7 Aralık 2018 Cuma

Ekin Su Koç, Tuğçe Diri, Tülay İçöz


Anna Laudel  Contemporary’de  6 Ocak 2019 tarihine kadar devam edecek olan, göç ve kimlik; geleneksel kültürel altyapı ile güncel üretim pratikleri  arasındaki bağ; varoluş süreci ve evren gibi farklı temalarda çalışan Ekin Su Koç “Hiçbir Yerde Mutlu”, Tuğçe Diri “Bir Başka Dünya”, Tülay İçöz’ün “Var-oluş Halleri” sergisi ile ilgili sanatçılarla sergileri ve eserleri üzerine konuştuk.
                                      


-Öncelikle sizleri tanıyabilir miyiz, kimdir Ekin Su Koç, Tuğçe Diri, Tülay İçöz?
ESK: İstanbul’da doğdum, lisans ve yüksek lisans eğitimlerimi burada tamamladım. Lisans eğitimi sırasında Erasmus Programı ile İspanya (Sevilla)’da bir yıl eğitim gördüm. Berlin’de yaşıyorum. Çalışmalarımı kültürler arası farklılıklar, kimlik, göç konularına odaklanarak sürdürüyorum.
TD: 1984 yılında Eskişehir’de doğdum ve 2010 yılında Mimar Sinan Üniversitesi, Uygulamalı Litografi Atölyesi ve Resim Bölümü’nden mezun oldum. İlk kişisel sergim, ‘Döngü’ teması ile 2016 yılında Anna Laudel Contemporary’de gerçekleşti ve işlerim birçok galeri ve fuarda sergilenip, özel koleksiyonlara girdi. Şu anda da İstanbul’da yaşamakta ve çalışmaktayım.
Tİ: 1974 yılında doğdum. 1997’de Hacettepe Üniversitesi Heykel Bölümü’nden mezun oldum. 2002’de Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’nde yüksek lisansımı tamamladım. Kendi atölyemi kurdum ve çalışmalarıma orada devam ediyorum. Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli sergi ve sempozyumlara katıldım. 
-Aynı mekânda değişik konseptlerde sergi açma fikrinin nasıl oluştuğunu  ve sergi hazırlık süreçlerinizi öğrenebilir miyiz?
ESK: Aynı mekanda 3 solo fikri aslında sanatçılara ait değil. Anna Laudel Contemporary’nin dokusu için, böyle bir serginin uygun olduğu fikri galeri içinden çıktı diyebilirim. Kişisel sergileri için çalışmaları süren sanatçılar arasından böyle bir birliktelik uygun bulunmuş. Ben Tuğçe Diri ile okuldan arkadaş olmakla beraber, Tülay Hanım’ı bu sergi ile tanımış oldum. Bu fikir bize sunulduktan sonra bir kez bir araya gelebildik ve sergilerimiz için düşündüklerimizi paylaştık. Benim için yoğun geçen ve bol yolculuklu bir hazırlık sürecinden sonra sergi kurulumu için tekrar bir araya gelerek, sanatçılar ve galeri ekibi olarak fikirlerimizi paylaştık, mekanda kendi alanlarına hapsolmuş üç ayrı görünüm yerine, akışkan bir şekilde galeriye yayılmaya karar verildi.
TD: Aynı mekanda değişik konseptlerde sergi açma fikrini bizlere sunan, galeri direktörü Ferhat Bey’dir. Heyecanlı ve keyifli bir sergi olacağını düşündüm. İçerisinde farklı disiplin ve medyumlarda çalışan sanatçıların yan yana gelmesi, hem izleyici hem de bizler açısından besleyici olacaktı. Mekanın katlı ve odalı olma hali ise bu fikri daha verimli hale getirdi ve organik dağılmamıza olanak sağladı. Ekin Su Koç ve Tülay İçöz’ün genel olarak üretim disiplinlerini bilmeme rağmen, sergiye koyacakları işleri bilmiyor ve heyecanla bekliyordum. En nihayetinde ortaya çıkan sergi, gayet çeşitli ve doyurucu oldu.
Tİ: Tuğçe ve Ekin’in Anna Laudel Contemporary’de sergi yapma planları varmış. Galeri mekanının 3 katlı ve odalı yapısı, farklı disiplinden bir sanatçının (heykeltraş) sergiye eklenme fikrini doğurmuş. Ben de o dönemde kişisel sergi açmak fikriyle bir konsept çerçevesinde heykeller üretiyordum. Birbirimizle diyalog içindeydik ve bu mekanda sergi için bir araya geldik. Birbirimizden bağımsız, her birimiz kendi konseptimiz içinde işler ürettik. Her bir katta bir sanatçının olma düşüncesi işler ortaya çıktıkça zaman içinde mekana organik bir yayılma olarak gelişti.
                                             

-Sergide yer alan çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
ESK: Berlin, Kopenhag ve İstanbul arasında mekik dokuyarak “Hiçbir Yerde Mutlu” sergisini şekillendirdim diyebilirim. İsmi de İngilizce’den hatalı bir çeviri olarak bir anlam bozukluğu yaratıyor. Ana dilinizi kullanamadığınızda “yabancı” bir dilde kendinizi anlatırken tam anlaşılmadığınızı hissedip yaşadığımız kararsız durumu özetliyor. Aitlik duygusunu ararken “hiçbir yerde” kalmış gibi hissediyor insan ve mutluluk duygusunda tutunmaya uğraşıyor. Sergi bütünüyle bu belirsizlik duygusuna odaklı.
Çoğunlukla üç şehirden topladığım materyalleri ve yolculuklar sırasında karşılaştığım kültürlerin bendeki etkilerini kağıtlara, kumaşlara ve tuvallere taşıdım. Kimlik sembolleri olarak kabul edilebilecek kumaş motifleri, farklı saç-ten renklerinde beden fragmanları, köklere işaret eden eski aile fotoğrafları, danteller, bir de eski illüstrasyon kitapları ve güncel dergilerden topladığım doğa imgelerini bir beden oluşturacak şekilde birleştirdim. Bitki ve çiçekler benim için hep şifa sembolleri oldu. Uzun süre bedenimde ağrı ve acımalar hissettiğim, genetik kökenli omurga, kemik, eklem sorunları yaşadım. Hastalıkların fiziksel olduğu kadarıyla ruhsal etkenlerle de ilgili olduklarını düşünüyorum, biliyorum. Bu noktada bireysel olduğu kadar toplumsal ruh sağlığı da işin içine giriyor. Üzerimizdeki yükler ile kırılganlaşan bir omurga tasviri olarak balık kılçıklarını kullandım, çiçekleri de genellikle bu omurgaya ya da ağrılarımın olduğu yerlere yerleştiriyordum ilk başlarda. Giderek bedenleri sardı bu çiçekler ve yükselmeye başladılar. Benim tedavim tamamlandı ve artık çiçekler, ağrıların değil şifanın sembolü oldular. Bütün bu sembollerle ve bitkilerle birleştirip bütünlediğim bu bedenler “tanınmaz halde”, biri ya da hiçkimse kısacası benim için çevremde akıp giden “yabancı” bedenlerin ya da benim yabancılığımın imgeleri gibi. Bunları üretirken kendimi ve kendi bedenim üzerinden toplumu iyileştirme hayali kurdum ve iyileştim de.
Resimlerde figürlerin bulunduğu mekanlara gelirsek, çoğu beyaz bir zemin üzerinde, yani aslında zeminsiz, mekansız, “hiçbiryerde” şekilleniyor. Bedenler boşlukta yüzüyor bir yere basmadan yolculuk ediyorlar. İzleyici de bu bedenler üzerinden gözleriyle bir yolculuğa çıkıyor. Çalışmaların isimleri de bu yolculukta bir yol gösterici gibi.
“Yuva Özlemi”, “Tek Kişilik Oda”, “Bekleme Odası”, “Yeni Bir Ülkeye Ayak Basmak” gibi isimler, yurt dışında yaşarken içinde bulunduğum duygu durumlarını anlatmaya yardımcı olurken, “Kişilik Bölünmesi” adını verdiğim kağıt üzeri kolajlar biraz daha sorgulayıcı ve yeni kültürlerde eski rollerle kendimi yeniden şekillendirmeye uğraşırken aldığım halleri görselleştiren çalışmalar.
Bir de son olarak, karanlık bir odada sergilediğimiz, epoksi içinde dondurduğum kuru çiçeklerin ve kolajların yer aldığı çalışmalar var. Kağıt üzeri boya çalışmalar da eşlik ediyor bu gruba. Serginin bilinç dışı kısmı gibi düşündüm bu odayı. Dili paradoksal bir biçimde daha doğrudan. Gündüz gözüyle çözemeyip rüyalarda farkına vardığımız gerçek hislerimiz gibi.
Bu kez gerçekten bir zemin var. Agresif bir biçimde boyanmış, atmosferik bir sahil ya da çalılık gibi mekanlar. Yeni bir ülkeye ayak basmak bütün umutlar yanında korku dolu da olabiliyor. Aydınlık rengarenk duyguların yanında, böyle duygu durumlarımız da var. Kendi karanlık yanlarımızla mücadele ediyoruz, depresyondan kaçmaya çabalıyoruz, insanların ön yargılarıyla uğraşıyoruz, bu sırada yalnız hissediyoruz… Bir yandan da aydınlık bir gelecek hayal ediyoruz ve kendi renklerimizi korumaya çalışıyoruz. Biraz bu hislerin dışa vurumu bu son çalışmalar. Sergide de içimdeki ikilik duygusunu desteklediler, koyu resimler ve açık resimler olarak ikiye bölünmüş oldu sergileme.
TD: Sergiye 3 seri ile katılıyorum. Kağıt üzeri desen, tuval üzeri akrilik, tuval ve dantel gibi birbirinden farklı fakat temelde organik olarak birbirini geliştiren seriler. Sergiye ismini veren ‘Bir Başka Dünya’ serisi, zamansız ve  mekansız, ütopik ve çocuksu resimsel bir dildir. Tuvallerde kullandığım çizgisel alanlar, kağıt üzeri desenlerde kendi gerçekliğinden çıkarak daha da sembolik bir hal alır. Aynı Tezhip sanatındaki süsleme öğeleri gibi, deseni, soyut zeminler üzerine anlık bir otomatizm ile birbirini tekrar eden motifler halinde sunuyorum. Son seri olan ‘Simbiyotik’ ise, ördüğüm danteller ile desenlerin, hem bir form, hem de bir düşünme pratiği olarak birbiri olmadan var olamayacağı, birlikte hayat bulacağı bir dil sunuyor.
Tİ: Sergide 6 ahşap heykelim bulunuyor. Serginin ismi; Var-oluş Halleri. İnsanın, doğanın, evrenin varoluş sürecinde; oluşma, gelişme, var olma halleri üzerine düşüncelerden oluşuyor. Heykeldeki dalgalar, Big Bang’den gelen aynı kaynağın dalgaları; evreni, doğayı, insanı, hayvanı yaratan dalgalar, frekanslar. Heykellerdeki tamamlanmamışlık oluşum sürecinin devam ettiğini belirtiyor. Heykellerdeki hareketlilik, dönme ve salınım bir ritim oluşturuyor. Evrenin ve dünyanın döngüsü ile yaşamın ritmine yönelik bir yapıyla benzeş bir ritim. 
                                                       

-Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
ESK: Sanat eğitimi almaya hiçbir zaman karar vermedim aslında. Bir seçim hiç olmadı. Babamın ressam olmasından dolayı hiç bitmeyen bir eğitim içinde buldum ben kendimi. Ev sürekli biraz da atölyeydi.
TD: Çocukken resim ödevlerime ailemin hiç yardım etmemesi, bununla beraber, çözüm olarak kendime bir dünya yaratmam ile başladı diyebilirim. Lise yaşlarıma geldiğimde gene ailemin beni Güzel Sanatlar Lisesi’ne yönlendirmesi ile gelişen bir süreçtir bu. Bittiğini de düşünmüyorum.
Tİ: Sanat eğitimi almaya lise yıllarımda karar verdim. Lisedeyken iyi resim yapardım ama sanatı bir iş, bir yaşam biçimine dönüştürme fikri, Ankara’da bir tiyatro çıkışında tanıştığım bir grup ressam sayesinde oldu diyebilirim. Resim okumak için girdiğim üniversitede elime çamur değince, 3 boyutla tanışınca, heykel yapmaya karar verdim.    
- Çalışmalarınıza bir konsept belirleyerek mi başlıyorsunuz ve nelerden etkileniyorsunuz?
ESK: Hayatımın merkezine oturan konular oluyor, bu bir dönem “aile” kavramıydı. Sonra doğaya odaklandım. Bu sergide ise “kimlik, göç” kavramlarına odaklanıyorum. Dediğim gibi, hayatımın odağındaki konuları deşiyorum ve bu konular incelenip, araştırılıp bitmek yerine birbirlerine eklemlenerek büyüyorlar.
TD: İşlerimi en çok, o an içinde bulunduğum ruh hali tetikliyor. Bu, doğal bir refleks olarak okuduğum kitabı, izlediğim filmi seçmemi sağlıyor ve bir karın ağrısı oluşturuyor. Defterim (sığınağım) yanımdan hiç eksik olmadığı için buradan üretim sürecine geçişim kolaylaşıyor. ‘Bir Başka Dünya’ serisine başlamam Ursula Le Guin’in, kitapları ile beni bu zamanki realiteden kaçırması ile başladı. Alt okuma yapmak gerekirse; kabul etmek istemediğim bir ülke süreci ve benim ondan çıkış yolum diyebilirim. Resimlerimi ütopik yapan da budur.
Tİ: Çalışmalarım bir konsept çerçevesinde gelişiyor. Heykellerim içinde bulunduğum dönemdeki düşüncelerim, fikirlerim, okumalarım doğrultusunda oluşuyor. Son dönemde yaşadığım kayıplar beni varoluşa, hayata, evrene dair arayışa, okumalara ve araştırmaya yöneltti. Ve son dönemdeki işlerim de, buna yönelik şekillenmeye başladı. Kendime sorduğum sorulara bir cevap olduklarını düşünüyorum.                     
- Sanat tarihinde sizi etkileyen sanatçılar kimler ve güncel sanattan takip ettiğiniz sanatçılar var mı?
ESK: Odaklandığım konularla ilgili okumalar, araştırmalar yapmaya çalışıyorum. Son zamanlarda ilgimi çeken Post-Humanism kavramını araştırıyordum ve Berlin’de (maalesef sadece bir kere katılabildiğim) bir okuma grubuyla Donna Haraway’in Cyborg Manifesto’sunu okumaya başladım. Yeni bir kimlik, cinsiyet ve beden algısından bahsediyor Haraway ve bunu tanımlarken Antik Çağ’da geçen Kimera (chimeras) kavramını bir benzetme yapmak için kullanıyor. Bu kavram beni etkiledi. Kısaca tanımlamam gerekirse Kimera; ayrı hayvanların beden parçaları ile oluşan tek bir hibrid hayvan bedeni, bir yaratık diyebilirim. Bir de, DNA karışık birleşimlerini tanımlamak için de kullanılan bir terim anladığım kadarıyla. Bu benim oluşturduğum bedenleri de özetliyor gibiydi, farklı ten renklerinde birçok kol, bazen bir bazen hiç bacak, biraz saç, biraz omurga ya da canlı olmayan sembolik kumaş ya da yazı parçaları ile oluşan bedenler…
Martin Gropius Bau’da gördüğüm Ana Mendieta performans videoları ve Earth-Body kavramı da beni çok etkiledi. Farklı bir disiplinde onunla benzer bir şeyi aradığımı, doğayla bedeni birleştirmeye çalıştığımı düşündüm.
Bundan önce sürekli izlediğim araştırdığım Anselm Kiefer’in çalışmaları, çok çeşitli malzemeleri bir araya getirerek oluşturduğu doğa alanı resimleri ve sadece elbiselerle imlediği figürleri beni hep etkiledi.
Kiki Smith’in kocaman boş beyaz kağıt yüzeyi üzerinde, sadece cılız çizgilerle yaptığı hayvan ve insan figürleri de boşluğu ve sadeliği sevmemi sağlayan şeydir. Kırılganlığı ve zarifliği ancak yakından bakıldığında hissedilebilen işleri, kağıtla ilişkimi kuvvetlendirdi ve çeşitlendirdi diyebilirim.
TD: Sanat tarihinde beni etkileyen pek çok isim var, o yüzden genel bir akım/dönem desek daha doğru olur benim için: Sembolizm ve Gerçeküstücülük. Akademi zamanlarımda sanırım en çok bu dönem sanatçılarının işlerine yoğunlaşmışımdır. Yeni teknik arayışları, bireysel varoluş çabaları ile empati kurduğum için olabilir. Bir de, Rönesans sanatçılarından; Piero Di Cosimo. Erwin Panofsky’ nin ‘İkonoloji Araştırmaları’ kitabında, altını en çok çizdiğim sanatçıdır. Güncel sanattan keyifle takip ettiğim ve ilk aklıma gelen isimler ise; Adam Lee, Siro Cugusi, Tayfun Erdoğmus, İpek Duben.
Tİ: Kendi sürecimde, farklı dönemlerde, sanat tarihinde ve güncel sanatta birçok sanatçıdan, akımdan ve fikirden etkilenmişimdir; ama bunu tek tek isim vererek söylemek zor.

