23 Ekim 2018 Salı

Arkas Koleksiyonu'nda Post- Empresyonizm


                                                             


Yenilikçi yaklaşımlarıyla, klasik resim anlayışından 20. yy modern resim anlayışına geçişin kilit figürlerinden olan Post- Empresyonistler, Arkas Koleksyonu’ndan bir seçki ile Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde sanatseverlerle buluştu.
Post Empresyonizm, 19. yy sonlarında Fransa’da ortaya çıkmış bir sanat akımıdır. Empresyonistlerin ışığın ve rengin doğal tasvirine olan ilgisine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 19. yy’ın ikinci yarısında, modern anlayışla şekillendirilen şehirlerin ilk örneklerinden olan Paris, sunduğu sosyal ve entellektüel ortam ile geleneksel resim anlayışının çizdiği sınırların dışına çıkmayı hedeflemiş cesur sanatçıların ilham ve etkileşim merkezidir. Resmin ifade biçimlerini zenginleştirme çabasına ivme kazandıran Empresyonist kuşağın Fransız resim sanatını ulaştırdığı yeni hareket Post-Empresyonistler’in başlangıç noktasıdır.  İlk akla gelen en önemli temsilcileri; Paul Cézzanne(1839-1906), Paul Gauguin(1848-1903) ve Vincet van Gogh(1853-1890)’tur. Bir grup oluşturmazlar. Terim ilk kez, Roger Fry tarafından, 1910 yılında Grafton Galeri’de açılan  sergiye verilen “Manet ve Post Empresyonistler” başlığında kullanılmıştır.
                                                            

1880’lerden 1900’lere uzanan süreçte, sanatsal belleklerini bilim-felsefe-edebiyat dünyasının güncel fikirleriyle besleyen genç ressamlar, kişisel ve benzersiz bir tarz arayışı içinde, ruh ve düşünce dünyalarını desen ve renklerle yansıtmanın birbirlerinden farklı yöntemlerini geliştirdiler. Ortak dertleri, resmi kendilerinden önceki nesillerde kemikleşmiş olan dış dünyayı objektif gerçekliğe en sadık şekilde resmetme eğiliminden koparmak ve sanatçının yaratım sürecinde duyum ve düşüncelerini ön plana çıkarmak oldu. Amaç; iç dünyasında yarattığı gerçekliği, kısaca kişisel bakış açısını, tuvale yansıtmak oldu.
Post Empresyonistlerin genel özellikleri olarak içe dönüklük, doğanın değil kendi gerçeklerini yapmaları, renk ve forma çok önem vermeleri, yalın, ayrıntısız olmaları, Japon resim sanatından etkilenmeleri, ilkel sanatı resme sokmaları, geniş lekeler kullanmaları sayılabilir.
Resme kendi hayal güçlerini katarak resim sanatına farklı bir boyut getirmişlerdir. Her resim her tuval önünde yeniden başlar ve duyguları ile doğrudan boyanır.
                                                              

Arkas Koleksiyonu’na yıllara yayılan titiz bir araştırma, büyük gayret ve yatırımlarla kazandırılan Post-Empresyonist eserler sadece Fransız ressamları değil, Paris’ten yayılan fikirlerin etkisiyle modernist yaklaşımı benimseyen ve bunu kendi kültürel ögeleriyle harmanlayan pek çok Avrupalı sanatçıyı temsil ediyor. Pierre- Auguste Renoir, Louis Anquetin, Maxime Maufra, Théo van Rysselberghe, Paul Sérusier, Suzanne Valadon, Edouard Vuillard, Leo Putz, Louis Valtat, Maurice de Vlaminc, Kees van Dongen, André Detain, George Braque ve André Lhoté ziyaretçilerin yapıtlarını görme imkânı bulacakları sanatçılardan sadece birkaç tanesi. Sergi 6 Kasım tarihine kadar sanarseverler tarafından izlenilebilir.
20 yıldan uzun süre önce koleksiyon yapmaya Türk resmi ile başladığını söyleyen Lucien Arkas, “Sanatın merkezi, resmin merkezi Fransa’da araştırmalara girdik. Fransa’daki ressamların da bizim koleksiyonumuza eklenmesi gerektiğini düşündük. Bütün eserlerimiz bunlar değil, bu belirli bir zaman dilimini içeren bir seçki” dedi.


