sergi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sergi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mart 2022 Pazar

Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı

 

                                         

                                                            

                                                                  Şükran Aziz (1949–2019) 

Ben-Sen-Onlar, 1993–1996, Ahşap üzerine folyo kesim yazı, 25 plaka; her biri 33 x 33 cm, Fuat Yalın Koleksiyonu

 Çiğdem Simavi hâmiliğinde ve ÜNLÜ & Co sponsorluğunda düzenlenen ve Sergisi Deniz Artun’un küratörlüğünde gerçekleştirilen  “Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı”  sergisi yaklaşık 1850–1950 arasında Türkiye’de yaşamış ve yaratmış sanatçı kadınların eserlerinden bir seçkiye yer veriyor.

Ben-Sen-Onlar, ismini Şükran Aziz’in sergideki bir eserinden alıyor. Sergi, çoğunluğu “ben”leşememiş ve dolayısıyla sanat tarihi tarafından kaydedilmemiş kadınları tek tek fark etmenin yanı sıra, kolektif bir “biz”in oluşabilme koşullarını da araştırıyor. Aynı zamanda Meşher bu sergi ile, Türkiye’den çağdaş sanatçı kadınları köklerini keşfetmeye davet ediyor.

                                                     

                                                          Hale Asaf (1905–1938),  

            Fırçalı Natürmort, Duralit üzerine yağlıboya,50,5 x 37,5 cm, Alpaslan Aktuğ Koleksiyonu

  Ben-Sen-Onlar bir isimden, gruptan, kurumdan diğerine çekilmiş düz çizgilerin dışında kalan bütün kadınların ve eserlerin anıldığı ve anlatıldığı bir “başka” zamana işaret ediyor. Böylece sergiyle, kadınlara kendilerinin kahraman oldukları bir “yüzyıl” armağan ediliyor.

Ben-Sen-Onlar, sanatçı kadınlara atölyelerinin ve daha çok da evlerinin dışında bir görünürlük kazandırmak üzere başlatılan bir araştırma. Öte yandan, yaklaşık olarak belirlenen 1850–1950 yılları arasında yaşamış̧ ve çalışmış̧ bütün kadınları bulmak ve listelemek kaygısı taşımıyor. Aksine, çok daha fazlasını keşfetmeye davet ediyor.

                                                            


Neşe Aybey (1930–2015)

                    Manolyalı Kız, Kâğıt üzerine guaş, 31 x 24 cm,  Murat Aybey Koleksiyonu

 Ben-Sen-Onlar sergisinin hamiliğini üstlenen Çiğdem Simavi, yola çıkış amacını şöyle ifade ediyor: “Her zaman kadın emeğine, gücüne, dayanışmasına ve birleştiriciliğine inanan bir kadın oldum. Türkiye’nin sanatçı kadınlarını tüm dünyaya anlatmak, tanıtmak ve çoğunu içine sıkıştıkları gölgelerden çekip çıkararak gün ışığına kavuşturmak en büyük hayalimdi. Ülkemin kültürü ve sanatına olan hayranlığımın temelindeki sessiz kahramanların her zaman kadınlar olduğu bilinciyle, bu hayalimin peşinden gittim.”

 Serginin sponsorluğunu üstlenen ÜNLÜ & Co’nun yönetim kurulu üyesi Şebnem Kalyoncuoğlu Ünlü de şunları söylüyor: “ÜNLÜ & Co olarak her zaman kadının gücünü ön plana çıkaracak çalışmalar yürütüyoruz. Yirmi beşinci yılımızı kutladığımız bu özel yılda da Türkiye’den sanatçı kadınlarının yüzyıllık emeğini ortaya çıkaran böyle bir sergiye sponsor olmak bizler için gurur verici. Ben-Sen-Onlar sergisi, sanat tarihinin gözden kaçırdığı ya da ihmal ettiği sanatçı kadınların fark edilmesi ve görünür kılınması için önemli bir kilometre taşı olacak.”

                                                       


   
Yıldız Moran (1932–1995)
Yankı, 1952, Norah Caussen ve Yıldız Moran’ın yansıması Londra,80 x 80 cm,Ed. 6+1 A.E,.Yıldız Moran Arşivi

 Küratör Deniz Artun, Ben-Sen-Onlar sergisinin kapsamını belirlerken, Türkiye’de çağdaş sanatçı kadınların varlığının köksüz olduğunun altını çiziyor. Ancak Ben-Sen-Onlar sergisi bu tarihi yazmak iddiasında değil. Aksine yazılacak tarihin bir değil pek çok olduğunu hatırlıyor ve hatırlatıyor. Sergi, her bir kadının hatta her bir eserin alternatif tarihler kurabileceği “biz”e bir çağrı.

 Ben-Sen-Onlar, Meşher binasının üç katına yayılıyor. Giriş katı “Ben”, aynada kendi mütevazı varlıkları ile karşılaşan şöhretsiz kadınlara odaklanıyor. Serginin farklı köşelerine yerleştirilen aynalar, tek bir kadının birkaç yüzünü yakalamaya çalışıyor. Kadınların, tarihten kendi kendilerini sildikleri, adlarının üzerini bile bile karaladıkları da oluyor. Dolayısıyla ayna, bazen de, eskiz aşamasında terk edilmiş eserleri ya da kariyerleri bir dev aynasına yansıtmaya ve onları “büyütmeye” yarıyor.

 Birinci kat “Sen”, yumuşak ve birleştirici olan öteki ile karşılaşmaları anlatıyor. Öncelikli “sen” olarak çocukları çağırıyor. Portrelerin ve otoportrelerin çoğu, anne olmanın ya da olmamanın deneyimi ve öznellik, aile olmanın tanımı ve şefkat, sanatçı olmanın gücü ve ölümsüzlük hakkında düşünmek üzere davet ediliyor. Ayrıca “sen”, anneliğin idealindeki kutsallık ile çıplaklığın ideasındaki tenselliği karşı karşıya yerleştiriyor.

                                          

                                          Iraida Barry (1899–1980)

           Yeşil Kadın, Alçı,  26 x 28 x 18 cm,  Doğan Paksoy Koleksiyonu

 İkinci kat “Onlar”, kadınlara başkalarının gözünden bakıyor. Çiçek, özellikle vazoda olduğunda, başkaları tarafından kadınlara yakıştırılan sıfatları taşıyor: duygusal, kırılgan, amatör ruhlu, sıradan, domestik ve dekoratif. Pek çok sanatçı kadın, kendisinden güvenli ve zarif olanı resmetmesi beklendiği için, ancak vazoda çiçekler boyayarak resim yapabiliyor. Sergiye, hiçbir öncelik gözetilmeden, neredeyse kendiliğinden saçılan çiçekler, şematik aile ağacının, çizgisel bir sanat tarihinin de alternatifini temsil ediyor.

 SANATÇILAR                                                                                                        

Sergide Yer Alan Sanatçılar: Naile Akıncı, Nükhet Aksoy, Maide Arel, Hale Asaf, Perran Berrünnisa Atamdemir, Jülide Atılmaz, Can Ayan, Neşe Aybey, Şükran Aziz, Hatice Şahiye Barlas, Iraida Barry, Behice Nuri, Saime Belir, Belkıs Mustafa, Lerzan Bengisu, Sabiha Bengütaş, Nimet Berdan, Aliye Berger, Semiha Berksoy, Mevhibe Meziyet Beyat, Deniz Bilgin, Zerrin Bölükbaşı, Zabelle C. Boyajian, Sabiha Bozcalı, Halet Çambel, Refia Edren Çiray, Nevin Çokay, Hamiye Çolakoğlu, Gül Derman, Didar Tahsin, Şükriye Dikmen, Tiraje Dikmen, Güzin Duran, Ayhan Dürrüoğlu, Afife Ecevit, Nazlı (Emin) Ecevit, Efruz Cemil, Melahat Ekinci, Esma Ekiz, Emine Semiyye Hilmi, Selma Emiroğlu, Özden Akbaşoğlu Ergökçen, Nebahat Erkekli, Mari Ertoran (Kaloyan), Semiha Es, Esma İbret Hanım, Eren Eyüboğlu, Fatma Saime Cenap, Seniye Fenmen, Sühendan Fırat, Bilge Friedlaender, Lina Gabuzzi, Filiz Özgüven Galatalı, Ruzin Gerçin, Mari Gerekmezyan, Vildan Gizer, Nevide Gökaydın, Beyza Gönensay, Bedia Güleryüz, Hatice Süleyman, Hayriye Nuri, Seta Hidiş, Sara Farhi Huntzinger, Selime Işıtan, Mürşide İçmeli, Nasip İyem, Naciye İzbul, Sare İsmet Kabaağaçlı, İvon Karsan, Gencay Kasapçı, Nevzat Kasman, Sevim Kent, Türkan Kıran, Sabahat Kırlı, Füreya Koral, Hakkiye Koral, Emel Korutürk, Melike Abasıyanık Kurtiç, Müreccel Küçükaksoy, Harika Lifij, Mihri Rasim (Müşfik), Yıldız Moran, Muhterem Ömer, Muide Esad, Müfide Kadri, Nedime Ahmet, Nevin Edhem, Nimet Raif, Nüveyre Faik, Maryam Özacul (Özcilyan), Necla Özbay Özdemir, Rahime Yusuf Ziyaeddin, Rana Salih, Ruhiye, Safiye, Kristin Saleri, Mukaddes (Erol) Saran, Bedia Sarıkaya, Leyla Gamsız Sarptürk, Melek Celal Sofu, Harika Söylemezoğlu, İvi Stangali, Virginia Stolzenberg, Emel Şahinkaya, Maryam Şahinyan, Nasra Şimmeshindi, Şükûfe İbrahim, Tâciser Salih Şâkir, Cahide Tamer, Leman Tantuğ, Zekavet Bayer Taş, Frumet Tektaş, Celile Uğuraldım, Melahat Üren, Mary Adelaide Walker, Fahrelnissa Zeid, Elisa Pante Zonaro

 

Meşher’in üç katında gerçekleşen sergide, 117 sanatçıdan 232 eser yer alıyor. Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı, 27 Mart 2022 tarihine kadar İstiklal Caddesi’ndeki Meşher’de izlenebilir.

