinde ses getirecek, arkeoloji camiasını heyecanlandıracak ve Neolitik Çağ’ın teknolojisi, sanatı, kültürü ve inançlarına dair bilgi birikimimizde bir devrim yaratacak, Mellaart, arkeoloji çevrelerinde parlak bir şöhret kazanacaktı.
Ian Hodder ‘ın önderlik ettiği Çatalhöyük Araştırma Projesi, 1993 yılınan beri dünyanın en eski topluluklarından birinin avcı toplayıcılıktan tarım toplumuna geçiş sürecine ve sosyoekonomik organizasyonuna ışık tutmak için araştırmalarını sürdürmekte. Hodder ve ekibinin kazı çalışmaları bu yıl Ağustos ayında sona erecek.
Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyeteri Araştırma Merkezi (ANAMED), Çatalhöyük Araştırma Projesi’nin 25. yılını bir sergiyle kutluyor ve izleyicileri 9000 yıllık bir yolculuğa çıkarıyor. Sergi Duygu Tarkan küratörlüğünde Çatalhöyük araştırmacıların katkılarıyla hazırlanmış ve izleyicileri  25 yıllık projenin dedektiflik serüveninin bir parçası olmaya çağırıyor.
Mellaart, Türkiyeli ve uluslararası araştırmacılar ve Türkiyeli işçilerden oluşan büyük bir ekiple, 1961- 1965 yılları arasında Çatalhöyük’te kazılar yaparak 160 bina ortaya çıkardı. Aynı zamanda, buluntuları geniş çaplı olarak kamuoyuna duyurdu ve Çatalhöyük’ün dünya çapında tanınmasını sağladı.
Mellaart’tan 28 yıl sonra Ian Hodder höyük çalışmalarına başlıyor. Hodder çalışmalarında yeni bilimsel tekniklerin uygulanması esasına dayalı bir teknik izliyor. Bu nedenle, bugün ulaşılan sonuçlar birbirinden farklı ancak birbirini besleyen iki çalışmanın harmanlanması ile oluşuyor.
“Çatalhöyük’te bulunan 21 metre yüksekliğindeki tümseğe her çıktığımda yüreğim kıpır kıpır eder. 1993 yılından beri yazları burada çalışmama rağmen, o topraklara her  adım atışımda dizlerimin bağı çözülür. Ne de olsa altımdaki toprak 9000 yıl kadar önce nüfusu 3000 ile 8000 arasında olan bir yerleşmenin büyüleyici ayrıntılarını barındırır.”  diyerek duygularını dile getirir Ian Hodder.
Çatalhöyük Araştırma Projesi, 1993’ten günümüze sit alanı içerisinde ve dışarısında yeni arkeolojik, konservasyonel ve küratöryel metotlara öncülük edecek çalışmalarını sürdürüyor. Uluslararası ve sürekli değişen bir ekip oluşturularak geçmişte yaşamış olan insanların hayatlarına dair düşüncelerimizi ve anlayışımızı geliştirmeyi hedefliyor. 1960’lı yıllardan beri devam eden kazılar, MÖ 7100’e tarihlenebilecek, yoğun şekilde kullanılmış bir Neolitik yerleşim ortaya çıkarmış. Çatalhöyük Araştırma Projesi ile yüzeyin altında yatan ve zamanının en kompleks  toplumlarından biri olan Çatalhöyük insanlarının izleri gün ışığına çıkıyor. Dünyanın pek çok ülkesinden gelen uzmanlardan oluşan ekip burada yaşayan insanların hayatlarını derinlemesine anlamak ve anlatmak için çalışıyor.
Arkeologlar, ilk olarak aynı döneme ait diğer araziler ya da farklı arkeologların önceki yıllarda Çatalhöyük’te keşfettikleri üzerine okumalar yaparak birtakım fikirler edinirler. Kazma anı asla tekrarlanamaz. Kazıcıların, çalışma esnasında mümkün olduğunca fazla bilgiye sahip olmaları önemlidir. Bu nedenle, Çatalhöyük’te kazılar uzman kazıcılar tarafından yapılır, aynı zamanda arazide laboratuvar  yer alır. Böylelikle uzmanlar, kazılar devam ederken, kazıcılara hızlı bir şekilde geri-bildirim verebilirler. Her bulgunun kaydı tutulur, böylece sonraki yıllarda başka araştırmacıların da bulunanları ve yapılan yorumları yeniden analiz etmesine imkan sağlanır. Bu yüzden sürekli olarak günlük tutulur, video kaydedilir ve her şey mümkün olduğunca belgelenmeye çalışılır.
Toprak üstüne çıkarılan tüm buluntular, gün sonunda kazıcılar tarafından höyükten aşağıya getirilerek  buluntu laboratuvarına teslim edilir. Kazıcın işi burada biter; bundan sonrası laboratuvar uzmanının işidir. Buluntu laboratuvarındaki uzmanın en baştaki görevi, alandan getirilen malzemeyi yıkama/kurutma ve sisteme kaydetme gibi hazırlık işlemlerinden geçirmek ve ardından gerekli analiz için ilgili uzmanlara ulaştırmaktır. Kazı sonrasında uygulanan sistematik kayıt ve depolama işleminin amacı alandan gelen malzemenin niteliğinin, fiziksel bütünlüğünün uzmanlar ve öğrenciler tarafından çalışılabilmesi ve alanın uzun yıllar yorumlanmasına yardım edebilmesi için korunmasıdır.
Çatalhöyük’te insanlar arpa, bezelye, ekmeklik buğday, mercimek ve burçak türlerinin yanı sıra badem, palamut, fıstık, elma, ardıç ve çitlenbik gibi meyve ve yemişlerle beslendiler...Ta uzaklardan kütükler taşıyıp hem yakıt yaptılar, hem de onları mimari taşıyıcılar olarak kullandılar. İşte bunlar 9000 yıllık yemek tariflerini, tohumların ekildiğini mi yoksa yiyeceklerin toplandığı mı araştıran bitki bilimci arkeologların çalışmalarının sonuçlarından bazıları.
Duvar resimlerinden figürinlere, çömleklerden boğa başı kabartmalara kadar çok çeşitli hayvanların Çatalhöyüklülerin sembolik dünyasında önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Peki dünyalarına sızan bu hayvanlar hangi türlerdi? Çatalhöyük zooarkeologları, bir başka deyişle hayvan kemiği uzmanları, bugüne kadar bir milyondan fazla kemiği incelemiştir. Bu sayı, kazılarda çıkarılan malzemenin çok az bir kısmıdır. Ayrıca unutmamak gerekir ki kazılan alan da yine bütün alanın %7’sini oluşturuyor.
Koyun, keçi, köpek evcildir; domuz yabanidir; büyük başların evcilleştirime konusu ise tartışmalıdır. Yabani eşek, yabani koyun, geyik türleri, gazel, tilki, kurt, kedi, tavşan, leopar ve kuşlar avlanan hayvanlar arasındadır. Balıkçılıkla da uğraştıkları hem bulunan balık kılçıklarından, hem de kemikten yapılma olta iğnelerinden anlaşılmaktadır.
Zamanında çok heybetli olan Çarşamba nehrinin kucağında kurulmuş yerleşmede kilin en fazla kullanılan hammadde olması çok doğal değil mi? Öyle ki çanak çömlekten kil toplara, mühürlere ve duvar kabartmalarına kadar çeşitli amaçlar için kullanılmıştır. Peki kili doğal haliyle mi kullanmışlardır yoksa fonksiyonuna yönelik katkılar eklemişler midir? Tüm bu sorular cevaplar işte burada aranmaka.
Unesco Dünya Kültür Mirası listesindeki Çatalhöyük’te yürütülen bilimsel çalışmaların üç boyutlu modelleme buluntuları yeniden canlandırma, kazı alanlarının lazer taraması ve VR(sanal gerçeklik) teknolojisiyle Çatalhöyük binalarının deneyimlenmesi gibi interaktif sergilenme yöntemleri ile sergi 25 Ekim’e kadar açık kalacak. Ziyaretçiler, arkeologların verilere nasıl ulaştığını, laboratuvarlardaki  merak uyandıran analizleri etkileşimli olarak deneyimleyebilecek. Proje, arkeolojik araştırmalar sonucu elde edilen verileri sanal gerçeklik ortamında yeniden yaratıp kullanıcının “orada bulunmak” duygusunu tetikleyerek, Çatalhöyük’teki yaşamı yorumlamak için yeni bir deneyim sunuyor. Malanın toprağa değdiği andan, buluntuların ortaya çıkarılmasına, kayıt ve hazırlık çalışmalarından, laboratuvarlardaki analizlerle  verinin bilgiye dönüştüğü yayın sürecine kadar geçirilen tüm araştırma adımlarına tanıklık ediyor.
Sergi kapsamında derlenen Çatalhöyük üzerine bugüne kadar yayımlanmış 500’den fazla makale ve kitap ANAMED Kütüphanesi’nde ilgililere yayınları inceleme imkanı sağlıyor. Çatalhöyük Araştırma Projesi tarafından yürütülen bilimsel çalışmaların anlatımında üç boyutlu modellemeyle seçili buluntuların yeniden üretilmesinin yanı sıra kazı alanlarında girilemeyen noktaların detaylarının incelendiği lazer tarama görüntüleri ilk kez sergileniyor.

*Sergi metinleri kaynak olarak kullanılmıştır. 

Dilek Türker "Avucumda Çimen İzi"




www.yenicikanlar.com.tr için Sevgili Dilek Türker'le yaptığımız röportaj

http://www.yenicikanlar.com.tr/her-oykum-aldigim-bir-nottan-cikti-73469


Hep Kitap, yeni, yalın, duru kalemiyle Dilek Türker’i öykü severlerle buluşturdu. “Avucumda Çimen İzi”, 16 öyküden oluşuyor. Dilek Türker’le, ilk kitap heyecanını, yazma serüvenini konuştuk.

