hepkitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hepkitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2019 Salı

Semih Erelvanlı


Semih Erelvanlı ile Hep Kitap logosu ile çıkan bir distopya hikâyesi olan ilk romanı “Külleri” ve edebiyat-sinema üzerine konuştuk.  

                                                        
-Distopya hikâyesi yazmaya nasıl karar verdiniz? Külleri nasıl ortaya çıktı, hazırlık sürecinizi öğrenebilir miyiz?
Külleri’nde tartıştığım fikirlerle çok uzun zamandır içlidışlıyım zaten. O sorunların yakıcı tarafını sanatsal boyuta dönüştürerek paylaşmak istediğimde; sinema filmi izlemelerim ve edebiyat okumalarım içinde bilimkurgunun payını artırmaya başladım. O arada ele aldığım kimi kavramlarla ilgili teori çalışmaları da yaptım.
-Öyküleriyle tanınan bir yazarsınız. Roman yazmak nasıl bir deneyimdi?
Öyküden ve denemeden sonra roman üzerine odaklanmak, başlangıçta oldukça zorlayıcıydı. Ancak kurgunun daha ön planda olmasının yazara verdiği güç, süreç içinde gittikçe artan ölçüde bir haz sağladı bana. Ayrıca anlatmayı seçtiğim politik ve toplumsal meseleleri geniş bir okuyucu profiline uygun, dinamik ve akıcı biçimde sunma çabası oldukça öğretici oldu. Örneğin artık daha sabırlı olmayı, metnin tutarlılığını gözetirken daha özenli düşünmeyi başardığıma inanıyorum.
-Üçüncü Savaş’tan yaklaşık on yıl sonrasına, 2068’in sonlarına götürüyorsunuz romanınızda okuyucuyu. Başka neler bekliyor edebiyatseverleri Külleri’nde?
Külleri, dünyanın Kuzeybatı Birliği ve Güneydoğu Federasyonu olarak ikiye ayrıldığı bir dönemdeki olayları anlatıyor. Bu iki kutup arasında 2059 yılında yaşanan Üçüncü Savaş sonrasında, pek çok ülke gibi Jilmaya’da da hükümet verimsiz saydığı nüfusu azaltmak için kendi halkına karşı soykırım uygulamaya koyulur. Zamanla bu gerçeğin farkına varan idealist insanlar, farklı yollarla bu kıyımın önüne geçmeye çalışır, ancak başarısız kalırlar. 2068 yılına gelindiğinde; aralarından kimileri bir protesto yöntemi olarak intihara başvurur. Ancak hükümet, Zihin Tarayıcı Sistem sayesinde insanların aklından geçeni okuyabildiğinden bu planları öğrenir. Ve itibarının zedelenmemesi için keskin nişancılarını devreye sokarak intihar edecek olanları öldürmeye başlar.
                                                     

-2014’te ilk kitabı Bebek Arabasında Ayvalar yayımlandığındaki Semih Erelvanlı ile Külleri romanını yakın zamanda okuyucu ile buluşturan Semih Erelvanlı arasında edebi anlamda nasıl değişiklikler var, daha doğrusu kaleminde ve hayata bakış açısında farklar var mı?
Ben Borges’in kütüphane olarak düşlediği cennette, ağzından cımbızla laf alınan yazarları yedinci katta hayal etmişimdir hep. Buradan hareketle diyebilirim ki edebiyat yaratımında en çok umursadığım ilke, geçmişte de bugün de değişmedi: Sözcük israfından kaçınmak. Şimdilerde roman öyküye göre bir adım öne çıksa da, yeniliğin peşinde koşmayı, denenmemiş üslupları aramayı hep sürdürdüm.
Hayata bakışımdaysa özünde bir değişiklik görmüyorum. Anlamı, değeri bulduğum yer aynı çünkü: Sanat. İster alımlayarak, isterse üreterek… Yalnız güzel günlerin geleceğine yönelik umudumun biraz azalmış olduğunu hissediyorum. Beklediğim dünyanın saatinin çarklarındaki pasın silinmesine biraz daha var gibi. Yine de yılgınlıktan nefret eden zihnim, azalan iyimserliğimi telafi etmek için çaba harcamaktan vazgeçmiyor. Birkaç yıl öncesine göre biraz daha fazla olsa da…
-Kırmızı Pazartesi kitabının romanınızda ayrı bir yeri var. Kırmızı Pazartesi ve sayfalarının boşluklarına yazılan sorular… Neden Kırmızı Pazartesi?
Külleri’nde karşılaştığımız ilk karakter, vicdan muhasebesine giriştiği dönemde zihninde beliren soruları ve onlara verdiği tek yanıtı Kırmızı Pazartesi’nin sayfalarına yazıyor. Bu romanı seçmemin temel gerekçesi, oradaki hikâyeyle yaşadığımız dönem arasında paralellik görmem. O da şudur: Kırmızı Pazartesi’nin ana karakteri Santiago Nasar’ın öldürüleceğini kendi hariç herkes bilmektedir. Ancak kimse bu cinayeti önlemeye kalkışmaz. İnsanlıksa ne zamandır dünyanın geleceğinin yok edildiğini biliyor, fakat sesini yükseltip de eyleme geçerek bu büyük trajediyi durdurmaya çalışmıyor.
-Sizi etkileyen romanları ve yazarları öğrenebilir miyiz?
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar, Knut Hamsun’un Açlık, Kafka’nın Dava, Márquez’in Başkan Babamızın Sonbaharı, George Orwell’in 1984 ve Hayvan Çiftliği, Ray Bradbury’ün Fahrenheit 451, Mario Vargas Llosa’nın Üvey Anneye Övgü, Peter Handke’nin Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Chuck Palahniuk’un Lanetli, Sadık Hidayet’in Kör Baykuş, Patrick McCabe’nin Kasap Çırağı, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli, Orhan Pamuk’un Kara Kitap, Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler, Burhan Sönmez’in Kuzey romanı ilk sayabileceklerim…
-Sinema yazılarınız ve İran Yeni Sineması üzerine bir kitabınız var. Sinemanın, hikâyeleriniz üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?
Edebiyatta “Nasıl anlatmak?” sorusunun “Neyi anlatmak?” kadar önemli olduğuna inanıyorum. Sinema, bu soruya en iyi yanıtları bulduğum mecraların başında geliyor. Sürükleyici, akıcı ve dinamik metinler üretme, güçlü bir matematikle kurgu oluşturma açısından sinemanın sağladığı dayanağa çok değer veriyorum. Ayrıca karaktere uygun, gevezelikten uzak ve açık diyaloglar yazabilmek için de izlediğim filmlerden yararlanıyorum.