Danimarka Demiryolları


            
                                                                   

                     Kuzeyden gelen yazar  Peder Frederik Jensen ve “Danimarka Demiryolları”
Peder Frederik Jensen’in  “Danimarka Demiryolları”, Kalem Ajans’ın “Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü” olarak adlandırdığı, daha önce okumadığımız  bir ülkenin  edebiyatı ile tanıştığımız  projde yer alan yedi  kitaptan biri . Yayın Yönetmenliğini  Nemin Mollaoğlu, Yayın Koordinatörlüğünü Hazal Baydur’un yaptığı “Danimarka Demiryolları”, Dancadan dilimize Sadi Tekelioğlu çevirisi ile kazandırılmış. Kitabın kapağında yine Danimarkalı çizer Mette Ehlers ile çalışılmş.
Peder Frederik Jensen 1978 yılında Kopenhang’da dünyaya gelmiş ve önce tekne imalatı üzerine eğitim almış,  2006 yılında da  Danimarka Yazarlar Akademisi’nden mezun olmuş. 2013 yılından itibaren Danimarka’nın Information gazetesinde geniş yelpazede habercilik ve yazarlık yapmakta. 
İlk romanı 2007 yılında yayımlanan Peder Frederik’in üçüncü kitabı “Danimarka Demiryolları”.  Ön sözünü Şebnem İşigüzel’in kaleme aldığı kitap yirmi beş  farklı öykü yirmi beş farklı fotoğraf ile okuyucunun karşısına çıkıyor.
Jensen işçileri, kafası dağınık yazarları, hafif çeşrep kadınları kendine özgü tarzı ile ele almış. Öykülerde Danimarka’daki insanların hikâyelerini çoğunda Irak ve Afganistan gibi ülkelerden isimlerle okuyoruz.  Şebnem İşigüzel’in ön sözde “kısa basit sert şeyler yazıyor” diyerek anlattığı Jensen, edebiyatın her şeyi konu etme gücünü çok iyi kullanarak zamanımıza dair hikâyeler anlatıyor.  2016 yılında Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen  kitap günümüz Danimarka’sında sert ve yoğun üslubu ile okuyucuya Danimarka seyahati sunuyor.
“Parçalar”, “Güneşin Acelesi Var”, “Yumurtlama Dönemi”, “Just Like You, Egoman”, “Yıkılmış Bir Dünya”, “Ruken”, “Köprüdeki Adam”, “Kanca”, “Asserbodaki Şato Harabesi”, “Bir Paket Uzun LA”, “Tak Tuk”, “Torben ve Bitten”, “Benimkine Benzeyen Bir Kafeste”, “Girinti ve Çıkıntı”, “Bjarne”, “Baston”, “Karides Almayı Unutmayın”, “Bir Buluşma”, “İstediğin Gibi Olsun”, “Numaramı Silmemiş”, “Vampirler”, “Tavuklarla Geçirilecek Basit Bir Yaşam Hayali”, “T anahtarı”, “Litte Turkey”, “Cep Kitapları”adında yirmibeş öyküden oluşan “Danimarka Demiryolları”okurun hayal dünyasını harekete geçirmeye amaçlıyor.
Little Turkey’den
...
Arka kısma geçtiğimde Kemal’i orada yemek yerken görüyorum. Önünde bir tas içinde sulu  yemek var. Bir elinde ekmek var. Kemal’in ekmeği tutan eline bakıyorum, parmaklarına dikkat ediyorum, uçları nasır tutmuş, tırnağının olduğu yerin hemen arkası nikotin sarısı. Yemek yemek isteyip istemediğimi soruyor, ben de “Evet,” diyorum. Bana bir parça ekmek uzatıyor. Ekmeği bir zarf şekline getirip kırmızı sosun içine bandırıp beyaz renkli etleri yakalamaya çalışıyor, büyük bir keyifle karnımı doyuruyorum.
...


Zeynep Delav ile "Kemik Tozu"


                                                    

İlk öykü kitabı “Kemik Tozu”, Hepkitap etiketiyle yayınalanan Zeynep Delav ile ilk kitap heyecanını ve yazı yolculuğunu konuştuk.
-Kemik Tozu, on iki öykünün bulunduğu “Çok Bin Vuruş” ve adını aldığı novella diyebileceğimiz “Kemik Tozu”nun bulunduğu üç farklı karakterin ayrı ayrı anlatıldığı bir öykü kitabı. Neler söylersiniz “Kemik Tozu” için?  
*Kemik Tozu’nda, öykülerin biçem olarak farklı, ancak soluk olarak benzerlik gösterdiğini söyleyebilirim. Bu benim ilk kitabım. Tarifi zor bir biçimde mutlu, bir o kadar da öykü kahramanlarımı okura açık ettiğim için tedirginim. Bu tedirginlik kimi zaman azalıp kimi zaman çoğalıyor! Tedirginliğimin nedeni, kahramanlarımı benim dışımda tanıyanların çoğalması.
-Öldükten sonra eşyaları eşe dosta dağıtılan bir genç, evlenip sınıf atladıktan sonra kazandıklarını kaybetmemek için her şeyi yapan bir kadın, romanının yayınlanması hayat memat meselesi olan içekapanık bir adam, kocasından şiddet gören bir kadın hikâyelerinizdeki kahramanlardan bazıları. Karakterlerinizi nasıl belirliyorsunuz, neler etkili oluyor?
*Kitap boyunca öykülerin daha çok kadın karakterleri anlattığı hissi baskın olsa da, aslında öykülere yerleşen değişik tip ve karakterler var. Hiç kimseyi kayırmıyorum! İnsanın cinsiyet fark etmeden, her halini anlatmak gibi bir derdim var. Göz hizama denk düşen! Peki denk düşenler kimler sorusunu kendime sorunca şöyle bir cevapla karşılaşıyorum: Eve, işe, mahalleye, bulunduğu yer nereyse oraya bir türlü yerleşemeyen insanlar, hayatlar. Bütün bunlar bir araya geldikleri zaman, kimlik kaybına uğrayan şehir.
                                         


-Felsefe ve psikoloji eğitimi almışsınız. Aldığınız eğitimin öykülerinize etkisi oldu mu?
*Kaçınılmaz bir biçimde oluyor. Dengesizlikler, aşırılıklar, kendisini hep ziyanda görenler, törpülenenler, köşeye sıkışınca nerenin göze kestirildiği, bunları yazabilmek benim için yorucu bir gözlem demek. Ancak, bahsettiğim bütün karakterlerin kuramsal karşılıkları ve tarifleri var elbette. Özellikle psikolojide ve daha geniş bir biçimde felsefede bir karşılığı var.
-Editörlük ve metin yazarlığı yapıyorsunuz. Daha önce çeşitli dergilerde öyküleriniz yayınlandı. İlk kitap heyecanınızdan, yazma ve basılma süreçlerinden bahseder misiniz?
*Kişinin kendine editör olması gibi bir şeyin söz konusu olmadığını tahmin ediyordum, kitapla birlikte tecrübe etmiş oldum. Nerden baksanız yedi, sekiz yılda yazdığım öyküler. Kemik Tozu’nun dahi başlama tarihi 2015. Artık kitap haline gelmeli dediğiniz andan itibaren kendinizi, içinizin coşkusunu durduramıyorsunuz… Fakat her şeyin bedeli olduğu gibi yazmanın da sizi tek başına, sabahlara kadar uykusuz ve huzursuz bırakan en çok da yalnızlaştıran bir hali var. İşte bundan kaçamıyorsunuz.
-Yazı yolculuğunuz nasıl başladı?
*Yazma hissinin boğazımı sıkmasıyla başladı. J
-Sizi etkileyen, yazma sürecinize etki eden yazarlar kimler ve başka nelerden etkilenirseniz yazarken?
*Beni etkileyen yazarları ve eserlerini şöyle sıralayabilirim: Herman Hesse/Knulp. Marcel Proust’u büyük bir keyifle okurum. Dostoyevski’nin yeri asla dolmaz! Füruzan’ın bütün kitapları. Sartre/Bulantı. Nezihe Meriç. Borges. Umberto Eco/Foucault Sarkacı,Gülün Adı. Albert Camus/Sisifos Söyleni, Veba. W.Faulkner/Çılgın Palmiyeler. Italo Calvino/Kesişen Yazgılar Şatosu. August Strindberg/Açık Deniz Kenarında ve Murathan Mungan’ın neredeyse bütün kitapları. İlk aklıma gelenler bunlar… Ama bunların başında bir de Derrida var! Bütün okuma disiplinimde etkisi olan, olmazsa olmaz olan.