 -İlk öykü kitabın, daha önce dergilerde yayınlanmış öykülerin var. Nasıl başladın yazmaya?
Mektuplarla iletişim kuran biriyim. Sıkı dostlarımla, sevdiklerimle hep mektuplaştım. Gündelik mektuplaşmaların ötesine geçen yanları olmuştur. Onları yazınsal çabamın ilk ürünleri olarak sayabilirim. Daha sonra senaryo denemeleri, senaryoya varmayan sinopsisler, kısa anlatılar yazdım… Hikaye anlatmak istiyor, aklımdaki hikayelere uygun bir biçim arıyordum; öyküler çıktı sonunda ortaya.
-Kendinden biraz bahseder misin? Nerelerde eğitim aldın, ne iş ile uğraşıyorsun?
1984, Adana doğumluyum. Hukuk Fakültesi mezunuyum. Böyle şeyler yazabilirim ama bir arkadaşımın 11 yaşındaki ikizleri “Şiirce” diye bir kitap çıkardı ve onların otobiyografilerini okudukça kendi yazdıklarımı çok sıkıcı buluyorum. Mesela Utku Erkman diyor ki: “Bu capcanlı dünyanın sahipleri kimi zaman iyilik, kimi zaman kötülük, kimi zaman da konuşan sinekler ve kuşlardır.” Kardeşi Ece de kendinden bahsederken, “Bu kitaptaki çizimler bana ait. Hayallerimi çizmeyi seviyorum. Beni bir çizer gibi değil de bir arkadaşınız olarak kabul edin” diye yazmış. Ben onlar kadar müthiş şeyler yazamam ama şöyle söyleyeyim madem: Bir daha dünyaya gelsem ağaç olmak isterim. En çok annemin bana fal bakarken anlattığı hikayeleri severim. Coğrafyam iyi değildir ama yeni şehirlere ve ülkelere dair içimde hep güzel duygular beslerim. Yine de çocukluğum bu topraklarda geçtiği için en sıkı bağım burayladır. Tabii bu, neden bu ülkeden bir Kafka çıkmadığına dair şaşırmama engel değildir.
 -“Hüznün yanı sıra umudun da yeşerdiği hayatlara pencere açan öyküler” diye yorumlanmış yazıların. Neler düşünüyorsun, ilk kitabı yeni çıkmış genç bir yazar neler yaşıyor bugünlerde?
En önemsediğim şey yaşama sevinci. Bunu kaybedersek çuvalda çürüyen patateslerden bir farkımız kalmaz. Bu dönemde ise şansımız var ve hala hayattaysak, en zor şey yaşama sevincini koruyabilmek. İşte bunun için uğraşıyorum; içimde bir kırıntı bile kaldıysa bulup çıkartıyorum ve çoğaltmaya çalışıyorum iyilikle, güzellikle.  Ritüellere önem veriyorum; eşimle, annemle, sevdiklerimle sohbet ederek, kızımla oyunlar oynayarak, uzun yürüyüşler yaparak, okuyarak, yeni öyküler için notlar alarak geçiriyorum zamanı.  Bugünlerde yaptığım bu.
-Kitabının arka kapağında “Dilek Türker’in öykülerinde bocalayan, düşen; kalktıklarında avuçlarında gördükleri çimen izlerinin karmaşıklığında kaybolan insanlar var. Aniden duran dönmedolap, hafifçe esen rüzgâr, rüzgârı hissetmek için koşan çocuklar. Bir daha dönmeyecek kadar uzağa giden göçmen kuşlar... Evler var, evlerin içleri, iyi yürekli hayatlar... Avucumda Çimen İzi yeni bir yazarı keşfetme hazzı veriyor” diye anlatılmış kitabın. Var mı buna eklemek istediğin bir cümle, kelime?
Arka kapak yazısını çok sevdim ben. O yüzden eklemek istediğim bir şey yok.
- Biz yeni bir yazarı keşfettik, sen yeni okurlar keşfederken neler hissediyorsun?
Şaşırtıcı ve heyecan veren bir süreç. Kitabın basılacağını haber aldığımda ve sonrasında daha soğukkanlıydım ama kitabı raflarda gördükten sonra biraz afalladım. Ara sıra kitapçıları geziyorum, bazen yerini bulamıyorum, yine de utanıp soramıyorum görevlilere. Bazen hiç tanımadığım biri ya da çoktandır tanıdığım insanlar kitapla ilgili paylaşımlarda bulunuyor. Mutluluk ve mahcubiyet arasında bir yerde okuyorum yazdıklarını. Güzel, iyice duyumsayarak yaşamaya çalıştığım zamanlar.
-Öyküler yazıyorsun, yola öykücü olarak mı devam etmek istiyorsun? Neden öykü?
Anlatmak istediğim hikayelerin bir tür olarak öykü kalıbında var olabileceğini görmüş olmam, neden öyküyü seçtiğime dair bir yanıt olabilir. Bir roman dinamiği, izlekleri, biçimi içinde anlatmayı düşlediğim bir hikayem yok. Öykü türü içinde akıl yürütme çabası içinde olmak, bu zanaatı geliştirmek benim için daha çekici. Başka bir türde yazacak olsam da cevabım aynı olurdu aslında. Bir tür seçip yola çıkmıyor, anlatmak istediğimize en uygun türü seçip ona göre bir ürün veriyoruz sanırım.
-Türkiye’de öykünün yeri hakkında neler düşünüyorsun?
Türkiye’de öykünün gördüğü değerden memnunum. Evet, büyük kitlelere romanlar daha çabuk ulaşıyor ve daha çok okunan hep romanlar oluyor ama bunda şikayet edecek bir yan görmüyorum. Bence önemli olan okuyanın hangi algı düzeyinde okuduğu ve okuduğuna ne derece kıymet verdiği. Bu açıdan bakarsak Türkiye’de öykünün çok seçkin bir okur kitlesi var. Üstelik bu seçkinlik bir avuç insanı ifade etmiyor. Öykücüler biliniyor, konuşuluyor, takip ediliyor. Bir yazar sırf öykü yazarak edebiyat dünyasında var olabiliyor. Öykü çok ciddi bir kitlece okunuyor ve değer görüyor. Satış rakamları ve istatistikler ne der bilemem. Benim kişisel deneyimim ve yakın çevremden edindiğim gözlem böyle.
-Seni etkileyen, benim yazarlarım dediğin kimler var?
Sevdiğim birçok yazar ve kitap var. Bir kitabı bitiriyorsam muhtemelen onun dünyasına dalmışım ve yazarın kaleminden etkilenmişim demektir. Her zaman başucumdaysa, Sait Faik, Cemal Süreya ve Didem Madak var.
- Yekta Kopan’ın atölyesinde beraber derslere katıldık. Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri hakkında neler söylersin?
Benim yolum Yekta Kopan atölyeleriyle kesişmeseydi, muhtemelen yine yazardım, günlük tutmaya, mektuplar yazmaya, kart atmaya ve senaryo denemeleri yazmaya devam ederdim ama öykülerin o güzelim dünyasını ya keşfedemezdim ya da böyle erken keşfetmezdim. Kurtarılmış zamanlar olarak görüyorum o atölyede geçirdiğimiz zamanları. Hem Yekta Bey’in hocalığı, enerjisi, dostluğu hem de diğer atölye katılımcılarının kalemleri, eleştirileri ve önerileri benim kendimi geliştirmemde çok etkili oldu.  Yazarlığın, yaratıcı yazının öğrenilemeyeceği gibi bir savla bu atölyelere burun kıvıranlara, buralarda kimsenin yazarlığı öğretme çabası içinde olmadığını söylemek lazım. Öncelikli amaç her zaman edebiyata çok yakın ilgi duyan bir grup insanın, bir tür kardeşlik duygusuyla bir araya gelip fikirlerini paylaşması, birbirinden ilham alması.
Ve tabii sırası gelmişken Yekta Kopan ve İpekli Mendil’in yazı hayatındaki yerleri nedir?
İpekli Mendil yazarlarından bir kısmını eşim başka bir yazı atölyesinde tanımıştı ve aralarında güzel bir etkileşim olmuştu. Sonra da beni tanıştırdı onlarla. İçlerinden biri, sanırım Betül, Yekta Bey’in yazma atölyesine katılmamı önerdi. Güzel tesadüfler, öyle bir akşamüstü, hoş bir sohbette karşınıza çıkabiliyor. Yukarıda bahsettiğim kardeşlik duygusunu orada tanıdığım insanlarla da yaşıyorum. Bana ilham veriyorlar.
Mehmet Tutar ve Hüsne Tutar’a da değinmem gerek burada. Gerçek bir öykü kahramanı iki öğretmen. Çok güzel hayalleri var, hayata öyle bir yerden bakıyorlar ki umutsuz olmaya hakkımız yok gibi geliyor onları düşününce. Yekta Bey ve İpekli Mendil yazarları Antakya Narlıca Anadolu Lisesi’nde İpekli Mendil Kütüphanesi’ni kurdular. O süreçte ben de onların yanında olma ve onları daha yakından tanıma fırsatı buldum. Oradaki öğrencilerin coşkusunu, öğretmenlerin onlara ve hayallerine olan inançlarını ve hepimizin bir an için de olsa içimizde hala umudumuzu koruduğumuza dair hissettiklerimizi unutamam.
-Ağaçların, köknar ağacının öykülerine etkisi, sendeki çok özel değilse hikayesi nedir?
Babam bir köknar ağacının gölgesinde uyuyor. Yalnızca bunu söyleyebilirim.
- “Elişi ödevimi çilek reçeliyle yapıştırdı. (…) Bir şey oldu sanırsın ama olmaz.” Kitabında bu ve buna benzer içten, okuyanda geçmişe dönüp ben de yapmış mıydım diye düşündüren, samimi cümleler, bizden hikayeler var. Bunun için öncelikle sana teşekkür ediyorum. Bunu nasıl yapıyorsun? Notlar alarak mı çalışıyorsun, nasıl yazıyorsun?
Bence sen de bu ve bunun gibi tatlılıklar yapmışsındır. Hatta yapmaya devam ediyorsundur. Bu eşim Alpay’ın bir anısı. Zaten onun çocukluk anılarından çok etkileniyorum ve öykülerde bir şekilde anlatıyorum. Bazen kendisine hiç hikaye bırakmadığımdan şikayet ediyor bu sebeple.
Not aldığım doğru. Bazen babaannem bir şey anlatırken, annem biriyle konuşurken, bir arkadaşım çocukluk anısından bahsederken ya da bir belgesel izlerken bir not alıyorum ve o aldığım not beni bir öyküye başlamaya teşvik ediyor. Sonunda belki aldığım not o öyküde geçmez, bambaşka bir şey vardır ortada ama o not görevini yapmıştır. Bana bir duyumsayış vermiştir o öyküye başlamak için. Bir oturuşta baştan sona yazıp bitirdiğim bir öykü yok. Her öyküm -ister kağıda ister aklımın bir köşesine olsun- aldığım bir nottan çıktı.
Son olarak küçük bir kızın var. Anne olmak seni nasıl etkiledi, öykülerine etkisi oldu mu?