26 Aralık 2020 Cumartesi

İsmet Değirmenci "Doğa Konuşur"

 Galeri Bu İsmet Değirmenci “Doğa Konuşur” Sergisi üzerine

                                                                     

-Güzel Sanatlar Heykel Bölümü mezunusunuz. Güzel Sanatlarda okumaya nasıl karar verdiniz?

Bir yandan 12 Eylül darbesinin yıkıntıları; düşlerimizin ve ideallerimizin değersizleştirilmesi bir yandan toplumsal statü baskıları, para kazanmak için meslek seçimi, bu bunalımlı dönemde hiç de kolay değildi karar vermek. İstanbul’a taşınıp yayınevinde çalışmaya başlamam, ardından  iktisat öğrenimi, tiyatro eğitimi hepsini bırakıp kendimi   daha yaratıcı ve özgür hissettiğim güzel sanatlar eğitimine yöneldim, vasat bir eğitim olmasına rağmen.

-Marmara Adası’nda doğup büyümüşsünüz? Adalı olmak eserlerinize nasıl etki ediyor?

Adalı olmak denizin ve ‘evcilleşmemiş bir yabaniliğin’  içinde karaya uzak bir coğrafyada zamansız yani günün döngüsüyle yaşamaktır bir anlamda; yani beni oluşturan, biriktiren yönelişimin en önemli yolu diyebilirim.

                                                              


-Serginizin ismi ”Doğa Konuşur”. Neydi size bu konseptte eserler yaptıran?

Bu sergiyi oluşturmamın temeli yürüyüş felsefemdir. Yaşadığımız kentin hızı, yetişme telaşı, gürültüsü, kaotik statülerinden uzaklaşıp doğanın saflığını, farkındalığını belki de unuttuğunuz kendi varoluşumuzu hissettirmek.

-Serginizdeki eserlerinizde şiirsel göndermelere başvuruyorsunuz. Sanat severleri sergide neler bekliyor? 

Sergimde bulunan küçük çalışmalar;  Japon yazınında 5/7/5 hece ölçüsüyle yazılmış, kısa şiir özelliği gösteren düzyazı olan haikulara karşılık, doğanın imgeleri üzerine şiirsel ritimle bir okuma düzeneğine dönüştürüyorum. İzleyicilere Romantizmin varlığını yani modaya sırt dönen bağımsız sanatçıları, aynı zamanda doğaya karşı olan sorumluluklarımızı; mesajlar vermeden tabii.

                                                


-“Doğa ve İsmet Değirmenci” diye sorsam neler söylersiniz bu kısa başlık için?

Doğa ve İsmet Değirmenci; Buradayım- Yükseliyorum.                                  

            İçime döktü

            Mayıs yalnızlığını-

            gümüş yapraklar.        İ. Değirmenci  / 2020

-Çalışmalarınızda nasıl bir yol izliyorsunuz? Bir konu üzerinden mi başlıyorsunuz çalışmaya?

Proje üzerinden çalışan kavram merkezli biri değilim; yönelimim ve niyet ettiğim yolda içselleştirdiğim imgeler, biriktirdiğim tinsellikle sürdürüyorum arayışlarımı.

-Eserlerinizde farklı teknikler kullanıyorsunuz. Kullanacağız malzeme ve konu arasında nasıl çalışma yapıyorsunuz?

Sanat üretimimde farkı malzemeleri denemeyi ve kullanmayı seviyorum. Daha önce açtığım ‘’Bir Yerde’’ sergimde kentin hızı ve hafızası ifade etmek için gazeteden kolajlar eklemiştim. Doğa resimlerimin bazlarında ise; saflığı sessizliği keçi yünleri bitki liflerini ekleyerek tamamladım. Benim için önemli olan uygulanabilirliği ve bütünlüğüdür resmime kattığı.

 

5 Nisan 2020 Pazar

Mustafa Delioğlu ile Röportaj


Türkiye’nin figüratif ressamlarından, her çalışmasında yeni teknik ve tavır geliştiren  ressam- illüstratör Mustafa Delioğlu’ile  “Eskiden-Yeniden” resim sergisi  ve çalışmaları üzerine mürekkephaber için  konuştuk.

                                                       


-“Eskiden – Yeniden” resim serginiz Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde 26 Ocak’a kadar devam ediyor. Sanatseverleri neler bekliyor sergide?

Sergide 15- 20 yıllık çalışmalarım, işlerim var. Hatta 2020’de son fırça darbesini vurduğum işimde var. Toplamda burada 65 adet resim sergileyebildik. Sanatseverler, izleyiciler benim yirmi yıllık çalışmalarımın bir kısmını toplu halde bu sergide görebilirler.

 Benim çalışmalarımı dışavurumcu eserler. Her zaman samimi olmaya ve bunu tuvalime yansıtmaya çalıştım. Kitaplardan, resimlerden öğrenerek, iç güdülerimle, çok çalışarak, kendimi tekrar etmeyerek resim yaptım. Sanatseverlerde bu sergide çabamı, samimiyetimi, sevgimi göreceklerdir diye düşünüyorum.

-Resim yapmaya nasıl başlıyorsunuz?  Ön hazırlık yapıyor musunuz?

Eskiz yapmıyorum. Tuvalim hazır duruyor. Benim bir işimde çocuk kitapları resimlemek. 2.000’den çocuk kitabı resimlemişimdir. Planlamıyorum resim yaparken. O anda tuvalin karşısında çıkıyor her şey. Başlıyorum, resim beni nereye götürürse oraya kadar gidiyorum.  Resim bitince de o serüven bitiyor. O bitti anını yakalamak irade gücü istiyor. O anı kaçırdığınızda resim de bozuluyor. O anı iyi yakalamak, o anı tespit etmeye dikkat etmek gerekiyor.

Resim yapmayı şöyle de düşünebiliriz. İçinizden resim yapma isteği geliyor ve resim yapıyorsunuz ve işte o zaman iyi resim ortaya çıkıyor. İstekle yapmak önemli.

-Resim yapmaya nasıl başladınız?

Ben okullu değilim. Çocukken kitaplarda gördüğüm resimleri yapardım. Onlar kadar iyi yapamadığım içinde çok üzülürdüm. Erzincan Paşağı Köyü’nde doğdum, 14 yaşında da İstanbul’a göç ettik Feneryolu’na. Eskiden köyden gelenler burada kasap- bakkal ve kömürcü çırağı olarak çalışırmış. Abilerimde öyle yapmış, ben de öyle yaptım ve abimin kasap dükkanında çırak olarak işe başladım. Ama bu arada resim yapmaya da devam ediyorum.  Bunlar olurken en çok yaptığım şey de okumaktı. Elime o zamanın şartlarında ne geçse okuyordum. Kitap okumak demek ufkumum açılması demek. 16- 17 yaşlarında ben bu işleri yapmayacağım dedim. O kasap dükkanına sığmıyorum. Gravürleri kopya ediyordum, onları camcının vitrinine koyuyordum.  Resimle ilgili sadece ilkokulda öğretmenimden öğrendiklerim vardı.  Ben devamlı okuyordum  ve bakıyordum. Tabi o zamanlar resimle ilgili fazla kitapta yoktu. Kasap dükkanında çalışırken de devamlı resim yaptım, hiç bırakmadım. 68’de ilk resim sergimi açtım Beyoğlu Şehir Galerisi’nde. Olgun resimler değil, tabi ama çabalıyorum resim yapmaya.

Bu arada para kazanmamda gerekiyor. Reklam ajansına girdim, tabela yaptım, filmlere fon yaptım. O dönemlerde film Bağdat’ta geçiyorsa panoramik Bağdat resmi yaptım film için. Geçinmem için para kazanıyorum, resim yapmaya da devam ediyorum  ve ressamlar tanıyorum, arkadaşlar ediniyorum. Ben mutlaka kitap okunması gerektiğini düşünüyorum. Eğer sanatçı iseniz daha çok okumanız gerekiyor. Beni buralara getiren kitap okuma tutkumdur.

-Çocuk kitaplarını resimleme dönemi nasıl gelişti?

Reklam şirketinde çalışıyorum. Cağaloğlu benim için çok önemli bir yer.  Taksitle kitap alabiliyorum, daha çok kitaba ulaşma ve alma şansım var. O dönemde en büyük isteklerimden biri kitap kapağı yapabilmek. Kitap dükkânı olan bir arkadaşım yayınevleri ile çalışıyor. Benim bu isteğimden bahsedince teklif geliyor. O dönem bu işi yapan çok kimse yoktu. Ustalarımız var tabi. Sait Maden, Ayhan Erel.

