18 Mayıs 2018 Cuma

Belkıs Balpınar'la Röportaj


                                                                 




Türkiye’de ilk defa geleneksel kilim dokuma tekniğini güncel sanata taşıyarak özgün işler üreten Belkıs Balpınar’ın tasarımlarıda derinlik, uzay ve uzam kavramları dikkat çeker. Uzun yıllardır fizik ve astronomiyi dokuma sanatıyla buluşturarak ürettiği sıra dışı işlerini kapsayan seçkiyi “Dokuma-ma” sergisi ile bir araya getiren sanatçı bu alanda en önemli isimlerdendir. Sergi 10 Haziran 2018 tarihine kadar Anna Laudel Contemporary’de görülebilir.

-Son serginiz “Dokuma-ma”, Anna Laudel Contemporary’de açıldı. Sergiye karar ve hazırlık aşamalarınızdan bahseder misiniz?
Birkaç ay önce  İstanbul’da menajerim Berna Bayındır ile birlikte sergi mekânlarını gezerken yolumuz bizi  Karaköy’de Anna Laudel Contemporary Galerisine getirdi. Galeri binasının dört kat içinde çeşitli olanaklar sunması  ve ayrıca karanlık odaların bulunması beni çok etkiledi. Galeri yöneticileri Ferhat Yeter ve Alev Vayısoğlu ile aramızda güzel bir bağ oluştu ve hemen sergi için anlaşma yaptık. Hazırlık için kısa birsüre  vardı ayrıca benim Bodrum’da yaşıyor olmam da işi zorlaştırıyordu. Ama eserlerin taşınması ve sergi düzenlemesinde galerinin profesyonel organizasyonu ve Ferhat Yeter’in sergilemede gösterdiği yaratıcı düzenleme önerilerini ve Alev Vayısoğlunun organizasyonda gösterdiği yardımları belirtmem gerekir. Bu galerinin özel karanlık odaları ve aydınlatma şekli eserlerin çok daha derinlikli görünmesini sağladı.   Çok güzel bir süreç  yaşadık. Giriş katında ilk dönem çalışmalarım yer aldı, diğer katlarda da çok güzel bir sergileme ile benim 1980lerden bugüne yaptığım çalışmaların yer aldığı bir retrospektif bir sergi oldu.
-Sergi mekânının eserlerinize ve eserlerinizin mekâna etkisi nasıl oldu?
İlk başta zaten binanın 5 katlı oluşu, karanlık odaların olması beni sergileme açısından ürkütmüştü. Ama galeri  yönetici Ferhat Yeterin mekânı iyi tanıması ve çok yaratıcı önerileri ile eserler ve galeri arasında da iki taraflı güzel bir ilişki kurulmuş oldu.  Aydınlatma ve  gölge ile derinlik de ortaya çıkınca ben bile bazı parçalarımı yeniden keşfettim. Pek çok değişik yerde, farklı ülkelerde, mekânlarda sergiler açtım ama burada yakaladığımız sonuçtan çok memnunum.

                                                      