Hamileyken bir dergide Patti Smith’in bir röportajında rastlamıştım, annelik için şiirsel demişti. Ben sevdim anne olmayı, bence de çok şiirsel. Zorluklarına, kadını yıpratan ve yoran süreçlerine ya da dünyanın gidişatına bakıp anne baba olmanın nasıl riskli bir karar olduğuna değinmeden şunu söylemek istiyorum, kızımın yüzüne bakınca çok güzel günleri düşlüyorum hep. Sonra da oturup yazmaya başlıyorum. Bir de anne olduktan sonra sanırım çocukların dünyasına daha da daldım ve masalsı bir yeri keşfetmiş oldum böylece. İşte incecik iple uçan balonu bileklerine falan bağlıyorlar, kuşları sevinçle besliyorlar, bilmediğim ve hayran olduğum bir dilde konuşuyorlar. Ben de onların peşine düşüyorum bazı öykülerde.

José Sancho “Erotik Doğa” Sergisi



Kosta Rika’nın en önemli heykeltıraşlarından olan José Sancho, Pera Müzesi’nde, sanat tarihçisi ve eleştirmen Maria Enriqueta Guardia Yglesias küratörlüğündeki “Erotik Doğa” sergisinde hayvan ve figür temalarına odaklanmış.

Picasso, Brancusi gibi sanatçılardan  ilham almışsa da soyuta fazla yönelmeyen sanatçı, doğduğu topraklardaki Hispanik ve Kolomb öncesi sanattan etkilenip bu etkiyi yeni bir okumayla, kopyalamadan, yaratıcı içgüdüyle, gerçeği kendi doğrultusunda dönüştürerek sunmuş. Doğadan esinlendiği eserlerini yerleştirdiği mekanlar ile sürekli diyalog halinde olan José Sancho’nun eserleri bu sayede mekana kök salmış olarak yorumlanmış. 

Hayvan veya bitki heykellerini doğal ortamlarında ve doğayla diyalog halinde tasavvur eden sanatçının  heykellerinde çiftler, annelik, anne ile yavru arasındaki bağ, bazende bu ikisi tek bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Annelik sanatçının ilgisini çeken bir temadır ve bu da neden sık sık gebe gövdeler yaptığını açıklar. 

Eserlerinde erkek-dişi ikiliğini de gördüğümüz sanatçı, aynı anda hem bütünleyici hem de çelişik olarak algılanan zıtlara duyduğu ilgiyi vurguluyor: “Onlar yüz yüze gelmiş Hermes ve Afrodit’tir.”   
   
Ahşap, granit, mermer, bronz, demir levha ve buluntu nesneler gibi pek çok malzeme ve kullandığı  tekniklerle şaşırtıcı çalışmalar ortaya çıkaran sanatçının eserlerindeki  kaide, figürün ayrılmaz bir parçasıdır. Yarattığı kadın gövdelerinin şehvetli niteliğini gizlemek yerine ön plana çıkarır ve saydam etkiler yaratır. Cilalı ve neredeyse saydam yüzeye uyguladığı işlemle, malzemeyi bambaşka bir esere dönüştürür. Bazı eserleri ilginç bir ikilik yaratır; figür bir bütün olarak yaprağa benzese de dişilik organı olarak da yorumlanabilir. 

18 Nisan 1935’te, Kosta Rika, Puntaneras’ta dünyaya gelen José Sancho, İktisat Bölümü’nden mezun olur. Resim ve heykele olan ilgisi 1970’lerin başında profesyonel ilişkiye dönüşür ve 1974’te heykeli seçerek aralarında ayrılmaz bir bağ kurulur. Anıtsal heykelleri Kosta Rika’nın kamusal alanlarında sergilenen sanatçı, Escazu şehrindeki aynı zamanda evi olan atölyesinde çalışmalarına devam etmektedir.

Küratör Yglesias’ın, köklerini doğadan alırken aynı zamanda evrensel bir dil kullanan ve “yüzyıllar boyunca tekrarlanan temalar onun yaratıcılığı sayesinde yepyeni bir anlam kazanır” dediği José Sancho’nun eserleri 6 Ağustos 2017 tarihine kadar Pera Müzesi’nde gezilebilir. 

"Günlerin Tortusu" Sergisi



Küratörlüğü Dr. Necmi Sönmez’in yaptığı “Günlerin Tortusu” sergisi güncel tavırların şekillendirmiş olduğu farklı sanat eserlerini bir araya getirmeyi hedeflemiş. David Abir, Ruby Anemic, George Barber, Olaf Otto Becker, Boomonn, Eelco Brand, Herbert Brandl, Laurent Bolognini, Kwan Sheung Chi, U-Ram Choe, David Drebin, Univesal Everyting, Beverly Fishman, Thomas Glassford, Peter Halley, Pascal Haudressy, Allard van Hoorn, Başak Kaptan, Michael Kenna, Ola Kolehmainen, Ellen Kooi, Sıtkı Kösemen, James Lecce, Renee Levi, MARCK, Domingo Milella, François Morellet, Ali İbrahim Öcal, David Allen Peters, Andrew Rogers, Paul Schwer, Keith Sonnier, Frank Thiel, Peter Vogel, Charles Xelot, Miao Xiaochun, Ekrem Yalçındağ, Jerry  Zeniuk, Zimoun, Beat Zoderer, Marina Zurkow , kendi kültürleri, yaşadıkları çevre içinde günlerin getirdiğine karşı tavır alan bir sanat eseri oluşturmuş.
“Günleri n Tortusu”, adını yazar Tomris Uyar’ın aynı adla yayımlanmış olan kitabından almış. Tomris Uyar, Günlerin Tortusu adlı kitabında 1980-1984 arasını kapsayan güncelerini yayımlamış. Günlükler, yaşanan  zamanın izdüşümleri olarak, hem tarihsel hem sosyolojik açıdan oldukça değerli belgeler. Uyar’ın Günlerin Tortusu kitabı, Borusan Contemporary’deki aynı adlı serginin çıkış noktası olarak, 2016’dan bu yana Perili Köşk’de düzenlenen etkinliklerde hedeflenen yaratıcı edebiyat ve çağdaş sanat birlikteliğinin, yeni bir noktasına gönderme yapmış. Daha önce Leylâ Erbil, Tezer Özlü, ilhan Berk’in kitaplarından yola çıkarak hazırlanan  koleksiyon sergilerinin devamı olarak hazırlanmış  “Günlerin  Tortusu”.
“Günlerin Tortusu” sergisi, 2011 yılında açılan Borusan Contemporary’nin altncı  yılına denk  gelen bir sunum. Sergi için hazırlanan kitapçıkta,” Tomris Uyar, açıkyüreklilikle yazan, bunu da samimiyetle yaptığı için abartıya yer vermeden kendisine, topluma, dünyaya bakabilen bir yazardı. Onun günlüklerini okuduğumuzda, aradan geçen onca  zamana rağmen tazeliğini yitirmemiş bir sesi, soluğu duymamızın nedeni bu samimi olma halidir. Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nda bulunan eserlerin çıkış noktası olarak bu samimiyetin şeçilmesi yadırganmamalı. Önemli bir bölümü son beş yılda üretilmiş güncel sanat eserlerini bir araya getiren bu koleksiyon, yaşadığımız zaman karşısında, video, fotoğraf, ışık gibi teknikleri kullanarak tavırlarını, duruşlarını geliştiren sanatçıların deneysel çalışmalarından oluşuyor” diye açıklanmış.