Ostrovski’in “Fırtına Çocukları” kitabı için yaptığın kitap kapağı tasarımım o dönem çok ilgi gördü 1970’lerin başında sonra da diğer siparişler gelmeye başladı. 1973’de de Erdal Öz’ün isteğiyle Truman Capote’nin “Para Dolu Damacana” adlı kitabının kapak tasarımını ve resimlerini yaptım ve böylece çocuk kitapları resimleme dönemi başladı benim için.

Sonrasında Cağaloğlu’na atölye açtım. Grafik işler de yapıyordum ama amacım, resim ve illüstratör olarak çalışmak ve onlardan para kazanmaktı.

-Çocuk kitapları resimlerken nasıl çalışıyorsunuz?

Elinizde bir metin var, onu ince ince okurum. O metni resimleyerek görsel hale getirirken her şeyin en iyisi olması için çabalıyorum. Yoğun boya kullanıyorum, desen tadını muhafaza etmeye çalışıyorum. Çocuklara elimden geldiğinde en iyisini sunmaya gayret ediyorum.  Çocuk kitapla beraber içinde görselle karşılaşıyor. İnsan bakarak algılar. İyi şeylerle karşılaşınca beğenisi de böylece gelişiyor. İnsan beğenisinin gelişmesi çok önemli ben öyle düşünüyorum.
                                                   

-Kitap kapağı yaptığınız dönemlerde yapmak isteğiniz kitap kapağı oldu mu?

Şöyle cevaplayabilirim. O dönemde aslında sevdiğim bütün yazarlara kitap kapağı yaptım. Maksim  Gorki, Jack London, Ernest Hemingway, Jack Steinbeck’in kitaplarına kapak yaptım.  Çağdaşlardan Paul Auster’in kitap kapaklarını çalıştım. Artık günümüzde kitap kapakları tasarımı farklı ilerlediğinden ben daha  çok çocuk kitapları resimliyorum. Yaşar Kemal’in kitap kapaklarını yaptım. Yusuf Atılgan’ın çocuk kitabı “Ekmek Elden Süt Memeden”i resimledim. Son olarak Azizi Nesin’in bütün kitaplarının kapaklarını yaptım.  Bir dönem “Kumbara Dergisi”nde resimli romanlar vardı. Bekir Yıldız, Tarık Buğra, Halikarnas Balıkçısı’nın resimli romanlarını yaptım dergiye.

Son olarak şöyle diyebilirim iyi resim yapan bütün ressamları, iyi yazan bütün yazarları çok seviyorum ve onlarla çalışmak çok güzeldi-güzel.


6 Eylül 2019 Cuma

Gürbüz Doğan Ekşioğlu ile röporatj


                                               


The New Yorker’da çıkan 7 kapak çalışmasının dışında Forbes, The Atlantik Mountly gibi dergilerde illüstrasyonları yer alan, 39 kişisel sergi açan, 27’si uluslararası, 45’i ulusal olmak üzere 72 ödülün sahibi Gürbüz Doğan Ekşioğlu ile  Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde 8 Mayıs 2019 tarihine kadar devam edecek olan “Benim Kedilerim” Sergisi ve çalışmalarına üzerine konuştuk.

-“Benim Kedilerim” adlı serginizin dördüncüsünü  Caddebostan Kültür Merkezi  Sanat Galerisi’nde açtınız. Nasıl başladı bu yolculuk, konsepte nasıl karar verdiniz?

Ankaralı Küratör İbrahim Karaoğlu,  Eskişehir  Odun Pazarı Belediyesi  Çağdaş Sanatlar Galerisi için getirdi ilk teklifi. Konseptli sergi olsun dedik. Kuşlar, gökyüzü, gece, kediler derken kedilere karar verdik. Kedi sempatiktir ve kedi resimleri sanatseverler, izleyiciler tarafından her zaman ilgi görmüştür. Eskişehir’in ardından  Ankara ve Antalya’daki  “ Benim Kedilerim”sergilerimden sonra İstanbul’da CKM Sanat Galerisi’nde sergi açma kararı aldığımızda diğerinden  farklı bir çalışmaya girdim. Sergi mekanı  büyük olunca resimlerimi de daha büyük ebatlarda bastırdım  ve üzerlerine tek tek boya ile tekrar çalıştım. Fineart olarak basılan eserleri daha sonra kuru boya, akrilik, suluboya ve “airbrush”  gibi malzemelerle tekrar işledim.  30 yıllık çalışmalarından derlediğim eserlerle sergiyi oluşturdum. Kedi serisi yine “Benim Kedimlerim” adı altında Yeditepe Üniversitesi Yayınların’dan içinde 95 çizimin bulunduğu kitap olarak da yayınlandı.

-Bu arada The  New Yorker dergisinde yayınlanan 4 adet kedili kapak tasarımınızda etkisi oldu mu kedi konulu çalışmalarınıza ?  The New Yorker’la yolunuz nasıl kesişti?

Kedi resimlerine 1991 yılında New  Yorker kapaklarında kedi ve köpek illüstrasyonları gördüğümde karar vermiştim diyebilirim. Ben de kedili bir iş yaparak New Yorker’a gönderdim ve kapak olunca kedi konusuna  ağırlık verdim.

İşlerimin çok evresel olduğu ve yurtdışına çıkmam gerektiği devamlı söyleniyordu. Aydın Doğan  Uluslararası Karikatür Yarışma’sında 6 defa peş peşe  ödül aldım, başka ödüllerde  alıyordum. 1985 yılında açtığım sergide Ali Ülvi Ersoy  işlerimin New Yorker’a göre olduğunu söylemişti. Glaser’den poster isterken bir dosya içinde kendi çalışmalarımı da  yolladım. “Kendi alanında işleriniz  çok mükemmel”  cevabı da gelince Amerika’ya gitim. Dosya sistemi ile New Yorker’a yolum düştü. Dosyamı çok beğendiler  ve sonrasında “bizimle çalışır mısın?” diye teklifte bulundular. 
                                                                  


-Konseptli mi çalışıyorsunuz?

Konseptli çalışmıyorum ama şöyle birşey var. Türk insanının kullandığı gündelik kelimeler 200-300 arası imiş. Benim de sanatçı olarak yaptığım resimlerin kelimesi değişmiyor. Elma, gökyüzü, gece, kedi, merdiven, kahve, çay ve tabii her konudan bir konsept çıkabiliyor.

-“Sahici işler yapmayı seviyorum” diyorsunuz. Gürbüz Doğan Ekşioğlu için “sahici işler” nedir?

Öncelikle başkasından esinlenmiyorum, yaşadığım şeyi yapıyorum. Menfaat karşılığında, ünlü olayım diye veya para kazanmak için yapmıyorum içimden gelen işi yapıyorum.

-Başka sanatçılardan etkilenmek konusunda, çalışmalarınızın René Magritte benzetilmesi ile ilgili neler söylersiniz? Size yakın olan sanatçılar oldu mu?

Bütün sanatçılar kendi dönemlerinde başka birinden etkilenmişlerdir. Eğer etkilenme olmaza biz olmazdık. Etkilenmeyi  elmanın güneşten kızarmasına benzetiyorum. Güneş olmasa  elma kızarmazdı. Konferanslarda da  bu örneği veriyorum. Bir elma ağacı düşünün. Arka tarafına yani güneşin battığı tarafa çok yüksek bir duvar yapılıyor. Güneş doğuyor ve dik olarak elma ağacının üzerine geliyor sonra duvarın arkasına geçiyor.  Ağacın önündeki elmalar iri, kırmızı, parlak ve tatlı oluyor. Arka taraftakiler yeşil, küçük ve ekşi kalıyor. Bu neden oluyor çünkü ağaç ve elmalar güneşten etkileniyor.  Bazı isimler daha popüler olunca etkilenme olarak o isim ön plana çıkıyor. Benim etkilendiğim Brad Holland, Andre Francois, Ralph Steadman, Turhan Selçuk, Ali Ülvi ve daha bir çok isim vardır ama bu benzetme genelde bu ismin daha popüler  olduğundan, akıllara yerleşmesinden kaynaklanıyor. Önemli olan yaptığımız işte  kendi ruhumuzu yakalayabilmemizdir. Benim resimlerinde felsefe, çelişki vardır. Kendime ait duygular vardır.

Lisedeyken ilk olarak Bosch’un eserleri beni çok etkilemişti. Yine lise yıllarında Van Gogh’un sarılarına, özellikle “ Gece Kahvesi” resmine hayran olmuştum. Belki de gece resimleri yapmama kaynak olarak gösterilebilir. Sonra grafik sanatçısı Mengü Ertel, dadaistlerin ters bakışı, yine ortaokul yıllarında  Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz’ındaki hayalciliği,  Ali Ülvi Ersoy’un  karikatürlerindeki felsefeye her zaman hayran olmuşumdur.

İstanbul’a ressam olmak için geldiğimde grafik bölümünde ressam olunmayacağını bilmiyordum. Grafiğin görsel iletişim alanı olduğunu öğrenince grafikteki illüstrasyon yani bir konuyu, bir duyguyu resimleme olayını resimle birleştirdim. Turhan Selçuk ve Ali Ülvi Ersoy’un karikatür anlayışındaki  gibi  çelişkiyi görme bilincim, soru sorma, çelişkiyi artırabilme  bilincim gelişti.  Karikatür  duygum  resimle birleşti. Sonra kendi duygularımla harmanlandı. Aşk, demokrasi, barış, hayvan sevgisi, doğa sevgisi girdi ve Gürbüz Doğan Ekşioğlu olarak yeni biçim ortaya çıktı.
                                                                


-Sanatla ilişkiniz ortaokul dönemlerinde başladı o zaman?

