6 Eylül 2019 Cuma

Mevsim Yenice ile Söyleşi


                                                           


Üniversitede fizik eğitimi almışsınız. Yazı ile ilişkiniz nasıl başladı? Neydi sizi bu yola yönlendiren?

Edebiyata bu kadar ilgili olmama rağmen, bir şansım daha olsa akademik bir sıkıntıya dönüşmesinden korktuğumdan üniversitede edebiyat eğitimi almak istemezdim. Bu nedenle üniversitede fizik eğitimi almış olmaktan hiç pişmanlık duymadım, kendim, hayata ve olaylara başka bir boyutta bakabilme ve yapabileceklerimin sınırıyla ilgili çok şey öğretti fizik eğitimim.

“Yazmak” hayatımda ilk-orta okul dönemlerinden bu yana hep vardı aslında. Fakat her şeyi bir kenara bırakıp buna odaklanma fikri bir türlü mümkün olmuyordu. Daha sonra 2014 yılının başında -birkaç yıldır çalışmıyordum- yıllardır çeşitli sebeplerle ertelediğim şeyi yapmak için yola koyuldum. En güçlü motivasyonum mevcut durumumu avantaja çevirmeye çalışarak yeni bir şeyler keşfetmekti.



“Bilinmeyen Sular” son öykü kitabınız.  Okuru neler bekliyor “Bilinmeyen Sular” da?

Aidiyet kavramını on öyküde, farklı farklı hikayeler ve karakterler, meseleler üzerinden inceleyerek, yıkıp tekrar inşa etmeye çalıştım. Hiçbir yere gidemeyeceğini bilmesine rağmen gidecekmiş gibi davranmayı sürdürenlerin, pes etmediği için başkalarına dönüşenlerin, kendini başka birinin fotoğrafına ait hissedenlerin kendince mevcut durumlarıyla başa çıkabilmek için oynadıkları oyunlara davet ediyorum okuyucuyu birlikte oynayabilmek adına...

 “Bilinmeyen Sular” on öyküden oluşuyor ve öykülerinizin müzik ve resimle olan bağları okuyucuda farklı bir etki yaratıyor. Her bölümün başında Pink Floyd’dan alıntılar var. Müzik ve resimle olan ilişkinizi ve bunların öyküleriniz üzerindeki etkilerini öğrenebilir miyiz?

Farklı sanat dallarından çok beslenen biriyim. Çok etkilendiğim bir tablonun karşısına geçip, orada etkilendiğim bir figür ya da ışık yansıması karşısında, ben bu duyguyu kelimelere nasıl dökerim diye düşünüyorum mesela. Bir şarkının aynı yerindeki tek bir kelimenin tonlaması beni yıllar yılı aynı yerden vurabiliyor, o hissin metindeki karşılığı nedir diye kafa yoruyorum. Bir  okur olarak da metnin içinde farklı sanat dallarının yansımasını görmeyi seviyorum.
                                                                  

2015 yılında “Açık Artırma” öykünüz altKitap Öykü Yarışması’nda birincilik ödülünü aldı. O tarihten itibaren yazılarında ve kaleminizde neler değişti?

Kendim adına bu tip sorulara cevap verebilmek epey zor, nelerin değiştiğini daha dıştan bakan bir gözün daha net tartabileceğini düşünüyorum. Öte yandan ben kendi adıma yapmak istediğim şeyi şöyle özetleyebilirim; yazdığım her yeni öyküde, bir önce yazdığım metnin üzerine yeni bir tuğla, katman inşa ederek ilerlemeye çalışıyorum. Becerebiliyorsam ne mutlu.

Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz? Mevsim Yenice’nin romanlarını da okuyacak mıyız?