Kilim  dokuma alanında ilk defa farklı uygulamalar kullanan ve bunları geliştirerek güncel sanata taşıyan önemli isimlerin başında geliyorsunuz. Bu alanda çalışmaya başlamanıza neler etki etki? -Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin Halı Bölümü’nde küratör, İstanbul Vakıflar Halı ve Kilim Müzesi’nde kurucu müdür olarak çalışmanın , “art kilim” denilen sanat alanına öncülük etmenize etkisi nasıl oldu?
Güzel Sanatlar Akademisini bitirdiğimde Sümerbank’tan burs almıştım. Mezun olunca da  Sümerbank beni Türkiye’deki halı- kilim bölgelerine gönderdi ve  araştırmacı olarak çalıştım. Anadolu’da çok gezdim ve konu üzerine çok araştırmalar yaptım.Daha sonra Anadolu Camileri’ndeki halı ve kilimleri  görünce Vakıflar Genel Müdürlüğüne  müze kurma teklifi yaptım, müzelerin  kuruluşundan sonra katalogları da yayınlandı,  1986 kendi tasarımlarımı kilim dokusuyla çalışmak istedim. Anadolu kilimlerinin hayranıydım ve şimdi de hayranımdır. Onların dokusu beni çok etkilemiştir. Kilim dokuması ile başladım ama artık ortaya çıkan işler kilim değil. Rastlantısal bir şekilde başladı ve gelişti.
-İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Akademisi Tekstil Bölümü’nden mezunsunuz. Nasıl karar verdiniz bu eğitimi almaya?
O dönem babam Teknik Üniversitede okumamı istiyordu. Onun sınavlarına girdiğimde bir soruyu cevapladım, diğerini cevaplamadım, bir şeklide babamı da kandırmış oldum ama sonuçta istediğim güzel sanatlar eğitimini aldım ve sonunda babam da beni çok destekledi.
-Güncel sanatın genel olarak dünyadaki kargaşa ve olaylara yoğunlaştığını, sizin  çalışmalarınızın ise  makro ve mikro evrenlare odaklandığınızı söylüyorsunuz. Eserlerinizde evrendeki farklı uzamsal düzlemler ve ön plana çıkıyor. Makro ve mikro dünyaya ilginiz nasıl başladı?
Bilim ile ilgili özellikle rastlantısallık ve kuantum fiziği, gibi yayınları okumaya her zaman çok meraklıydım, bu konular kurgu eserlerden daha çok ilgimi çekmiştir. Son zamanlarda varlık nedir neden varız,   beyin nasıl çalışır, bilinç nasıl oluşur konusuna merak sardım. Evren aklımızın almadığı kadar büyük ve küçük. Okuduklarım işlerime, işlerim de okuduğum kitaplara etki etti ve ediyor.
                                                             


-Kilim dokusu üzerinde yarattığınız biçimleri, uzamdaki hareketlerin bir yansıması olarak ele alıp, dokunmamış kilim çözgüleri üzerine motifler katarak derinlik veriyorsunuz. Çalışmalarınızdaki teknikten, aşamalardan, kullandığınız malzemelerden, size yardım eden dokumacınızdan bahseder misiniz?
Uzun yıllar kilim dokusunu ile 3.boyutu desenlerimle vermeye çalışıyordum. Daha sonraları bu teknik yetmemeye başlayınca dokunmamış alanlar bırakmaya başladım çözgülerle. Daha önce başkaları  da vardı ama 30 yıldır İstanbul’da yaşayan Fatma Hanım  desenlerimi dokuyor. Nerede ise benim elim, gözüm gibi oldu. Son yıllarda ben desni yaptıktan sonra , dijital ortamda  gönderiyorum, istenilen boyutta büyütüp tezgahın arkasına koyuyor ve başlıyor dokumaya.  Aslında zaman içinde bulduk büyük bölümleri dokumadan bırakmayı. Fatma hanım ile süreki çok uyumlu bir çalışma ile birlikte bir evrim geçirdik ve bu sonuçları alabildik.
Dokumadan bırakma tekniğinde daha önce  Fırat Neziroğlu  isimli yetenekli genç bir sanatçı portreler ve figüratif desenler yaparak  ve  üstte kalan çözgüleri  boş bırakıyordu biz ise tüm boş çözgüler üzerinde desenleri uyguluyoruz.   

-Serginizin ismi “Dokuma-ma”. Bu sergiye adını veren teknik hakkında da bilgi veriri misiniz?
Bir gün iki parça arasında kalan dokunmamış olan hoşuma gitti ve dokuma sırasında arka planın dokunmadan bırakılmasının teknik olarak mümkün olduğunu ve  boşlukta yer alan formların daha iyi ifade edildiğini gördüm ve bu sergi de adını bu teknikten “dokuma-ma” dan aldı.
-Son olarak bir süredir  Bodrum’da yaşıyorsunuz. Bodrum’da yaşamanızın eserleriniz üzerine etkisini ve yeni çalışmalarınızı öğrenebilir miyiz?
2006 yılından itibaren Bodrum’da yaşıyorum.  Burada  kendime ve çalışmalarıma daha çok zaman ayırabiliyorum. İşime kendimi daha çok verebiliyorum.  Yeni çalışmalar olacak  herhalde. Şimdilik  hergün sahile gidip uzun uzun yüzüyorum.