22 Ekim 2018 Pazartesi

Zeynep Akgün "Neredeyse" Sergisi


                                                         



Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü Mezunu olan ve 3. kişisel sergisi “Neredeyse” ile sanatseverlerle buluşan Zeynep Akgün’ün sergisi Karaköy’de Galeri 77’nin yeni açılan mekânında 4 Kasım 2018 tarihine kadar izlenilebilir.
-“Neredeyse” sergisi için, “kadın kimliği ve varoluşuna bakış” diyebilir miyiz? Neler bekliyor izleyiciyi ‘Neredeyse’ de?
‘Neredeyse’de göz alıcı parlaklıklarıyla ilk bakışta bizi de etkileyen devleşmiş parti süsleri ve bu ucuz nesnelerin kıskacındaki kadınlar var. Kadının arada kalmışlığı ve kendine tanımlanan alandan ‘neredeyse’ kurtulma durumu var. Yani aslında o kritik karara ve ‘o an’ a odaklanan resimler bunlar. Bir anlamda farketmenin ve durumu değiştirmenin ilk sinyalleri.... Sergide toplam oniki iş yer alıyor, dokuzu bahsettiğim ‘neredeyse’ anlarına cevap arıyor. Üç tanesi ise daha önce pek denemediğim ama boyarken keyif aldığım büyük boyutlu kadın portreleri... Kompozisyonların bilindik tekniksel ve biçimsel  dertlerinin yerine ifadeye takılmak, bize dik dik bakan gözlerle yüzleşmek gibi insani durumları dert edinen işler diyebilirim bu portreler için. 
                                                        

-Doğa ve mimari planlar içinde çeşitli hareketlerde gördüğümüz kadın figürleri hakim sergilenen resimlerde. Kadın figürünü merkeze koyma sebebiniz nedir?
Son resimlerimde soyut atmosferlerin yerini daha belirgin mekanlar aldı. Bu mekanların çoğu birbirinin içine karışmış katmanlardan,  düşsel ve gerçekçi görüntülerin geçirgen birlikteliğinden doğuyor. Sisler içinde eriyen doğa var,  keskin hatlarıyla tanımlanmış  mekanlar var. Flu alanlar ve sert planlı formların biraradalığından doğan gerilimli espaslar var. Bu gelgitli, müdahaleci ve saldırgan espasta kadını merkeze alıyorum, hayatta olduğu gibi.....
-Eselerinizde örtülü anlatım yolunu kullanıyorsunuz. Örtülü anlatımı ve bunu seçme nedenlerinizi öğrenebilir miyiz?
Örtülü anlatım sembolizmin ifade yollarından biri ve daha çok sezgilerle kavranan bir anlatım biçimi. Vermek istediğiz etkinin dolaylı yoldan anlatımı sözkonusu...Bu yönüyle izleyiciyi zorlayan ve resmin etkisini arttıran bir ifade biçimi. Bu sebeple, bana göre daha değerli ve kalıcı olduğundan tercih ediyorum. Resimdeki kurguyu sezdirmek, duyumsatmak istiyorum.
                                                                   

-Arada kalma, sıkışma, kapana kısılma gibi durumları ele alma nedeniniz ve bunları işleyiş tarzını anlatır mısın?
Günümüzün kaotik ve zorluklarla dolu atmosferinde çoğu kez  içinde bulduğumuz, hemen hemen herkesin hissettiği durumlar bunlar, pespembe bir hayat yaşamıyoruz. Her yönüyle bizi zorlayan, kimi kez yaşama sevincimizi kaybetmemize kadar varan, kontrolümüz dışında pek çok olay yaşıyoruz. Yaşadıklarımız da türlü şekillerde üretimimize yansıyor. Ben de ‘Neredeyse’ resimlerinde bu durumlara odaklandım ve kendi resimsel dilim çerçevesinde kadın ekseni üzerinden yorumladım.
-Çalışmalarınızda konuları nasıl belirliyorsunuz?
Ben devamlı resim yapan biriyim, proje odaklı çalışmıyorum, dolayısıyla resim yapma sürecimde süreklilik hakim. Konularım da bu süreklilik içinde doğal olarak beliriyor, gerek toplumsal gerek kişisel olarak yaşadıklarımız farklı dozlarda da olsa resimlerin konularında etkili oluyor. Değişmeyen şey ise figür, insanı anlamak, anlatmak...
-Son olarak eserlerinizde kendi dilinizi oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?
Bir ressamın kendi dilini oluşturması elbette ki çok önemli, ama bazen tehlike de yaratabiliyor, resimlerde  tekrara düşmek gibi....  dolayısıyla değişime açık olmak gerek. Yaptığınız işte samimi olursanız, genel geçer modalara kendinizi kaptırmadan süreklilik sağlarsanız diliniz zaten oluşur. Etrafımızda o kadar çok imge borbardımanı var ki,  bu görsel fırtınaya kapılmamak için kendini tanımak ve sana özel olanı korumak önemli.