Öykü okumayı çok seviyorum ve bunu her fırsatta da dile getiriyorum. Kısa sürede bir sürü değişik dünyaya buyur edilebildiğiniz bir evren beni çok heyecanlandırıyor. Kafamın olumsuzluklarla dolu olduğu bir günde mevcut durumu unutabilmek için öykü okuyorum mesela, bir yerde birilerini bekleyeceksem o gelene dek bir öykü okuyuveriyorum, okuyamayacak durumdaysam sesli kitap aracılığıyla öykü dinliyorum. Kısacası öykü sevdiğim bir tür. Kendi yazma serüvenimde öyküyle olan bağım nereye gidecek inanın ben de bilmiyorum. Kafamda bir novella fikri var ancak ilk kitabımdan sonra da vardı, yazdığım 4 bölümü daha sonra 4 ayrı öyküye çevirdim. Şu günlerde kafamdaki novella fikrinin büyüyüp serpilmesi için uğraşırken çok beğendiğim bir öykü kitabını okudum ve oturup öykü yazma isteği doğdu içimde. O nedenle ben de bilmiyorum öykü peşimi bırakacak mı J

Öykülerinizde kahramanlarınızı seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Ön hazırlık, okumalar yapıyor musunuz? Sizi etkileyen yazarlar ve kitapları da öğrenebilir miyiz? Kurgunuzu, tarzınızı neler etkiliyor, yazarken veya hazırlık aşamasında nelerden etkileniyorsunuz?

Öyküye başlarken kafamda genelde ufacık bir kesit, görüntü ya da karakterin bir eylemini gösteren sahne oluyor. Gerisi yol boyunca kendiliğinden açılıyor, beni heyecanlandıran kısım da burası zaten; karanlıkta iz bulmaya çalışmak ve yeni şeyler keşfetme anı. O nedenle karakter kendi kendini seçiyor diyebilirim. Ön hazırlık ve okuma yaptığım metinlerim oluyor ama karakter seçimi için değil, zaten var olan karakteri derinleştirebilmek adına. Örnek vermem gerekirse Bilinmeyen Sular kitabımdaki Bataklık Balığı öyküsü İngiltere bataklıklarında çizim için gözlem yapan İngiliz bir ressam ve İrlandalı yardımcısını konu alıyor. Bunun için İngiliz bataklıklarıyla ilgili araştırma yaptım, belgeseller izledim. Ve hatta öykünün adı da o araştırmalar sayesinde çıktı. Yine aynı sebepten İrlandalı yardımcının geçmişini kuvvetlendirebilmek için İrlanda mitleri okurken Azize Brigid ile karşılaştım ve öyküye müthiş hizmet etti kurgu açısından da. Bulduğum her ayrıntı öykünün gidişatı için yeni bir kapı aralıyor ve bu inanılmaz keyifli bir süreç.

2016 yılından bu yana altKitap ve altZine yayın kurulundasınız. Yeni öyküler, daha doğrusu belki de yeni yazarların öykülerini okumak sizi nasıl etkiliyor? Yeni genç yazar adaylarına neler söylemek istersiniz?

Altkitap ve altzine’in yayın kurulunda bulunmak her anlamda çok şey kattı bana. Kolektif bir çalışma içinde bulunmanın faydaları, birçok metin okumanın kendi okur süzgecimi daraltması ve daha güzeli kurduğum değerli dostluklar açısından benim için çok şey ifade ediyor bu.

Yazmak isteyenler için en güzel mutfak dergiler bence. Ben de Tekme Tokatlı Şehir Rehberi yayımlanmadan önce epey dergiye öykümü yollamış, kiminden red alarak üstünde tekrar çalışmam gerektiği konusunda hem fikir olmuş, bazı öykülerimin de yayımlanmasına şahit olup sevinmiştim. Bu nedenle bu tip platformları çok yararlı ve okurla dergilerin birlikte yürüttüğü ekip çalışmasını oldukça değerli buluyorum.


Gürbüz Doğan Ekşioğlu ile röporatj


                                               


The New Yorker’da çıkan 7 kapak çalışmasının dışında Forbes, The Atlantik Mountly gibi dergilerde illüstrasyonları yer alan, 39 kişisel sergi açan, 27’si uluslararası, 45’i ulusal olmak üzere 72 ödülün sahibi Gürbüz Doğan Ekşioğlu ile  Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde 8 Mayıs 2019 tarihine kadar devam edecek olan “Benim Kedilerim” Sergisi ve çalışmalarına üzerine konuştuk.

-“Benim Kedilerim” adlı serginizin dördüncüsünü  Caddebostan Kültür Merkezi  Sanat Galerisi’nde açtınız. Nasıl başladı bu yolculuk, konsepte nasıl karar verdiniz?