Eyüp Tosun'la Kör Islık üzerine



                                                                  

İlk öykü kitabı“Kör Islık”, Tefrika Yayınları’dan çıkan Eyüp Tosun, öykülerinde, insana ve doğaya ait olan her şey, kendine ifade alanı yaratıyor.  Eyüp Tosun’la on öyküden oluşan kitabı ve yazma serüveni üzerine konuştuk. 
-“Kör Islık” ilk öykü kitabınız. Daha önce dergilerde yayınlanmış öyküleriniz var. Nasıl başladı yazma serüveniniz?
İlkokul dördüncü sınıfa sanırım. Öncesi varsa da hatırlamıyorum. Türkçe öğretmenimi çok seviyordum. Çok güzel konuşuyordu, ve teneffüslerde ayaktayken bile elinden kitap düşmüyordu. Konuyu hatırlamıyorum, bir kompozisyon ödevi vermişti. Yazdım, verdim. Benimkini ve bir arkadaşımınkini sınıfta yüksek sesle okudu. Çok tuhaf bir histi. Yazdıklarımı ilk kez duyuyordum. Kural, tür vs bilmeksizin yazmaya başladım. Hâlâ da çabalamam devam ediyor.

-İlk kitabı yayınlanan bir yazar olarak neler hissediyorsunuz?
Güzel bir his. Aynı zamanda tedirgin de edici. Çünkü artık bir şekilde yazar olarak anılmaya başlamanın ilk adımı neticede. Çok taze olduğu için belki tam oturmadı hissiyat ama her şeye rağmen kitabımı elime aldığım anı hiç unutmayacağım.

-Kitabınızın yayınlanma sürecini anlatır mısınız?
Öncelikle aceleci davranmadım, bunun altını çizeyim. Güvendiğim insanlara okuttum, onlardan gelen eleştirilere kulak verip yapabildiğim ölçüde düzeltmelerimi yaptım. Sonra benim de içime sinince yavaş yavaş kitap olarak görme hayali başladı. Tefrika ve ekibi ile uyumlu bir çalışmanın ardından da Kör Islık okurla buluştu.

-Eyüp Tosun kimdir, kendinizden bahseder misiniz?
1987 Mamak/Ankara doğumlu. Mamak Niğbolu Lisesi (2005) ve Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı (2010) mezunu. Matbuatla tanıştığı günden itibaren dergi çıkarma girişimlerinde bulunuyor, iki dergi çıkardı. Hâlihazırda Öykülem’i yayına hazırlıyor. Rampalı Çarşı’da başladığı editörlük işine devam ediyor. Öykü ve yazıları Öykülem, Mavi-Yeşil, Habis, Somplaka, Notos, Sarnıç ve Artistik Bellek’te yayımlandı. İstanbul’da yaşıyor. Kör Islık, ilk kitabı.
                                                 


-Nasıl başlıyorsunuz  yazmaya, nelerden etkileniyorsununuz?
Kafamda gezinen hikâyeye göre değişiyor bu. Çoğu zaman not alarak başlıyorum. Bir cümle, bir kelime ya da karakter özellikleri. Böyle böyle hazırlanıyorum, ama süreç çok yavaş ilerliyor bende.

- Öyküyü tercih nedeniniz nedir? Türkiye’de öykünün yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Uzun uzun bir metne çalışamam, bir yerde oturamam ya da biriyle konuşamam. Belki de o yüzden öykü. Kısa, net ve çabuk geçişler olduğu için seviyorum öyküyü.