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Nazlı Gürkaş'la "Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan"


                                                    


Nazlı Gürkaş’la Hepkitap etiketi ile çıkan ve roman gibi okunabilen seyahat anlatısı olarak değerlendirdiği “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan” üzerine konuştuk.
-Selanik’teki yakın arkadaşınız “Felis na fai olo o kozmos Nazli mou” demiş size; “Bütün dünyayı yemek istiyorsun Nazlım”. Bu, hayata karşı merakı, şevki, heyecanı hiç bitmeyen insanlar için kullanılan bir tabirmiş. Nasıl biridir Nazlı Gürkaş, tanıyalım sizi?
1988 yılında mutlu insanlar şehri Kırklareli’de doğdum. Uludağ Üniversitesi’nde İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdikten sonra yüksek lisansımı Barselona’da gazetecilik ve iletişimde araştırma üzerine yaptım. İtalya, Yunanistan ve İspanya’da yaşadım. 2013 yılında Türkiye’ye döndükten sonra Kalem Ajans’ta edebiyat ajanı olarak çalışmaya başladım. Bu, edebiyat ve seyahat tutkularımı birleştirebildiğim bir meslek olduğu için şanslı hissediyorum.  Son beş yıldır iyi kitaplar peşinde dünyanın çeşitli köşelerine seyahat ediyorum. Seyahatlerim yerel kültür, yemek, fotoğraf gibi birçok tutkumu birleştirme şansını veriyor bana. İzlenimlerimi ve deneyimlerimi de kısa hikâyeler yazarak Instagram üzerinden @seyahatsanati hesabımdan paylaşıyorum.
-Rodos’tan Santorini’ye gitmek üzere bindiğiniz feribotta tesadüfen tanıştığınız bir ailenin ani davetiyle Girit’teki bir köy düğününe uzanan ve orada geçirilen bir haftada bir köy dolusu dost ve “yeni bir aile” ile sonuçlanan rüya gibi anıların bulunduğu bir kitap “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”. Okuyucuyu neler, hangi maceralar bekliyor?
Okurları bir rehberden öte roman gibi okunabilen bir seyahat anlatısı bekliyor. Yunanistan’a attığım ilk adımdan itibaren ülkenin hayatıma katacağı sürprizlere açıktım. Böylece kendimi Girit’te bir köy düğününde de buldum, ailelerle Noel, Paskalya gibi özel günler de kutladım. Pek çok ada dolaştım; ancak en çok anakaradaki minicik köyleri sevdim. En güzel anılarım hep kimsenin yolunun düşmediği yerlere ait.  Okurlar, bu kitapta Yunanistan’ın adalardan, tavernalardan ve siestadan çok daha ötesine uzanan derinliğini bulacaklar. Mübadelenin getirdiği acıların yıllara direnen gözyaşlarıyla ortalığa döküldüğü anlara şahit olup hiç adı duyulmamış şehir ve kasabalardaki yaşantıya tanıklık edecekler. Bir sırt çantasına attığımız birkaç parça eşyayla rüzgârın götürdüğü yere gittiğimizde seyahatlerimizin ne kadar derinleştiğini ve bunların nasıl da hayatlarımızı dönüştürücü güce sahip olduklarını görecekler.
                                                      

-İlk seyahatinizi hatırlıyor musunuz ya da şöyle sorayım hatırladığınız ilk seyahatiniz hangisi ve neler var aklınızda o seyahate dair?
Hayatımdaki ilk seyahat anım sekiz yaşıma uzanıyor. Ailemle birlikte minibüsten bozma bir karavanla 10 günlük bir Akdeniz turuna çıkmıştık. Kırklareli’den Ege ve Akdeniz sahil şeridini takip ederek Antalya’da Adrasan’a kadar seyahat etmiştik, sonra da Pamukkale üzerinden dönüşe geçtik. Restoranlarda yemek yediğimizi pek hatırlamıyorum, kamp sandalyelerimizi en güzel manzaralı yere kurup yiyeceklerimizi kendimiz hazırlıyorduk çoğunlukla. Her sabah farklı bir şehirde, köyde açıyorduk gözümüzü. Bu seyahate çıkmadan önce babam bana minik bir defter verip gezip gördüğümüz yerlere dair notlar tutmanı istemişti. O karavan seyahati beni o yaşta öylesine etkiledi ki her gün en az bir saatimi yazmaya ayırdığımı hatırlıyorum. Serbest kompozisyon yazma derslerimizde de sürekli o seyahati anlatır hale gelmiştim. Daha o zamanlar bu tutku içime girmiş demek ki, bir daha hiç terk etmedi beni.
-“Neden Yunanistan” diye bölüm var kitabınızda ama yine de öğrenmek isterim neden Yunanistan?
Yunanistan, bir Trakyalı olarak çok eskiden beri aşina olduğum bir ülkeydi ancak orada 1 yıl yaşama fikri karşıma çıkan öğretmenlik projesi sayesinde oldu. Bir Amerikan tarım okulunda Yunan öğrencilere Türkçe öğrettim; onlardan Yunanca öğrendim. Okulun uygulamalı tarım derslerine birlikte katıldık, bahçeleri ekip biçtik, birlikte yemekler yaptık, yerel dansları öğrendik. Katılma şansı bulduğum bu proje sayesinde Yunanistan’da hayatımın en güzel yıllarından birini yaşadım, ömürlük dostlar edindim.
-33 yeri anlatıyorsunuz kitabınızda. Nasıl çizdiniz bu rotayı, nasıl ortaya çıktı?
Aslında ben Yunanistan’a ilk adım attığımda hiçbir rota çizmemiştim kendime; sadece öğretmenlik yapmaya başlamadan önce birkaç farklı yer görmek istiyordum. Nitekim iyi ki net bir plana sadık kalmamışım. Bu sayede bir kitaba dönüşmesi gerektiğini düşündürecek harika şeyler yaşadım.  Selanik’te çalışırken öğrencilerim beni hafta sonunu birlikte geçirmek için aile evlerine davet ettiler. Bu sayede turistlerin aklına gelmeyecek şehirlere, köylere gittim. Türkçe derslerinden kazandığım harçlıklarla her fırsatta seyahat ettim ve böylece kocaman bir harita çıktı ortaya.
- Hazırlık sürecinde 2.987 adet kahve fincanının dolup taştığını biliyoruz. Ne kadar sürede yazıldı “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”? Başka neler yaşandı bu süreçte?
Bu kitap 1,5 yılda yazıldı. Karşımıza çıkan çok güzel bir fırsat sayesinde eşimle birlikte birkaç yıllığına Türkiye’nin en güneyine, İskenderun’a taşınma şansımız oldu. Orada bahçesinde limon ve zeytin ağaçları olan bir evde yaşadık. Kahve kokusuyla dolu evimizde huzur içinde anılarıma gömülüp yazma fırsatım oldu. Bahçemizde bakımını üstlendiğimiz çok sayıda kedi vardı. Onlar çimenlerde mutlulukla zıplayıp oynarken ben limon ağacının altında kitabımı yazdım, oya ağacına kurulu hamağımda Yunanistan’a dair kitaplar okudum. Yunanca şarkılar o ruh haline bürünmemde en önemli yardımcılarım oldu elbette. Bazı geceler yüksek sesli Yunanca şarkılar eşliğinde evimiz tavernaya döndü, anılar sel olup aktı.
-Kitabı yazarken 4.987 adet Yunanca şarkı dinlemişsiniz ve her bölümün başında bir şarkı var. Hazırladığınız şarkı listesine internet üzerinden de ulaşılabiliyor. Seyahat, müzik ve özellikle Yunanistan ve Yunan müziği ile ilgili neler söylersiniz?
Müzik, Yunan kültürünün vazgeçilmez bir parçası. Bölüm başlarındaki şarkıları seçerken o şehirde doğup büyümüş müzisyenleri göz önünde bulundurdum. Sakız Adası ve Theodorakis nasıl ayrılamazsa Glykeria ve Kavala da birlikte gelmeli. O melodileri yaratan kişilere doğup büyüdükleri şehrin mutlaka etkisi olmuştur. “Zeytin ağacının gölgesinde Yunanistan” adında bir Spotify listesi hazırladım, yani bölümleri okurken şarkıları tek tek araştırmanıza gerek yok, listeyi açıp kitabın akışına bırakabilirsiniz kendinizi.
-Sizin hayatınızda seyahatin yerini öğrenebilir miyiz? Nerelere gitmekten hoşlanır Nazlı Gürkaş?
Seyahatler, hayatımın ana taşlarından biri. Seyahat derken sadece farklı şehirlere ya da ülkelere gitmekten bahsetmiyorum. Fotoğraf çekmek için evden çıkmak, akşam yemeğini evde yemek yerine bir piknik sepeti hazırlayıp en yakın parka, bahçeye ya da sahile gitmek bile bir seyahat benim için. Yeter ki iki gün art arda aynı şekilde geçmesin, her günü farklı kılan, diğerlerinden ayıran bir şey olsun.  Ancak farklı coğrafyalardan bahsedecek olursak, ruhuma en çok dokunan şehirler çoğunlukla Akdeniz ülkelerinde ve Latin Amerika’da.
-Seyahat edebiyatı hakkında neler söylersiniz?
Seyahat edebiyatını yakından takip etmeye çalışıyorum. Mesleğim gereği daha çok seyahat kitabının da dilimize kazandırılması için çaba harcıyorum. Yayınevlerinin de son zamanlarda listelerinde bu tarz kitaplara daha çok yer vermeleri umut verici.
-Yeni projeleriniz, bu ülkeyi de yazmak istiyorum dediğiniz yerler var mı?
Elbette! Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan, Akdeniz üçlemesinin ilk kitabı; seri İspanya ve İtalya ile devam edecek.