Borusan Holding’in ve koleksiyonunun ev sahipliğini yapan Perili Köşk’ün yapımına 1910 yılında başlanmış. Köşk yapısı itibariyle teraslar hariç dört buçuk katlı olmakla birlikte, bitirilemeyen inşaattan dolayı ikinci ve üçüncü katı boş kalınca rüzgârın yarattığı uğultu, çevre sakinleri tarafından binanın “Perili Köşk” adıyla anılmasına neden olmuş. Diğer bir söylentiye göre de, binada peri gibi güel bir kız yaşadığı ve burada hayatını kaybettiği için bu ismi almış.
Binanın yenileme çalışmaları 1995-2000 yılları arasında mimar Hakan Kıran tarafından gerçekleştirilmiş ve Borusan Holding, köşkü 2030 yılına kadar kiralamış. 17 Eylül 2011’den itibaren bina haftasonları halkın ziyaretine açık çağdaş sanat mekânı olarak kullanılmaya başlanmış.
Borusan Contemporary, etkinliklerini yeni medya sanatı üzerinde yoğunlaştırmış. Yeni medya sanatı, dijital olarak üretilmiş imgeleri izleyiciye sunar. Video, fotoğraf, heykel ve ışık gibi birbirinden farklı tekniklerle üretilen çalışmaların en önemli özelliklerinden  biri de izleyicinin katılımına açık olmasıdır. İzleyici pasif bir rolü terk ederek katılımıyla sanat eserini şekillendirdiğinde, yaratıcı sürecin br parçası olur. Borusan Contemporary, yaratıcı süreci destekleyen davrını iki alanda yoğunlaştırmış Bunlardan ilki kişisel sergilerde, diğeri yse sanatçılara verilen proje siparişleri ve alımlarla oluşturulan koleksiyonlarda.
“Günlerin Tortusu”, “Sinan Projesi”, “Uvertür: Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’dan Yeni Eserler” sergisi ile binanın ana girişden üst kattaki terasına kadar binanın tamamımda gösterilen çalışmalar, koleksiyonun gövdesel bütünlüğünü izleyiciye sunuyor.

Sergi, Perili Köşk Borusan Contempory’de Cumartesi-Pazar  günleri 10:00- 19:00 saatleri arasında 3 Eylül 2017 tarihine kadar gezilebilir. 

Fahrelnissa Zeid

                                                         

Bir dönem Abdülhamid’in sadrazamlığını yapmış olan Cevat Paşa’nın kardeşi, asker, diplomat, fotoğrafçı ve tarihçi, edebiyat düşkünü, dönemin entelektüellerinden Şakir Paşa ile Giritli Sare İsmet Hanım’ın kızı olan Fahrelnissa Zeid, 20. yüzyılın hemen başında, 1901 yılında, İstanbul Büyükada’da dünyaya gelir. O sıralarda, Osmanlı İmparatorluğu oldukça zor günler yaşamakta, bir yandan bağımsızlık savaşları sürerken, diğer yandan Abdülhamid döneminin baskıcı iktidarı her yerde hissedilmektedir.
Fahrelnissa Zeid, Halikarnas Balıkçısı yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı ve ressam Aliye Berger’in kardeşi, seramik sanatçısı Füreya Koral’ın teyzesidir. Yazar İzzet Devrim ile evliliğinden olan çocukları ise ressam Nejad Devrim ve yönetmen, tiyatro sanatçısı Şirin Devrim’dir.
Kabaağaçlı ailesi, çocuklarının resim ve müzikle olan bağını, özel dersler aracılığıyla da sürdürür. Edebiyat, müzik ve resim, Şakir Paşa Ailesi’nin neredeyse tüm bireyleri için vazgeçilmez bir uğraştır. Zeid, resme 4 yaşında ağabeyi Cevat Şakir’e öykünerek başlar.
–Ağabeyi resim defterinden bir yaprak koparır, bir de kalem verir Nisa’ya, içinden ne geliyorsa çizmesini söyler. O gün oturma odasındaki neredeyse her şeyin resmini çizer.”Aferin Nisa, cesur kalem vuruşlarına bayıldım. Hele yaşına göre insana hayret veren bir görüş ölçün var. Yeteneklisin yavrum, her zaman yanında defter, kalem bulundur, hoşuna giden şeyleri durmadan çiz.” diyerek yüreklendirir onu ağabeyi Cevat-
18 yaşında, Sultan V. Mehmed Reşad’ın kurduğu İnas Sanayi-i Nefise Mekteb-i  Âlisi’ne girer. Daha sonra Paris’te Ranson Akademisi’nde Stalbach ve Bissiere’nin yanında; 1929-30 yıllarında da İstanbul’da Namık İsmail’in yanında resim derslerine devam eder.  1920 yılında, dönemin entelektüellerinden, romancı ve Reji İdaresi Umum Müdürü İzzet Melih Devrim ile evlenir. 1921’de ilk çocukları Faruk, 1923’de Nejad doğar. Faruk 1924’de vefat eder. Bu olaydan derinden etkilenen Fahrelnissa acısını hafifletmek için eşi ile birlikte Avrupa seyahatine çıkar. Değişik Avrupa kentlerine yaptığı gezilerde, Avrupa sanatını, sanatçılarını yakından tanıma olanağı bulur. En sevdiği sanatçının Brugel olduğunu keşfeder. 1926’da kızı Şirin Devrim’i dünyaya getirir. 1928’de Latin harflerinin kabulüyle ilgili Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonu’nda yapılan konferasta Atatürk’ün yanında oturur. Türkçe’nin seslendirmesi konusunda hangi harflerin kullanılacağının bütün gece süren tartışmalarının sonucunda sabaha karşı Atatürk’ün yeni Türk harfleriyle yazdığı ilk kelime “Fahrünissa” olur.
1934 yılında eşinden ayrılıp, Irak’ın Ankara elçisi Emir Zeid ile evlenir ve yeni görev yerleri olan Almanya’ya taşınırlar. Rilke ve Nietzche’ye hayran olur. 1936’da oğlu Raad doğar. 1942 yılında D Grubu’na ve sergilerine katılır. İlk kişisel sergisini 1944’de Maçka’daki evinde açar. 1946’da uzun yıllar yaşayacakları Londra’ya yerleşirler. 1947’de Londra’da St. George Galerisi’nde o kentteki ilk sergisini açar. Bu sergiyi Kraliçe Elizabeth’de gezer.
1947’de yaptığı “Soyuta Karşı Mücadele” adlı tablo sanatçının kariyerindeki yeni bir gelişmenin habercisi olan önemli bir resimdir. Bu resimde sanatçı ne tam anlamıyla soyut ne de tam anlamıyla figüratiftir, bir anlamda soyutla figüratifin mücadelesidir. Paris, Londra, New York, Brüksel ve daha birçok şehirde yapıtlarını sergiler.  
Eşi Emir Zeid’in 1970 yılındaki ölümü Fahrelnisa üzerinde derin bir iz bırakır. Portreler çizmeye başlar. Portre yapmak Fahrelnissa için yalnızlıktan kurtulmanın bir başka yoludur. 1976’da Amman’a yerleşir. 1991’de Amman’da 90 yaşında vefat eder ve oraya defnedilir.
Zeid, döneminin diğer birçok Türk sanatçısından farklı olarak resmin ideolojik yanı ile hiç ilgilenmemiş dünya siyasetinin hep içinde olduğu, tarihsel dönüşümlere tanıklık  ettiği, Doğu ve Batı dünyasında gerçek gelgitler yaşadığı halde özgünlüğünü korumuştur. Aynı zaman dilimini, değişik sanatçılarla paylaşmış, onlardan etkilenmiş, onları etkilemiş, benzer tartışmalara, modalara değişik sanatsal yanıtlar vermiştir. Zeid,  Batı modernizmini Doğu lirizmi ile birleştiren ender sanatçılardandır. Zeid’in sanat pratiği; minyatür kurgusuna uygun şekilde inşa edilmiş figürlü kompozisyonlarıyla erken dönem, vitray yüzeylerini anımsatan geometrik ve serbest soyutlamacı çalışmalarıyla olgunluk dönemi ve çoğunlukla portrelerden oluşan ve psikolojik anlatının ön plana çıktığı geç dönem olarak sınıflandırılabilir.



19 Ağustos 2017 Cumartesi

René Magritte - Aykırı Resssam

                                                   
www.yenicikanlar.com.tr için yazdığım yazı
http://www.yenicikanlar.com.tr/profesyonel-kahramanliktan-hoslanmiyorum-72274