Ortaokulda başladı. Bizim eve o tarihlerde Milliyet ve Cumhuriyet Gazete’si girerdi. Oradaki Abdülcanbaz’la başlar. Resim yüzünden ortaokulda sınıfta kaldım. Çok resim yaptığım,  resme fazla zaman ayırdığım için diğer derslerim bozuldu. O sıralarda gizli gizli resim yapardım. Lisedeki resim öğretmenim  Necati Yeşilyurt  Gazi Üniversitesi’nden mezundu. Bana da Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmelisin diyordu. Ben de kafama koydum. Üniversite sınavında arkamdaki kişi Tatbiki’ye gir, orası daha güzel deyince ben de Tatbiki’ye girmeye karar verdim. İlk aşamayı geçtim, ikinci aşama malzemeli imiş. Benim de yanımda olmayınca giremedim.  O dönem 2 sene mühendislikte okudum. Sonra tekrar sınavlara girdim ve Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar  Yüksek Okulu Grafik Sanatlar Bölümü’nü 1979 yılında bitirdim.

-Grafik bölümünü tercih etme nedeniniz?

15 gün kursa gittim. İşlerim çok güzel , çok ince. En yetenekli öğrencilerde grafik bölümüne gidiyorlar. O zamanlar grafikte herşey elle yapılıyordu, daha fazla beceri gerektiren bir meslekti.” Sen iyi yaparsın “ dediler ben de grafik bölümünü tercih ettim.

-Grafik tasarımcısı, illüsratör, karikatürist , ressam Gürbüz Doğan Ekşioğlu bu işleri arasında nasıl denge kuruyor? Düzenli olarak resim yapıyor musunuz? Çalışırken anlık mı karar veriyorsunuz?

Hepsi söyleniyor ve bu yüzden Gürbüz Doğan Ekşioğlu Sergisi diyorum sadece. Her gün birşey yaparım. Daha çok illüstrasyona kayar günlük çalışmalarım. Karanlıkta iki kişi düşünün. Kadının koltuğunun altında yıldız, erkeğin koltuğunun altında dolunay. Bu karikatür değil. Yazı ile beraber paylaşınca illüstrasyon, bağımsız bir tuvale yaptığım zaman resim duygusu giriyor . Sergilenmiş olduğu yer belirliyor ne olduğunu aslında. Hiçbir dergide karikatür çizmedim. Sadece yaptığım işlerle yarışmalara katıldım ve ödül aldım. Ben her zaman karikatürün ters bakışını sevdim.

-Sosyal medya ile aranız nasıl ve grafik sanatının Türkiye’deki yeri ile ilgili neler söylersiniz?

Sosyal medyayı aktif olarak kullanıyorum. O sayede işlerim de daha çok insana ulaşabiliyor. Grafik sanatı da aslında endüstri ile ilgili. Ne kadar çok üretim olursa grafik sanatı da o kadar ilerliyor. Ama çalışmalarda eskisi kadar yaratıcılığa önem veren değil de  işi bitirme ile ilgili işler ön planda olmaya başladı. 

-Son olarak Yeditepe Üniversitesi’nde öğretim üyesisiniz. Eğitimci Gürbüz Doğan Ekşioğlu nasıldır?

Bildiğim herşeyi, kullandığım bütün teknikleri öğretirim. Espiri bulurken ki bakış açımı anlatırım. Ona ait ödevler veririm. Grafiğe, sanata dair herşeyi öğretmeye çalışıyorum. Pek çok öğrencim de bu alanda iyi yerlere gelmiştir. Mezun olduktan sonra da desteğimi her zaman devam ettiriyorum.

Arşivin Belleği: Marcell Restle’nin Anadolu Araştırmaları




                                                 

Küratörlüğünü Lioba Theis, Su Sultan Akülker, Caroline Mang ve  ANAMED galeri  küratörleri Ebru Esra Satıcı, Şeyda Çetin’in yaptığı 25 Haziran 2019’da başlayan ve 1 Aralık 2019’a kadar ANAMED Galeri’de devam edecek olan Arşivin Belleği: Marcell Restle’nin Anadolu Araştırmaları” Sergisi,   ziyaretçilere  alanının önde gelen araştırmacılarından sanat tarihçisi Marcell Restle’nin sistematik çalışma yöntemini gösterirken, Anadolu’daki Geç Antik Çağ, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait kültürel varlıkları incelemeye yaşamını adamış bu tutkulu araştırmacının on yıllar boyunca oluşturduğu zengin arşivini de gözler önüne seriyor.

Sergi, bilime adanmış bir yaşamın derin izlerini taşıyan bu koleksiyonun küçük ama önemli bir parçasını içeriyor ve dört bölümden oluşuyor: İlk üç bölümde Restle’nin İstanbul, Anadolu ve Suriye’nin Havran bölgesinde yaptığı araştırmalar kronolojik olarak sergileniyor. Dördüncü bölümde ise arşivin kısa bir öyküsü teşhir ediliyor. “Arşivin Belleği” Restle’nin bir çalışma gününü nasıl geçirmiş olabileceğine, zamanını nasıl sistematik biçimde planladığına, internetin dahi olmadığı dönemde çalışırken kullandığı metotlara dair bilgiler verirken bir yandan da birçoğu artık yalnızca belleklerde kalan kültür varlıklarının kentsel yapı içerisindeki durumlarını retrospektif bir bakış açısıyla vermeyi  hedefliyor.
                                                             

Marcell Restle’nin Viyana Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nün arşivi olan DiFaB’a (Bizans Araştırmaları Dijital Arşivi) bağışladığı özel koleksiyonundan, vefatından sonra üniversiteye taşınan belge ve malzemelerin büyük bir bölümü ilk kez sergileniyor. Sergide ziyaretçiler ayrıca, 1956–2000 yılları arasında oluşturulmuş zengin arşivden, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı ve mimarisi alanlarında yüzlerce fotoğraf ve yazılı belge, teknik ve fotogrametrik çizim, görüntü ve ses kayıtlarını da inceleme fırsatı sunuluyor.

1932’de Almanya’nın güneyindeki Bad Waldsee adında küçük bir şehirde dünyaya gelen Restle, Tübingen ve Münih üniversitelerinde sanat tarihi, Bizans araştırmaları ve Hıristiyanlık tarihi alanlarında eğitim alır. Bir yıl öğrencisi olduğu İstanbul Üniversitesi’nde Almanya ve Türkiye kökenli hocalardan aldığı dersler, Restle’nin önünde yeni ufuklar açar. Bizans Sanatı’ nın yanı sıra İslam Sanatı, Selçuklu ve özellikle de Osmanlı Mimarisi üzerine yaptığı çalışmalar, Viyana ve Münih üniversitelerinde bu alanlar üzerine verdiği dersler, İstanbul ve Anadolu’yu da içine alan tüm Doğu Akdeniz’e yaptığı saysız araştırma gezileri onu mimari konusunda, özellikle yapıların sistematik bir biçimde belgelenmesinde uzmanlaştırır.

Görme yetisini büyük oranda kaybetmesine yol açan yaklaşık 60 yıllık yoğun çalışma ile, Restle ardında sabrın ve emeğin ürünü binlerce slayt, fotoğraf, yazılı belge, teknik ve fotogrametik çizim, görüntü ve ses kayıtları içeren zengin bir arşiv bırakır. Bu zengin koleksiyonu Marcell Restle, ölümünden iki yıl önce, 2014 yılında, Viyana Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne bağışlar. Viyana ve Münih Üniversitelerinde dersler veren Restle, 1994 yılında üniversite profesörlüğü görevinden emekli olur. Verdiği dersler, yaptığı yayınlar ve gerçekleştirdiği araştırma gezileri sırasında oluşan, 17.000 slayt, 10.000’i aşkın siyah-beyaz fotoğraf, yaptığı sayısız eskiz ve ölçekli mimari çizim, ayrıca çok sayıda ses ve video kaydı içeren arşivini 2014 yılında DiFaB’a bağışlar. Marcell Restle, doğduğu şehir olan Bad Waldsee’de eski bir ortaçağ külliyesinin parçası olan Spital zum Heiligen Geist (Kutsal Ruh Hastanesi) bünyesindeki yaşlılar evinde 25 Ocak 2016’da hayata gözlerini yumar.



  

TÜRKİYE’DE AKADEMİK DİSİPLİN OLARAK SANAT TARİHİNİN BAŞLANGICI VE “ALMAN EKOLÜ”

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te kurulmasının ardında, devletin yeniden inşa edilmesinin bir parçası olarak, yeni hükümet hızla kapsamlı bir yükseköğrenim reformu başlattı. Amaç, yeni akademik kadro yetiştirmek ve Avrupalı araştırmacıların katılacağı değişim programlarını teşvik etmek, aynı zamanda yeni üniversiteler ve kurumların temellerini atmaktı. Bu süreç kapsamında, Almanya, Avusturya, İsviçre gibi Batı Avrupa ülkelerindeki eğitim sistemleri örnek alınıyordu. 1925 ve 1945 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, tarih, arkeoloji, Hititoloji ve sanat tarihi alanlarında eğitim almak üzere birçok öğrenciyi Batı Avrupa’ya özellikle de Fransa, Almanya ve Avusturya’ya gönderdi.