-Kitabınıza  “Kızma, kitap almadım bu sefer. Anneme...” diyerek başlamışsınız. Nasıl destek aldınız yazma serüveninizde ailenizden ve çevrenizden?
Olumlu ya da olumsuz bir desteğe ihtiyacım yok. Bunlar anlık olarak etkiler beni ama benim asıl meselem kendimle. O yüzden sadece ne kadar kendimle baş başa kalırsam o kadar iyi!

-Son olarak  sevdiğiniz yazar ve kitapları öğrenebilir miyiz?
Çok var, birini yazsam diğerinin hatırı kalır.


-

2 Mayıs 2018 Çarşamba

Can Aytekin'le Röportaj


Arter’in ilk iki katında yer alan Can Aytekin’in kişisel sergisi “Boş Ev”, sanatçının aynı isimli yeni serisinin yanı sıra 2005’ten sonra ürettiği beş seriden bir seçkiyi de içeriyor. Tuval resmi ve desenlerin ağırlıkta olduğu sergide, sanatçının üç boyutlu bazı yapıtları da sergileniyor. Eda Berkmen'in küratörlüğünü yaptığı “Boş Ev” izleyiciyi hatırlama ve hayal kurma üzerine bir oyuna davet ediyor. 15 Temmuz 2018 tarihine kadar devam eden sergi üzerine Can Aytekin’le konuştuk.,

                                                           


-Serginiz iki bölümden oluşuyor. “Boş Ev” serinizin olduğu ilk kat ve “Tapınak Resimleri, Kaya Resimleri, Bahçe Resimleri, Her Şey Yerli Yerinde, Ters Yüz” serilerinizden oluşan ikinci kat. Serginin konseptini nasıl belirlediniz,  hazırlık aşamalarından bahseder misiniz?
Küratör Eda Berkmen ile yaz sonu sergi teklifi  geldiğinde eski işler hakkında, temalar hakkında konuştuk. “Ne üzerinde çalışıyorsun bu aralar?” diye sorduğunda, “2011 yılında Mars Galeri’de sergilediğim “Boş Ev” maketinin  sergisini yapmak istiyorum” dedim. Bu kabul edildi ve çalışmalara başladık. Mekânın iki katı kullanılacağı için ilk katta benim 6. Kişisel sergim olan “Boş Ev” in olmasına üst katta ise diğer 5 sergimden bir seçki olmasına karar verdik.
Yeni sergide neler olacağını az çok  biliyordum, “Boş Ev” maketi, mimari çizimler, eskizler zaten hazırdı ama bu mekânın kendisi yani fiziksel yapısı ve işlerin bu mekâna nasıl yerleşeceği de beni düşündürdü ve yönlendirdi. Sergi bağlamında alt salonda yer yer değişiklikler yaptık, yani mekânın kendisi de değişti. Bu resimleri etkiledi tabii, resimler de mekâna müdahale etti. Aslında iki kat birbirinden apayrı görülmeyebilir. Aralarında biçimsel ilişkiler kurulabilir. Serginin tamamına isim verirken “Boş Ev ve...” demek yerine sadece “Boş Ev” demeyi yeterli gördük ve bundan çok memnunum.
                                                                 