Benim resimlerim” der, “hiçbir şey saklamayan görsel imgelerdir, merak uyandırırlar. Resimlerimden birini gören kişi kendisine basit bir soru sorar: “Bu ne anlama geliyor?”  Aslında hiçbir anlama gelmiyor, çünkü gizemin de bir anlamı yoktur, sadece bilinmezdir.”
René Magritte, gerçeküstü sanatçıların önde gelen temsilcilerinden biridir. Yirminci yüzyıl sanatı üzerinde büyük etkisi olan René, kendisini bir sanatçıdan çok düşünür olarak görür. “Kendi zamanıma ait olmak istemiyorum... veya herhangi bir zamana” diyen  Magritte, 1898 yılında Belçika’nın Lessines kasabasında dünyaya gelir. Babası kumaş tüccarı ve terzi, annesi kadın şapkacısıdır. Annesi depresif ve melankolik  yapıya sahiptir ve  René 13 yaşındayken köprüden atlayıp  hayatına son verir. Annesinin sudan çıkarılışını seyreden René, yüzünü örten geceliğin görüntüsünden çok etkilenir ve ilerleyen yıllarda eserlerinde kullandığı yüzü örtülü figürlerde bu anın etkisi görülür.
1916 yılında Brüksel’de Académie Royale des Beaux-Arts’a başlar. Okulda sınıf arkadaşlarından çok edebiyat dünyasından arkadaşları vardır ve ilerleyen yıllarda çevresinde daima  yazarlar, şairler ve felsefeciler olacaktır. Gerçeküstücülükle ilgilenmeden önce çeşitli sanat arayışlarına girer. Düşsel resimleri dehşet, tehlike, mizah ve gizem unsurları taşır. Gerçeklik ile hayal arasındaki sınırı bulandıran eserlerinin masalsı sembolleri arasında kadın gövdesi, elma, “küçük burjuva adam”, melon şapka, taş ve pencere gibi şeyler vardır.  Pop, minimalist ve kavramsal sanata ilham kaynağı olan sanatçının popüler kültür üzerindeki etkilerini (“The Thomas Crown Affair” filmindeki melon şapkalı adamlarda, Apple bilgisayarların logosunda)  sayısız sanat eseri, film ve video kliplerinde görmek mümkün. Magritte’in yapıtlarında ön plana çıkan diğer tema da gençliğe kadar uzanan deniz ve engin gökyüzüdür. Uzay, zaman ve ölçü gibi çeşitli unsurları altüst etmek onun eselerinin ayırt edici özelliklerinden biridir.
Hayatının dönüm noktalarından biri yazar arkadaşı Marcel Lecomte’nun  İtalyan sanatçı Giorgi de Chirico’nun “The Song of Love” eserinin röprodüksiyonunu göstermesi olur. O resimle  gözlerinin ilk defa gerçeği gördüğünü söyler, gördüğü ise “şiirsel düşüncenin  ideal ifadesidir.” Mimari arka plana sahip eserde, kırmızı plastik bir eldiven, Apollon büstü ve yeşil bir küre yer alır. Chirico’nun eserini   gördükten sonra aslında her imgenin gerçeğin bir soyutlaması olduğunu düşünen Magritte, 1926 yılında ilk sürrealist eseri olarak tanımladığı “The Lost Jockey”i çizer. Eser çok eleştiri alır ve bu yüzden depresyona girer. Bu olay üzerine  Paris’e  gider . Paris’te kaldığı üç sene içinde; objenin kendisi, imgesi  ve adı arasındaki ilişkiyi inceleyen 40 tane “yazı –imge resim” üzerinde çalışır.
Sözcük ve temsil ettiği kavram üzerine düşündüğü yazı-imge resimlerinin en ünlüsü Los Angeles County Museum of Art’ta sergilenen The Treachery of Images” (İmgelerin İhaneti) tablosudur. Dev bir piponun altında el yazısıyla “Ceci n’est pas une pipe” ( Bu bir pipo değildir) yazan dünyaca ünlü eser, sanat tarihinin en önemli eserlerinlerinden ve kilometre taşlarından biri olur. Esere bakan seyirci bir resmin karşısında olduğunun farkında olsa da, piponun altında yazan metni okuduğunda kafası karışır. Yazı, seyirciye gördüğünün sadece bir tasvir olduğunu hatırlatmaktadır. Bir imge ne kadar bir objenin aslına gönderimde bulunsa da asla tamamen kendisi olamaz. Burada söz konusu olan bir pipo değil, onun görüntüsüdür. Magritte eseri hakkında şöyle der: “Meşhur pipo. İnsanlar onun yüzünden beni ne kadar kınadılar! Gene de, pipomu doldurabilir misiz? Hayır, o sadece bir tasvir değil mi? Şayet resmin altına “Bu bir pipodur” diye yazmış olsaydım, işte o zaman yalan söylemiş olurdum...” Resim daha sonraki  yıllarda önemli  düşünür Fransız felsefeci Michel Foucault’un “Bu bir Pipo değildir” kitabına konu olur. Foucault, eserin çözümlemesini yaptıktan sonra kendi düşüncelerine yer verir.
Belçika’ya tekrar geri döndüğünde Belçikalı Sürrealistlere katılır. Bu dönemde Max Ernst’in kolajlarından etkilenmiş, gazete kupürleri ve müzik defterleriyle otuza yakın kolaj yapmıştır. Geleneksel ifade biçimlerini geride bırakan Magritte; kolajlar, fotomontajlar ve buluntu objeler kullandığı yeni bir dönme başlar. 2. Dünya Savaşı’nda Almanlar Belçika’yı istila edince insanların neşelenmeye ihtiyacı olduğunu düşünerek yeni bir tarz üzerinde çalışır. Savaşın, fakirliğin yarattığı karamsarlığı  renkli ve masum eserlerle hafifletmek ister ama iyi tepkiler almaz. 1940’ların sonund a eski tarzına döner ve hiçlik konusu üzerinde çalışmaya başlar. Edebiyata büyük ilgi duyan René’nin çalışmalarında Lewis Carrol’un “Alice Harikalar Diyarında” eserinin önemli yeri vardır. Ayrıca edebiyatta Edgar Poe, Apollinaire’nin, resimdeyse Picasso, Max Ernst ve Chirico’dan etkilenmiştir.
Kendini, “Kendi geçmişimden ve başkalarının geçmişlerinden hoşlanmıyorum. Teslimiyetten, sabırdan, profesyonel kahramanlıktan ve tüm zorunlu duygulardan hoşlanmıyorum.  Ayrıca dekoratif sanatlardan, folklordan, reklamcılıktan, radyo spikerlerinin seslerinden, aerodinamikten, izcilerden,neft kokusundan, haberlerden ve sarhoşlardan  da hoşlanmıyorum. Beni eleştirel mizah, çiller, kadınların dizleri, uzun saçlar, oyun oynayan kadınların kahkahaları ve sokakta koşturan kız çocuğu mutlu ediyor. Coşkulu bir aşk ümit ediyorum;  imkansız, hayali. Kendi sınırlarımı net olarak bilmek ödümü koparıyor.” diyerek anlatan Magritte 1967’de 68 yaşında pankreas kanserinden ölene kadar gerçeküstü imgeleri resmetmeye devam etmiştir.










"Feyhaman Duran - İki Dünya Arasında" Sergisi




www.yenicikanlar.com.tr için yazdığım yazı
http://www.yenicikanlar.com.tr/paristen-yurt-gezilerine-feyhaman-duran-70588

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi 15. yılında 1914 Kuşağı’nın önemli isimlerinden Feyhaman Duran’ı  “İki Dünya Arasında “ Sergisi ile ağırlıyor.
Emirgan’daki müzenin iki katında 1000’i aşkın eseri,  Güzin Duran’ın  dedesi ünlü hattat Yahya Hilmi Efendi’den kalan Beyazıt’taki mütevazi ahşap ev ve  bahçesine inşa ettikleri atölyeden eşyaları,  nefeslerini sanatla aldıkları özel dünyalarını  müzenin muhteşem atmosferinde görme ve tanıma  fırsatı   buluyoruz. 30 Temmuz’a kadar sürecek sergi de ayrıca  Feyhaman Duran’ın  yaşam öyküsü  yurtdışı kaynaklardan elde edilen belgesel filmlerle yansıtılıyor.
Müze 15. yılına kendi değerlerimize sahip çıkarak, bu topraklardan yetişen bir sanatçıyla başlamak istemiş. Sergi  Feyhaman Duran’ın  hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemi yaşamış bir sanatçı olması nedeniyle  sadece  sanatçıyı değil  ülkemizin geçmişi de yakından tanıma fırsatı sağlıyor.
Atlı Köşkün  muhteşem bahçesinden geçerek girdiğimiz serginin girişinde  ‘Osmanlı Geleneğinden Cumhuriyet Modernizmine’ başlığı altında Tanzimat Döneminden 2. Meşrutiyetin ilanına kadar olan dönem ve Feyhaman Duran’ın doğumundan ölümüne hayatının anlatıldığı pano yer alıyor.
-1886’da İstanbul’da savaşlar ve siyasi çalkantılarla dolu bir dönemde doğan sanatçının hayatında Tanzimat sonrası hayata geçirilen reformlarla modernleşme koşulları belirleyici olmuş. Kadıköy Osmanağa’da doğan sanatçının babası hattat  ve şair Süleyman Hayri Bey, annesi Fatma Hanım’dır. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettikten sonra dedesinin himayesinde Galatasaray Sultanisi’ne yazdırılarak müdür Abdurrahman  Şeref Efendi’ye emanet edilmiş ve II. Meşrutiyet’in edildiği yılda mezun olduğu okulda güzel yazı dersleri vermeye başlamış.  2. Meşrutiyet’in ilanı resim sanatı açısından da bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Halife Abdülmecid Efendi tarafından kurulunca  gruba Feyhaman Duran’da katılmıştır. Mezuniyetinden sonra Mısırlı  Hıdiv Ailesi’nden Abbas Halim Paşa ile karşılaşması (fotoğrafına bakarak kızının portresini yapan Feyhaman’ın yeteneğinden etkilenerek diğer kızlarının da portresini sipariş etmiş ve yeteneğinin değerlendirilmesini düşünerek Paris’e göndermiştir.)   dönüm noktası olmuş ve akademik resim eğitimi için Paşa tarafından Paris’e gönderilmiş. 1911 yılından  1914’de 1. Dünya  Savaşı başlayana kadar Paris’te kalan Duran’ın dönüşte  aralarında bulunduğu ressamlar , ‘1914 Kuşağı’ olarak adlandırılmış  ve 1914’de  49 sanatçının katılımıyla Galatasaray Sergileri’nin ilki gerçekleşmiş.  1922’de Sanayi-i Nefise Mektebi’nden öğrencisi Güzin Hanım’la evlenip, 1938’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin projesi olarak gerçekleşen ‘Yurt Gezileri’ çalışmalarına eşiyle birlikte Gaziantep’e giderek bir süre orada kalıp kenti ve insanları resimlemiş. 1939’da Milli Eğitim Bakanı’nın önerisiyle İbrahim Çallı ile birlikte Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün portresini yapmak amacıyla Ankara’ya davet edilmiştir.  1943-1948’de İstanbul Deniz Müzesi’nden aldığı siparişle Hikmet Onat’la Topkapı Sarayı’ndaki resimli el yazmalarının  tuval üzerine yağlıboya kopyalarını yapmıştır.  6 Mayıs 1970’de 84 yaşında hayata veda eden Feyhaman Duran ardında resim, minyatür ve hat çalışmalarından oluşan yüzlerce parçalık önemli bir miras bırakmıştır.-
Sanatçı sağlığında verdiği kararla intifa hakkı eşinde kalmak koşuluyla, evini içindeki tüm eşya ve diğer varlıklarla beraber koruması amacıyla İstanbul  Üniversitesi’ne bağışlamış ve bir süre sonra eşinin de vefatıyla  Üniversite uzun bir ömrün geride bıraktığı bir dünyanın sahibi olmuştur. Sergi  iki kurumu  bir araya getirmesi açısından da önem taşıyor.
Sergide ilerlerken, Feyhaman Duran’ın babası Şair Süleyman Bey’in çok güzel bir çerçeve içindeki fotoğrafı ve yanında 141 beyitlik “Pendi-i Hayri” (oğluna geleneklerinden kopmaması için yazdığı manzum öğüt- aynı zamanda sanatçının hayatında pusula görevi görmüş) panosunu görüyoruz.
“Mümkün olursa eğer evlenme
Böyle yazmış de peder, evlenme
Evlenirsen de ara ehlini bul
Ol kadar eyle gayret ki yorul”
Güzin Duran’la yaptığı mutlu evlilikten de anlıyoruz ki bu ilk satırlar sanatçının hayatındaki pusula görevini yerine getirmiş.
Paris’te yaşadığı dönem, o yıllarına ait not defteri  ve çeşitli çizimler, kalemler ayaklı panoda sergileniyor  ve bilgilendirme panoları halinde sergi devam ediyor. Diğer bölümlerde;
“Gaziantep”, proje dahilinde kaldığı şehirde halkın ve mekanların resimleri yaparak hem şehri tanıtmış hem de şehir resim sanatını benimsemiş.
“Topkapı Sarayı”, 1940’larda sarayın hazinelerini yakından inceleyebilmesini sağlayan siparişleri almış ve  el yazmalarının, minyatür ve portrelerin nüshasını yapmış.
 “Yeni Ülke, Yeni Başken, Yeni Sergiler”, Başkent Ankara artık İstanbul’da olan etkinliklerin yeni adresi olmuş.
“Güzel Yazılar ve Yazı-resimleri”,hat koleksiyonu, yazdığı hatlardan ve Osmanlı hattatlarının güzel yazılarından oluşuyor.
“Portreler”, portreler tek tek kişileri temsil etmesinin dışında Türkiye’nin modernleşme sürecine dahilde ipuçları veriyor.
 “Poşadları”, Paris dönüşü yapmaya başladığı ve hayatı boyunca üretmeye devam ettiği poşadlarında İstanbul’un çeşitli semtleri görülmektedir. Işığın belirli ve anlık etkilerini yakalayabilmek için aynı konuyu günün farklı saatlerinde, farklı hava koşullarında yapmış.   Sergiyi gezmeye devam ederken karşımıza çıkan kıpkırmızı oda ve odada 150’den fazla poşadın tek bir duvarda sergilendiği bölümü görmek  serginin tekrar ziyaret edilmesi için önemli nedenlerden biri olabilir.
“Natürmortları”, bu tablolarda üslup değişkenlik göstermektedir. Bazıları daha gerçekçi ve akademik bazıları ise daha kişisel üslup gösteren eserler.
 “Güzin Duran’ın eserleri”  Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk mezunlarından olan Güzin Duran kendi kuşağındaki pek çok başka kadın sanatçı gibi, büyük ölçüde unutulmuş bir figürdür. Karagöz figürlerinden yola çıkarak gerçekleştirdiği 281 parçalı bir suluboya resim dizisi ve yine bu figürlerden ilhamla ürettiği deri işleri vardır.
Yoğun toplumsal dönüşüm içinde olan bir ülkede, modern eğitim veren bir okulda okumasına ve dönemin önemli sanat merkezi  Paris’te  öğrenim görmesine rağmen, doğduğu Osmanlı dünyasının gelenekleriyle ilişkisini hiç koparmayan Feyhaman Duran sergisi aynı zamanda ülkemizin yaşadığı dönemleri yakından takip edebileceğimiz bir sergi. Duran’ın sanatının farklı dönemlerini irdeleyen makalelerin yanı sıra Paris’e gitmesine sebep olan Hıdiv Ailesi’nin Osmanlı’nın son döneminde kültür sanat alanında rolünün incelendiği bir araştırmanın yer aldığı katalogda (katalog fiyatı 100 TL) sergiye eşlik ediyor.