1929 yılında, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait mimari kalıntıları belgelemek ve İstanbul ve Anadolu’nun tarihi topografyasını incelemek amacıyla, Alman Arkeoloji Enstitüsü (DAI) İstanbul’da bir şube açtı.

1933 yılında İstanbul Üniversitesi, İsviçreli profesör Albert Malche gözetiminde kuruldu. 1933/34 itibarıyla, İstanbul Üniversitesi’nde 42 Alman profesör eğitim vermekteydi

İstanbul Üniversitesi bünyesinde Sanat Tarihi Kürsüsü ’nün kurulmasının ardından, özellikle   Alman ve Avusturyalı bilim insanları Türkiye’de sanat tarihinin bir disiplin olarak şekillendirilmesinde öncü rol oynadılar. Bu süreçte, bir yandan da Almanya ve Avusturya’da eğitim almış ve bu sayede Alman Ekolüne aşina ve disiplinler arası yaklaşımlara meyilli Türk meslektaşları da yer aldı. Ernst Diez ve Oktay Aslanapa’nın ardından, bu gelişmenin öne çıkan isimleri arasında, Marcell Restle’nin de derslerine katıldığı, Kurt Erdmann, Halet Çambel ve Semavi Eyice bulunuyordu.

1956 yılında, Alman Akademik Değişim Servisi’nin (DAAD) verdiği bir bursla, Marcell Restle ilk defa Haliç üzerine kurulu bu canlı metropolü ve sahip olduğu zengin kültürel mirası görme fırsatı yakaladı. Genç sanat tarihçisinin tarihi yapılara ilişkin ayırt edici algısının oluşması da gerçekleşti ve bu gelişmeler, şüphesiz, akıl hocası ve dostu olan Kurt Erdmann’la bağlantılıydı. Kendi araştırma yöntemini öğretmek için, Erdmann öğrencilerini İstanbul ve Anadolu’daki tarihi yapıları ziyaret edecekleri gezilere götürdü. Bu geziler genç Restle üzerinde kalıcı bir etkiye sahip oldu ve Erdmann’ın yaklaşımını kendi ilgi alanlarına uyarladı

Bizans kültürüne duyduğu ilgiyi yaptığı çalışmalarla sürdürürken, Restle bir taraftan da Osmanlı mimarisinin cazibesine kapılmaya ve hayatı boyunca sürecek bir başka ilgi odağı olan ve yaptığı gözlemlere büyük faydası dokunan, modern yüzey araştırması tekniklerine merak duymaya başladı. Bu uğraşlar, onun sayısız Antik Çağ, Bizans ve Osmanlı yapısının planlarını çıkarmasına olanak tanıyacak bilgi birikimini ve beceriyi kazandırdı. Zaman içinde kapsamlı veri koleksiyonunu oluşturdu ve bu veriler günümüzde Viyana Üniversitesi, Sanat Tarihi Bölümü’nde Bizans Araştırmaları Dijital Arşivi’nin (DİFaB) parçası haline geldi.

Yıllar  içinde Restle, kentin hem Bizans hem de Osmanlı evrelerini içerecek şekilde, İstanbul’un mimarisi hakkında derinlemesine bilgi edindi. İstanbul’da geniş kapsamlı inceleme gezilerine ek olarak, daha sonra Bursa, Edirne, İznik’i ziyaret etti ve buralarda çektiği bir dizi fotoğrafla Bizans ve Osmanlı yapılarını belgeledi.




DiFaB Hakkında:


Bizans Araştırmaları Dijital Arşivi (Almanca: Digitales Forschungsarchiv Byzanz-DiFaB) 2007 yılında, Bizans’ın kültürel mirasına ayrılmış görsel bir kaynak veritabanı projesi olarak Viyana Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde profesör Lioba Theis tarafından kuruldu. Halihazırda bünyesinde Almanya ve Avusturya’daki üniversitelerde uzun yıllar görev yapmiş sanat tarihçileri Horst Hallensleben (1928-1998) ve Marcell Restle (1932-2016) tarafından bağışlanan, görsel ve yazılı belgelerin yanı sıra, görüntü ve ses kayıtlarından oluşan iki özel koleksiyon ve 2007 yılından beri düzenli olarak Lioba Theis’in başkanlığında alan uzmanlarının ve öğrencilerin katılımıyla tarihi Bizans coğrafyasına yapılan araştırma gezileri sırasında çekilen fotoğrafları barındırmaktadır.

DiFaB’in temel amacı, Bizans araştırmalarını içeren mevcut özel koleksiyonları ve araştırma gezileri sırasında elde edilen, Bizans’ın ve etkileşim içerisinde olduğu komşu kültürlerin bugün varolan maddi kalıntılarını fotoğraf yoluyla belgeleyerek, bu mirası dijital ortamda korumak ve çevrimiçi bir veritabanında hiçbir engelle karşılaşılmadan alana ilgi duyanlar icin erişilebilir hale getirmektir.



*Sergi metinleri kaynak olarak kullanılmıştır.




7 Nisan 2019 Pazar

"Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı" Sergisi üzerine söyleşi


 “Mihri: Modern  Zamanların Göçebe Ressamı”  Sergisi, Mihri Müşfik’in yerleştiği ülkelerde zamanın ruhuna göre yeniden kurguladığı kimliği ve hayatına odaklanıyor. Araştırmacılar Özlem Gülin Daloğlu, Gizem Tongo ve Lorans Tanatar Baruh, Farah Aksoy, Ahmet Ersoy’un katkıları ile hazırlanan sergi,  Salt Galata’da 9 Haziran’a kadar görülebilir. Mihri Müşfik sergisi üzerine araştırmacılar  Özlem Gülin Daloğlu, Gizem Tongo ve Salt Galata’dan Farah Aksoy ile konuştuk.
                                                                   


-“Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı” sergisi, kolektif bir sergi çalışması. SALT Galata’da çok yönlü anlatımla gerçekleşen sergi ile ile ilgili öncelikle bu çalışmaya nasıl karar verdiniz, ekip nasıl bir araya geldi?

Özlem Gülin Dağoğlu: “Kim Mihri?” filminin SALT Galata’daki çekimleri sırasında, yönetmen Berna Gençalp ile konuşurken, burada bir Mihri sergisinin çok güzel olacağından  bahsettik. Berna, beni SALT ile iletişime geçirdi. SALT’a bir Mihri sergisi projesi sundum ve kabul edildi. SALT’tan Lorans Tanatar Baruh, Boğaziçi Ünivesitesi’nden Ahmet Ersoy ile bağlantıya geçti. Tabii, bu duruma çok sevindim. Ahmet Ersoy’u tezime çalışırken severek ve beğenerek okumuştum, çok değerli bir hoca. Sergi vesilesi ile tanışmak, beni çok mutlu etti. Ahmet Ersoy ise Gizem Tongo’yu önerdi ve ekibimiz böylelikle kuruldu. Daha sonra, SALT’tan Farah Aksoy bize katıldı.

Gizem Tongo: Mihri hakkında bu zamana kadar yapılmış en kapsamlı araştırmayı doktora tezi olarak yapan Özlem. Kendisi, Mihri gibi İstanbul doğumlu; ressamı anlamak için, Mihri’nin ayak bastığı neredeyse tüm şehirleri, müzeleri ve okulları ziyaret etmiş. Benim kendi araştırma alanım geç Osmanlı dönemi kültür tarihi. Sergi ekibine beni öneren Ahmet Ersoy oldu. Ahmet Ersoy, Boğaziçi Üniversitesi’nde 2012 yılında tamamladığım Master tezimin danışmanıdır. Kendisinden çok şey öğrendiğim ve birlikte çalışmaktan hep çok zevk aldığım hocamın sergi için beni önermesi çok hoşuma gitti. Kısa sürede de Özlem, Lorans ve Farah ile tanıştım. Sergi yapmak, herkesin bireysel emeklerinin harmanlandığı kolektif bir dayanışma ve emeğin ürünü. Sergiye dair araştırma yaparken ve sergiyi hazırlarken birbirimizden öğrendiğimiz çok şey olduğunu düşünüyorum. Özgürce fikirlerimizi paylaştığımız, birbirimizi içtenlikle dinlediğimiz, anladığımız ve birlikte samimiyet ve heyecanla çalıştığımız çok güzel bir süreç oldu. 

Farah Aksoy (SALT): 2017 SALT Araştırma Fonları’na yapılan “Kim Mihri?” film projesinin yönetmeni Berna Gençalp’in yaptığı başvuru vesilesiyle tanıştık Özlem ile. Bu konu nasıl sergiye evrilir diye konuşmaya başladık ve ekibe Ahmet Ersoy ve Gizem Tongo’nun da katılmasıyla çalışmalara başladık. SALT, odaklandığı mimarlık, sanat, tasarım, sosyal yaşam ve ekonomi gibi konularda göz ardı edilen tarihleri araştırmayı ve kullanıcıları ile birlikte farklı programlar oluşturmayı önemsiyor. Nitekim Ressam Sabiha Rüştü Bozcalı sergisi, arşivlerden yola çıkarak, sanatçının az bilinen illüstrasyon üretimini merkeze alan bir araştırmanın sonucunda ortaya çıktı. Mihri’nin bilinmezliklerle dolu hayat hikâyesi ve üretimine dair Özlem’in yaptığı arşivsel çalışmalar SALT’ın bu araştırmasının ilk adımını oluşturdu. Bunlara ek olarak İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk öğrencileri üzerinden Mihri’nin modernleşme sürecindeki rolüne de odaklanmak istedik ve farklı arşiv, kurum, kişilere başvurduk, araştırmamızı genişlettik.
                                      


-Serginin oluşum ve hazırlık aşamasında neler yaşadınız, nasıl bir süreç izlediniz?