Onu Görmeye Gittim


                                                              


Orta Akdeniz’in kalbi Malta’dan Akdeniz Sıcaklığındaki Öyküler “Onu Görmeye Gittim”
Kalem Ajans’ın Türkçe’de yeterince yer bulamamış dillere ve ülke edebiyatlarına ağırlık vererek “Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü” olarak adlandırdığı  projede  dünyanın yedi ülkesinden yedi kısa öykü kitabı seçilmiş. Çalışmada “Bir edebiyat köprüsü inşa ediyoruz” mottosuyla  yola çıkılmış ve ülke edebiyatlarının tanıtıldığı bu seride bütünlüğü yakalamak için çizerlere de yer verilmesi düşünülmüş. Her kitabın kapağı için o ülkenin çizeriyle çalışılmış. Böylece kitabı elinize aldığınızda, kapaktan öykülere kadar o ülkenin genç yetenekleri ile karşılaşıyorsunuz.
“Onu Görmeye Gittim” bu proje kapsamında Mehtap Gün Ayral’ın çevirisi ile İngilizceden dilimize kazandırılmış. Kitabın aslı Maltaca yazılmış olmasına rağmen Maltacadan Türkçeye çeviri yapacak bir çevirmen bulunamadığından projede köprü dil kullanılarak çevrilen tek kitap “Onu Görmeye Gittim” olmuş. Malta Edebiyatı’ndan örneklere Türkçede çok rastlanmadığı için Malta Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden Pierre J. Mejlak’ın Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül kazanan bu kitabı Türkçeye kazandırılmış.
Mejlak, Akdenizliliğin hissedilir sıcaklığı, keskin gözlem gücü ve insanların farklı ruh hallerini gösterme becerisiyle iyi bir yazar olduğunu kanıtladığı kitapta karakterlerin çeşitliliğine hayran olmamak elde değil. Geçmiş ile geleceğin, hayal ile gerçeğin tam olarak neresinde olduğuna karar veremeyen karakterlerin öykülerini okuyoruz Mejlak’ın kitabında.  Orta Akdeniz’in tam kalbinden, Malta Adaları’ndan hikâyeler anlatan Mejlak’ın yazılarında göç, ölüm, hatıra, ev kavramı önemli yer tutuyor.
1982 Malta doğumlu olan ve 2010’dan beri Brüksel’de yaşayan, Pierre Mejlak, gazetecilikten, dergiciliğe, editörlüğe, ve yayıncılığa kada bir çok işte görev yapmış.  Çok sayıda ödül sahibi olan Mejlak’ın hikâyeleri İngilizce, Fransızca, Katalanca, Arapça, İspanyolca ve İtalyanca dahil pek çok dile çevrilmiş.  
Maltacadan İngilizceye Antonie Cassar ve Clare Vassalo’nun, İngilizceden Türkçeye Mehtap Gün Ayral’ın çevirdiği “Onu Görmeye Gittim”in Yayın Yönetmeni Nermin Mollaoğlu, Yayın Koordinatörü Hazal Baydur. Önsözünü “Şaşaalı Karanlık” başlığı altında Sinem Sal kaleme almış.
“Ütü Masası”, “Onu Görmeye Gittim”, “Karga”, “Elçi”, “Onun Kokusu”, “Samira’ya Seslenmek İstiyorum”, “Hükümet Darbesi”, “Yabancı”, ” Zeka Küpü ve Kız”, “Papağan Çığlığı”, “Narlı Ev”, “Bu Son Yazın, Amy”, “Nuria Angels Barrera” olmak üzere on üç öyküden oluşan kitapta birbirinden farklı karakterlerle, tanıdıklarımıza hatta kendimizle karşılaşıyoruz, cenaze evlerine, hastane koridorlarına gidip, geçmişinden kurtulmaya çalışan kaçakçıların yol arkadaşı oluyoruz.
Öykülerde, bir karganın  genç bir çiftin ilişkisi seyrini değiştirdiğine, genç bir çocuğun  yanmış kibrit çubuklarıyla arkadaşlık edişine, bir kadının kocasının  ölüm haberini eve gelen bir polisten öğrendiğinde hiç olmadığı kadar rahatlamasına, ütü masasından kurtulmak isteyen adamın yaşadıklarını,  ölmekte olan bir babanın  oğlunu mazide kalmış aşkının küllerini bulmak üzere çıkardığı yolculuğa tanıklık ediyoruz. Geçmiş ve gelecek, iç ve dış, hayal ve gerçek arasında yaşayan insanların öykülerini okuduğumuz “Onu Görmeye Gittim” Kalem Kültür Yayınlarından 2018 yılında basılmış.
Önsözden; “...Daha sonra küpe sol avucunda, zar zor kapı kasasına yaslanıp, gitme vaktinin geldiğini anlayarak ayaklanan misafirlerin ellerini sıkarak görevin yerine getirdi ve onları yolcu etti. Geçirdiği her kadını öperken kulaklarına bakıyordu.
Ve böylece her bir kulak, uzun gecelerde, hiçbir sırrı ifşa etmeye niyetli olmayan bir yatakta uzanırken, birinin ona anlatmasının özlemini çektiği birer öyküye dönüştü.”
Sonsözden; “... Kadın kahverengi ceketinin cebinden şeker paketini çıkarır ve muzip bir tavırla, bak ne getirdim, diye fısıldarken, adam ona kendisini utandırdığını söyledi. Sonradan çok parfüm sıktığı, bu yüzden başına ağrılar girdiği, bütün gece hapşırttığından yakınmasının da sebebi buydu. Yine sonrdan arabada adam suskundu, bir yerde durup çok sevdiği sıcak çikolatadan içmek ister mi diye kadına sormadı bile. Bunun yerine elli kilometre sabit hızla, tek kelime etmeden doğruca eve sürdü. Ve annesinin ölümünden sonra kendini bir başka ıstıraplı güzel anıdan kurtardığını düşünerek yatmaya gitti.”