Sabancı Üniversitesi Kurucu Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı’nın dediği gibi “Sanat birleştiriyor, iyileştiriyor güzelleştiriyor ve geçmişimizi, bugünümüzü anlamanın yeni yollarını gösteriyor.”  Feyhaman Duran Sergisi de  en azından bu nedenlerle gezilmesi gereken sergilerden.  Konsepti Sabancı Müzesi  Müdürü Dr. Nazan Ölçer’e, eş küratörlüğü   Prof. Dr. Gül İrepoğlu ve Dr. Nazan Ölçer’e  ait olan sergi Çarşamba günleri ücretsiz gezilebilir. Serginin sonunda  müzenin muhteşem manzaralı cafesinde  kahve içerek serginin tadı çıkarılabilir. 

Gümüşten Suretler Sergigsi


www.yenicıkanlar.co.m.tr için yazdığım yazı
http://www.yenicikanlar.com.tr/naya-kardesler-ve-daha-fazlasi-bu-sergide-73378

GÜMÜŞTEN SURETLER Ömer M. Koç Koleksiyonundan Erken Dönem Fotoğraflar:1843-60
Sadberk Hanım Müzesi’nde “Gümüşten Suretler” sergisinde, tamamı Ömer M. Koç Koleksiyonundan seçilen, 18. yüzyıldan minyatür tarzda yapılmış portrelerden elle renklendirilmiş portre fotoğraflar, dagereotipler ve kağıt üzerine ilk fotoğrafların gizemli dünyasından seçilmiş örnekler, kültür ve sanat tarihimize merak duyunların ilgisine sunuluyor. James Roberson, Felice Beato, Ernest de Caranza, Maxime du Camp ve Francis Frith gibi seyahat fotoğrafçılığının önde gelen isimlerinin fotoğraflarıyla çok az sayıda hazırlanan İstanbul, Atina, Malta, Athos Dağı, Mısır, Kırım konulu albümlere kadar fotoğraf tarihiyle ilgili çarpıcı ve nâdir eserlerden oluşan  serginin küratörlüğünü  Bahattin Öztuncay üstlenmiş.
Erken dönem tabir edilen ve fotoğraf tarihinin en önemli evresi sayılan,  1839-1860 yılları arasından günümüze kalabilmiş örnekler son derece azdır. Büyük bir buluş olarak kabul edilen ve fotoğraf tekniğinin pratikte kullanılabilen ilk yöntemi olan “dagereotip” tekniğinde elde edilmiş görüntüler “Gümüşten Suretler” sergisinin ana temasını oluşturmuş. Fransız sanatçı Joseph-Philibert Girault de Prangey’in İstanbul’da ve Batı Anadolu’daki seyahatlerine ait etkileyici dagereotiplerden günümüze ulaşmış çok az sayıdaki örnekde sergide önemli bir yer tutmaktadır. Sergide bulunan, Afrodisias’da iki katlı bir ahşap konağın gümüş ve buz mavisi renk tonları arasında gidip gelen büyüleyici kayıtı, fotoğraf sanatının taş devri sayılabilecek dönemden günümüze kalan son derece etkileyici örneklerdendir. İstanbul’da profesyonel anlamda faaliyet göstermiş olan en önemli dagereotip stüdyolarından biri, İtalyan asıllı Carlo ve Giovanni Naya kardeşler tarafından kurulmuştur. Naya kardeşler tarafından İstanbul’da çekildiği saptanan ve günümüze kadar kaydedilebilen üç dagereotip portre bulunmaktadır. Sergide yer alan dagereotiplerden iki tanesi hem fotoğraf tarihi, hem de görüntülenen kişilerin kimlikleri açısından öne çıkmakta. Eserler, Osmanlı resim sanatının büyük ustası Osman Hamdi Bey’i ve babası, dönemin Mabeyn-i Hümayun Feriki İbrahim Ethem Paşa’yı göstermektedir.

Minyatür portreler 16. yüzyıldan itibaren özellikle Fransa ve İngiltere’de elit tabaka ve hanedan üyeleri arasında büyük rağbet görmüş ve minyatürlerin renkli dünyası fotoğrafta da etkisini göstermekte gecikmemiş. Portre fotoğraflarının elle renklendirilmeleri fotoğrafın bulunuşunun ilk yıllarında başlamış. Minyatür ve resim sanatından gelen ve fotoğrafçılığa geçiş yapan birçok sanatçı renklendirme konusundaki yeteneklerini bu yeni teknoloji ile birlikte kullanmak istemişler. Fotoğrafçılık tekniği konusunda kendisini geliştirmiş fakat resim ve boyama konusunda becerileri olmayan kişiler de müşteri istekleri doğrultusunda ressamları yardımcı olarak işe almaya başlamış. Çoğu 1850’li yıllardan kalan bu türden renklendirilmiş fotoğraflar günümüzde de çekiciliklerini korumaktadır.
Osmanlı sultanları, yabancı hükümdarlar ve devlet ileri gelenleri portre fotoğraf çekimine çok önem vermiş. Hanedan üyelerinin portreleri çekiliyor ve büyük özenle hazırlanmış çerçeveler veya albümler içerisinde yıldönümlerinde veya seyahatlerde karşılıklı olarak hediye ediliyormuş. Hanedan üyeleri,devlet adamları, birkaç istisna dışında, bu fotoğrafların dükkânlarda satışına kısıtlama getirmemişler, sade yaşam süren insanlar da, kral ve kraliçelerinin ve çocuklarının portrelerini evlerinde bulundurmaktan son derece mutluymuşlar.
1860’lardan itibaren fotoğrafçılık profesyonel anlamda bütün dünyada iyice yaygınlaşır. İlerleyen teknolojiler, optik ve kimyasal alanlarında yeni buluşlar üretimi da daha kolay hale getirir. Ard arda açılan stüdyolarda fotoğrafçılar portre çalışmalarının yanı sıra yaptıkları dış mekân seri çekimlerle şehrin günlük yaşamını, mimari eserlerini ve doğal güzelliklerini kayda geçirmeye başlarlar.
Fotoğrafın 1839 yılında icadından ve yaygınlaşmaya başlamasından itibaren Osmanlı coğrafyası ve Doğu Akdeniz metropolleri, Girault de Prangey, Maxime de Camp, Auguste Salzmann, Felix Teynard, John Shaw Smith, Alfred Nicholas Normand, Francis Frith ve Claude-Marie Ferrier başta olmak üzere seyahat fotoğrafçılığın önde gelen  isimleri tarafından bir cazibe merkezi olarak kabul edilmiş ve bu fotoğrafçıların önemli bir bölümü seyahatleri sırasında İstanbul’a da uğramışlar ve mimari yapıları, günlük yaşamı belgeleyen çekimler yapmışlar.