Özlem Gülin Dağoğlu: Benim araştırmalarım, Mihri’nin Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri dönemlerine odaklanmaktadır. Sergi için de başlıca Mihri’nin yurtdışı dönemleri ile ilgilendim. Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı dönemi kültür tarihi üzerine doktorasını tamamlamış olan Gizem ise, Mihri’nin İstanbul'daki kültür ve sanat camiaları ile ilişkilerine yoğunlaştı. Mihri’nin 50 yılı aşan bir kariyeri oldu ve 3 kıtada yaşayıp çalıştı. İstanbul’dan Paris’e Roma’ya New York’a Washington’a ve Orlando’ya kadar çeşitli arşivlerde, Mihri ile ilgili İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Osmanlıca belgeler ve gazete haberleri bulunmakta. Bu zengin arşiv belgelerini Türkçe’ye tercüme edip, sergide yer verdik. Böylelikle sergide kullanılan malzemeler geniş bir coğrafyadan toplanmış birçok farklı türde belgelerden oluştu. Örneğin, tezime çalışırken keşfettiğim Rollins College arşivlerinden yaralandık. Gizem ise Osmanlı basınında Mihri’nin 1918’de evinde açtığı sergisi ile ilgili haberleri buldu. Mihri’nin ilk defa sanatını anlattığı bir röportajın sergiye çok değerli bir katkısı oldu. Bu bakımdan, Gizem ile birbirimizi çok iyi tamamladığımızı söylemek yanlış olmayacaktır. Heyecanlı, son dakika sürprizleri ile dolu bir süreç oldu. Ama herşeyden en önemlisi, çok zevkli bir çalışma oldu.

Gizem Tongo: Sergi için yaklaşık bir buçuk yıldır çalışıyoruz. Bu süre zarfında genellikle, Lorans, Farah ve Ahmet Ersoy İstanbul’da, Özlem Montreal’de, ben de önce Oxford sonra Ankara’daydım. Farklı coğrafyalarda ve farklı zaman dilimlerinde, skype vasıtasıyla düzenli aralıklarla “sanal” olarak buluştuk. İstanbul’daki ilk “gerçek” buluşmamız 2018 yılının sonlarına doğruydu ve ekip olarak oldukça keyifli bir gün geçirdik. Özlem, Mihri hakkında doktora tezini yazarken, ressama dair çeşitli arşivlerden belgeler toplamış ve daha önce Türkiye’de neredeyse hiç bilinmeyen Edison portresi gibi tablolarını bizzat incelemişti. Mihri, İkinci Meşrutiyet İstanbul’unda bir kadın ressam ve eğitimci olarak aldığı aktif rolle, benim kendi akademik araştırmalarım için de önemli bir karakterdi. Mihri’ye ve dönemine dair daha önce yaptığım çalışmaları daha da derinleştirme imkanım oldu: Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri, Milli Kütüphane, Atatürk Kitaplığı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi Arşivi gibi çeşitli arşiv ve kütüphanelerde Mihri’nin ve faaliyetlerinin izlerini sürmeye çalıştım.
                                                                     


- “Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı” olarak serginin ismini nasıl belirlediniz, neler etkili oldu bu kararda?

Gizem Tongo: Serginin başlığı en baştan beri düşündüğümüz, üzerine kafa yorduğumuz bir meseleydi. Birkaç kelime ile hem Mihri’yi hem de bu sergi ile bizim yapmak istediklerimizi anlatması gerekiyordu. Öncelikle Mihri’yi babasının isminden (“Mihri Rasim”) veya boşandığı kocasının (“Mihri Müşfik”) isminden bağımsız, tek başına, kendi kadın kimliği ile var etmek amacındaydık. Bunun için sadece “Mihri” olarak yer alacaktı. Başlığın ikinci kısmına karar vermek ise, biraz daha zordu. Mihri’yi bir kaç kelimeyle sınırlamak pek mümkün değildi: kadındı, portre ressamıydı, eğitimciydi, öncüydü, çok kültürlüydü, idealistti ve göçebeydi... 20. Yüzyılın ilk yarısında yaşamıştı ve bu dönem pek çok derin değişimin yaşandığı bir dönemdi: Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, Avrupa’da faşizmin yükselmesi, İkinci Dünya Savaşı ve Amerika’daki Ekonomik Buhran. Mihri, dünyanın her açıdan büyük dönüşümler geçirdiği bu dönemin önemli bir tanığıydı ve bunu da başlıkta bir şekilde yansıtmak gerekiyordu. Sergi ekibi olarak “Modern zamanların göçebe ressamı” olarak başlığın ikinci kısmına karar verdik. Sergiyle vermek istediğimiz mesaj: Mihri’nin, Türkiye, Avrupa ve Amerika tarihinin önemli dönemeçlerinde kadın, sanatçı, eğitimci, idealist ve göçebe olarak var olmaya çalışması, bunu yaparken de döneminin pasif bir tanığı değil, aktif bir öznesi olarak yer almasıydı. 

Özlem Gülin Dağoğlu: Mihri, her ne kadar Türk sanat tarihi yazımına Müşfik soyadı ile girmiş olsa bile, ilk eşinden 1920’li yılların başında boşandıktan sonra sanatçı daima babasının ismi olan Rasim’i kullanır... Ancak Gizem’in de değindiği gibi, sergi için Mihri’yi ilk eşinin soyadından ve babasının isminden bağımsız, bir özne olarak ele aldık. Serginin isminin ilk kısmı böylelikle “Mihri” oldu. İkinci kısmında ise, her kelimenin Mihri’nin çeşitli yönlerini anlatması gerekiyordu. İstanbul’dan Roma’ya Paris’e ve New York’a, Mihri, milli sınırların dışına taşan göçebe bir ressam olur. Aynı anda elli yılı aşan kariyeri boyunca, Birinci Dünya Savaşı, Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı gibi önemli dönüşümlere de tanık olur. Başka bir deyişle: Mihri, Modern Zamanların Göçebe Ressamı’dır...

-Mihri, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kuruluşunda önemli bir yerde. Bu aşamadaki çalışmalarını öğrenebilir miyiz?

Gizem Tongo: Kadınların güzel sanatlarda gelişmesi ve kadın mekteplerine resim muallimesi yetiştirmek maksadıyla 13 Ekim 1914 tarihinde İstanbul’da bir İnas Sanayi-i Nefise Mektebi açılıyor. İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin açılması, Osmanlı kadınlarının sanat üretimindeki rolü ve güzel sanatlar eğitiminin kurumsallaşması açısından bir dönüm noktası. Mektebin açılması hem eğitim alanındaki modernleşme sürecinin bir parçası, hem de Osmanlı kadınlarının yürüttüğü bir mücadelenin sonucu. 1977 yılında Malik Aksel’in kaleme aldığı, İstanbul’un Ortası kitabında, Mihri’nin bizzat bu mücadelenin lideri olduğunu okuyoruz. Aksel, Mihri’nin bir gün Maarif Nazırı Şükrü Bey’in huzuruna çıkarak: “Muhterem Nazır Beyefendi. Memlekete Meşrutiyetle birlikte hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet geldi, ama bütün bu nimetlerden sadece erkekler istifade ediyor... Fakat İnas Sanayi-i Nefise mektebi nerede? Hep yapılanlar erkekler için!” dediğini aktarıyor. Tabii, bu tarihi konuşmaya dair bildiklerimiz Aksel’in anlattıklarıyla sınırlı; fakat Mihri’nin uzun bir dönem mektepte resim dersleri verdiğini, hatta kısa bir süre mektebin idaresini tek başına devraldığını ve belli bir süre de idareyi Ömer Adil ile birlikte yürüttüğünü biliyoruz. Mihri’nin atölyesinde yetişen öğrenciler dönemin İstanbul sergilerine katılıyor, Belkıs Mustafa, Güzin Duran, Nazlı Ecevit ve Fahrelnissa Zeid gibi birçok kadın ressam daha sonra Türkiye’deki resim sanatına da yön veriyor. Bugün, Mihri’nin yetiştirmiş olduğu bir sanatçı kadın kuşağından bahsetmek mümkün.

Özlem Gülin Dağoğlu: Yirminci yüzyılın başında İstanbul’da kadınların sanat eğitimi olanakları son derece kısıtlıydı. Mihri, 1914 yılında çeşitli camialardaki ilişkilerini kullanarak İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulmasında büyük rol oynar. Akademide öğretmen iken, öğrencilerine kadın nü model kullandırır. Öğrencileri için bir burs hazırlar ve kadın ressamlar için yardımlaşma birliği oluşturmaya çalışır.

-Mihri, imparatorluğun son dönemlerinde yetişen önemli bir portre ressamı. Mihri üzerine çalışma yapmaya nasıl karar verdiniz?