Ankaralı Küratör İbrahim Karaoğlu,  Eskişehir  Odun Pazarı Belediyesi  Çağdaş Sanatlar Galerisi için getirdi ilk teklifi. Konseptli sergi olsun dedik. Kuşlar, gökyüzü, gece, kediler derken kedilere karar verdik. Kedi sempatiktir ve kedi resimleri sanatseverler, izleyiciler tarafından her zaman ilgi görmüştür. Eskişehir’in ardından  Ankara ve Antalya’daki  “ Benim Kedilerim”sergilerimden sonra İstanbul’da CKM Sanat Galerisi’nde sergi açma kararı aldığımızda diğerinden  farklı bir çalışmaya girdim. Sergi mekanı  büyük olunca resimlerimi de daha büyük ebatlarda bastırdım  ve üzerlerine tek tek boya ile tekrar çalıştım. Fineart olarak basılan eserleri daha sonra kuru boya, akrilik, suluboya ve “airbrush”  gibi malzemelerle tekrar işledim.  30 yıllık çalışmalarından derlediğim eserlerle sergiyi oluşturdum. Kedi serisi yine “Benim Kedimlerim” adı altında Yeditepe Üniversitesi Yayınların’dan içinde 95 çizimin bulunduğu kitap olarak da yayınlandı.

-Bu arada The  New Yorker dergisinde yayınlanan 4 adet kedili kapak tasarımınızda etkisi oldu mu kedi konulu çalışmalarınıza ?  The New Yorker’la yolunuz nasıl kesişti?

Kedi resimlerine 1991 yılında New  Yorker kapaklarında kedi ve köpek illüstrasyonları gördüğümde karar vermiştim diyebilirim. Ben de kedili bir iş yaparak New Yorker’a gönderdim ve kapak olunca kedi konusuna  ağırlık verdim.

İşlerimin çok evresel olduğu ve yurtdışına çıkmam gerektiği devamlı söyleniyordu. Aydın Doğan  Uluslararası Karikatür Yarışma’sında 6 defa peş peşe  ödül aldım, başka ödüllerde  alıyordum. 1985 yılında açtığım sergide Ali Ülvi Ersoy  işlerimin New Yorker’a göre olduğunu söylemişti. Glaser’den poster isterken bir dosya içinde kendi çalışmalarımı da  yolladım. “Kendi alanında işleriniz  çok mükemmel”  cevabı da gelince Amerika’ya gitim. Dosya sistemi ile New Yorker’a yolum düştü. Dosyamı çok beğendiler  ve sonrasında “bizimle çalışır mısın?” diye teklifte bulundular. 
                                                                  


-Konseptli mi çalışıyorsunuz?

Konseptli çalışmıyorum ama şöyle birşey var. Türk insanının kullandığı gündelik kelimeler 200-300 arası imiş. Benim de sanatçı olarak yaptığım resimlerin kelimesi değişmiyor. Elma, gökyüzü, gece, kedi, merdiven, kahve, çay ve tabii her konudan bir konsept çıkabiliyor.

-“Sahici işler yapmayı seviyorum” diyorsunuz. Gürbüz Doğan Ekşioğlu için “sahici işler” nedir?

Öncelikle başkasından esinlenmiyorum, yaşadığım şeyi yapıyorum. Menfaat karşılığında, ünlü olayım diye veya para kazanmak için yapmıyorum içimden gelen işi yapıyorum.

-Başka sanatçılardan etkilenmek konusunda, çalışmalarınızın René Magritte benzetilmesi ile ilgili neler söylersiniz? Size yakın olan sanatçılar oldu mu?