12 Temmuz 2018 Perşembe

Meriç Demiray'la Röportaj



                                             



Son kitabı “Kırmızı Bir Ölüm” Hep Kitap etiketiyle yayınlanan Meriç Demiray’la edebiyat yolculuğu üzerine konuştuk.
-Rocky, Cohen ve Muhsin Bey’den Örneklerle Hayatım isimli hikâye kitabınızın ardından roman yazmaya nasıl karar verdiniz?
Öykü kitabını “Acaba başarabilir miyim?” diye yazmıştım. Uzun süredir biriken, 100 sene yaşasam hayata geçiremeyeceğim fikirleri bir anda hayata geçirme şansı buldum. Sonra “Acaba roman yazabilir miyim?” dedim. Bunun için en az bir sene uğraşabilecek kadar size heyecan verecek bir öykü gerekiyor tabii. O öyküyü bulduğumda harekete geçtim.
-Kırmızı Bir Ölüm’ün hazırlık aşamalarını ve sonrasındaki süreci öğrenebilir miyiz?
Senaryoda da edebiyatta da, hazırlık için ilk yapmak gerekenin okuma alışkanlığınızı ilgili yöne kaydırmak olduğunu düşünüyorum. Zaten öyküyü hayata geçirme heyecanı sizi bu yöne sürüklüyor. Yol edebiyatını, yol filmlerini, bisikletçi / seyyah bloglarını daha dikkatli takip etmeye başladım. Oyuncu arkadaşlarımın hayatlarına, kendi hayatıma daha bir eğildim. Yapı şekillenmeye başlayınca serin bir denize girer gibi yavaş yavaş, acele etmeden yazmaya başladım.
-Romanınızda, çocukluğundan beri bisiklete binmeyen Kahraman bir gece ansızın, bisikletle İstanbul’dan Ege kıyıları boyunca devam edecek bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk aslında bir anlamda baba-kardeş ilişkisine doğru yapılan yolculuktur. Kırmızı Bir Ölüm’den, Kahraman’dan ve kurgudan bahseder misiniz?
Kahraman inişli çıkışlı kariyeri olan bir oyuncudur. Bir gün bisiklete biner ve hem geçmişi hem geleceği şekillendiren karanlık bir yolculuğa çıkar. Çatıyı kurarken Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın’da anlattığı, Doğu ve Batı, baba ve oğul ilişkisi benim için çok belirleyici oldu, haklısınız. Kardeşle de persona, “olmak istediğimiz kişiyle olduğumuz kişi arasındaki fark” konusuna girdim.
-Sizin de hayatınızda önemli bir yeri olan bisikleti romanınızda metafor olarak kullanmaya nasıl karar verdiniz?
Bisikletin hayatta ama özellikle de dramada, arabada ya da motosiklette olmayan anlamı ve imkânları var. Özgürlükle ilgili, kendi kendine yetmeyle ilgili, azla yaşamak, azla mutlu olmakla ilgili, bir yerden geçmek değil, durmak, bakmak, ilişki kurmak ve dolayısıyla değişmekle ilgili çok şey söylüyor. Bisiklet diye bir taşıt olmasa bu hikâye yazılamazdı.
                                                                   

-Şarkılar, şiirler, şairler, şarkıcılar, mekânlarla yaşayan bir roman Kırmızı Bir Ölüm. Bunu başarmanın püf noktaları neler?
Başarmaktan çok, tercih etmek bence doğru kelime. Benim hayatımda tüm bunlar yoğunlukla var ve öykülere doğallığıyla yansıyor. Bir gündoğumunda güneye doğru arabanızı sürüyorsanız, yağmur yağıyorsa, teypte “Blue Hotel” çalmalı. Yoksa o sahne eksiktir benim için. Hayatımda da öyle.
- Roman, öykü, senaryo yazmanın sizin açınızdan farklı, birbirinden daha zor veya kolay olduğu noktalar var mı, hangileri?
Roman tabii ki diğerlerine göre daha uzun zaman ve dikkat talep eden bir tür ama iyi ve doğru bir öykünüz varsa ve gerekli özeni gösterirseniz üçü de çok zevkli hatta büyülü. Senaryonun hayata geçirme kısımları sancılı olabiliyor, çünkü orada sizden farklı bakış açıları devreye giriyor ve uzlaşı duygusu yaratıcılığın önüne geçebiliyor ama orada da çok geniş kitlelere ulaşma imkânı, oyunculuk, müzik, kurgu gibi harika şeyler var.
-Yeni projeleriniz, çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Bugünlerde “Hayal Gücü” isimli projemi hayata geçirmeye çalışıyorum. Etkinliklerin, kursların, deneyim paylaşımlarının yapıldığı, aynı zamanda doğru, yapısı düzgün drama üretilen bir alan. Dizi, sinema filmi ve edebiyat üretimimle bu alanın birbirini besleyeceğini düşünüyorum.
-Size ilham veren yazarlar, kitaplar hangileri? Çok sevdiğiniz bunu ben yazsaydım dediğiniz eserler, karakterler var mı?
Antoni Casas Ros’un Enigma’sını, Allende’nin Ruhlar Evi’ni ya da Masumiyet Müzesi’ni yazsam fena olmazdı tabii. Karakter olarak da Tiffany’de Kahvaltı’daki kadın karakter, Günden Kalanlar’daki uşak, Zebercet ilk aklıma gelenler.
-Son olarak nelerden esinlenirsiniz?
Bunu bilmiyorum sanırım. Bir gün Moda’da taksiye binen yaşlı, aristokrat bir kadın gördüm ve onun şoförle ilişkisini düşünerek ilk kitabımdaki “Sami Bey” isimli öyküyü yazdım. Bir an, bir görüntü, bir duygu, aklın bir köşesinde demlenen, bekleyen fikirleri, hikâye parçacıklarını gizemli bir şekilde birleştirip su yüzüne çıkarabiliyor.



8 Haziran 2018 Cuma

Hakan Bıçakcı ile "Uydurmanın İncelikleri" Üzerine


Hep Kitap’ın Atölye serisinden çıkan ve yazmayı hayatının merkezine yerleştiren herkesin ilgisine çeken  “Uydurmanın İncelikleri” üzerine Hakan Bıçakcı ile konuştuk.  