-Yazı hayatınızı değerlendirirseniz, öykü yazı hayatınızın neresinde olur?
*İş hayatını yazma üstüne kurmuş birisi olarak, öykü yazamasaydım hiçbir metin ortaya çıkaramayabilirdim desem, abartmış olmam! Öykü yazmak, aslında herhangi bir konuyu nasıl örmem gerektiğini öğretmiş bana. Öykü, yazı hayatımın oldukça merkezinde.
-Son olarak yeni projeleriniz var mı, bahseder misiniz?
*Planladığım şeyler var, ancak henüz kendi içimde bile flu halde. Fakat ara ara roman yazma cesareti beni yoklamıyor değil!


23 Ekim 2018 Salı

Arkas Koleksiyonu'nda Post- Empresyonizm


                                                             


Yenilikçi yaklaşımlarıyla, klasik resim anlayışından 20. yy modern resim anlayışına geçişin kilit figürlerinden olan Post- Empresyonistler, Arkas Koleksyonu’ndan bir seçki ile Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde sanatseverlerle buluştu.
Post Empresyonizm, 19. yy sonlarında Fransa’da ortaya çıkmış bir sanat akımıdır. Empresyonistlerin ışığın ve rengin doğal tasvirine olan ilgisine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 19. yy’ın ikinci yarısında, modern anlayışla şekillendirilen şehirlerin ilk örneklerinden olan Paris, sunduğu sosyal ve entellektüel ortam ile geleneksel resim anlayışının çizdiği sınırların dışına çıkmayı hedeflemiş cesur sanatçıların ilham ve etkileşim merkezidir. Resmin ifade biçimlerini zenginleştirme çabasına ivme kazandıran Empresyonist kuşağın Fransız resim sanatını ulaştırdığı yeni hareket Post-Empresyonistler’in başlangıç noktasıdır.  İlk akla gelen en önemli temsilcileri; Paul Cézzanne(1839-1906), Paul Gauguin(1848-1903) ve Vincet van Gogh(1853-1890)’tur. Bir grup oluşturmazlar. Terim ilk kez, Roger Fry tarafından, 1910 yılında Grafton Galeri’de açılan  sergiye verilen “Manet ve Post Empresyonistler” başlığında kullanılmıştır.
                                                            

1880’lerden 1900’lere uzanan süreçte, sanatsal belleklerini bilim-felsefe-edebiyat dünyasının güncel fikirleriyle besleyen genç ressamlar, kişisel ve benzersiz bir tarz arayışı içinde, ruh ve düşünce dünyalarını desen ve renklerle yansıtmanın birbirlerinden farklı yöntemlerini geliştirdiler. Ortak dertleri, resmi kendilerinden önceki nesillerde kemikleşmiş olan dış dünyayı objektif gerçekliğe en sadık şekilde resmetme eğiliminden koparmak ve sanatçının yaratım sürecinde duyum ve düşüncelerini ön plana çıkarmak oldu. Amaç; iç dünyasında yarattığı gerçekliği, kısaca kişisel bakış açısını, tuvale yansıtmak oldu.
Post Empresyonistlerin genel özellikleri olarak içe dönüklük, doğanın değil kendi gerçeklerini yapmaları, renk ve forma çok önem vermeleri, yalın, ayrıntısız olmaları, Japon resim sanatından etkilenmeleri, ilkel sanatı resme sokmaları, geniş lekeler kullanmaları sayılabilir.
Resme kendi hayal güçlerini katarak resim sanatına farklı bir boyut getirmişlerdir. Her resim her tuval önünde yeniden başlar ve duyguları ile doğrudan boyanır.
                                                              

Arkas Koleksiyonu’na yıllara yayılan titiz bir araştırma, büyük gayret ve yatırımlarla kazandırılan Post-Empresyonist eserler sadece Fransız ressamları değil, Paris’ten yayılan fikirlerin etkisiyle modernist yaklaşımı benimseyen ve bunu kendi kültürel ögeleriyle harmanlayan pek çok Avrupalı sanatçıyı temsil ediyor. Pierre- Auguste Renoir, Louis Anquetin, Maxime Maufra, Théo van Rysselberghe, Paul Sérusier, Suzanne Valadon, Edouard Vuillard, Leo Putz, Louis Valtat, Maurice de Vlaminc, Kees van Dongen, André Detain, George Braque ve André Lhoté ziyaretçilerin yapıtlarını görme imkânı bulacakları sanatçılardan sadece birkaç tanesi. Sergi 6 Kasım tarihine kadar sanarseverler tarafından izlenilebilir.
20 yıldan uzun süre önce koleksiyon yapmaya Türk resmi ile başladığını söyleyen Lucien Arkas, “Sanatın merkezi, resmin merkezi Fransa’da araştırmalara girdik. Fransa’daki ressamların da bizim koleksiyonumuza eklenmesi gerektiğini düşündük. Bütün eserlerimiz bunlar değil, bu belirli bir zaman dilimini içeren bir seçki” dedi.


22 Ekim 2018 Pazartesi

Zeynep Akgün "Neredeyse" Sergisi


                                                         



Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü Mezunu olan ve 3. kişisel sergisi “Neredeyse” ile sanatseverlerle buluşan Zeynep Akgün’ün sergisi Karaköy’de Galeri 77’nin yeni açılan mekânında 4 Kasım 2018 tarihine kadar izlenilebilir.
-“Neredeyse” sergisi için, “kadın kimliği ve varoluşuna bakış” diyebilir miyiz? Neler bekliyor izleyiciyi ‘Neredeyse’ de?
‘Neredeyse’de göz alıcı parlaklıklarıyla ilk bakışta bizi de etkileyen devleşmiş parti süsleri ve bu ucuz nesnelerin kıskacındaki kadınlar var. Kadının arada kalmışlığı ve kendine tanımlanan alandan ‘neredeyse’ kurtulma durumu var. Yani aslında o kritik karara ve ‘o an’ a odaklanan resimler bunlar. Bir anlamda farketmenin ve durumu değiştirmenin ilk sinyalleri.... Sergide toplam oniki iş yer alıyor, dokuzu bahsettiğim ‘neredeyse’ anlarına cevap arıyor. Üç tanesi ise daha önce pek denemediğim ama boyarken keyif aldığım büyük boyutlu kadın portreleri... Kompozisyonların bilindik tekniksel ve biçimsel  dertlerinin yerine ifadeye takılmak, bize dik dik bakan gözlerle yüzleşmek gibi insani durumları dert edinen işler diyebilirim bu portreler için. 
                                                        

-Doğa ve mimari planlar içinde çeşitli hareketlerde gördüğümüz kadın figürleri hakim sergilenen resimlerde. Kadın figürünü merkeze koyma sebebiniz nedir?
Son resimlerimde soyut atmosferlerin yerini daha belirgin mekanlar aldı. Bu mekanların çoğu birbirinin içine karışmış katmanlardan,  düşsel ve gerçekçi görüntülerin geçirgen birlikteliğinden doğuyor. Sisler içinde eriyen doğa var,  keskin hatlarıyla tanımlanmış  mekanlar var. Flu alanlar ve sert planlı formların biraradalığından doğan gerilimli espaslar var. Bu gelgitli, müdahaleci ve saldırgan espasta kadını merkeze alıyorum, hayatta olduğu gibi.....
-Eselerinizde örtülü anlatım yolunu kullanıyorsunuz. Örtülü anlatımı ve bunu seçme nedenlerinizi öğrenebilir miyiz?
Örtülü anlatım sembolizmin ifade yollarından biri ve daha çok sezgilerle kavranan bir anlatım biçimi. Vermek istediğiz etkinin dolaylı yoldan anlatımı sözkonusu...Bu yönüyle izleyiciyi zorlayan ve resmin etkisini arttıran bir ifade biçimi. Bu sebeple, bana göre daha değerli ve kalıcı olduğundan tercih ediyorum. Resimdeki kurguyu sezdirmek, duyumsatmak istiyorum.
                                                                   

-Arada kalma, sıkışma, kapana kısılma gibi durumları ele alma nedeniniz ve bunları işleyiş tarzını anlatır mısın?
Günümüzün kaotik ve zorluklarla dolu atmosferinde çoğu kez  içinde bulduğumuz, hemen hemen herkesin hissettiği durumlar bunlar, pespembe bir hayat yaşamıyoruz. Her yönüyle bizi zorlayan, kimi kez yaşama sevincimizi kaybetmemize kadar varan, kontrolümüz dışında pek çok olay yaşıyoruz. Yaşadıklarımız da türlü şekillerde üretimimize yansıyor. Ben de ‘Neredeyse’ resimlerinde bu durumlara odaklandım ve kendi resimsel dilim çerçevesinde kadın ekseni üzerinden yorumladım.
-Çalışmalarınızda konuları nasıl belirliyorsunuz?
Ben devamlı resim yapan biriyim, proje odaklı çalışmıyorum, dolayısıyla resim yapma sürecimde süreklilik hakim. Konularım da bu süreklilik içinde doğal olarak beliriyor, gerek toplumsal gerek kişisel olarak yaşadıklarımız farklı dozlarda da olsa resimlerin konularında etkili oluyor. Değişmeyen şey ise figür, insanı anlamak, anlatmak...
-Son olarak eserlerinizde kendi dilinizi oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?
Bir ressamın kendi dilini oluşturması elbette ki çok önemli, ama bazen tehlike de yaratabiliyor, resimlerde  tekrara düşmek gibi....  dolayısıyla değişime açık olmak gerek. Yaptığınız işte samimi olursanız, genel geçer modalara kendinizi kaptırmadan süreklilik sağlarsanız diliniz zaten oluşur. Etrafımızda o kadar çok imge borbardımanı var ki,  bu görsel fırtınaya kapılmamak için kendini tanımak ve sana özel olanı korumak önemli.