Minyatür tarzda yapılmış 8 adet portre, 46 adet fotoğraf ve 11 adet albüm yanında fotoğraf tarihi ile ilgili 19. yüzyıla ait kitaplar, teknik malzemeler ve Rahmi M. Koç Müzesi koleksiyonuna ait 2 adet fotoğraf makinesi 10 Ekim 2017 tarihine kadar ziyaret edilebilecek.

Dagereotip; ilk önce yüzeyi gümüş kaplı ve parlatılmış ince bakır bir plaka, iyot buharına tutularak ışığa duyarlı hale getiriliyordu. Fotoğraf kamerasında, 3’le 30 dakika arası, ilerleyen tekniklere bağlı olarak daha sonraları ışık durumuna göre on saniyeye kadar düşürülmüş poz süreleri uygulanıyordu. Kamerada pozlandırmadan sonra gümüş plakanın, en geç bir saat içinde kapalı bir kutuya yerleştirilerek, 45 derece eğik açıda ve yaklaşık 60 derece ısıda civa buharına tutulmasıyla görüntü ortaya çıkmaktaydı. Daha sonra bu görüntü, hiposülfit banyosunda sabitleştirilerek kalıcı hale getiriliyordu. En son işlem olarak da dagereotip plaka bir cama  alınarak, kapalı, koruyucu bir çerçeveye yerleştirilmekteydi. Negatif kullanılan bir yöntem olmadığı ve dolayısıyla görüntüyü çoğaltma imkânı bulunmadığı için her dagereotip, kendi başına, bir eşi daha olmayan bir fotoğraf eseri niteliği taşımaktaydı.
 Daha sonra dagereotip yöntemi yerini kalotipe bırakmıştır. Kağıt üzerine kamerada negatif olarak alınan görüntü, daha sonra kontak çoğaltma yoluyla, tıpkı negatiflerde kullanılan kâğıtlar gibi ışığa duyarlı hale getirilmiş başka bir kâğıda, bu sefer pozitif olarak aktarılıyordu. Dagereotiplere göre bu yöntemin en büyük avantajı, elde edilen görüntünün çoğaltılabilir olmasıydı. 1850’lerin ortalarından itibaren “cam negatifli ıslak kolodyon” yöntemine geçilmesiyle fotoğrafçılara yeni ufuklar açıldı.
Sadberk Hanım Müzesi: 14 Ekim 1980’de Sarıyer-Büyükdere’de Azaryan Yalısı olarak adlandırılan yapıda Vehbi Koç’un eşi Sadberk Koç’un anısına, O’nun kişisel koleksiyonunu sergilemek üzere açılmış, Türkiye’nin ilk özel müzesidir.

Geleneksel kıyafet, işleme, tuğralı gümüş ve porselen gibi eserlerden oluşan müze koleksiyonu zaman içerisinde hibe ve satın alma yoluyla zenginlemiş. Önemli koleksiyoner Hüseyin Kocabaş’ın vefatından sonra, koleksiyonu Sadberk Hanım Müzesi koleksiyonuna katılmıştır. Hüseyin Kocabaş koleksiyonunda yer alan arkeolojik eserlerin sergilenebilmesi için mevcut binanın hemen yanındaki 20. yüzyılın başında inşa edildiği sanılan yalı satın alınmış ve “Sevgi Gönül” adıyla ek müze binası olarak hizmete açılmış. Sergileme düzeni bakımından çağdaş bir müze uygulamasına örnek olarak değerlendirildiği için 1988 “Europa Nostra Ödülü”ne layık görülmüştür. 

15 Ağustos 2017 Salı

İclal Aydın'la röportaj


www.:yenicikanlar.com.tr için Sevgili İclal Aydın ile 8 Haziran 2017'de yaptığım röportaj
http://www.yenicikanlar.com.tr/bir-borcum-vardi-onu-odemek-istedim-72972






1951-2014 yılları arasında Ihlara, İstanbul, Ankara, Berlin ve Newyork’ta geçen, çok zamanlı, çok mekânlı, karakterlerin çoğunu “Bir Cihan Kafes”den tanıdığımız  ama bir devam kitabı olmayan “Unutursun” İclal Aydın’ın 11. kitabı. Kaderi unutulmak olan hikâyeler İclal Aydın sayesinde can bulmuş. Annesini düşünerek başlamış kitabı yazmaya. Otoriter, kuralcı, siyasi görüşünden ödün vermeyen anne , hepsini unutur, geriye sadece salt sevgi kalır. Annesinin dünyasından sadece  isimleri  ödünç almış, olaylar ve konular kendilerini  yazdırmış  “Hiçbiri birebir yaşanmış  gerçek anılar değildir” diye not düşmüş İclal Aydın.  
Ana karakterler dışında Unutursun’u daha da  özel kılan yan karakterlerle tanışıyoruz, hikâyelerin geçtiği dönemlerin atmosferi içinde Türkiye’nin gerçekleri ile karşılaşıyoruz. İclal Aydın'la hem bu karşılaşmayı konuştuk. 
*****İclal Aydın’ın  kalemi, kelimeleri  sadece unutmanın dipsizliğe çare olmamış bizi yıllara, şehirlere, şarkılara götürmüş. *******

-Bazı insanların hep mutlu olmasını istersiniz ya, işte öyle deniyor sizin için. Okuyucuyla, seyirciyle bu güzel iletişimi nasıl başardınız, nedir  ilk maddesi ?
*Gerçekten mi? Bundan daha büyük bir mutluluk olamaz sanırım. Söylediklerime, yazdıklarıma hakiki anlamda kulak verenin, gönül vereninin temennisidir sanırım bu. Benden değil onlardan kaynaklanıyor. Siz de biliyorsunuz, özellikle instagramda bir fotoğraf sitesi olmasına rağmen okurlar takip ediyor beni. Orası benim yazılarımı özgürce paylaştığım tek alan diyebilirim. Okurlar farklıdır, televizyon izleyicisi gibi değildir. Uzun sürer sevgisi. Sevgisi de kırgınlığı da…

-Üç kuşak kadın hikayesi var son iki romanınızda. Kadın hikayeleri yazmak  sizi nasıl etkiliyor, neler hissediyorsunuz kurgularken?
*Kendiliğinden akıyor. Bildiğim bir şeyden bahsediyorum. Kurgu sadece olayların akışında elbette. Yoksa o kadınların hepsi hepimiz için çok tanıdık. Yaptığım işlerin her zaman bir farkı olsun istedim. Hikaye anlatırken de heyecanı ayakta tutmayı seviyorum. O yüzden saç örgüsü bir zaman akışı kullanmayı tercih ettim iki kitapta da. Üç farklı zaman sırayla gelip gittiler.

-Türkiye’de yazar olmak, özellikle kadın yazar olmak deyince aklınıza ilk neler ya da kimler geliyor? 
* İlk büyük kahramanım Sevgi Soysaldı. Sonra Pınar Kür. Feride Çiçekoğlu. Ayla Kutlu… Türk kadın öykücü ve romancıların bendeki etkisi çok büyüktür. Fakir Baykurt, Orhan Kemal ve Kemal Tahir… isimleri bile ne kadar güzel değil mi?  Babamın kitaplığından alıp alıp okuduğum ilk kitaplardı onlar.Ama ben ruhuma en çok Selim İleri’yi yakın görürüm.  

-Unutursun,  annenizin son dönemde yaşadığı rahatsızlıkla başlayan Unutma İclâl! Unutmadan yaz! Defteri i oldu demişsiniz. Unutmadan yazmak zor olmadı mı?
* Hem de ne kadar zor oldu anlatamam. Ama her şeye alışıyor insan. Yazmak aslında iyileşmenin bir yolu bence. Zor hayatı kolay kılmanın formulü. Yazınca iyileşiyorum bunu iyi biliyorum artık.

-Otoriter , kuralcı bir annenin kızı olmak sizi nasıl etkiledi? Sizin kızınızla ilişkiniz nasıl?
*Ona sorarsak çok kurallıyım. Bana sorarsanız yeterince ilgilenemedim. Annemin rahatszılığını öğrenene dek peşimden sürüklediğim tüm çocukluk dertlerim uçup gitti. Annemin hastalığı beni bütün geçmişimle barıştırdı diyebilirim. Demek ki hastaymış, bilse, bilsek böyle olur muydu hiç?