Bütün sanatçılar kendi dönemlerinde başka birinden etkilenmişlerdir. Eğer etkilenme olmaza biz olmazdık. Etkilenmeyi  elmanın güneşten kızarmasına benzetiyorum. Güneş olmasa  elma kızarmazdı. Konferanslarda da  bu örneği veriyorum. Bir elma ağacı düşünün. Arka tarafına yani güneşin battığı tarafa çok yüksek bir duvar yapılıyor. Güneş doğuyor ve dik olarak elma ağacının üzerine geliyor sonra duvarın arkasına geçiyor.  Ağacın önündeki elmalar iri, kırmızı, parlak ve tatlı oluyor. Arka taraftakiler yeşil, küçük ve ekşi kalıyor. Bu neden oluyor çünkü ağaç ve elmalar güneşten etkileniyor.  Bazı isimler daha popüler olunca etkilenme olarak o isim ön plana çıkıyor. Benim etkilendiğim Brad Holland, Andre Francois, Ralph Steadman, Turhan Selçuk, Ali Ülvi ve daha bir çok isim vardır ama bu benzetme genelde bu ismin daha popüler  olduğundan, akıllara yerleşmesinden kaynaklanıyor. Önemli olan yaptığımız işte  kendi ruhumuzu yakalayabilmemizdir. Benim resimlerinde felsefe, çelişki vardır. Kendime ait duygular vardır.

Lisedeyken ilk olarak Bosch’un eserleri beni çok etkilemişti. Yine lise yıllarında Van Gogh’un sarılarına, özellikle “ Gece Kahvesi” resmine hayran olmuştum. Belki de gece resimleri yapmama kaynak olarak gösterilebilir. Sonra grafik sanatçısı Mengü Ertel, dadaistlerin ters bakışı, yine ortaokul yıllarında  Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz’ındaki hayalciliği,  Ali Ülvi Ersoy’un  karikatürlerindeki felsefeye her zaman hayran olmuşumdur.

İstanbul’a ressam olmak için geldiğimde grafik bölümünde ressam olunmayacağını bilmiyordum. Grafiğin görsel iletişim alanı olduğunu öğrenince grafikteki illüstrasyon yani bir konuyu, bir duyguyu resimleme olayını resimle birleştirdim. Turhan Selçuk ve Ali Ülvi Ersoy’un karikatür anlayışındaki  gibi  çelişkiyi görme bilincim, soru sorma, çelişkiyi artırabilme  bilincim gelişti.  Karikatür  duygum  resimle birleşti. Sonra kendi duygularımla harmanlandı. Aşk, demokrasi, barış, hayvan sevgisi, doğa sevgisi girdi ve Gürbüz Doğan Ekşioğlu olarak yeni biçim ortaya çıktı.
                                                                


-Sanatla ilişkiniz ortaokul dönemlerinde başladı o zaman?

Ortaokulda başladı. Bizim eve o tarihlerde Milliyet ve Cumhuriyet Gazete’si girerdi. Oradaki Abdülcanbaz’la başlar. Resim yüzünden ortaokulda sınıfta kaldım. Çok resim yaptığım,  resme fazla zaman ayırdığım için diğer derslerim bozuldu. O sıralarda gizli gizli resim yapardım. Lisedeki resim öğretmenim  Necati Yeşilyurt  Gazi Üniversitesi’nden mezundu. Bana da Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmelisin diyordu. Ben de kafama koydum. Üniversite sınavında arkamdaki kişi Tatbiki’ye gir, orası daha güzel deyince ben de Tatbiki’ye girmeye karar verdim. İlk aşamayı geçtim, ikinci aşama malzemeli imiş. Benim de yanımda olmayınca giremedim.  O dönem 2 sene mühendislikte okudum. Sonra tekrar sınavlara girdim ve Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar  Yüksek Okulu Grafik Sanatlar Bölümü’nü 1979 yılında bitirdim.

-Grafik bölümünü tercih etme nedeniniz?

15 gün kursa gittim. İşlerim çok güzel , çok ince. En yetenekli öğrencilerde grafik bölümüne gidiyorlar. O zamanlar grafikte herşey elle yapılıyordu, daha fazla beceri gerektiren bir meslekti.” Sen iyi yaparsın “ dediler ben de grafik bölümünü tercih ettim.

-Grafik tasarımcısı, illüsratör, karikatürist , ressam Gürbüz Doğan Ekşioğlu bu işleri arasında nasıl denge kuruyor? Düzenli olarak resim yapıyor musunuz? Çalışırken anlık mı karar veriyorsunuz?