Onu Görmeye Gittim


                                                              


Orta Akdeniz’in kalbi Malta’dan Akdeniz Sıcaklığındaki Öyküler “Onu Görmeye Gittim”
Kalem Ajans’ın Türkçe’de yeterince yer bulamamış dillere ve ülke edebiyatlarına ağırlık vererek “Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü” olarak adlandırdığı  projede  dünyanın yedi ülkesinden yedi kısa öykü kitabı seçilmiş. Çalışmada “Bir edebiyat köprüsü inşa ediyoruz” mottosuyla  yola çıkılmış ve ülke edebiyatlarının tanıtıldığı bu seride bütünlüğü yakalamak için çizerlere de yer verilmesi düşünülmüş. Her kitabın kapağı için o ülkenin çizeriyle çalışılmış. Böylece kitabı elinize aldığınızda, kapaktan öykülere kadar o ülkenin genç yetenekleri ile karşılaşıyorsunuz.
“Onu Görmeye Gittim” bu proje kapsamında Mehtap Gün Ayral’ın çevirisi ile İngilizceden dilimize kazandırılmış. Kitabın aslı Maltaca yazılmış olmasına rağmen Maltacadan Türkçeye çeviri yapacak bir çevirmen bulunamadığından projede köprü dil kullanılarak çevrilen tek kitap “Onu Görmeye Gittim” olmuş. Malta Edebiyatı’ndan örneklere Türkçede çok rastlanmadığı için Malta Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden Pierre J. Mejlak’ın Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül kazanan bu kitabı Türkçeye kazandırılmış.
Mejlak, Akdenizliliğin hissedilir sıcaklığı, keskin gözlem gücü ve insanların farklı ruh hallerini gösterme becerisiyle iyi bir yazar olduğunu kanıtladığı kitapta karakterlerin çeşitliliğine hayran olmamak elde değil. Geçmiş ile geleceğin, hayal ile gerçeğin tam olarak neresinde olduğuna karar veremeyen karakterlerin öykülerini okuyoruz Mejlak’ın kitabında.  Orta Akdeniz’in tam kalbinden, Malta Adaları’ndan hikâyeler anlatan Mejlak’ın yazılarında göç, ölüm, hatıra, ev kavramı önemli yer tutuyor.
1982 Malta doğumlu olan ve 2010’dan beri Brüksel’de yaşayan, Pierre Mejlak, gazetecilikten, dergiciliğe, editörlüğe, ve yayıncılığa kada bir çok işte görev yapmış.  Çok sayıda ödül sahibi olan Mejlak’ın hikâyeleri İngilizce, Fransızca, Katalanca, Arapça, İspanyolca ve İtalyanca dahil pek çok dile çevrilmiş.  
Maltacadan İngilizceye Antonie Cassar ve Clare Vassalo’nun, İngilizceden Türkçeye Mehtap Gün Ayral’ın çevirdiği “Onu Görmeye Gittim”in Yayın Yönetmeni Nermin Mollaoğlu, Yayın Koordinatörü Hazal Baydur. Önsözünü “Şaşaalı Karanlık” başlığı altında Sinem Sal kaleme almış.
“Ütü Masası”, “Onu Görmeye Gittim”, “Karga”, “Elçi”, “Onun Kokusu”, “Samira’ya Seslenmek İstiyorum”, “Hükümet Darbesi”, “Yabancı”, ” Zeka Küpü ve Kız”, “Papağan Çığlığı”, “Narlı Ev”, “Bu Son Yazın, Amy”, “Nuria Angels Barrera” olmak üzere on üç öyküden oluşan kitapta birbirinden farklı karakterlerle, tanıdıklarımıza hatta kendimizle karşılaşıyoruz, cenaze evlerine, hastane koridorlarına gidip, geçmişinden kurtulmaya çalışan kaçakçıların yol arkadaşı oluyoruz.
Öykülerde, bir karganın  genç bir çiftin ilişkisi seyrini değiştirdiğine, genç bir çocuğun  yanmış kibrit çubuklarıyla arkadaşlık edişine, bir kadının kocasının  ölüm haberini eve gelen bir polisten öğrendiğinde hiç olmadığı kadar rahatlamasına, ütü masasından kurtulmak isteyen adamın yaşadıklarını,  ölmekte olan bir babanın  oğlunu mazide kalmış aşkının küllerini bulmak üzere çıkardığı yolculuğa tanıklık ediyoruz. Geçmiş ve gelecek, iç ve dış, hayal ve gerçek arasında yaşayan insanların öykülerini okuduğumuz “Onu Görmeye Gittim” Kalem Kültür Yayınlarından 2018 yılında basılmış.
Önsözden; “...Daha sonra küpe sol avucunda, zar zor kapı kasasına yaslanıp, gitme vaktinin geldiğini anlayarak ayaklanan misafirlerin ellerini sıkarak görevin yerine getirdi ve onları yolcu etti. Geçirdiği her kadını öperken kulaklarına bakıyordu.
Ve böylece her bir kulak, uzun gecelerde, hiçbir sırrı ifşa etmeye niyetli olmayan bir yatakta uzanırken, birinin ona anlatmasının özlemini çektiği birer öyküye dönüştü.”
Sonsözden; “... Kadın kahverengi ceketinin cebinden şeker paketini çıkarır ve muzip bir tavırla, bak ne getirdim, diye fısıldarken, adam ona kendisini utandırdığını söyledi. Sonradan çok parfüm sıktığı, bu yüzden başına ağrılar girdiği, bütün gece hapşırttığından yakınmasının da sebebi buydu. Yine sonrdan arabada adam suskundu, bir yerde durup çok sevdiği sıcak çikolatadan içmek ister mi diye kadına sormadı bile. Bunun yerine elli kilometre sabit hızla, tek kelime etmeden doğruca eve sürdü. Ve annesinin ölümünden sonra kendini bir başka ıstıraplı güzel anıdan kurtardığını düşünerek yatmaya gitti.”

11 Ekim 2018 Perşembe

GÜNDÜZ GÖLÖNÜ – KAZI RESİM


                                                

Gündüz Gölönü (1937-2014) bu sergide; hayatı, sanat yaşamı, Türkiye’de ve ABD’ de yaptığı yaptığı özgün baskı ağırlıklı yapıtlarından ve art booklarından, serginin küratörü Marcus Graf tarafından önemli bir kesit seçilerek hazırlanan kapsamlı bir içerikle 22 Kasım 2018 tarihine kadar izleyici ile buluşuyor.
 Marcus Graf sergiyi kısaca şöyle değerlendirmekte.”Kazı resim, Gündüz Gölönü’nün 1960’ların sonundan 1990’ların ortasına kadar ürettiği baskı işlerine odaklanıyor. Bu retrospektif sergi, sanatçının süsleme ile anlatı, gelenek ile çağdaşlık, geleneksel İslam sanatı ile Minimalizzm, Op-Art gibi Batı’daki modern hareketlerde bulunan dekoratif unsurları biribirine anasıl bağladığına dair muazzam bir hikâye anlatıyor.”
                                                        

Evrim Altuğ ise yazısında sanatçının yapıtlarıyla ilgili şunları söylemekte: “Gündüz Gölönü (1937-2014) yapıtlarını birer taşıyıcı araç-medium olarak görmekten hiç vazgeçmez. İmgeye bu sorumlulukla yaklaşır, ilettiği bilginin çok sesli ve mümkün olan en derin ve uzun ömürlü imasını, sanatın çoksesli anlatım olanaklarıyla, esnek bir tavırla araştırır. Sanatçı  dilin ve ele aldığı kavramların semantik arkeolojisini Sümer ve Latin, Eski Yunan, Arapça ve Eski Türkçe, Osmanlıca, İngilizce gibi birçok dili akustik ve yazınsal refkatiyle, plastik olarak da heterojen karakterdeki eserlerinin tabakalarına sindirir. Çalışmalarında yer, deniz ve gök haritalarının o evrensel kâşif-karakteri de varlık gösterir. Hem siyasi, hem coğrafi anlam haritalarıdır bunlar.
Sergi, 3 Ekim – 22 Kasım 2018 tarihleri arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde sanatseverler tarafında izlenilebilir.
Gündüz Gölönü’nün sanatı tarihe dayalı bilimsel araştırmalardan yola çıkar. Dil ve etimoloji ile ilgilidir.Gölönü’nün yaptığı sanatta görsel elemanların çoğunluğu amblemler ve harflerden meydana gelir.
                                                  