11 Ekim 2018 Perşembe

GÜNDÜZ GÖLÖNÜ – KAZI RESİM


                                                

Gündüz Gölönü (1937-2014) bu sergide; hayatı, sanat yaşamı, Türkiye’de ve ABD’ de yaptığı yaptığı özgün baskı ağırlıklı yapıtlarından ve art booklarından, serginin küratörü Marcus Graf tarafından önemli bir kesit seçilerek hazırlanan kapsamlı bir içerikle 22 Kasım 2018 tarihine kadar izleyici ile buluşuyor.
 Marcus Graf sergiyi kısaca şöyle değerlendirmekte.”Kazı resim, Gündüz Gölönü’nün 1960’ların sonundan 1990’ların ortasına kadar ürettiği baskı işlerine odaklanıyor. Bu retrospektif sergi, sanatçının süsleme ile anlatı, gelenek ile çağdaşlık, geleneksel İslam sanatı ile Minimalizzm, Op-Art gibi Batı’daki modern hareketlerde bulunan dekoratif unsurları biribirine anasıl bağladığına dair muazzam bir hikâye anlatıyor.”
                                                        

Evrim Altuğ ise yazısında sanatçının yapıtlarıyla ilgili şunları söylemekte: “Gündüz Gölönü (1937-2014) yapıtlarını birer taşıyıcı araç-medium olarak görmekten hiç vazgeçmez. İmgeye bu sorumlulukla yaklaşır, ilettiği bilginin çok sesli ve mümkün olan en derin ve uzun ömürlü imasını, sanatın çoksesli anlatım olanaklarıyla, esnek bir tavırla araştırır. Sanatçı  dilin ve ele aldığı kavramların semantik arkeolojisini Sümer ve Latin, Eski Yunan, Arapça ve Eski Türkçe, Osmanlıca, İngilizce gibi birçok dili akustik ve yazınsal refkatiyle, plastik olarak da heterojen karakterdeki eserlerinin tabakalarına sindirir. Çalışmalarında yer, deniz ve gök haritalarının o evrensel kâşif-karakteri de varlık gösterir. Hem siyasi, hem coğrafi anlam haritalarıdır bunlar.
Sergi, 3 Ekim – 22 Kasım 2018 tarihleri arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde sanatseverler tarafında izlenilebilir.
Gündüz Gölönü’nün sanatı tarihe dayalı bilimsel araştırmalardan yola çıkar. Dil ve etimoloji ile ilgilidir.Gölönü’nün yaptığı sanatta görsel elemanların çoğunluğu amblemler ve harflerden meydana gelir.
                                                  