Hepsi söyleniyor ve bu yüzden Gürbüz Doğan Ekşioğlu Sergisi diyorum sadece. Her gün birşey yaparım. Daha çok illüstrasyona kayar günlük çalışmalarım. Karanlıkta iki kişi düşünün. Kadının koltuğunun altında yıldız, erkeğin koltuğunun altında dolunay. Bu karikatür değil. Yazı ile beraber paylaşınca illüstrasyon, bağımsız bir tuvale yaptığım zaman resim duygusu giriyor . Sergilenmiş olduğu yer belirliyor ne olduğunu aslında. Hiçbir dergide karikatür çizmedim. Sadece yaptığım işlerle yarışmalara katıldım ve ödül aldım. Ben her zaman karikatürün ters bakışını sevdim.

-Sosyal medya ile aranız nasıl ve grafik sanatının Türkiye’deki yeri ile ilgili neler söylersiniz?

Sosyal medyayı aktif olarak kullanıyorum. O sayede işlerim de daha çok insana ulaşabiliyor. Grafik sanatı da aslında endüstri ile ilgili. Ne kadar çok üretim olursa grafik sanatı da o kadar ilerliyor. Ama çalışmalarda eskisi kadar yaratıcılığa önem veren değil de  işi bitirme ile ilgili işler ön planda olmaya başladı. 

-Son olarak Yeditepe Üniversitesi’nde öğretim üyesisiniz. Eğitimci Gürbüz Doğan Ekşioğlu nasıldır?

Bildiğim herşeyi, kullandığım bütün teknikleri öğretirim. Espiri bulurken ki bakış açımı anlatırım. Ona ait ödevler veririm. Grafiğe, sanata dair herşeyi öğretmeye çalışıyorum. Pek çok öğrencim de bu alanda iyi yerlere gelmiştir. Mezun olduktan sonra da desteğimi her zaman devam ettiriyorum.

Arşivin Belleği: Marcell Restle’nin Anadolu Araştırmaları




                                                 

Küratörlüğünü Lioba Theis, Su Sultan Akülker, Caroline Mang ve  ANAMED galeri  küratörleri Ebru Esra Satıcı, Şeyda Çetin’in yaptığı 25 Haziran 2019’da başlayan ve 1 Aralık 2019’a kadar ANAMED Galeri’de devam edecek olan Arşivin Belleği: Marcell Restle’nin Anadolu Araştırmaları” Sergisi,   ziyaretçilere  alanının önde gelen araştırmacılarından sanat tarihçisi Marcell Restle’nin sistematik çalışma yöntemini gösterirken, Anadolu’daki Geç Antik Çağ, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait kültürel varlıkları incelemeye yaşamını adamış bu tutkulu araştırmacının on yıllar boyunca oluşturduğu zengin arşivini de gözler önüne seriyor.

Sergi, bilime adanmış bir yaşamın derin izlerini taşıyan bu koleksiyonun küçük ama önemli bir parçasını içeriyor ve dört bölümden oluşuyor: İlk üç bölümde Restle’nin İstanbul, Anadolu ve Suriye’nin Havran bölgesinde yaptığı araştırmalar kronolojik olarak sergileniyor. Dördüncü bölümde ise arşivin kısa bir öyküsü teşhir ediliyor. “Arşivin Belleği” Restle’nin bir çalışma gününü nasıl geçirmiş olabileceğine, zamanını nasıl sistematik biçimde planladığına, internetin dahi olmadığı dönemde çalışırken kullandığı metotlara dair bilgiler verirken bir yandan da birçoğu artık yalnızca belleklerde kalan kültür varlıklarının kentsel yapı içerisindeki durumlarını retrospektif bir bakış açısıyla vermeyi  hedefliyor.
                                                             

Marcell Restle’nin Viyana Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nün arşivi olan DiFaB’a (Bizans Araştırmaları Dijital Arşivi) bağışladığı özel koleksiyonundan, vefatından sonra üniversiteye taşınan belge ve malzemelerin büyük bir bölümü ilk kez sergileniyor. Sergide ziyaretçiler ayrıca, 1956–2000 yılları arasında oluşturulmuş zengin arşivden, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı ve mimarisi alanlarında yüzlerce fotoğraf ve yazılı belge, teknik ve fotogrametrik çizim, görüntü ve ses kayıtlarını da inceleme fırsatı sunuluyor.