GÜNDÜZ GÖLÖNÜ: 1937’de Çanakkale’de doğdu. 1961 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun oldu. Devlet bursu ile 1968’de Paris’e gidip William Stanley Hayter atölyesinde renkli gravür teknikleri öğrendi. Aynı sene, New York’un Pratt Grafik Enstitüsü’nde burs alarak ipek baskı teknikleri çalıştı. 1974 yılında İstanbul’a döndü ve profesörlük ünvanı aldı ve 1979 yılına kadar Akademide ders verdi. 19792da Amerika’ya tekrar gitti . St. Catherine Üniveristesi’nde davetli sanatçı olarak çalıştı. Sonraki yIl California’ya taşınıp, Atelier 17’den yetişen sanatçılar kurduğu Kala Art Enstitisü’nün üyesi oldu ve orda renkli baskı teknikleri öğretti. 25 yıl sonra Türkiye’ye dönerek Yeditepe ve Işık Üniversitesi’nde ders verdi.


10 Ekim 2018 Çarşamba

Hikmet Hükümenoğlu ile "Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri" üzerine

                                                

“Kar Kuyusu”, “Küçük Yalanlar Kitabı”, “47 Numaralı Kamara”, “04:00” ve “Körburun”isimleri romanlarından ardından ilk öykü kitabı “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”  ile edebiyatseverleri ile buluşan Hikmet Hükümenoğlu ile mini bir röportaj gerçekleştirdik.
-“Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”; “Arıların Yön Duygusu”, “Mersedes 80”, “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”, “Sumru, Cemre ve Ben”, İki Kişi Bir Bavula Sığmak Zor”,”Hudut”, “Siyah Atlarla Geldiler” ve her hikâyeden sonra yer  alan Aşk Öyküleri- No.1, No.2, No.3, No.4, No.5,No.6  olarak adlandırdığınız altı kısa metinden oluşuyor ve sizin ilk öykü kitabınız. Tema olarak aşka ağırlık verme ama aşkın sonu mutsuzluğa giden tarafını tercih etme nedenlerinizi öğrebilir miyiz?
Böyle bir tema seçmemin sebebi kendimi biraz zora sokmaktı aslında. Romantik edebiyat, okur olarak da yazar olarak da çok ilgimi çeken bir tür değil. Romantik olmayan aşk öyküleri yazmak nasıl olur, onu denemek istedim. Sorunuzun ikinci kısmı ile ilgili şöyle bir düşüncem var: Aşkın sonu mutluluk olsa, aşkın sonu olmazdı.
-“Körburun” adlı romanınızı öykü olarak  yazmaya başladınız ama sonrasında bayağı hacimli bir roman olarak okuyucunun karşısına çıktı. “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”için nasıl bir yazma süreci gerçekleşti?
Çok daha kısa sürdü ama çalışma temposu olarak pek farklı değildi. Ancak öykülerin romanlara kıyasla farklı bir ruh hali var, daha yalın, daha az matematiksel. Bu da elbette yazma sürecine yansıyor. Kendimi daha özgür hissettiğimi söyleyebilirim. Öyküyle novella arasındaki sınırı zorluyor ama bence Alice Munro, müthiş yetenekli bir yazar.
                                                               

-Öykü yazma nedenlerinizi  ve yazar olarak öykünün hayatınızdaki yerini, en sevdiğiniz yazarları ve öyküleri öğrenebilir miyiz?
Öykü yazmayı, roman yazmaktan ayrı tutmuyorum. Birini neden yapıyorsam diğerini de aynı sebeple yapıyorum: Çok sevdiğim için. En sevdiğim öykü yazarları, Sait Faik Abasıyanık, Mahir Ünsal Eriş, Behçet Çelik ve Alice Munroe. Daha onlarca isim sayabilirim.
-Hikâyelerinizdeki gizli mizah, altı kalın kalın çizilmeyen ama hiçbir fırsatın da kaçırılmadığı minik dokundurmalar okuyucuyu etkisi altına alıyor. Eski kocasını bir kafede yanında bir kadınla görüp çok önemli bir toplantıya geç kalan gizemli bir kadın, iki oğluna arı izleme görevi veren çapkın bir baba, yabancı bir kadın gazeteciyi sınır kentindeki bombalanmış otel odasında alıkoyan bir adam, siparişle yaptığı pastaların içine minik yazılar koyan Faik Bey, kullandığı Mercedes’e takıntılı bir şoför öykülerinizdeki  kahramanlardan bazıları. Aşkın farklı yönlerini farklı karakterlele anlatıyorsunuz. Sizin için nasıl bir öykü kitabı “Aşka İnamayanlar İçin Aşk Öyküleri”? Hikâyelerin aralarına koyduğunuz kısa metinlerin hikâyesini de öğrenebilir miyiz?
Başından sonuna kadar bir ilişkiyi anlatırken metni ne kadar kısaltabileceğimi merak ediyordum. O minyatür ‘aşk öyküleri’ öyle ortaya çıktı.
-Aşktan devam edersek sizi en çok etkileyen edebi aşklar hangileri?
Anna Karenina. Rakipsiz. 

8 Ekim 2018 Pazartesi

Burhan Sönmez "Labirent"



                                 
 
Burhan Sönmez, KuzeyMasumlar  ve İstanbul İstanbul  ile Türkçe edebiyatın içinde kendine yer edinmiş önemli yazarlarımızdan.  Dördüncü kitabı Labirent, İletişim Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluştu. İntihar etmek isteyen bir müzisyenin hikâyesini konu edinen Labirent’te geçmişle bugün içiçe geçiyor, toplumsal bellekle kişisel bellek birbirine karışıyor. Kendine has edebi dili ile okura yeni bir dünya kuran, yurt içi ve yurt dışında bir çok ödül kazanan  Burhan Sönmez’le son kitabı”Labirent” ve edebiyat üzerine söyleşi gerçekleştirdik.
-Ana karakter Boratin’in, hafızasını kaybetmesiyle başlayan roman ilerledikçe diğer karakterler de teker teker romana dahil oluyor. Boratin’in hikâyesi nasıl başladı, yazma sürecinde neler yaşadınız?
Yeni her kitapta olduğu gibi, ana fikrin peşinden gitmenin heyecanı, yavaş yavaş ayrıntılara yoğunlaşmaya dönüşür. Her ayrıntıda değişen fikirler, romanın akışını da değiştirir. Bu açıdan, Labirent, yazmayı istediğim roman olarak başladı ve yeni bir roman olarak bitti. Bu iki yan –bir paradoks halinde- iç içe geçer.
-Romanda geçmişle bugün içiçe geçiyor. Okur hem Boratin’in geçmişini, hem de kendi vicdanını arıyor. Hatıra, hafıza ve  vicdanın izinin sürüldüğü bir bulmaca olarak değerlendirebilir miyiz “Labirent” i, neler söylersiniz?
Herkes farklı yorumla okuyabilir, ama sizin sorduğunuz soru, benim aklımdan geçenlere yakın. Bunun muhasebesini yazar olarak tabii ki ben yapamam, çünkü yarattığım karakter (Boratin), birçok açıdan benden farklı biri. Ben daha çok onu tanımaya ve onu göstermeye çalıştım, pek çok yerde onunla aynı duygulara sahip olmasam da.
-“Labirent”te de diğer kitaplarınızda olduğu gibi karakterleriniz değişik isimlere sahip. Bu isimleri seçme nedeniniz nedir?
Bunun belirgin bir nedeni olduğunu söyleyemem. Sadece, nedenini bilmediğim bir istek bu, her romanda isim yaratmayı  seviyorum.
                                                          

-Bir insanın intiharının başarısız olması ve uyandığında neden intihar ettiğini hatırlamaması yeni bir başlangıç şansı olarak değerlendirebilir mi? Hafıza insanın zindanı olabilir mi?
İşte bunun cevabını bilmiyorum. Siz buna bambaşka bir cevap verebilirsiniz. Ben ise kendi cevabımı makale gibi yazmak yerine, Boratin adındaki birinin cevabını aramaya ve anlamaya çalıştım.
-Romanda baskın olarak kullandığız bir de müzik türü var, Blues. Buna nasıl karar verdiniz?
Düşünüp farkı tercihler arasından seçmedim blues’u. Daha baştan o vardı zaten. Blues sesi taşıyan bir roman yazmayı eskiden beri istiyor, tasarlıyordum.
-Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2011 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne değer görünen en genç yazar ünvanı sizin. Ödül almak, ünvanlar yazı yolunuzu nasıl etkiliyor?
Tek etkisi, herhalde, yazara daha çok çalışma isteği aşılaması. Başka bir etkisi olduğunu sanmıyorum.
-Son olarak sormadan bitirmek istiyorum röportajımızı, İstanbul’un, edebiyatın ve coğrafyamızın durumunu ve romanlarınız üzerlerindeki etkilerini öğrenebilir miyiz?
Gizli başkentler vardır hayatta. İstanbul da bu toprakların gizli başkentidir, hem edebiyatta, hem de sanatın diğer alanlarında. Yollar buraya çıkar. Herkes ona kendini rengini vermeye çalışır. Ben de kendimce öyle yapıyorum.