GÜNDÜZ GÖLÖNÜ: 1937’de Çanakkale’de doğdu. 1961 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun oldu. Devlet bursu ile 1968’de Paris’e gidip William Stanley Hayter atölyesinde renkli gravür teknikleri öğrendi. Aynı sene, New York’un Pratt Grafik Enstitüsü’nde burs alarak ipek baskı teknikleri çalıştı. 1974 yılında İstanbul’a döndü ve profesörlük ünvanı aldı ve 1979 yılına kadar Akademide ders verdi. 19792da Amerika’ya tekrar gitti . St. Catherine Üniveristesi’nde davetli sanatçı olarak çalıştı. Sonraki yIl California’ya taşınıp, Atelier 17’den yetişen sanatçılar kurduğu Kala Art Enstitisü’nün üyesi oldu ve orda renkli baskı teknikleri öğretti. 25 yıl sonra Türkiye’ye dönerek Yeditepe ve Işık Üniversitesi’nde ders verdi.


10 Ekim 2018 Çarşamba

Hikmet Hükümenoğlu ile "Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri" üzerine

                                                

“Kar Kuyusu”, “Küçük Yalanlar Kitabı”, “47 Numaralı Kamara”, “04:00” ve “Körburun”isimleri romanlarından ardından ilk öykü kitabı “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”  ile edebiyatseverleri ile buluşan Hikmet Hükümenoğlu ile mini bir röportaj gerçekleştirdik.
-“Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”; “Arıların Yön Duygusu”, “Mersedes 80”, “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”, “Sumru, Cemre ve Ben”, İki Kişi Bir Bavula Sığmak Zor”,”Hudut”, “Siyah Atlarla Geldiler” ve her hikâyeden sonra yer  alan Aşk Öyküleri- No.1, No.2, No.3, No.4, No.5,No.6  olarak adlandırdığınız altı kısa metinden oluşuyor ve sizin ilk öykü kitabınız. Tema olarak aşka ağırlık verme ama aşkın sonu mutsuzluğa giden tarafını tercih etme nedenlerinizi öğrebilir miyiz?
Böyle bir tema seçmemin sebebi kendimi biraz zora sokmaktı aslında. Romantik edebiyat, okur olarak da yazar olarak da çok ilgimi çeken bir tür değil. Romantik olmayan aşk öyküleri yazmak nasıl olur, onu denemek istedim. Sorunuzun ikinci kısmı ile ilgili şöyle bir düşüncem var: Aşkın sonu mutluluk olsa, aşkın sonu olmazdı.
-“Körburun” adlı romanınızı öykü olarak  yazmaya başladınız ama sonrasında bayağı hacimli bir roman olarak okuyucunun karşısına çıktı. “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”için nasıl bir yazma süreci gerçekleşti?
Çok daha kısa sürdü ama çalışma temposu olarak pek farklı değildi. Ancak öykülerin romanlara kıyasla farklı bir ruh hali var, daha yalın, daha az matematiksel. Bu da elbette yazma sürecine yansıyor. Kendimi daha özgür hissettiğimi söyleyebilirim. Öyküyle novella arasındaki sınırı zorluyor ama bence Alice Munro, müthiş yetenekli bir yazar.
                                                               

-Öykü yazma nedenlerinizi  ve yazar olarak öykünün hayatınızdaki yerini, en sevdiğiniz yazarları ve öyküleri öğrenebilir miyiz?
Öykü yazmayı, roman yazmaktan ayrı tutmuyorum. Birini neden yapıyorsam diğerini de aynı sebeple yapıyorum: Çok sevdiğim için. En sevdiğim öykü yazarları, Sait Faik Abasıyanık, Mahir Ünsal Eriş, Behçet Çelik ve Alice Munroe. Daha onlarca isim sayabilirim.
-Hikâyelerinizdeki gizli mizah, altı kalın kalın çizilmeyen ama hiçbir fırsatın da kaçırılmadığı minik dokundurmalar okuyucuyu etkisi altına alıyor. Eski kocasını bir kafede yanında bir kadınla görüp çok önemli bir toplantıya geç kalan gizemli bir kadın, iki oğluna arı izleme görevi veren çapkın bir baba, yabancı bir kadın gazeteciyi sınır kentindeki bombalanmış otel odasında alıkoyan bir adam, siparişle yaptığı pastaların içine minik yazılar koyan Faik Bey, kullandığı Mercedes’e takıntılı bir şoför öykülerinizdeki  kahramanlardan bazıları. Aşkın farklı yönlerini farklı karakterlele anlatıyorsunuz. Sizin için nasıl bir öykü kitabı “Aşka İnamayanlar İçin Aşk Öyküleri”? Hikâyelerin aralarına koyduğunuz kısa metinlerin hikâyesini de öğrenebilir miyiz?
Başından sonuna kadar bir ilişkiyi anlatırken metni ne kadar kısaltabileceğimi merak ediyordum. O minyatür ‘aşk öyküleri’ öyle ortaya çıktı.
-Aşktan devam edersek sizi en çok etkileyen edebi aşklar hangileri?
Anna Karenina. Rakipsiz. 