                                                             

- “Uydurmanın İncelikleri: Kurmaca Üzerine Kişisel Yaklaşımlar” da sizi edebiyatımızın bugününde önemli bir yere sahip olan Başar Başarır, Doğu Yücel, Fuat Sevimay, Hakan Günday, İsmail Güzelsoy, Jale Sancak, Mahir Ünsal Eriş, Mario Levi, Mine Söğüt, Murat Özyaşar, Müge İplikçi, Nermin Yıldırım, Seray Şahiner ve Yavuz Ekinci’ye soru sorarken görüyoruz. Kitabın fikir olarak ortaya çıkış ve hazırlık sürecini anlatır mısınız?
Fikir yayınevine ait. hep kitap, kurmacanın teorisi üzerine metinlerden oluşan “Atölye” serisine devam ediyordu. Bu seriden çıkmak üzere ve bizim yazarların yanıtlarından oluşan bir kitap hazırlamak istiyorlardı. Bana da soruları hazırlamak düştü. 
-Yazarları ve soruları nasıl belirlediniz?
İkisini de yayıneviyle birlikte belirledik diyebilirim ama ben daha çok soruları hazırlama kısmını üstüme aldım. Sorular için de yıllardır tuttuğum notlarımdan, katıldığım etkinliklerde sıkça karşılaştığım sorulardan ve bu konudaki okumalarımdan faydalandım. Soruların farklı yanıtlara vesile olarak kitabı zenginleştirecek türden olmasına özellikle dikkat ettim. Herkes aynı cevapları verseydi içerik sıkıcı olurdu çünkü.
-Sorularınıza yazarların verdiği yanıtlarda samimiyet hissediliyor. Bunu nasıl yakaladınız?
Bunu katılan yazarların içtenliğine borçluyuz. Bizim özel bir çabamız olmadı bu konuda.
-Uydurmanın Teknik Boyutu, Uydurmanın Sözcüleri, Uydurmanın Genel Halleri, Uydurmanın Uydurulma Süreci olarak dört ana bölümden oluşuyor kitap. Bölümlere ayırmayı neden tercih ettiniz?
İlk başta böyle bir bölümleme yoktu kafamda. Sadece sorulara odaklanmıştım. Sorular çıktıktan sonra yayınevi çalışanları ile toplandığımızda kitabın akışı üzerine tartışırken bu bölümleme kendiliğinden oluştu.
-Sizin için uydurmanın inceliği nedir?
Uydurmanın sayısız inceliği var. Kitapta değindiklerimiz bunların küçük bir kısmı tabii. Sadece kurmaca üzerine olanlarda değil, okuduğumuz her kitapta ve izlediğimiz her filmde uydurmanın başka bir inceliğini keşfetmemiz mümkün.       
                                                         

-Cevap bölümlerinin sonlarında yer alan metinleri nasıl hazırladınız?
Kitapta sadece cevaplar değil, cevaplara ek olarak ilgili konularda birtakım bilgilere, listelere yer veren bölümler de olsun istedik. Cevapları veya soruları desteklemesi açısından. Bu metinlerin bir kısmı benim notlarımda yani hazırda vardı. Bir kısmını da yayınevinin editörleriyle birlikte hazırladık.
-Bu kitabın ikinci serisi yabancı yazarlarla hazırlansa ilk olarak aklınıza gelen, cevaplarını merak ettiğiniz yazarlar kimler olur?
Yaşayan yazarlardan en merak ettiğim Pascal Bruckner’in yanıtları olurdu herhalde.
-Son olarak “Uydurmanın İncelikleri”nde okuyucuyu neler bekliyor?
Kitapta yer alan yazarların tamamen kişisel yaklaşımları ve düşünceleri bekliyor okuru. Doğru cevaplar, altın formüller, püf noktaları gibi şeyler beklemiyor kesinlikle. Çünkü böyle şeyler yok.


30 Ocak 2018 Salı

Fuat Sevimay'la röporatj


Fuat Sevim’yla  son kitabı “Kapalıçarşı” ve çevirisini yaptığı James Joyce’un “Finnegans Wake”i  üzerinden  çeviri, edebiyat ve yazı serüvenini konuştuk.

                                                          



-James Joyce’un 1939 tarihli çevrilemez denilen eseri “Finnegans Wake”i “Finnegan Uyanması” olarak çevirerek, “Finnegans Wake”in geceye ve düşlere açılan, dilleri ve tarihleri bir araya getiren cümlelerini Türkçe söylemekteki yaratıcılığı, cesareti ve oyunculuğu gerekçesiyle İstanbul Kültür Vakfı’nın Talat Salman Çeviri Ödülü’ne layık görüldünüz. Öncelikle sizi tebrik ediyorum ve sorularıma bu konuyla ilgili başlamak istiyorum. Süreci ve duygularınızı anlatır mısınız, nasıl karar verdiniz, neden bu eseri seçtiniz?
Ben seçmedim de Finnegan kafası kıyakken dönüp dolaşıp beni buldu belki de. Joyce’un birkaç eserini çevirmiş ve “Finnegans Wake” dışında tüm külliyatını birkaç kez okumuştum. Nedir bu okunamaz, anlaşılamaz, çevrilemez Finnegan diye başlayan okuma serüveni içinde, bir süre sonra kendimi metni çevirirken buldum. James Joyce’un eşsiz dehasının kıvrımlarında dolaşmak ve onun kurduğu olağanüstü yapıyı Türkçede karşılamak öyle keyifli, öyle zor, öyle kışkırtıcıydı ki nasıl sürdü nasıl bitti, şimdi geriye dönüp baktığımda rüya gibi geliyor. Bakiye kalan duygu, dünya edebiyatının en sıra dışı metninden aldığım olağanüstü haz ve okurların beğenisinin verdiği mutluluk.
- “Kapalıçarşı” romanınızı 2012 yılında yazmışsınız, 2015 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’nda ödül almış ve 2017’de de basılmış. Taşların dile geldiği, farklı on dört insanın yolunun kesiştiği, Oğuz Atay, Latife Tekin, İhsan Oktay Anar, Ahmet Hamdi Tanpınar’a uzanan birçok önemli ustanın izlerini bulduğumuz “Kapalıçarşı”yı yazmaya nasıl karar verdiniz? Ne kadar zamanda yazıldı, kaynak olarak neler okudunuz, araştırma yaparken karşılaştığınız ilginç bilgiler oldu mu?

Kapalıçarşı’yı aslında ilk önce, toy zamanımda, öykü olarak yazmıştım ama içimde hep öyle bir kurgunun aslında, zaman aralığı ve zenginliği nedeniyle romanı hak ettiği fikri vardı. Öykü değersizdir değil kastım, ama hani öykü daha ana dair bir şeydir ya. Kapalıçarşı gibi asırları ruhuna sindirmiş bir mekânın roman formunda kendini daha iyi ifade edeceğini düşündüm. Bende kaba metnin yazılma süreci genelde çok kısadır ve “Kapalıçarşı”yı da iki ayda yazdım ama sonra tabii defalarca dönüp dönüp bakma şansım oldu.
Kapalıçarşı Derneği’nin sağladığı çarşıya dair kaynaklardan çok yararlandım. Esnaf örgütlenmesi ve Ahiliğin tarihçesi için Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Fütüvvet Teşkilatı” eserini inceledim. Daha birçok dönem metniyle hemhal oldum ama kurgunun oluşmasındaki ana temel kişisel tarih bilgimdi. Ben o resmi tarihi alıp, bize yani insana değen eğlenceli bir tarih haline getirmeye çalıştım. Öylece Kristof Kolomb’un kardeşiyle Baba İlyas’ın torunu buluştu. Öylece Civan oldu Giovanni.