-“Boş Ev” adlı maketinizden yola çıkarak başlamışsınız sergiye. “Boş Ev” fikrinden ve bu “Boş Ev”in çeşitli bölümlerinin tuvale aktarılma sürecinden bahseder misiniz?
 2005’te yaptığım “Tapınak Resimleri”ni yapmak için maketler, küçük üç boyutlu nesneler yapıyordum.  Bu işler biraz daha malzeme değiştirerek, boyut kazanarak, üç boyutlu formlara da dönüştü. Yani aralarında böyle bir geçişlilik var. O maketi de aslında bu sergi için, bir bütün olarak değil de yap-boz gibi, lego gibi hareket edebilen bir kurguda düşünmüştüm. Sergi için verilen sürede Arter mekânı ve ev maketi arasında ilişki kurdum ve bazı fikirler gelişti bende. O da şu: Galeri mekânının da aslında maketle benzerliği var. Cephesi ince uzun bir mekân, ara katları var. Bu mekânın kendisini de maketle beraber düşünüp çalışmaya başladım. Evin bazı çizimlerini yaptım, fotoğraflar çektim, desenler çizdim. Daha sonra bunlar birbirini tetikledi. Kağıt katlamaya geçtim. Bu aslında daha önce de kullandığım bir yöntem. Bir çizgiyi çizerek değil de kat iziyle vermek. Ya da bezi katlayıp dikişle onu oraya sabitlemek. Daha sonra katlamalı kağıtlar, dikişli tuvaller, büyük boy tuvaller ve maketin kendisi ile birlikte bir seri çıktı. Onları da mekâna göre yerleştirdik. Üst kattaki çalışma ise biraz daha farklı oldu.  Aşağıdaki sergi ile ilişki kurabilecek bir düzenleme ve yerleştirme yapmaya çalıştık.
-Dedenizin İstinye evinde yola çıkarak yapmışsınız. “Boş Ev” maketini.Bu maketi  yapmaya yönlendiren neydi sizi?
2005’te “Tapınak Resimleri”nde mekân konusu ile ilgilenmeye başlamıştım. Resmin kendisi de bir mekân aslında. Bu sergide resim ve gerçek mekân arasındaki ilişkiye geri dönüyorum. “Tapınak Resimleri”nde binalar, silüetler, dıştan görünüm, arketipler ve simgesellik varken bu sefer içeriye, evin içine dönüyorum. İç-dış kavramını, boşluk kavramını sorguluyorum. Kolayca tanımlanır şeyler değil aslında bunlar. Bunları konu etmek için de bu evden yola çıkıyorum. Orijinal, nostaljik, üslubu olan nesnelerin olduğu evler, mimariler değil burada söz konusu olan; olabildiğince sadeleşmiş, o mekân fikrini hissettirebilecek, verebilecek bir yerden başlıyorum. Anonim bir şey aslında o ev. Biricik bir evden ziyade anonim odalardan, çizgilerden oluşuyor. Hedeflediğim şey aslında belirli bir yere varmak yerine onu kullanarak bir düzlemde hareket etmek, farklı bakışlarla kurulan bir mekânsallık oluşturmak.
-“Bütün resimler boştur” demenizin sebebi nedir?
Resim üzerine konuşmak tehlikeli bir şey aslında. Şöyle bir söz vardır: ”Resim üzerine konuşan sürekli özür dilemeyi göze almalı.”  Resim aslında bakışla bir anda bir kadrajı görmenizle ilgili. Söz ve açıklama onun üzerine geliyor. Yazı ve konuşma da öyle.
Bilimsel bir makale okumuştum. Uzayın boş olup olmadığını  tartışılıyordu. Mutlak doluluk, mutlak boşluk var mı? Her şey atomlardan oluşuyorsa hangisi boş, hangisi dolu?  Ben de isim koyarken bunu kullanıyorum aslında. Bir çeşit ironi olarak değerlendirilebilir. Ev dediğimizde aslında geçmişte kalan unutulmuş, terk edilmiş bir yer, bir yuva ya da ileride kurulacak bir ev, bir rüya, bir mekân geliyor akla. Aslında dolu bir şey, evin boş olması bile dolu, boş ev bile aslında boş değil. Benim yapmaya çalıştığım şey bu tartışmalı kavramları, görme yoluyla, resim yoluyla konu etmek.
-Hikâye anlatmaktan çok hikâyeden kaçma isteği isteği var resimlerinizde. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Hikâye anlatma yada anlatmama meselesi resimsel bir mesele. Rönesans’tan beri resim sanatının nasıl geliştiğine bakarsanız, bir hikâyenin üzerinden devam eder ve o hikâye değişir, gelişir. Kendi içinde bu hikâyenin devamlılığından bahsedebiliriz. Ben böyle bir hikâyenin içinden resim yapmadım hiçbir zaman.  Benimkisi kendi hikâyesini  olabildiğince azaltan, sadeleştiren ve görme yoluyla onu ima etmeye çalışan sergiler, işler oldu.
                                                                           