8 Ekim 2018 Pazartesi

Burhan Sönmez "Labirent"



                                 
 
Burhan Sönmez, KuzeyMasumlar  ve İstanbul İstanbul  ile Türkçe edebiyatın içinde kendine yer edinmiş önemli yazarlarımızdan.  Dördüncü kitabı Labirent, İletişim Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluştu. İntihar etmek isteyen bir müzisyenin hikâyesini konu edinen Labirent’te geçmişle bugün içiçe geçiyor, toplumsal bellekle kişisel bellek birbirine karışıyor. Kendine has edebi dili ile okura yeni bir dünya kuran, yurt içi ve yurt dışında bir çok ödül kazanan  Burhan Sönmez’le son kitabı”Labirent” ve edebiyat üzerine söyleşi gerçekleştirdik.
-Ana karakter Boratin’in, hafızasını kaybetmesiyle başlayan roman ilerledikçe diğer karakterler de teker teker romana dahil oluyor. Boratin’in hikâyesi nasıl başladı, yazma sürecinde neler yaşadınız?
Yeni her kitapta olduğu gibi, ana fikrin peşinden gitmenin heyecanı, yavaş yavaş ayrıntılara yoğunlaşmaya dönüşür. Her ayrıntıda değişen fikirler, romanın akışını da değiştirir. Bu açıdan, Labirent, yazmayı istediğim roman olarak başladı ve yeni bir roman olarak bitti. Bu iki yan –bir paradoks halinde- iç içe geçer.
-Romanda geçmişle bugün içiçe geçiyor. Okur hem Boratin’in geçmişini, hem de kendi vicdanını arıyor. Hatıra, hafıza ve  vicdanın izinin sürüldüğü bir bulmaca olarak değerlendirebilir miyiz “Labirent” i, neler söylersiniz?
Herkes farklı yorumla okuyabilir, ama sizin sorduğunuz soru, benim aklımdan geçenlere yakın. Bunun muhasebesini yazar olarak tabii ki ben yapamam, çünkü yarattığım karakter (Boratin), birçok açıdan benden farklı biri. Ben daha çok onu tanımaya ve onu göstermeye çalıştım, pek çok yerde onunla aynı duygulara sahip olmasam da.
-“Labirent”te de diğer kitaplarınızda olduğu gibi karakterleriniz değişik isimlere sahip. Bu isimleri seçme nedeniniz nedir?
Bunun belirgin bir nedeni olduğunu söyleyemem. Sadece, nedenini bilmediğim bir istek bu, her romanda isim yaratmayı  seviyorum.
                                                          

-Bir insanın intiharının başarısız olması ve uyandığında neden intihar ettiğini hatırlamaması yeni bir başlangıç şansı olarak değerlendirebilir mi? Hafıza insanın zindanı olabilir mi?
İşte bunun cevabını bilmiyorum. Siz buna bambaşka bir cevap verebilirsiniz. Ben ise kendi cevabımı makale gibi yazmak yerine, Boratin adındaki birinin cevabını aramaya ve anlamaya çalıştım.
-Romanda baskın olarak kullandığız bir de müzik türü var, Blues. Buna nasıl karar verdiniz?
Düşünüp farkı tercihler arasından seçmedim blues’u. Daha baştan o vardı zaten. Blues sesi taşıyan bir roman yazmayı eskiden beri istiyor, tasarlıyordum.
-Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2011 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne değer görünen en genç yazar ünvanı sizin. Ödül almak, ünvanlar yazı yolunuzu nasıl etkiliyor?
Tek etkisi, herhalde, yazara daha çok çalışma isteği aşılaması. Başka bir etkisi olduğunu sanmıyorum.
-Son olarak sormadan bitirmek istiyorum röportajımızı, İstanbul’un, edebiyatın ve coğrafyamızın durumunu ve romanlarınız üzerlerindeki etkilerini öğrenebilir miyiz?
Gizli başkentler vardır hayatta. İstanbul da bu toprakların gizli başkentidir, hem edebiyatta, hem de sanatın diğer alanlarında. Yollar buraya çıkar. Herkes ona kendini rengini vermeye çalışır. Ben de kendimce öyle yapıyorum.