 -Hayatınızda yazdığınız ilk öykü de Kapalıçarşı üzerineymiş. Ne zaman yazmıştınız? Sizi Kapalıçarşı’ya bağlayan özel bir anınız, hikâyeniz var mı?
Öyküyü 2010 yılında yazmıştım. Ortaokul ve lise yıllarında, yaz aylarında Kapalıçarşı’da çalışmışımdır. Ta o zamandan gelen bir gönül bağı var ama kişisel bağın ötesinde, Kapalıçarşı gibi sembol mekânların, toplumsal birlikteliğin saçma sapan siyasi hesaplar yüzünden büyük erozyona uğradığı günümüzde, toplum olma ve ortak paydaların tadını çıkarma gibi unutmaya yüz tuttuğumuz değerlerin hatırlatılması için çok uygun birer imge olduğunu düşünüyorum. Kapalıçarşı’yı romanın merkezine koymamın sebebi de buydu.
-Tarihi olmayan ama tarihte geçen bir roman olarak özetliyorsunuz “Kapalıçarşı”yı. Romanda bir mekân olarak değil, anlatıcı olarak kitabın merkezinde Kapalıçarşı. “Kapalıçarşı”daki edebiyat mekân ilişkisi hakkında neler söylersiniz?

Tarihi değil, çünkü resmi tarihin soğuk tarafıyla bir ilintisi yok romanın. Sağdan soldan gelip yolu Kapalıçarşı’ya düşenlerin eğlenceli hikâyesi bu. Bir anlamda kendi tarihini yaratan bir metin. Yukarıda da belirttiğim gibi, bizi bir araya getiren mekânların edebiyatta seyrek işlendiği fikrinden hareketle yazıldı bu roman. Neden bir arada olduğumuzu ve birlikte, her türlü fikre saygıyla nasıl daha huzurlu yaşayacağımızı hatırlamamız için, bu birlikteliği sağlayan mekânların edebiyatta daha çok işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ve sadece Kapalıçarşı gibi albenili mekânlar değil kastettiğim. Fabrika, mahalle, okul, meydan gibi olguların edebiyatın merkezinde olmasını arzularım. Seyrek örnekleri dışında mekânı göremiyoruz. Gezi Parkı’nın ele gelir bir romanı halen yazılmadı sanırım. Mekân önemli. Çok önemli.

- O dönemin dilini okuyucunun zorlanmadan okuyabileceği bir dile nasıl çevirdiniz? Bunun için özel bir çalışmanız oldu mu? Ayrıca ironi ve mizah bir arada “Kapalıçarşı”da. Nasıl bir yol izlediniz, konuya uygun anlatım dili mi, yoksa tekniğe uygun konu mu?

Romanın genel dili büsbütün günümüz Türkçesi. Ağdalı bir dile kaçmak istemedim hiç, çünkü derdim, okurun romanı, romandaki kişiler gibi yaşayıp hissetmesi idi. Günlük, samimi, mizahi bir dil tutturmaya çalıştım. Araya serpiştirdiğim kimi dönem terimlerinin de okumayı aksatmamasına özen gösterdim. Bunu İhsan Oktay nefis yapar. Arada dönem jargonundan birkaç kelime okuruz ama hiç de bölmez okumamızı o kelimeler. Sanki hayatın içindendir tüm cümleler. Dönem dilini tutturma konusunda, çok sevdiğim İhsan Oktay’ın yaptığını yapmaya çalışmışımdır olsa olsa. Becerebildiysem ne mutu bana.

-Nelerden, kimlerden esinlenirsiniz?

Hep söylediğim bir şey vardır. Edebiyatla haşır neşir olmadan önce hayatım hep plazalarda, şirketlerde geçti ama bana bir plaza metni yaz deseniz yazamam. Çok iyi bilirim oraları ama duygusunu içselleştirmemişimdir. Öte yandan beden gücüyle çalışmadım hiç ama bir sürü işçi öyküsü yazdım, çünkü oradaki duygu, insanın sömürülmesi, alın teri gibi şeyler yüreğime dokunuyor. Yazdıklarıma esin kaynağı işte bu duygu. Çeviri için Dublin’de kaldığım sürede bir öykü yazdım. O da evsiz bir Dublinli hakkında. Yani esin kaynağım hep bana değen şeyler. Kimlerden esinlenirim? Oğuz Atay’dan, anneannemden, Neşet Ertaş’tan, köy kahvelerinden, Leyla Erbil’den, bütün kuşlardan ve Şeyh Bedrettin’den.

- Türk edebiyatı ve çeviri üzerine dersler veriyorsunuz. Atölyelerde incelediğiniz kitapları, yazarları nasıl seçiyorsunuz? Türk edebiyatının günümüzdeki durumu hakkında, yeni yazarlar, kitaplar hakkında neler söylersiniz?

Çeviride işim biraz daha kolay. Bildiğim yerden yani James Joyce’tan anlatıyorum. Örneklerim çoğu zaman ondan ama tabii çevirinin mantığını falan da konuşuyoruz.
Ama benim daha çok konuşmayı sevdiğim şey Türk edebiyatı çünkü Türkçe edebiyat, birçok ülkenin edebiyatı gibi korkunç bir kültür emperyalizmi baskısı altında. O nedenle, çok sevmeme rağmen önceliği yabancı yazarlara değil, Türkçe yazarlara veriyorum. Çoğu zaman da postmodern yazarlarımız, kadın yazarlarımız, Köy Enstitülü yazarlarımız vesaire gibi bir başlık altında anlatmayı tercih ediyorum.
Çağdaş Türk edebiyatı bence olağanüstü başarılı. Harika metinler geliyor. Hem öyküde hem romanda. Elbette çok değerli yabancı yazarlar var ve keyifle okuyoruz ama öte yandan kıyamet gibi fasarya çeviri de burnumuza dayatılıyor. İyi yabancıları bir yana ayıralım ve mutlaka takip edip okuyalım. Ama dandik yabancıların bokunda boncuk aramak, sırf kapakları janjanlı diye peşlerine düşmek yerine okur çağdaş Türk yazarların izini sürse, müthiş lezzetli kalemlerle ve kitaplarla tanışabilir.

- Henüz çevrilmemiş hangi kitabı çevirmek istersiniz?
Benim at koşturduğum alan İngilizce veya İtalyancadan Türkçeye çeviri ve bu alanda açıkçası, “Finnegan Uyanması” ve “Ulysses”i çevirmişken, üstüne aman şunu da çevireyim diye bir tutkuya sahip değilim. Öte yandan, bugün değil ama belki ilerde Türkçeden İngilizceye roman çevirebilirsem çok mutlu olurum. Çağdaş Türkçe metinlerin dünyada da daha çok okunmasını arzularım.

- Çeviri yaparken geçirdiğiniz süre sizin öykü, roman yazmanızı nasıl etkiliyor, daha doğrusu etkiliyor mu?

Tabii ki etkiliyor. Hem çeviri hem de yazarlıkla uğraşıyorsanız, bu iki meşgale birbirlerine kuma gözüyle bakıyor. O nedenle ben, son beş yılımı bolca çeviriye adamışken, artık oturup uzun süredir aklımda dönen romanımı yazmak istiyorum. Elimdeki işleri halledip yaz sonu romanın başına oturabilirsem benden güzeli yok şu dünyada.

- Son olarak, yazar adaylarına ve iyi okuyucu olmak isteyenlere önerileriniz nelerdir?
Yazar adaylarına okumalarını ama öyle laf ola beri gele değil, metnin nedenini niçinini didik didik ederek okumalarını, önemli yazarların metinlerinde kişileri, mekânları, dili, olay örgüsünü nasıl ele aldıklarını anlamaya çalışmalarını tavsiye ederim.
İyi okur olmak isteyenlere de yazar, çevirmen ve yayınevi takip etmelerini öneririm. Teşekkürler.