-Ihlara, Berlin, İstanbul, Ankara, Newyork bu beş yer son iki kitabınızda geçen yerler. Bu şehirlerin sizin hayatınızdaki önemi nedir?
*Ihalara annemin doğup büyüdüğü ve bana çocukluğum boyunca anlattığı o büyülü memleket olduğu için çok önemli. Berlin ömrümün en zor, en öğretici, bedelli ve acılı altı yılı. Ankara bütün çocukluğum. NewYork güçlü kanatlarım, altı kanatlarım var demeyi başardığım ve yaşamımda Berlin kadar büyük ve önemli sırlara, sıkıntı ve iyileşmelere tanık olmuş bir şehir. Dedim ya ben bildiğim şeyleri anlatabiliyorum diye. Bildiğim şehirlere bir borcum vardı. Onu da ödemek istedim.

-Sesinizden şiirsel metinler ve konuk yorumculardan unutulmayan şarkılar. Unutursun ile ilk kez bir romanın sonuntrack’i oldu, neler hissediyorsunuz?
*Sanıyorum bir ilk oldu. Büyük ihtimalle de benzerleri yakında gelecektir. İşlerim daima birbirini tamamladı. Seviyorum sanırım böyle çalışmayı. Bu düşümü gerçekleştiren dokuzsekizmüzik yöneticilerine ve bütün sanatçı dostlarıma çok teşekkür ediyorum.

-Unutursun’un bir kokusu var, müge çiçeği, bir müziği var; Türk Sanat Müziği ve Rebet. Bu çerçevede neler söylemek isterseniz?
*Kokular ve müzikler unutulması en zor olan ve çağrıştırıcısı yüksek uyaranlar. Örneğin annem ezberindeki şiir ve şarkıları hala unutmadı. Burnu koku almazdı. Kokular peşlerinde büyükbir bavulla dolaşan şahane akrabalar gibiler. İçinde ve hafızalarında her şey var. Benim için de bu kitabın akrabaları bu müzikler ve kokular oldu.

-Hacı Gavras Karamanlı’yı Sadri Alışık’ı düşünerek yazmışsınız. Yazmak istediğiniz başka kimler var?
*Gonca Vuslateri ve Meriç Başaran’ı sahnede yanyana görmek gibi bir hayalim var. O ikisi için bir oyun yazmak istiyorum. Bir de belki ilk defa duyacak ama Aydan Şener’e yazmak istiyorum.

-Unutmaktan korktuğunuz zamanlar, kişiler, unutmak istediğimiz zamanlar, kişiler. Hayatın tek gerçeği olan ölümü unutuyoruz.  “Allah’ın bize verdiği en büyük hediyelerden biri“ diyordu unutmak için Gavras Bey. Sizce de öyle mi?
*Gavras bey bugün ulaştığımı düşündüğüm doğruları bana aktaran saygı duyduğum tüm kimlikleri de barındırıyor. O yüzden evet, kesinlikle öyle. Duyduğum okuduğum vakit beni çok etkileyen ve değişimime neden olan söz ve düşünceleri Gavras beyin konuşmalarında bulmak mümkün. Geçen romanım Bİr Cihan Kafes’te bu rol Samire’nindi.

-Son bir soru: Siz uzun yıllar gazetelerde köşe yazarlığı da yaptınız. Son iki yılda gazetecilerin yaşadıklarına yönelik söylemek isteyecekleriniz var mı?
İyi ve güzel işler yapan bir iki arkadaşımızın da başına bir iş gelmesin diye dua ediyoruz. 

MARCEL DUCHAMP ( 1887-1968)

http://www.yenicikanlar.com.tr/iste-simdi-sanat-oldu-72487    


              


28 Temmuz 1887’de Blainville’de dünyaya gelen Duchamp, kitaplar okunan, santranç oynanan, resim yapılan, aile fertlerinin çeşitli enstrümanlar çalarak birlikte müzik yaptığı bir evde sanatla iç içe büyür ve 1905 yılıda Académie Julian’da sanat eğitimi almak için Paris’e gider. Sözcük oyunlarıyla dolu çizimleri, hayatının geri kalan yıllarında yapacağı çalışmalarında kendini gösterecek kaba mizah anlayışını yansıtır. Empresyonizm, kübizm, fovizm gibi akımlarla ilgilense de kesin olarak bir usluba bağlı kalmayıp çalışmalarıyla pop art, minimalizm, kavramsal sanat, dadaizme  yol açar. Resim ve heykel gibi geleneksel teknikler yerine düşünceye dayalı yeni bir sanat anlayışını savunup, geleneksel  resimden uzak durup, sanatın kavramsal değerini ortaya çıkarır.
“Merdivenden İnen Çıplak” adlı resmi Fransa ve Amerika’da çok farklı tepkiler alır.  Aynı resme farklı tepkilerin verilmesi Duchamp’ı çok etkiler ve yirmibeş yaşında geleneksel resimden uzaklaşmaya başlar ve daha akademik bir felsefeye yönelir.
Ünü, daha çok seri üretilmiş ve sanatçı tarafından yapılmamış fakat seçilmiş, bazen değiştirilmiş bir nesne olarak “ready-made”(hazır-yapım; oldukları gibi alınıp, kullanılan ve alaycı biçimde sanat yapıtı sayılan günlük eşyalar)  fikrine dayanır. Yaratıcılık olgusunun tarifini değiştirmiş, sanatın beceri ve yeteneğe dayanması gerektiği yolundaki inanışı sarsmış, kavram ve anlamın plastik sanatların önüne geçmesini önemsemiş, düşünsel deneyimin önem kazanmasına öncülük etmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Amerika’ya gider. Burada “Büyük Cam” adlı eserini yapmaya başlar. Yaklaşık 274cmx152cm ebatlarında olan “Büyük Cam” adıyla bilinen,  ”Bekârlar  Tarafından Çırılçıplak Soyulan Gelin”,  folyo, tel ve diğer maddelerden yapılma geomerik şekillerle dolu iki cam panodan oluşan masif bir  bir eserdir.  Taşınırken kırılan ve bunun  üzerine,  “işte şimdi sanat oldu” dediği eseri daha sonra onarmıştır.
Amerika’ya geldiği 1915 tarihinden, hayatının geri kalanını satranç oynamak için sanatı  bıraktığı 1923 yılına kadar, ready-made’lerin dışında bir şeyle ilgilenmedi ve bütün çalışmalarını hazır nesneler kullanarak yaptı. Bu tarihler arasında yaptığı tek istisna 1919’da Leonardo Da Vinci’nin ünlü tablosu Mona Lisa’nın bir reprodüksiyonuna bıyık ve sakal çizerek, bu ikonik tabloyu değersizleştirdiği “L.H.O.O.Q”(kızın yakıcı kalçaları var) isimli çalışmasıdır.
Ready-made kullanımıyla, sanat yapıtı kategorisini ciddi anlamda değiştirirken, sanatın ne olduğuna dair sorgulama süreci başlatmıştır. Seri  üretimle elde edilmiş bisiklet tekeri ya da kar küreği gibi hazır nesnlere küçük eklemeler yaparak bu nesnlere farklı anlamlar yükleyerek, izleyicilerden de kelime oyunlarıyla yeniden isimlendirdiği bu nesnelere başka bir bakış açısıyla bakmalarını bekler
Amerika’da yaptığı, başaşağı çevirdiği bir pisuvarla sonradan “kavramsal sanat” anlayışının yolunu açacak olan ready-made çalışmasına Duchamp,  Richard MUTT imzasını atar. 1917’de New York’taki bir galeriye gönderir. O dönem için çok farklı ve sıra dışı bulunduğu için sergilenmeyen “Çeşme” isimli bu eser, bugün kavramsal sanatın ilk örnekleri arasında kabul ediliyor. Orijinali kaybolan eserin,  Alfred Stieglet’in çektiği fotoğrafa bakılarak yapılmış 15 adet kopyası bulunmakta. Duchamp sıradan ve seri yapım bir ürün seçiyordu. Böyle bir nesnenin tek yeniliği, sanatçının ona sağladığı yeni konum ve değişmenin getirdiği anlam değişikliği oluyordu.
1923’ten sonra sanata ara verir. Bu dönemde bol bol santranç oynar. Birşeyler yapacağı yerde, varolmakla yetinir. 1968 yılında öldüğü  zaman, yirmi yıldır büyük bir yapıt üzerinde çalıştığı anlaşıldı. Şimdi Philadelphia’da bulunan bu yapıt, elinde bir gaz lambasıyla  uzanmış yatan bir çıplakla, geri planda hareket eden bir çağlayan manzarasından oluşmaktadır. Eski bir çiftlikteki iki kanatlı avlu kapısının aralığından görünen bu manzara karşısında bakanlar birer “röntgenci” gibi gözler önünde resmi izlerler.
Kendi Dilinden Marcel Duchamp ve Ready- Made: Daha 1913’de bisiklet tekerleğini mufak taburesine takmak ve onun dönüşünü seyretmek gibi eşsiz bir düşünceye kapılmıştım. Birkaç ay sonra ucuza bir kış akşamı satın aldım. Ufka biri kırmızı öbürü sarı iki küçük tuş vurduktan sonra resmi “Eczane” diye adlandırdım.
1915’de New York’da bir hırdavatçıdan kar küreği satın aldım, üstüne de “Kol Kırılması Olasılığına Karşı” diye yazdım Söz konusu sunuş biçimini adlandırmak için ready-made sözcüğünü kullanmak işte o sırada geldi aklıma. Ready-made’lerin seçimini estetik nitelikli herhangi bir büyük  zevkin etkisiyle, zorla benimsemedim. Önemli bir özellik vardı: yeri geldiğinde ready-made’in üstüne yazdığım kısa tümceydi bu. Söz konusu tümce, tıpkı br başlık gibi nesneyi betimleyecek yerde, izleyicinin  düşüncesini daha dilsel olan başka bölgelere yöneltecektr.  Ready- made’in bir başka özelliği de benzersiz yanının olmayışıdır. Bir ready-made kopyası aynı mesajı aktarır.