Daniele Sigalot "İmparatorluklar Öncesi"


Daniele Sigalot’un İstanbul’daki ilk solo sergisi,  “İmparatorluklar  Öncesi”  Anna Laudel Contemporary’de açıldı. Kağıt algısı yaratan alüminyumdan yapılmış uçak enstalasyonları ile tanınan Sigalot, çalışmalarında gerçek-imge arasındaki zıtlığı yansıtmayı amaçlıyor.
                                                       

Roma doğumlu olan sanatçı, İstanbul ve Roma arasında –ikisininde tepe üzerinde kurulmuş olması, imparatorluk köklerinin olması- gördüğü benzerliklerden, bağlardan yola çıkarak serginin ana temasını belirliyor ve bu tema üzerinden, bu fikirle ürettiği işlerinden oluşan sergiyi hazırlanmaya başlıyor. Serginin sanatçı için diğer bir önemi de İstanbul’da ürettiği işlerin sergide yer alması. Bu sanatçı için çok önemli. Çünkü burada üretirken işle farklı bir bağ kuruyor. Diğer türlü atölyede üretiyor ve sergilenecek olan ülkeye, mekâna gönderiyor.  İstanbul’da yaptığı işlerde galeri ile kurduğu güzel iletişimin de olumlu etkisinin çok fazla olduğunu belirtiyor Sigalot.
Barcelona, Amerika, Berlin,Londra başta olmak üzere pek çok ülke ve şehirde yaşamış olan sanatçı uzun yıllar, profesyonel olarak uluslararası reklam sektöründe çalışmış ve  reklam dünyasının dilini ustaca kullanarak, son on bir yıldır zamanımızın duygularını yansıtan, süprizli işler üretiyor.
                                                 

Tamamını İstanbul’daki atölyesinde iki ayda ürettiği büyük ölçekli enstalasyonlarından biri olan “Olabilecekken Olmayan Her Şey Şimdi Oldu”  da sanatçı, alüminyum malzeme kullanılmış ve buruşturulmuş kağıt görüntüsünde 350 kg ağırlığında. Uzun süre reklem ajansında çalışan Sigalot, işi gereği pek çok kötü fikir üretmiş. Yarattığı kötü fikirleri temsilen yarattığı iş olarak değerlendiriyor eserini ve eserin devamı niteliğilinde olan işlerini de  başarısızlığı başarıya dönüştüren işler olarak anlatıyor.
                                         

Sergide dikkat çeken diğer bir eser, dijital bir zaman sayacı olan “ENOUGH- YETER”.  Günümüze ulaşmış tüm ölümsüz yapıtlara atıfta bulunuyor sanatçı bu eserle. Sigalot, Berlin’deki atölyesinin  etrafında diğer sanatçı atölyelerininde bulunduğu ve arkadaşlarının zaman konusunda çok endişeli olduğunu söylüyor. “Boyanın ömrü 2-3 “ diyorlar mesala, “sen ürettiğin işin ne kadar yaşamasını istiyorsun” diye soruyorum ben de diye ekliyor sanatçı ve genelde ölümsüz olmak istedikleri için bu soruya cevap vermediklerini belirtiyor. Sonra bu soruyu kendine sormuş Sigalot ve alçak gönüllü olarak “bin yıl yaşasın” diyerek cevaplamış sorusunu.  O esnada ne üretebilirim diye düşünmüş ve bin seneden geriye doğru sayan sayım enstelasyonunu tasarlamış.  Sanatçının espirili bir yaklaşımla, kendi sanatının ölümsüzlüğü için kafi gördüğü, 3016 yılından günümüze dek, geri sayıma devam edecek bu çalışma. Bu hikâye bilinmezse izleyici eseri gördüğünde “Yeter” onun için neyi ifade ifade edeceğini merak ediyor Sigalot.
                                                 