14 Aralık 2017 Perşembe

Jale Sancak'la Röportaj

Haldun Taner Öykü Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü gibi ödüllerin  sahibi Jale Sancak son kitabı Uyayan Güzel’le geçtiğimiz günlerde okurlarıyla buluştu. İçten, samimi uslubuyla umut dolu bir hikâye anlatan  Sancak’la son kitabı, yazı serüveni ve edebiyat  üzerine konuştuk. 

                                                 



-5 Şubat 1994 yılında Saraybosna’daki Pazaryeri Katliamı’nda sol bacağını kaybeden akordeon ustası, sokak çalgıcısı Romanyalı Adrian’ın yolu, 1980 darbesiyle sevdiği elinden alınan, terzilik yaparak yatalak babası Azim Bey ve yeğeni Deniz’e bakan Vahide ile Beyoğlu’nda kesişir. Savaşın, darbenin, kentsel dönüşümün, doğal felaketlerin etrafında yaşanan hayatlar. Nasıl başladı Vahide ve Adrian’ın hikâyesi?
-Bir süredir ana karakterin adım adım olumlu yönde değiştiği bir oluşum romanı yazmayı planlıyor, bir uyanışı hikâye etmeyi kuruyor, öte yandan bugünün can alıcı meselelerinden çarpık kentleşme, kâbusa dönüşen betonlaşma, çevre sorunları ve küresel felaketlerden söz etmek istiyordum. Gezi direnişiyle birlikte, son yıllarda yaşanan dönüşümler de etken oldu. Bu iki farklı ucu birbirine nasıl bağlayacağımı bulunca da karakterlerle birlikte masa başı hayatımız başladı.
-Bu topraklarda kadın olmanın zorluğunu anlatıyorsunuz, bu topraklarda kadın yazar olmanın zorlukları daha doğrusu yazar, sanatçı olmanın sıkıntıları neler?
-Bu topraklarda her şey zor. Öncelikle kadın olmak evet, ama erkek olmak, çocuk olmak, sanatçı olmak da öyle. Sanat hâlâ insanların ilgi alanlarının dışında ne yazık ki. Onu bir ihtiyaç kılamadık. Bir avuç okur, bir avuç seyirci var, gerçeklik bu. Üstüne de sanatın, sanatçının sevilmediği, özellikle de edebiyatın, tiyatronun, sinemanın öteden beri tehlikeli bulunduğu, sansürlendiği bir yerdeyiz. Baskılar, hapisler, sürgünler kapıda bekler. Zorluklara özgür ifadeyi de ekleyelim. Öte yandan yaşamak için para kazanmak, evi barkı geçindirmek zorundasınız. Okur, seyirci, sponsor vb. desteği olmadan sanatınızı icra etmeyi becerebilmeniz, sürdürebilmeniz gerekmekte. Tabii nasıl olacaksa? Yük ağır, imkânlar sıfır. Sanatçı kadınsanız, sanatçı erkeğin lükslerine sahip olmamanız da cabası. İşte böyle, açtırma kutuyu söyletme kötüyü derler ya.
-Toplumsal olayları ve insan psikolojisini ustalıkla işliyorsunuz. “Uyanan Güzel”de de Vahide ve Adrian’ın yaşadıkları sıkıntılar içinde aşkla uyanışlarını içten, samimi anlatmışsınız. Aşkın masalı, şehrin masalı diyebilir miyiz “Uyanan Güzel” için ve eklemek istedikleriniz var mı?
-İnsanın yeryüzündeki yolculuğundan bir kesit de denilebilir. Aşk, acıyla birlikte güzellikleri, sevinci, değişimi ve umudu barındırıyor içinde. Ne var ki üçüncü dünya ülkelerindeki şehirlerin masalları ya da gerçekleri yıkımlardan, yitimlerden oluşuyor. Bilim adamlarının söylediklerine dikkat kesilir, deneyimlediklerimiz üzerine düşünürsek dünyanın hikâyesinin pek de mutlu sonla noktalanmayacağını kavrayabiliriz kanımca.
-Selim İleri sizin için yazısında “yola çıkarken kırık hayatlar’dan söz açmayı yeğlemişti; şimdilerde daha acı, daha ezgin söylemleri dile getiriyor” diyor. Bu söylemleri dile getirirken umut, ümit her zaman var “Uyanan Güzel”de olduğu gibi. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
-“Uyanan Güzel” sizin de belirttiğiniz gibi umutlu bir anlatı. Çünkü olumsuzdan olumluya giden bir değişim romanı. Bu nedenle de içerikle söyleme biçiminin, dilin bir bütünlük oluşturması, birbirini tutması gerekiyordu. Böyle bir dengeyi hedefledim yazarken.
-Olaylar kısa bir zaman diliminde geçiyor ama karakterlerin kendi kendine konuşmalarından geçmişlerini öğreniyoruz. Dil ve anlatımdaki ustalık bu oluyor galiba?
-Evet durumun içinde kalarak, karakterlerin iç monologlarıyla geçmiş hayatlarını, bir başka deyişle özel tarihlerini, onları o noktaya getiren nedenleri ve toplumsal meseleleri anımsama biçiminde anlatmayı yeğledim. Kısa, dar zaman anlatısı için güzel bir imkân sağladığını düşünüyorum bu tür bir biçimlemenin. Okurun karakteri daha iyi anlamasını kolaylaştırdığını da düşünüyorum.
-Öykücü olarak tanımlanmanız için neler söylemek istersiniz? Edebiyatınızda veya şöyle sorayım, hayatınızda öykünün yeri nedir?
-Çok uzun yıllar boyunca ağırlıklı olarak öykü yazdım, halen de yazmaktayım. Ara ara söyleşi kitapları hazırladım, radyo ve tiyatro oyunları da yazdım. Sonra da son iki roman, ne var ki en çok sevdiğim, yazmaktan vazgeçemeyeceğim tür öykü.
-“Büyülü gerçeklik vardır” öykülerimde diyorsunuz biraz açar mısınız, nedir “büyülü gerçeklik”?
-Büyülü gerçekçilikte düşsel ile gerçek iç içe geçer, masalsı bir atmosfer yaratılır, tuhaf veya gerçekdışı olan normalleştirilir. Bir başka deyişle olağanüstü olaylar veya durumlar gerçekliğin tam ortasında, gündelik hayatın içinde doğalmışcasına yer alırlar. Ben de bazen daha yaratıcı bir metin oluşturabilmek için büyülü gerçekçilik türünde yazıyorum. İnsanın muhteşem düş gücünün, yaratıcılığının ürünü olan bu tür yapıtları okumaktan da keyif alıyorum.

                                                                   