1932’de Almanya’nın güneyindeki Bad Waldsee adında küçük bir şehirde dünyaya gelen Restle, Tübingen ve Münih üniversitelerinde sanat tarihi, Bizans araştırmaları ve Hıristiyanlık tarihi alanlarında eğitim alır. Bir yıl öğrencisi olduğu İstanbul Üniversitesi’nde Almanya ve Türkiye kökenli hocalardan aldığı dersler, Restle’nin önünde yeni ufuklar açar. Bizans Sanatı’ nın yanı sıra İslam Sanatı, Selçuklu ve özellikle de Osmanlı Mimarisi üzerine yaptığı çalışmalar, Viyana ve Münih üniversitelerinde bu alanlar üzerine verdiği dersler, İstanbul ve Anadolu’yu da içine alan tüm Doğu Akdeniz’e yaptığı saysız araştırma gezileri onu mimari konusunda, özellikle yapıların sistematik bir biçimde belgelenmesinde uzmanlaştırır.

Görme yetisini büyük oranda kaybetmesine yol açan yaklaşık 60 yıllık yoğun çalışma ile, Restle ardında sabrın ve emeğin ürünü binlerce slayt, fotoğraf, yazılı belge, teknik ve fotogrametik çizim, görüntü ve ses kayıtları içeren zengin bir arşiv bırakır. Bu zengin koleksiyonu Marcell Restle, ölümünden iki yıl önce, 2014 yılında, Viyana Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne bağışlar. Viyana ve Münih Üniversitelerinde dersler veren Restle, 1994 yılında üniversite profesörlüğü görevinden emekli olur. Verdiği dersler, yaptığı yayınlar ve gerçekleştirdiği araştırma gezileri sırasında oluşan, 17.000 slayt, 10.000’i aşkın siyah-beyaz fotoğraf, yaptığı sayısız eskiz ve ölçekli mimari çizim, ayrıca çok sayıda ses ve video kaydı içeren arşivini 2014 yılında DiFaB’a bağışlar. Marcell Restle, doğduğu şehir olan Bad Waldsee’de eski bir ortaçağ külliyesinin parçası olan Spital zum Heiligen Geist (Kutsal Ruh Hastanesi) bünyesindeki yaşlılar evinde 25 Ocak 2016’da hayata gözlerini yumar.



  

TÜRKİYE’DE AKADEMİK DİSİPLİN OLARAK SANAT TARİHİNİN BAŞLANGICI VE “ALMAN EKOLÜ”

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te kurulmasının ardında, devletin yeniden inşa edilmesinin bir parçası olarak, yeni hükümet hızla kapsamlı bir yükseköğrenim reformu başlattı. Amaç, yeni akademik kadro yetiştirmek ve Avrupalı araştırmacıların katılacağı değişim programlarını teşvik etmek, aynı zamanda yeni üniversiteler ve kurumların temellerini atmaktı. Bu süreç kapsamında, Almanya, Avusturya, İsviçre gibi Batı Avrupa ülkelerindeki eğitim sistemleri örnek alınıyordu. 1925 ve 1945 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, tarih, arkeoloji, Hititoloji ve sanat tarihi alanlarında eğitim almak üzere birçok öğrenciyi Batı Avrupa’ya özellikle de Fransa, Almanya ve Avusturya’ya gönderdi.

1929 yılında, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait mimari kalıntıları belgelemek ve İstanbul ve Anadolu’nun tarihi topografyasını incelemek amacıyla, Alman Arkeoloji Enstitüsü (DAI) İstanbul’da bir şube açtı.

1933 yılında İstanbul Üniversitesi, İsviçreli profesör Albert Malche gözetiminde kuruldu. 1933/34 itibarıyla, İstanbul Üniversitesi’nde 42 Alman profesör eğitim vermekteydi

İstanbul Üniversitesi bünyesinde Sanat Tarihi Kürsüsü ’nün kurulmasının ardından, özellikle   Alman ve Avusturyalı bilim insanları Türkiye’de sanat tarihinin bir disiplin olarak şekillendirilmesinde öncü rol oynadılar. Bu süreçte, bir yandan da Almanya ve Avusturya’da eğitim almış ve bu sayede Alman Ekolüne aşina ve disiplinler arası yaklaşımlara meyilli Türk meslektaşları da yer aldı. Ernst Diez ve Oktay Aslanapa’nın ardından, bu gelişmenin öne çıkan isimleri arasında, Marcell Restle’nin de derslerine katıldığı, Kurt Erdmann, Halet Çambel ve Semavi Eyice bulunuyordu.