Daniele Sigalot "İmparatorluklar Öncesi"


Daniele Sigalot’un İstanbul’daki ilk solo sergisi,  “İmparatorluklar  Öncesi”  Anna Laudel Contemporary’de açıldı. Kağıt algısı yaratan alüminyumdan yapılmış uçak enstalasyonları ile tanınan Sigalot, çalışmalarında gerçek-imge arasındaki zıtlığı yansıtmayı amaçlıyor.
                                                       

Roma doğumlu olan sanatçı, İstanbul ve Roma arasında –ikisininde tepe üzerinde kurulmuş olması, imparatorluk köklerinin olması- gördüğü benzerliklerden, bağlardan yola çıkarak serginin ana temasını belirliyor ve bu tema üzerinden, bu fikirle ürettiği işlerinden oluşan sergiyi hazırlanmaya başlıyor. Serginin sanatçı için diğer bir önemi de İstanbul’da ürettiği işlerin sergide yer alması. Bu sanatçı için çok önemli. Çünkü burada üretirken işle farklı bir bağ kuruyor. Diğer türlü atölyede üretiyor ve sergilenecek olan ülkeye, mekâna gönderiyor.  İstanbul’da yaptığı işlerde galeri ile kurduğu güzel iletişimin de olumlu etkisinin çok fazla olduğunu belirtiyor Sigalot.
Barcelona, Amerika, Berlin,Londra başta olmak üzere pek çok ülke ve şehirde yaşamış olan sanatçı uzun yıllar, profesyonel olarak uluslararası reklam sektöründe çalışmış ve  reklam dünyasının dilini ustaca kullanarak, son on bir yıldır zamanımızın duygularını yansıtan, süprizli işler üretiyor.
                                                 

Tamamını İstanbul’daki atölyesinde iki ayda ürettiği büyük ölçekli enstalasyonlarından biri olan “Olabilecekken Olmayan Her Şey Şimdi Oldu”  da sanatçı, alüminyum malzeme kullanılmış ve buruşturulmuş kağıt görüntüsünde 350 kg ağırlığında. Uzun süre reklem ajansında çalışan Sigalot, işi gereği pek çok kötü fikir üretmiş. Yarattığı kötü fikirleri temsilen yarattığı iş olarak değerlendiriyor eserini ve eserin devamı niteliğilinde olan işlerini de  başarısızlığı başarıya dönüştüren işler olarak anlatıyor.
                                         

Sergide dikkat çeken diğer bir eser, dijital bir zaman sayacı olan “ENOUGH- YETER”.  Günümüze ulaşmış tüm ölümsüz yapıtlara atıfta bulunuyor sanatçı bu eserle. Sigalot, Berlin’deki atölyesinin  etrafında diğer sanatçı atölyelerininde bulunduğu ve arkadaşlarının zaman konusunda çok endişeli olduğunu söylüyor. “Boyanın ömrü 2-3 “ diyorlar mesala, “sen ürettiğin işin ne kadar yaşamasını istiyorsun” diye soruyorum ben de diye ekliyor sanatçı ve genelde ölümsüz olmak istedikleri için bu soruya cevap vermediklerini belirtiyor. Sonra bu soruyu kendine sormuş Sigalot ve alçak gönüllü olarak “bin yıl yaşasın” diyerek cevaplamış sorusunu.  O esnada ne üretebilirim diye düşünmüş ve bin seneden geriye doğru sayan sayım enstelasyonunu tasarlamış.  Sanatçının espirili bir yaklaşımla, kendi sanatının ölümsüzlüğü için kafi gördüğü, 3016 yılından günümüze dek, geri sayıma devam edecek bu çalışma. Bu hikâye bilinmezse izleyici eseri gördüğünde “Yeter” onun için neyi ifade ifade edeceğini merak ediyor Sigalot.
                                                 

Sanatçı da ayrı bir yeri olan sergide  satılık olmayan tek iş ”Bu kalemin yalnızca iyi fikirleri vardı” çalışması. 2010 yılında hayatında pek çok şeyin kötü gittiği bir yılmış. İş görüşmeleri yapmaya devam ettiği bir gün farklı bir mağaza görmüş. Eski tarz özel olan bu mağazada çeşitli kağıtlar ve kalemler satılıyormuş. Tezgahın arkasında duran yaşlı adama “iyi fikirler üreten bir kaleminiz var mı” diye sorduğunda bu kalemi göstermiş yaşlı adam. Gerçekten de öyle olmuş, iyi fikirler üretmiş bu kalemle. Çok iyi işler almış, yedi kere başka şehirlerde kalemi kaybetmiş Sigalot ama her defasında geri gelmiş kalem.
Çok farklı şehirlede yaşayan sanatçı, şehirlerin insanlar üzerinde çok etkisi olduğunu ve bunu da işlerine yansıtmak istemiş Sigalot. Paslanmaz çelik üzerine işlenmiş ayna efekti yaratmış  sanatçı. Ayna efektini haritalarla birleştirerek , şehirlerin insanlar üzerindeki etkisini vermiş. Eserin önüne geldiğinizde Roma’da, İstanbul’da portreleriniz beliriyor. İnsanın, geçmişinde ve bugününde kültüre bıraktığı izlerden yola çıkan sanatçı, şehirlerin silüetini, altın kaplama ve paslanmaz çelik haritalarda görselleştirir.  Haritalar, şehirlerin ne gerçek hafızalarıdır.Şehirlerde kendi yansımalarımızı gördüğümüz gerçeğinden yola çıkan sanatçı, ayna etkisi verecek şekilde işlenmiş İstanbul ve Roma haritalarında, kendi portrelerimizi izlemeye davet eder. Kimliğimiz ve yaşadığımız yer arasındaki bağı sorgular.
Sergide yer alan alüminyumdan yapılmış “kağıt uçaklar” sanatçının adeta imzası niteliğinde. Bu uçaklar her kıtada her çocuğa ait olabilecek, düş gücü ve yaratıcılığa ait bir simge olarak düşünülebilir. Çocukça görünen bir sembol ciddi bir işe dönüşür.
 Daniele Sigalot’un malzeme seçimi, izleyiciyi oyuna davet eden sezgisel bir keşif içerir. Kartondan alüminyuma, mozaikten dijital gösterimlere, çizimden resme, geniş bir yelpazede malzeme ve benzersiz teknik kullanımıyla, Sigalot’un günümüzün zıt duygularını yansıtan 30’da fazla çalışması 26 Ekim 2018 tarihine kadar Anna Laudel Contemporary’de sanatseverler tarafından izlenilebilir.