Özlem Gülin Dağoğlu: Mihri, Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde yetişen en önemli ressamlardan bir tanesi olmasına rağmen, hakkında bilinenler yetersizdi, üstelik çoğu zaman da birbirini tekrar eden ve bazen de yanlış olan bilgilerden oluşuyordu. Hayatının son yıllarını sanatı uğruna fakirlik içinde yaşamış, sefalet ve pişmanlık içinde ölmüş bir “Mihri” hikayesi yaratılmıştı. Oysa, bugüne kadar gerçek yaşantışı ve eserleri hakkındaki bilgi ve belgeler çok kısıtlıydı. Bu kalıplaşmış yanlışları düzeltip, bugüne dek karanlıkta kalmış dönemlerine ışık tutma amacı ile yola çıktık. Mihri’nin hiç bilinmeyen yönlerini, ilişkilerini ortaya koymaya çalıştık. Bu yeni Mihri portresini sunmak için de belgeler, arşiv malzemeleri ve somut kanıtlar kullandık. Mihri’nin İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’ndeki öğrencilerinin çizimlerinden, yaptığı portrelere, hakkında çıkan gazete haberlerinden, Amerika’daki göçmenlik belgelerine kadar zengin ve çok çeşitli malzemeleri izleyiciyle buluşturduk. Ayrıca ilk defa, Mihri’nin günümüze kadar gelen yegâne ABD dönemi eserlerinden iki tanesini, Edison portresi ve Rezzan Yalman portresini, sergiliyoruz.

Gizem Tongo: Mihri, Özlem’in doktora tezinin ana karakteri, benim araştırma konumun ise (Cihan Harbi ve Mütareke Dönemi), tarihi karakterlerinden sadece biri. Bu anlamda Özlem ile akademik anlamda birbirimizi tamamladığımızı düşünüyorum.
                                                                         


- Mihri’nin  sanat tarihindeki yeri için neler söylersiniz ve sanat tarihi yazımında arka planda kalmasının nedenleri nelerdir?

Gizem Tongo: Mihri, yarım asırlık kariyeri boyunca, ürettiği eserlerle, ve eğitimci rolüyle yaşadığı döneme derin bir iz bıraktı. Hayatının birçok döneminde yurt dışında yaşadı ve yaşadığı şehirlerde ressam ve eğitimci olarak sanat dünyasında aktif bir rol aldı, kadınların eğitim ve siyaset alanlarında özgürleşme mücadelesine çoğu zaman bizzat katıldı. Bu göçebelik kendisine uluslararası bir şöhret kazandırdı, fakat aynı zamanda, Türkiye’deki modern sanat tarihi yazımında hak ettiği yeri bulamamasına da neden oldu. Bugün Mihri hakkında bilinenler hala muamma, üstelik çoğu zaman da birbirini tekrar eden bilgilerden oluşuyor. Sanatı ve tarih sahnesindeki aktif rolü göz ardı edilip, Özlem’in de bahsetmiş olduğu bir “ressam Mihri” efsanesi yaratılmış. Tabii, bu durum sadece Mihri’nin göçebe olmasından kaynaklanmıyor. Türkiye’deki sanat külliyatı içinde, her yerde olduğu gibi, resmi tarihin yazarları ve kahramanları hep erkekler. Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi kadın sanatçıları üzerine hâlâ yeterince çalışma olmadığını söylemek gerekiyor. Yüzyıllar boyunca erkek egemen bir anlayışın şekillendirdiği sanat dünyası -müze koleksiyonları olsun, sanat tarihi kitapları olsun- kadınların sanatsal üretimini hep geri plana attı. Bunu bazen sanat tarihimizde kadın sanatçılardan hiç bahsetmeyerek, bazen de bahsetse bile, kadın sanatçılar için “trajik” ve “dramatik” bir hayat hikayesi yaratarak başardı. Bu “dramatik” hikayede de, ne üretilen sanat yapıtlarına, ne de sanatçının yaşadığı döneme katkılarına yeteri kadar önem verilmedi. Bugün geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminden, kültürel hafızamıza kazınmış pek çok eser hala erkek sanatçılar tarafından üretilen işlerden oluşuyor. Bunun nedenlerini sorgularken, eril sanat tarihi anlayışını eleştirmek ve değiştirmek gerekiyor.

Özlem Gülin Dağoğlu: Aslında dünya genelinde, bu durum 1850-1950 yılları arasında yaşamış çoğu kadın sanatçı için geçerli... Sanatın ve tarihin yazarları, konuları daima erkekler olmuştu. Son 40 yıldır, Mihri ve daha nice kadın sanatçı, sanat tarihinde ve yazımındaki hak ettikleri yerleri yavaş yavaş elde etmekteler. Burada dikate çekilmesi gereken, Mihri’nin bu dramatik hayat hikayesinin ortaya çıkışının, Türkiye’de 1980 sonrası birçok kadın sanatçıyı görünür kılan feminist çalışmaların güç kazandığı döneme denk gelmesidir.

- Ömrünün büyük bir bölümü yurt dışında geçirme sebepleri nelerdi ve o dönem yaşadığı yerler  ile Türkiye’deki  sanatlar ortamı nasıl farklar vardı? Mihri, Türkiye’de ve dünyadaki çağdaşları arasında nasıl bir yerde idi?

Özlem Gülin Dağoğlu: Hayatının büyük bir bölümünü yurt dışında geçirme sebeplerinin ne olduğunu ancak Mihri kesin bir şekilde cevaplayabilir... Bizim cevap niteliğinde ileri sürebileceğimiz baslıca sebep ise, kariyerinin başından beri, Mihri’nin belirlediği bir idealin peşinde ilerlemesi olabilir. Bu ideali, döneme damgasını vuran şahsiyetlerin portrelerini yapmak ve bu sayede kendisinin de bu önemli insanlar arasında yer edinmesi diye de düşünebiliriz. Mihri’nin yaşadığı dönemde, Avrupa ve ABD’deki sanat camiaları ile Türkiye’deki sanat camiaları arasındaki farklardan ziyade, benzerlikleri vurgulamak Mihri’nin öncü kişiliğini öne çıkartacaktır. Her ne kadar Mihri’nin yüksek sosyal sınıfı, onun ressam olmasına kapı aralayan koşul olsa bile, yirminci yüzyılın ilk yarısında, bir kadın için sanatı ile geçinmek, erkek egemen sanat dünyasında yer edinmek, yine bugün olduğu gibi, büyük zorluklar getiren bir hayat seçimidir. Bunun verdiği farkındalık ile, Mihri, İstanbul’da  İnas Sanayi-i Nefise Mektebi ile başlayarak New York’da Kadın Seçmenler Cemiyeti’ne kadar, kadınların eğitim ve siyaset alanlarında özgürleşme mücadelesine çoğu zaman bizzat katılır. Kadınların yaşam standartlarını iyileştirmek için çaba sarf eder. Mihri’nin bu çabaları ve sanatı, döneminde basının yoğun ilgisi çeker.

Gizem Tongo: Mihri, ilk kez İstanbul’dan Roma’ya gitmek için ayrıldığında henüz 20’li yaşlarının başında. Resme oldukça yeteneği var ve bu yeteneğini geliştirmek istiyor. O vakitlerde Mihri’nin İstanbul’da üniversite düzeyinde güzel sanatlar eğitimi alması mümkün değil; 1883 yılında açılan Sanayi-i Nefise Mektebi’nden sadece erkekler yararlanıyor. Mihri, Roma’dan sonra Paris’e geçiyor ve 2. Meşrutiyet’in ilanından birkaç yıl sonra da İstanbul’a dönüyor. Paris, o zaman için bir kültür ve sanat başkenti; dünyanın çeşitli coğrafyalarından farklı estetik ideolojilere, kaygılara sahip sanatçıların kendilerini rahatlıkla ifade edebilecekleri birçok galeri ve sergi mekanı bulunuyor. Bunun dışında, 20. Yüzyılın ilk yıllarında Avrupa’nın büyük bir bölümü kültür alanında radikal dönüşümler yaşıyor: İtalyan şair Tommaso Marinetti’nin 1909 yılında Paris’te yayınladığı Fütürist Manifesto’dan, 1912 yılında yayınlanan Rus Fütürist Manifesto’ya, sanatçılar geleneği ve geçmişi sorguluyor. İstanbul’un sanat dünyasında, özellikle resim sanatında, estetik anlamda radikal değişimlerden bahsetmek pek mümkün değil. Mihri gibi pek çok Osmanlı ressamı Batı resim sanatının akademik kurallarına, Avrupa’daki avant-garde sanatçılarının aksine, çok da meydan okumuyor. Tabii ki bunun nedenleri üzerine tartışmak bu söyleşinin sınırları içinde pek mümkün değil. Yalnız burada önemli bir konuya değinmek istiyorum: geç 19 yüzyıl ve erken 20. Yüzyıl resim sanatına dair yapılan çalışmalarda “avant-garde takıntısı” olarak adlandırabileceğimiz bir durumdan bahsetmek mümkün. Özellikle New York’taki Modern Sanat Müzesi’nin (MOMA) ilk yöneticisi olan Alfred Barr’ın 1936 yılında düzenlediği Cubism and Abstract Art (Kübizm ve Soyut Sanat) Sergisi ve hazırladığı şema, hem sanat tarihi yazımı için, hem de müze koleksiyonları için oldukça sınırlı ve problemli bir “avant-garde” kanonu ortaya çıkarıyor. Erkekler tarafından yazılan ve erkek sanatçıların “avant-garde” başkahramanlar olduğu bu modern sanat tarihi yazımı, sanat iktidarının eril yapısını da meşrulaştırıyor. Oysaki, geç 19. Yüzyıl ve erken 20. Yüzyılda aktif olan pek çok ressam, Mihri gibi, Batı resim sanatının akademik kuralları çerçevesinde oldukça başarılı işler üretiyor. Mihri’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda en aktif olduğu dönem, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde olduğu dönem. Bu süre zarfında İstanbul’un kültürel elitinin zirvesinde yer alan kişilerden biri haline geliyor ve Tevfik Fikret gibi dönemin sanatçı ve entelektüel çevreleriyle yakın ilişki kuruyor, portrelerini yapıyor. İstanbul’un en başarılı portre ressamlarından biri oluyor Mihri. 1918 yılında kendi evinde açtığı sergisine dair yazılan bir makalede “Mihri Hanım renkleri anlamakta ve eserlerine ruh koymakta bütün ressamlarımızı geçmiştir” diye yazılıyor.