-Serilerinize nasıl başlıyorsunuz, nelerden etkileniyorsunuz?
Resme dönüyorum. Bazı resimlere tekrar tekrar bakıyoruz, o resimler bir şey söylemeye, göstermeye devam ediyorlar. Resimlerin içinde böyle bir derinlik ve sonsuz tekrar var. Bu figüratif resim olabileceği gibi soyut resimde olabilir, 20.yy resmi olabileceği gibi Ortaçağ resmi de olabilir. Görme yoluyla kurulan bu devamlılık hissini seviyorum. Buna geri dönüyorum. Bunlar beni heyecanlandırıyor. Kimi dönemine göre konuyu nasıl ele aldığıyla ilgili olabilir, kimi o mekâna nasıl yerleştiği ile ilgili olabilir, kimi ölçeği ile olabilir, bunlar beni çarpıyor. Onlar arasına katılmak için, onları sevdiğim için, onları anlayabilmek için kendi işlerimi üretiyorum. Yani bu işleri üretirken aslında görmeyi öğreniyorum. Yani, biri bitip başka bir şey başlamıyor. Her zamanda bunların yüzde yüz farkında değilim aslında, bana gelen o etkilerin bilincinde değilim ama o hafızanın bir yerinden çıkıyor, sonra ileride bir şeye dönüşüyor. O yüzden bunları önemsiyorum. Olabildiği  kadar iki boyutlu işler, heykel, Doğu resmi, Batı resmi gibi kompartımana ayırmadan, fakat bağlamını, derinliğini çözmek için o bilgileri de edinerek görme yoluyla bir ilişki kurmak istiyorum ve onlar aralarında konuşuyormuş gibi. Görmek için üretiyorum. Yoksa her şey  hızla tüketilen bir imaja dönüşüyor. Her şey hızla gelip geçiyor, oysa resim bir kadraj ve donmuş bir an aslında. Resme tekrar tekrar bakabiliyoruz. Kendi içinde bir zamanı ve mekânı var. Douglas Gordon’un Hitchcock’un Psycho (Sapık) filmindeki bir sahneyi çok yavaş çekimde gösterdiği harika bir videosu var. Bize filmin içindeki resimleri gösteriyor..
-Serilerinize eşlik eden dosyalar hazırlıyor musunuz?
Alıntıları, notları dosyalıyorum, onları sonra gruplamaya başlıyorum. Mesela, “Her Şey Yerli Yerinde” sergisi 2014 yılına ait. Ben çocukluğumdan beri hep İstanbul’dayım. Beşiktaş’ta, Boğaz civarında dolaşıyorum ve sergideki o anıtlar, türbeler orada hep vardı. Her gün gidip karşısında durmasam bile o anıtların  orada olduğunu hep biliyorum. Daha sonra biçimsel ilişkiler, benzerlikler, farklılıklar belirmeye başlıyorlar. Bunları kaydettiğim, sakladığım kutular, dosyalar zamanla oluşuyorlar.

                                                   