7 Ekim 2018 Pazar

Güdü/El Autor


                                                           



Yönetmenliğini Manuel Martin Cuenca’nın yaptığı Güdü/ El Autor,  İspanya- Meksika ortak yapımı. Hikâye 2017 yazında Sevilla’da geçiyor. Noterde çalışan-avukat  Alvaro, üç yıldır yazarlık atölyelerine katılmaktadır  ve en büyük hayali edebi bir kitap yazmaktır. O büyük bir çaba içerisinde yazmaya çalışırken eşi Amanda bestseller  kitap yazar ve ödüller alır. Hayal gücünden yoksun olarak tanımlayabileceğimiz Alvaro, eşi tarafından aldatılınca başka bir daireye taşınır. Devamlı yazma halinde olan ve diğer büyük edebi eserlerden ilham almaya çalışan  yazar adayına atöye hocası şu cümleyi kullanır:
“Kitaplar okumak için yazılır. İlham almanız için yapmanız gereken yaşamak, kahrolsun yaşayın! Gözlemleyin, dileyin.”
“Dışarı çık, hikâyeler ara” diyen hocasının yönlendirmesi ile işe yaşadığı apartmandaki komşuları ile başlar. Ama yaptığı onları gözlemlemekten çıkar ve yazacağı romana ilham sağlamak için onların hayatlarını istediği gibi yönlendirmeye başlar.
Atölyeden yazarlık üzerine notlar;
-Hikâyenin ana kısmı ne?
-Yaşamak, gözlemlemek, dinlemel, araştırmak, aramak
-Diyalog, ifadeler, sesler
-Karakter yazmanın ne kadar zor olduğu
-Doruk noktası – çatışma
Atölye hocasının, “yazar olacak kadar cesur değilsin” sözü üzerine Alvaro, bu uğurda taşındığı apartmanda kapıcılık yapan bayanla başlayan önce arkadaşlık sonra sevgililik ilişkisini kullanarak diğer komşularının -asker emeklisi ve Meksika’dan göç  eden çift- hayatlarını romanına malzeme olacak şekilde yönlendirmeye başlar. Sonu tam istediği gibi olmasa da iyi hikâyeler çıkarır.
Benim için filmin en güzel sahnelerinden biri yazdığı bölümü print olarak aldığı alda onları eline alıp koklaması oldu.
Javier Gutıérrez ve Maria Leon’un başrolerinde oynadığı film duyguları yansıtma, çekim açıları  açısından bir festival filmi izliyormuşsun etkisi veriyor.

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Bacon

                         "HER ŞEY ÇOK ANLAMSIZ. BARİ SIRA DIŞI OLALIM." Francis Bacon
                                       


1909’da Dublin’de beş kardeşin ikincisi olarak doğan Bacon, ağır astım hastasıdır. Konuşmayı çok seven bir adam olan Bacon, çocukluğu hakkında çok konuşmamıştır. Francis, on altı yaşındayken babası, annesinin iç çamaşırlarını giydiğini fark edip evden kovar ve annesinden aldığı haftalık üç sterlin  harçlık ile Londra’ya daha sonra Stefan Zweig’in deyimiyle “modern dünyanın Babili” olan Berlin’e gider. Bir süre sonra bir planı olmadan kendini Paris’e bulur. Paris’te şansı dönen Bacon’u Madam Baocquent  yanına alır. Ona kol kanat gerer,Fransızca öğretir, Paris’teki etkinliklere ve müzelere götürür.
Gördüğü her şey ona heyecan verir. Ancak ona ressam olmayı düşündüren şey, söylediğine göre, Picasso’nun çalışmaları olur. Picasso,Bacon’un büyük kahramanıdır. 1928’in sonuna kadar Paris’te kalır, tekrar Londra’ya gider. Bu dönemde Avustralyalı sanatçı Roy de Maistre ile epey zaman geçirir. De Maistre iç mimarlık da yapmış başarılı bir ressamdır.
Sanat okulunda eğitim alamayan Bacon,  insan davranışlarını gözlemlemeyi sever.  Zihni ve atölyesi farklı kaynaklardan topladığı görsellere doluydu; sinema, tıbbi literatür, sanat galerileri, günlük yaşam. Bu görsellerin bazıları , bazen bilerek bazen de farkında olmadan sanatçının tablolarının konusu olmuştur. “Her şeye baktığımı unutmayın” derdi. “Gördüğüm her şeyi çok iyi özümsüyorum. Nihayetinde tablolarımdaki imgelerin nerden geldiğini kimse bilmiyor, ben bile.”
“Resim yapmak hem zahmetli bir iş hem de şans gerektiriyor” derdi. Bazen istediği sonucu alıyordu, ama genellikle hiçbir şeye benzemiyorlardı. Ona göre başarılı resimler “duyuları harekete geçiren”, zihni atlayarak doğrudan “sinir sistemine” hitap edenlerdi.
Bacon’ın ilk sergileri ve sergilerinin içeriği ile ilgili halen net bir bilgiye ulaşılamıyor. İlk gerçek çıkışını, Herbet Read’ın kitabı Art Now’da yer alan Çarmıha Geriliş isimli tablosuyla yapmıştır.
Bir Çarmıha Gerilişin Kaidesi Üstündeki Üç Figür Çalışması,  1944 yılında tamamlanıp sonraki yılın ilkbaharında Londra’da karma sergide yer alır. Eser, görenleri dehşete düşürüp Bacon’ın ressam olarak tanınmasını sağlar.O sırada orada olan eleştirmen John Russell’in deyimiyle, “imgeler öyle rahatsız edici korkunçluktaydı ki onları görür görmez aklınız yerinden çıkıyordu”. Russel, “Ne bu yaratıkları ne de bize hissettirdiklerini anlatmaya kelimeler yetmez” diye yazmıştı. Bu tabloda tamamıyla hayvan olamayacak kadar insani, hepsi sülük gibi kör ve uzuvsuz biçimde, yaralı, engelli, dişsiz, tuhaf üç figür bulunur; onlara yaklaşan ya da tehdit eden her neyse saldırmaya hazır gibi görünürler. İsa’nın çarmıha gerilişinin geleneksel temsillerinde azizlerin ya da kederli annenin durduğu yerde, görülmeyen bir çarmıhın altındadırlar.
                                                     

Bacon’un belki de bilindik tek tekniği, figürlerini sınırları ince çizgilerle belirlenmiş bir çeşit saydam “kutu” içine koymasıdır. Bu bazen “uzay çerçevesi” bazen de “kafes” olarak adlandırılır. Bacon bu kutuları 1940’ların sonlarında kullanmaya başlayıp kariyeri boyunca devam etmişti. Bu tekniği neden kullandığı ile ile ilgili – görsele odaklanıp onu daha iyi görebilmek amacıyla tuvalin ölçeğini azaltmak için kulandığı- açıklamasını yapmıştı.
1950’lerin sonlarında her yılın bir bölümünü Kuzey Afrika şehri Tanca’da geçirdi. 1961 yılı sonbaharında hayatının sonuna kadar yaşayacağı Reece Mews, numara 7, Güney Kensington adresine taşındı. Bacon’un yaşam ve çalışma ortamı sefilliğin lüksle birleşimiydi.
1960 ve 70’lerde giderek daha fazla portre çalışmaya başlar. Modelleri genellikle yakından tanıdığı insanlardı. Onları iyi tanıdığı için resimlerini yaparken orada olmalarına ihtiyaç duymuyordu. Hafızasına ya da fotoğraflarına dayanarak resmetmeyi tercih ediyordu.
                                               

1963 yılında en bilinen ve en iyi eserlerinden bazılarının modeli haline dönüşecek olan George Dyer ile tanıştı.  Yarık ağzı, düzgün fiziğiyle zayıf bir karaktere sahip olan Dyer’ı Bacon, tanıştığı en güzel adam olarak tasvir ediyordu. Dyer’ın portreleriyle dolu sergileri büyük beğeni topluyordu, öldüğünde  ölümünü resmederek onu “sisteminden çıkarmak” istediğini söylemiştir. Ölümü takip eden yıllarda, 70’lerin başında yaptığı otoportrelerde ise Bacon tek başına sandalyede oturur. Bu eserlerde odanın sade donanımı- lavabo, muşambalar, elektrik düğmesi, tavandan sarkan lamba, yerdeki gazete- varoluşsal anlamsızlığa kinaye yollu ir gönderme yapıyordu. 70’lerin ortelerına doğru Bacon, John Edwards’la tanıştı ve arkadaşlık sanatçının yaşamına bir sakinlik getirdi. 70’lerin sonu ve 80’lerin başında manzara resimleri yapmayı denedi. 1984’te Paris’te gerçekleşen bir sergisi hayranlarının akınına uğramıştı. Evinin duvarlarında “SENDEN DAHA İYİ OLAN TEK KİŞİ FRANCIS BACON” yazıyordu. 80’lerin sonunda sağlığı bozulmaya başladı. 1992 yılının Nisan ayında Madrid’de yaptıkları gezi sırasında hastalandı ve kalp krizi sonucu öldü.
Bacon’ın kendi resminden söz ederken her zaman kullandığı sözcüklerin (kaza, hamlık, lekeler) çiftanlamlılığı hatta belki kendi isminin taşıdığı çift anlam, sanki bir saplantının, büyük olasılıkla kendinin bilincine varmaya ilk başladığı zamana denk düşen bir deneyime ait sözcük dağarcığının bir parçasıdır. Bacon’un yapıtlarının, Batılı adamın acılı yalnızlığının ifadesi olduğu söylenir. Resimlerindeki figürler, cam sandıklarda, saf renkten oluşan geniş alanlarda, hatta kendi içlerinde yalıtılmıştır.
Kaynak:
-İşte Bacon, Kıtty Hauser,  Hepkitap, 2017
-Portreler, John Berger, Metis,2018