Sanatçı da ayrı bir yeri olan sergide  satılık olmayan tek iş ”Bu kalemin yalnızca iyi fikirleri vardı” çalışması. 2010 yılında hayatında pek çok şeyin kötü gittiği bir yılmış. İş görüşmeleri yapmaya devam ettiği bir gün farklı bir mağaza görmüş. Eski tarz özel olan bu mağazada çeşitli kağıtlar ve kalemler satılıyormuş. Tezgahın arkasında duran yaşlı adama “iyi fikirler üreten bir kaleminiz var mı” diye sorduğunda bu kalemi göstermiş yaşlı adam. Gerçekten de öyle olmuş, iyi fikirler üretmiş bu kalemle. Çok iyi işler almış, yedi kere başka şehirlerde kalemi kaybetmiş Sigalot ama her defasında geri gelmiş kalem.
Çok farklı şehirlede yaşayan sanatçı, şehirlerin insanlar üzerinde çok etkisi olduğunu ve bunu da işlerine yansıtmak istemiş Sigalot. Paslanmaz çelik üzerine işlenmiş ayna efekti yaratmış  sanatçı. Ayna efektini haritalarla birleştirerek , şehirlerin insanlar üzerindeki etkisini vermiş. Eserin önüne geldiğinizde Roma’da, İstanbul’da portreleriniz beliriyor. İnsanın, geçmişinde ve bugününde kültüre bıraktığı izlerden yola çıkan sanatçı, şehirlerin silüetini, altın kaplama ve paslanmaz çelik haritalarda görselleştirir.  Haritalar, şehirlerin ne gerçek hafızalarıdır.Şehirlerde kendi yansımalarımızı gördüğümüz gerçeğinden yola çıkan sanatçı, ayna etkisi verecek şekilde işlenmiş İstanbul ve Roma haritalarında, kendi portrelerimizi izlemeye davet eder. Kimliğimiz ve yaşadığımız yer arasındaki bağı sorgular.
Sergide yer alan alüminyumdan yapılmış “kağıt uçaklar” sanatçının adeta imzası niteliğinde. Bu uçaklar her kıtada her çocuğa ait olabilecek, düş gücü ve yaratıcılığa ait bir simge olarak düşünülebilir. Çocukça görünen bir sembol ciddi bir işe dönüşür.
 Daniele Sigalot’un malzeme seçimi, izleyiciyi oyuna davet eden sezgisel bir keşif içerir. Kartondan alüminyuma, mozaikten dijital gösterimlere, çizimden resme, geniş bir yelpazede malzeme ve benzersiz teknik kullanımıyla, Sigalot’un günümüzün zıt duygularını yansıtan 30’da fazla çalışması 26 Ekim 2018 tarihine kadar Anna Laudel Contemporary’de sanatseverler tarafından izlenilebilir.

7 Ekim 2018 Pazar

Güdü/El Autor


                                                           



Yönetmenliğini Manuel Martin Cuenca’nın yaptığı Güdü/ El Autor,  İspanya- Meksika ortak yapımı. Hikâye 2017 yazında Sevilla’da geçiyor. Noterde çalışan-avukat  Alvaro, üç yıldır yazarlık atölyelerine katılmaktadır  ve en büyük hayali edebi bir kitap yazmaktır. O büyük bir çaba içerisinde yazmaya çalışırken eşi Amanda bestseller  kitap yazar ve ödüller alır. Hayal gücünden yoksun olarak tanımlayabileceğimiz Alvaro, eşi tarafından aldatılınca başka bir daireye taşınır. Devamlı yazma halinde olan ve diğer büyük edebi eserlerden ilham almaya çalışan  yazar adayına atöye hocası şu cümleyi kullanır:
“Kitaplar okumak için yazılır. İlham almanız için yapmanız gereken yaşamak, kahrolsun yaşayın! Gözlemleyin, dileyin.”
“Dışarı çık, hikâyeler ara” diyen hocasının yönlendirmesi ile işe yaşadığı apartmandaki komşuları ile başlar. Ama yaptığı onları gözlemlemekten çıkar ve yazacağı romana ilham sağlamak için onların hayatlarını istediği gibi yönlendirmeye başlar.
Atölyeden yazarlık üzerine notlar;
-Hikâyenin ana kısmı ne?
-Yaşamak, gözlemlemek, dinlemel, araştırmak, aramak
-Diyalog, ifadeler, sesler
-Karakter yazmanın ne kadar zor olduğu
-Doruk noktası – çatışma
Atölye hocasının, “yazar olacak kadar cesur değilsin” sözü üzerine Alvaro, bu uğurda taşındığı apartmanda kapıcılık yapan bayanla başlayan önce arkadaşlık sonra sevgililik ilişkisini kullanarak diğer komşularının -asker emeklisi ve Meksika’dan göç  eden çift- hayatlarını romanına malzeme olacak şekilde yönlendirmeye başlar. Sonu tam istediği gibi olmasa da iyi hikâyeler çıkarır.
Benim için filmin en güzel sahnelerinden biri yazdığı bölümü print olarak aldığı alda onları eline alıp koklaması oldu.
Javier Gutıérrez ve Maria Leon’un başrolerinde oynadığı film duyguları yansıtma, çekim açıları  açısından bir festival filmi izliyormuşsun etkisi veriyor.