-Arada size konuyla ilgili bir soru daha sormak istiyorum, şiirin-edebiyatın resimleriniz üzerine nasıl bir etkisi var? (Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Herşey yerli yerinde” şiirinden ilham almışsınız.)
Tanpınar, Barbaros  Anıtı için bir yazı yazmış açıldığı zaman. Diyor ki; “anıtı biliyoruz ama yapan heykeltraşların isimlerini de bilelim. Bu anıt Batı sanatı gibi görülebilir ama bu heykelin içinde Mimar Sinan’dan, türbelerden, camilerden gelen bir takım etkiler, oranlar var, Mimar Sinan’ın nisbetleri var, onlar oraya sızmıştır. O gözle de bakalım.” Aslında doğu-batı meselesini de anıt üzerinden konu etmiş oluyor Tanpınar.  Tüm bu düşünsel arka planın yanında “Her Şey Yerli Yerinde” şiirinde bir dizeye dönüşmesi beni büyüledi. Böylece bu sergiye adını verdi.
-O seride başka hangi işler var?
Şişli Abide-i Hürriyet’ten başlıyor, oradan devam ediyorsunuz, Radyo Evi’nin orada şimdi olmayan Ermeni mezarlığındaki bir  anıt var, sonra Taksim meydanında ve Akbank Sanat’ın önünde duran bariyer, Beşiktaş’a indiğinizde Barbaros Anıtı, Çırağan’a giderken Güzel İstanbul Heykeli, Çayırbaşı’nda Cezayirli Hasan Paşa Anıtı kaidesi (bugün tamamen ortadan kalkmış bulunuyor) ile son bulan bir güzergah.
-Resim eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
Aslında çocukken resim çiziyordum ama ressam olma hayalim hiç olmadı. Liseden sonra mühendislik eğitimi aldım. Endüstri Mühendisliği okudum, oradaki  tasarım, üretme halini çok da seviyorum ama son sınıfta karikatür, resim, çizgi roman çizmekle başladım ve Akademi (Mimar Sinan Üniversitesi) sınavına girdim, kazanınca devamı geldi. Mühendislik eğitimi boyunca tanık olduğum farklı üretim süreçlerini, malzemeleri, teknikler de beni etkiledi. Tersaneler, Dökümhaneler, Marangozhaneler vs.
-Kağıt katlama nasıl çıktı?
 İtalyan ressam Fontana, tuvale neşterle çizikler atıyor, gerçek bir yarık oluşturuyordu. Espasın gerçek espas olması, bir yanılsama alanı olmaması. Klasik yüzeyden geriye giden yanılsama yerine yüzeyin gerçekten yırtılması. Kağıdın katlandığında oluşan çizgi izini saklaması beni yönlendirdi. “Ters Yüz” serisini  yaparken kullandığım kağıt iz yapıyordu daha doğrusu bütün izleri saklıyordu. O dönem ahşap baskılar için sorun olan bu durum bu seride kullanışlı bir teknik haline geldi. Bu sefer o izin kalmasını kullandım ve izi daha görünür kılmak, göstermek istedim. “Bahçe Resimleri”nde 2 tane dikişli tuval var, 2010 yılında yapılmışlar. Katlamayı o zamanlar bahçe alanlarını bölen çizgi olarak  düşünüyordum. Bu sergide o çizgiler mekân izlerine dönüştü.
-Sizi en çok etkileyen ressam, ressamlar kimler?
Çok var tabi, hem bizden hem de dışardan. Ama şunu söyleyebilirim. Bir resim tarihi var anlatılan, bir de işlerin kendisi var. Yani işlerin kendisini görmek, onu mekânında tecrübe etmek başka bir şey. Bu biraz süreçle ve o anda kafanızda ne olduğuyla da ilgili, onlar da etkiliyor. Bilinmeyen bir ressamın eseri de çok etkileyebilir, çok ünlü bir sanatçının bilinmeyen bir eskizi de etkileyebilir.
-Yeni çalışmalarınız var mı?
Var tabi ama bunlar nasıl sonuçlanır bilemiyorum. Bu sefer hikâye anlatma üzerine, sinema ve İstanbul üzerine.
-Son bir soru, biraz konuştuk ama eşyadan ayrıntıdan sıyrılıp sadece mekân anlatma istediğinizden bahseder misiniz?
Resmin temel meselelerinden biri mekân sorusudur. Perspektif ve üç boyut yanılsaması yanında fiziki olarak tuvalin kendisi de bir mekândır. Bunu konu etmek için bazı şeyleri azaltmak gerekiyor. Nostalji, eşyalar, nesneler, hikâyeler değil de sadece ,o odanın köşesi, ışığın vurduğu yer gibi mekânı görme yoluyla algılama ve sonra gösterilmesi. O yüzden nesneleri kenara çektim. Zaten serginin adı da “Boş Ev”.