-“Uyanan Güzel”de “Gri Şehir Masalı” ile başlayan ve aralarda devam eden çift katmanlı bir anlatım hakim. Bu kurguyu özellikle mi tercih ettiniz? Bununla birlikte sormak istediğim diğer soru, önce konu ve o konuya uygun anlatım şeklini mi tercih ediyorsunuz?
-Her zaman böyle bir sıralama olmuyor ama diyelim ki temayı, ana çatışmayı belirledim, hemen ardından peki nasıl anlatmalıyım sorusu geliyor. Bu durumda da anlatım biçimi ve olay örgüsü üstüne düşünüp bir karar veriyorum. Tabii ki yazma sürecinde bu karar değişebilir de. Söz ettiğiniz paralel kurguyu ise, hem şehrin romanda önemli kahramanlardan biri oluşu, hem de şehir ile kahramanların ruhsal ve fiziksel durumların benzerliği nedeniyle oluşturdum.
-Yazma serüveniniz nasıl başladı?
-Epeyce erken yaşlarda, kitaba düşkün aile ortamının ve çocukluk döneminde okuduğum kitapların etkisiyle şiir yazmaya başladım. İlk gençlik dönemimde ise yazma konusunda kararımı vermiştim bile. Bir süre şiirle uğraştıktan sonra da öykü ile devam ettim.
- Yazı, yazma üzerine atölyeler yapıyorsunuz. Bu atölyeler bazen çok tartışılıyor. Neler düşünüyorsunuz?
-Tartışmanın haklı ve haksız yanları var. Atölye bolluğundan geçilmiyor, hemen herkes atölye açıyor, çünkü az ya da çok para kazanılıyor. Özgürler elbette açabilirler, ne var ki atölye yürütücülerinin bir kısmı ehil değiller. Bu noktada sahtecilik mevcut. Katılımcılara pek bir yarar sağlamıyor bence. Öte yanda eğer atölyeyi yazıya emek vermiş, nitelikli ürünler yaratmış edebiyatçılar açıyorsa hayli yararlı olacağını düşünüyorum. Atölyeler katılımcıların edebiyatla hemhal olmalarına, teknik meseleleri kavramalarına, okunabilir metinler yazılmasına ve iyi okur olmalarına katkı sağlıyorlar.
- Nasıl yazıyorsunuz, yazma rutininiz var mı? Yazmak isteyenlere neler söylersiniz?
-Ben bu konuda epeyce disiplinliyimdir. Ara ara değil hemen her gün, düzenli yazarım. Daha çok geceleri çalışırım. Yazmak isteyenlere devamlılığın çok yaralı olduğunu, okudukça ve yazdıkça gelişilebileceğini söyleyebilirim ancak.
-Nelerden esinlenirsiniz? Sizi etkileyen filmler, müzikler, kitaplar, yazarlar hangileri?
-Hayat, insan, mekân, atmosfer, resim başlıca esin kaynaklarımdır. Pek çok kitap, yazar, film olmuştur etkilendiğim. Zeki Demirkubuz, Angelopoulos sineması, Fellini’nin kimi filmleri, Ettore Scola’nın Özel Bir Gün’ ilk aklıma gelenler. Gene Bachmann, Thomas Bernhard, Christa Wolf, Tabucchi, Faulkner de öyle. Türkçe edebiyattan uzun bir liste olur yazarsam. Schubert, tüm saz semaileri, Joan Baez, Bob Dylan, birçok dünya müziği. Güzellikler, değerler öyle pek de az değil çünkü.
-Galapera Sanatevi’nin kurucususunuz. Tiyatro Kara Kutu’da yazdığınız tek kişilik oyunu yönetip oynadınız. Yeni projeleriniz var mı?
-Şimdi bir oyun yazıyorum Tiyatro Kara Kutu için. Onu bitirdikten sonra da yazılmayı bekleyen öykülere gelecek sıra.






20 Ağustos 2017 Pazar

Dilek Türker "Avucumda Çimen İzi"




www.yenicikanlar.com.tr için Sevgili Dilek Türker'le yaptığımız röportaj

http://www.yenicikanlar.com.tr/her-oykum-aldigim-bir-nottan-cikti-73469


Hep Kitap, yeni, yalın, duru kalemiyle Dilek Türker’i öykü severlerle buluşturdu. “Avucumda Çimen İzi”, 16 öyküden oluşuyor. Dilek Türker’le, ilk kitap heyecanını, yazma serüvenini konuştuk.