1956 yılında, Alman Akademik Değişim Servisi’nin (DAAD) verdiği bir bursla, Marcell Restle ilk defa Haliç üzerine kurulu bu canlı metropolü ve sahip olduğu zengin kültürel mirası görme fırsatı yakaladı. Genç sanat tarihçisinin tarihi yapılara ilişkin ayırt edici algısının oluşması da gerçekleşti ve bu gelişmeler, şüphesiz, akıl hocası ve dostu olan Kurt Erdmann’la bağlantılıydı. Kendi araştırma yöntemini öğretmek için, Erdmann öğrencilerini İstanbul ve Anadolu’daki tarihi yapıları ziyaret edecekleri gezilere götürdü. Bu geziler genç Restle üzerinde kalıcı bir etkiye sahip oldu ve Erdmann’ın yaklaşımını kendi ilgi alanlarına uyarladı

Bizans kültürüne duyduğu ilgiyi yaptığı çalışmalarla sürdürürken, Restle bir taraftan da Osmanlı mimarisinin cazibesine kapılmaya ve hayatı boyunca sürecek bir başka ilgi odağı olan ve yaptığı gözlemlere büyük faydası dokunan, modern yüzey araştırması tekniklerine merak duymaya başladı. Bu uğraşlar, onun sayısız Antik Çağ, Bizans ve Osmanlı yapısının planlarını çıkarmasına olanak tanıyacak bilgi birikimini ve beceriyi kazandırdı. Zaman içinde kapsamlı veri koleksiyonunu oluşturdu ve bu veriler günümüzde Viyana Üniversitesi, Sanat Tarihi Bölümü’nde Bizans Araştırmaları Dijital Arşivi’nin (DİFaB) parçası haline geldi.

Yıllar  içinde Restle, kentin hem Bizans hem de Osmanlı evrelerini içerecek şekilde, İstanbul’un mimarisi hakkında derinlemesine bilgi edindi. İstanbul’da geniş kapsamlı inceleme gezilerine ek olarak, daha sonra Bursa, Edirne, İznik’i ziyaret etti ve buralarda çektiği bir dizi fotoğrafla Bizans ve Osmanlı yapılarını belgeledi.




DiFaB Hakkında:


Bizans Araştırmaları Dijital Arşivi (Almanca: Digitales Forschungsarchiv Byzanz-DiFaB) 2007 yılında, Bizans’ın kültürel mirasına ayrılmış görsel bir kaynak veritabanı projesi olarak Viyana Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde profesör Lioba Theis tarafından kuruldu. Halihazırda bünyesinde Almanya ve Avusturya’daki üniversitelerde uzun yıllar görev yapmiş sanat tarihçileri Horst Hallensleben (1928-1998) ve Marcell Restle (1932-2016) tarafından bağışlanan, görsel ve yazılı belgelerin yanı sıra, görüntü ve ses kayıtlarından oluşan iki özel koleksiyon ve 2007 yılından beri düzenli olarak Lioba Theis’in başkanlığında alan uzmanlarının ve öğrencilerin katılımıyla tarihi Bizans coğrafyasına yapılan araştırma gezileri sırasında çekilen fotoğrafları barındırmaktadır.

DiFaB’in temel amacı, Bizans araştırmalarını içeren mevcut özel koleksiyonları ve araştırma gezileri sırasında elde edilen, Bizans’ın ve etkileşim içerisinde olduğu komşu kültürlerin bugün varolan maddi kalıntılarını fotoğraf yoluyla belgeleyerek, bu mirası dijital ortamda korumak ve çevrimiçi bir veritabanında hiçbir engelle karşılaşılmadan alana ilgi duyanlar icin erişilebilir hale getirmektir.



*Sergi metinleri kaynak olarak kullanılmıştır.