 -İlk öykü kitabın, daha önce dergilerde yayınlanmış öykülerin var. Nasıl başladın yazmaya?
Mektuplarla iletişim kuran biriyim. Sıkı dostlarımla, sevdiklerimle hep mektuplaştım. Gündelik mektuplaşmaların ötesine geçen yanları olmuştur. Onları yazınsal çabamın ilk ürünleri olarak sayabilirim. Daha sonra senaryo denemeleri, senaryoya varmayan sinopsisler, kısa anlatılar yazdım… Hikaye anlatmak istiyor, aklımdaki hikayelere uygun bir biçim arıyordum; öyküler çıktı sonunda ortaya.
-Kendinden biraz bahseder misin? Nerelerde eğitim aldın, ne iş ile uğraşıyorsun?
1984, Adana doğumluyum. Hukuk Fakültesi mezunuyum. Böyle şeyler yazabilirim ama bir arkadaşımın 11 yaşındaki ikizleri “Şiirce” diye bir kitap çıkardı ve onların otobiyografilerini okudukça kendi yazdıklarımı çok sıkıcı buluyorum. Mesela Utku Erkman diyor ki: “Bu capcanlı dünyanın sahipleri kimi zaman iyilik, kimi zaman kötülük, kimi zaman da konuşan sinekler ve kuşlardır.” Kardeşi Ece de kendinden bahsederken, “Bu kitaptaki çizimler bana ait. Hayallerimi çizmeyi seviyorum. Beni bir çizer gibi değil de bir arkadaşınız olarak kabul edin” diye yazmış. Ben onlar kadar müthiş şeyler yazamam ama şöyle söyleyeyim madem: Bir daha dünyaya gelsem ağaç olmak isterim. En çok annemin bana fal bakarken anlattığı hikayeleri severim. Coğrafyam iyi değildir ama yeni şehirlere ve ülkelere dair içimde hep güzel duygular beslerim. Yine de çocukluğum bu topraklarda geçtiği için en sıkı bağım burayladır. Tabii bu, neden bu ülkeden bir Kafka çıkmadığına dair şaşırmama engel değildir.
 -“Hüznün yanı sıra umudun da yeşerdiği hayatlara pencere açan öyküler” diye yorumlanmış yazıların. Neler düşünüyorsun, ilk kitabı yeni çıkmış genç bir yazar neler yaşıyor bugünlerde?
En önemsediğim şey yaşama sevinci. Bunu kaybedersek çuvalda çürüyen patateslerden bir farkımız kalmaz. Bu dönemde ise şansımız var ve hala hayattaysak, en zor şey yaşama sevincini koruyabilmek. İşte bunun için uğraşıyorum; içimde bir kırıntı bile kaldıysa bulup çıkartıyorum ve çoğaltmaya çalışıyorum iyilikle, güzellikle.  Ritüellere önem veriyorum; eşimle, annemle, sevdiklerimle sohbet ederek, kızımla oyunlar oynayarak, uzun yürüyüşler yaparak, okuyarak, yeni öyküler için notlar alarak geçiriyorum zamanı.  Bugünlerde yaptığım bu.
-Kitabının arka kapağında “Dilek Türker’in öykülerinde bocalayan, düşen; kalktıklarında avuçlarında gördükleri çimen izlerinin karmaşıklığında kaybolan insanlar var. Aniden duran dönmedolap, hafifçe esen rüzgâr, rüzgârı hissetmek için koşan çocuklar. Bir daha dönmeyecek kadar uzağa giden göçmen kuşlar... Evler var, evlerin içleri, iyi yürekli hayatlar... Avucumda Çimen İzi yeni bir yazarı keşfetme hazzı veriyor” diye anlatılmış kitabın. Var mı buna eklemek istediğin bir cümle, kelime?
Arka kapak yazısını çok sevdim ben. O yüzden eklemek istediğim bir şey yok.
- Biz yeni bir yazarı keşfettik, sen yeni okurlar keşfederken neler hissediyorsun?
Şaşırtıcı ve heyecan veren bir süreç. Kitabın basılacağını haber aldığımda ve sonrasında daha soğukkanlıydım ama kitabı raflarda gördükten sonra biraz afalladım. Ara sıra kitapçıları geziyorum, bazen yerini bulamıyorum, yine de utanıp soramıyorum görevlilere. Bazen hiç tanımadığım biri ya da çoktandır tanıdığım insanlar kitapla ilgili paylaşımlarda bulunuyor. Mutluluk ve mahcubiyet arasında bir yerde okuyorum yazdıklarını. Güzel, iyice duyumsayarak yaşamaya çalıştığım zamanlar.
-Öyküler yazıyorsun, yola öykücü olarak mı devam etmek istiyorsun? Neden öykü?
Anlatmak istediğim hikayelerin bir tür olarak öykü kalıbında var olabileceğini görmüş olmam, neden öyküyü seçtiğime dair bir yanıt olabilir. Bir roman dinamiği, izlekleri, biçimi içinde anlatmayı düşlediğim bir hikayem yok. Öykü türü içinde akıl yürütme çabası içinde olmak, bu zanaatı geliştirmek benim için daha çekici. Başka bir türde yazacak olsam da cevabım aynı olurdu aslında. Bir tür seçip yola çıkmıyor, anlatmak istediğimize en uygun türü seçip ona göre bir ürün veriyoruz sanırım.
-Türkiye’de öykünün yeri hakkında neler düşünüyorsun?
Türkiye’de öykünün gördüğü değerden memnunum. Evet, büyük kitlelere romanlar daha çabuk ulaşıyor ve daha çok okunan hep romanlar oluyor ama bunda şikayet edecek bir yan görmüyorum. Bence önemli olan okuyanın hangi algı düzeyinde okuduğu ve okuduğuna ne derece kıymet verdiği. Bu açıdan bakarsak Türkiye’de öykünün çok seçkin bir okur kitlesi var. Üstelik bu seçkinlik bir avuç insanı ifade etmiyor. Öykücüler biliniyor, konuşuluyor, takip ediliyor. Bir yazar sırf öykü yazarak edebiyat dünyasında var olabiliyor. Öykü çok ciddi bir kitlece okunuyor ve değer görüyor. Satış rakamları ve istatistikler ne der bilemem. Benim kişisel deneyimim ve yakın çevremden edindiğim gözlem böyle.
-Seni etkileyen, benim yazarlarım dediğin kimler var?
Sevdiğim birçok yazar ve kitap var. Bir kitabı bitiriyorsam muhtemelen onun dünyasına dalmışım ve yazarın kaleminden etkilenmişim demektir. Her zaman başucumdaysa, Sait Faik, Cemal Süreya ve Didem Madak var.
- Yekta Kopan’ın atölyesinde beraber derslere katıldık. Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri hakkında neler söylersin?
Benim yolum Yekta Kopan atölyeleriyle kesişmeseydi, muhtemelen yine yazardım, günlük tutmaya, mektuplar yazmaya, kart atmaya ve senaryo denemeleri yazmaya devam ederdim ama öykülerin o güzelim dünyasını ya keşfedemezdim ya da böyle erken keşfetmezdim. Kurtarılmış zamanlar olarak görüyorum o atölyede geçirdiğimiz zamanları. Hem Yekta Bey’in hocalığı, enerjisi, dostluğu hem de diğer atölye katılımcılarının kalemleri, eleştirileri ve önerileri benim kendimi geliştirmemde çok etkili oldu.  Yazarlığın, yaratıcı yazının öğrenilemeyeceği gibi bir savla bu atölyelere burun kıvıranlara, buralarda kimsenin yazarlığı öğretme çabası içinde olmadığını söylemek lazım. Öncelikli amaç her zaman edebiyata çok yakın ilgi duyan bir grup insanın, bir tür kardeşlik duygusuyla bir araya gelip fikirlerini paylaşması, birbirinden ilham alması.
Ve tabii sırası gelmişken Yekta Kopan ve İpekli Mendil’in yazı hayatındaki yerleri nedir?
İpekli Mendil yazarlarından bir kısmını eşim başka bir yazı atölyesinde tanımıştı ve aralarında güzel bir etkileşim olmuştu. Sonra da beni tanıştırdı onlarla. İçlerinden biri, sanırım Betül, Yekta Bey’in yazma atölyesine katılmamı önerdi. Güzel tesadüfler, öyle bir akşamüstü, hoş bir sohbette karşınıza çıkabiliyor. Yukarıda bahsettiğim kardeşlik duygusunu orada tanıdığım insanlarla da yaşıyorum. Bana ilham veriyorlar.
Mehmet Tutar ve Hüsne Tutar’a da değinmem gerek burada. Gerçek bir öykü kahramanı iki öğretmen. Çok güzel hayalleri var, hayata öyle bir yerden bakıyorlar ki umutsuz olmaya hakkımız yok gibi geliyor onları düşününce. Yekta Bey ve İpekli Mendil yazarları Antakya Narlıca Anadolu Lisesi’nde İpekli Mendil Kütüphanesi’ni kurdular. O süreçte ben de onların yanında olma ve onları daha yakından tanıma fırsatı buldum. Oradaki öğrencilerin coşkusunu, öğretmenlerin onlara ve hayallerine olan inançlarını ve hepimizin bir an için de olsa içimizde hala umudumuzu koruduğumuza dair hissettiklerimizi unutamam.
-Ağaçların, köknar ağacının öykülerine etkisi, sendeki çok özel değilse hikayesi nedir?
Babam bir köknar ağacının gölgesinde uyuyor. Yalnızca bunu söyleyebilirim.
- “Elişi ödevimi çilek reçeliyle yapıştırdı. (…) Bir şey oldu sanırsın ama olmaz.” Kitabında bu ve buna benzer içten, okuyanda geçmişe dönüp ben de yapmış mıydım diye düşündüren, samimi cümleler, bizden hikayeler var. Bunun için öncelikle sana teşekkür ediyorum. Bunu nasıl yapıyorsun? Notlar alarak mı çalışıyorsun, nasıl yazıyorsun?
Bence sen de bu ve bunun gibi tatlılıklar yapmışsındır. Hatta yapmaya devam ediyorsundur. Bu eşim Alpay’ın bir anısı. Zaten onun çocukluk anılarından çok etkileniyorum ve öykülerde bir şekilde anlatıyorum. Bazen kendisine hiç hikaye bırakmadığımdan şikayet ediyor bu sebeple.
Not aldığım doğru. Bazen babaannem bir şey anlatırken, annem biriyle konuşurken, bir arkadaşım çocukluk anısından bahsederken ya da bir belgesel izlerken bir not alıyorum ve o aldığım not beni bir öyküye başlamaya teşvik ediyor. Sonunda belki aldığım not o öyküde geçmez, bambaşka bir şey vardır ortada ama o not görevini yapmıştır. Bana bir duyumsayış vermiştir o öyküye başlamak için. Bir oturuşta baştan sona yazıp bitirdiğim bir öykü yok. Her öyküm -ister kağıda ister aklımın bir köşesine olsun- aldığım bir nottan çıktı.
Son olarak küçük bir kızın var. Anne olmak seni nasıl etkiledi, öykülerine etkisi oldu mu?

Hamileyken bir dergide Patti Smith’in bir röportajında rastlamıştım, annelik için şiirsel demişti. Ben sevdim anne olmayı, bence de çok şiirsel. Zorluklarına, kadını yıpratan ve yoran süreçlerine ya da dünyanın gidişatına bakıp anne baba olmanın nasıl riskli bir karar olduğuna değinmeden şunu söylemek istiyorum, kızımın yüzüne bakınca çok güzel günleri düşlüyorum hep. Sonra da oturup yazmaya başlıyorum. Bir de anne olduktan sonra sanırım çocukların dünyasına daha da daldım ve masalsı bir yeri keşfetmiş oldum böylece. İşte incecik iple uçan balonu bileklerine falan bağlıyorlar, kuşları sevinçle besliyorlar, bilmediğim ve hayran olduğum bir dilde konuşuyorlar. Ben de onların peşine düşüyorum bazı öykülerde.