Mihri’nin eserlerini üç kelime anlatırsanız hangi kelimeleri kullanırsınız?  

Gizem Tongo: Her ne kadar üç kelimeyi seçmek çok zor olsa da, Mihri’nin eserlerini anlatmak için seçeceğim kelimeler: gerçekçi, renkli ve samimi portreler olurdu. Mihri’nin kendisi için seçeceğim sıfatlar ise: yetenekli, çok kültürlü ve idealist olurdu. Bir parantez açmak isterim: benim için Mihri’nin eserlerinin iki anlamı var: ilki, ressam olarak ürettiği eserler; ikincisi de, eğitimci olarak yetiştirdiği öğrenciler.

Özlem Gülin Dağoğlu: Yetenek, güç ve renk, Mihri’nin eserlerini anlatmak için seçeceğim üç kelime olurdu.

Seçil Erel "Bir Başka Gerçeklik"


Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde  6 Nisan 2019 tarihine kadar devam edecek olan “Bir Başka Gerçelik”Sergisi ve sanat yaşamı üzerine  Seçil Erel’le  konuştuk.
                                                       
                                                             
 “Bir Başka Gerçeklik”, iç huzur ile kabullenmenin, kendini akışa bırakmanın getirdiği dönüşümün dışavurumu olarak tanımlanmış. Sergiye nasıl karar verdiniz? Konuya, konsepte karar verirken sizi neler etkiledi?  
Sergi, benim için çok özel olan Milli Reasürans Sanat Galerisi’nin yöneticilerinin işlerimi takip etmesi üzerine benimle çalışmak istediklerini paylaşmaları sonucu 2015 yılında kararlaştırıldı. O tarihten itibaren önce yavaş tempo 2017’den itibaren ise yoğun bir şekilde çalışarak çıkan sergi hem teknik hem içerik olarak uzun yolculuklardan geçen işlerden oluşuyor.
Ben yaşamdan ilham alan ve yaşamın içinde deneyimlediklerimi gözlemleyip dönüştürme becerisi olan birisiyim. İşlerimde her zaman bu şekilde çıkıyor. İlk işlerim salt bilgiye dayanırken sonrasında yaşamdan topladıklarım ve gördüklerimi de derinden gelen duygularla eklenerek çıkıyor. 
Benim için yaptığım işler kelimelerle anlatamadığım duyguları anlatmanın yoludur diyebilirim. 
Bu sergi benim bir kaç yıl boyunca gittiğim çeşitli sanatçı misafir programları, atölye çalışmaları ve seyahatlerin sonunda kalıcı olarak doğup büyüdüğüm yer olan İstanbul’dan Londra’ya taşınmamın ardından, kendimle yüzleşip, kendime doğru yaptığım içsel yolculuklara odaklandığım bir süreçte doğdu. Yani fiziksel yolculuklar spiritüel yolculuklara dönüştü diyebilirim. 
Bu nedenlerle değişim, dönüşüm, yeniden doğmak, ölüm ve denge temaları temel oldu.
                                                                                 
 
  “Bir Başka Gerçeklik” de son dönem  çalışmalarınız sergileniyor.  Serginizde yer alan işlerinizi öğrenebilir miyiz? Sergide sanatseverleri neler bekliyor?
Genel olarak yukarıda bahsettiklerimle oluşması ile birlikte her işin kendi oluşum sebebi var. 
Ben uzun yıllardır varoluşun sistematiğini dört boyutlu alanda yani mekan ve beraberinde zaman üzerinden insan faktörü ile anlamlandırmaya odaklanmış ve bunu matematik bazlı düşünce ve kurgular üzerinden yapıyordum. Yalnız bu sergi daha düşünme aşamasındayken, Southampton, İngiltere’de sahilde deniz kabuğu toplarken hatırladığım, aslında bütün odaklandığımın kaynağının doğadan geldiği oldu. Deniz kabuğundan gelen sistemsel kurguları hakkında ne kadar bilgi sahibi olursan ya da okumuş olursan ol onu gidip bir sahil kasabasında toplamadığın müddetçe göremeyebiliyorsun kimi zaman. Bu nedenle hep derim, çok okuyan değil biraz okuyup yola çıkan daha çok bilebilir. Bu farkındalık ile Birleşme isimli işim altın oran kanunundan yola çıktı ve parçalı bütünle kurguladığım denge konusuna odaklandım.
Sergideki eğilimler bu sayede  doğaya ve kişisel varoluşa yönlenmiş oldu. İnsanın ruh, beden ve zihin olarak varoluşuna yönelmeye ve soruları dışarıdan içeriye doğru sorduğum ve sistematiği de aklımın ve bilgimin yettiği kadar doğanın sistematiği üzerine kurgulayarak belli bir akışta çıkardım. 
Bir başka gerçeklik ile ortaya çıkan gözlemler bana başka görme alanları açtı ve bu işlerle gördüklerimi aktarmaya çalıştım. Konuları, renk, ışık ve katmanlar ve mimari ögeler yardımıyla, çiçekler, yapraklar ve gözlerden ilham alarak yaptım. Bunların yanı sıra Kabullenmenin Huzuru isimli işimde, hepimizin bedenlerinde bulunan dişi ve erkek enerjinin dengeye kavuşması ve kendini olduğu gibi sevmek konusuna odaklandım diyebilirim. Ve bu düşünceyi kendimden yola çıkarak yaptığım için dişi üreme organını kullanarak yaptım.
                                                                         
Eserlerinizde izleyiciyi yeni bir bakma ve görme biçimine davet ediyorsunuz. Yeni bakma- görme biçimi üzerine neler söylersiniz?
Merak ve deneyimlemeye cesaret iki esaslı olgu. Yaşamın içinde olup bitenlere dair çok meraklıyım, niye olmuşu öğrenip ve sonra nasıl olabiliri deneyimlemeye açık. 
Bu da benim çokça şeyleri farklı açılardan görmeme ve gösterebilmeme yardımcı oluyor. He ne kadar teknik açıdan en eski usül malzemeleri kullansam da. Önceki işlerimden birisi olan Kuş Bakışı’nda da temelde bundan bahsediyordum. 
Bu bana kübizmin de temel düşüncesi olan şeylere çeşitli açılarda bakıp, oralardaki yüzeyde görünmeyen satır arası notları göstermenin yolunu anımsattı. Sonuçta,  sanatçı içinde bulunduğu dönem ve yerden ilham alarak görünmeyeni göstermeye çalışıyor. 
 Sizinle özdeşleşen ekleme ve eksiltme metodundan bahseder misiniz? 
Resimlerimi 2 boyutlu tuval yüzeyi üzerinde 3 boyutlu bir algı ile katmanlarla çalışıyorum. Kapata kapata, sonra aça aça. Katmanlar arasında gezinmenin ve alt katmanlardan referans almanın yolu olarak yüzeyi maskeleme metodu ile çalışıyorum. Maskeleme aslında bir tür çizme biçimi halini almış oluyor. Resmin ilk aşamalarında kompozisyonu kurgulamama yardımcı olan bu maskeleme işi sonuca giderken görmeme engel olurken kendimi, daha spontan bir akış içinde hissederek yapmama yardımcı oluyor.  
Bir önceki kattan almak maksadıyla yüzeye eklediğim alanlar için kullandığım maskeleme bantlarını tuval resmi bittiğinde tamamen söküyorum. Bu söktüklerimi oldukları gibi kağıt işlerim için biriktirip, tuval resimlerdeki kurgusallıktan uzak kolajlar halinde bir araya getiriyorum. Bu sırada palete karışan renkleri biriktirme medotu ve düzenli çektiğim fotoğraflarla da aslında bir iş yaparken onun etrafında çıkan yan şeyleri işlerim haline getiriyorum
 Sizi tanıyabilir miyiz, sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
Ben bir anne olarak çocuğumun neler yapması gerektiğine değil neler yapabildiğine odaklanarak onu yetiştirmeye çalışıyorum. Bunu söylüyorum çünkü ilkokul, ortaokul ve lisenin bir kısmında  büyük acılar içerindeydim. Neyseki lise yıllarımda aşkla yaptığım bu şeyi yapabilme imkanı yarattım. Bu farkındalık benim yeniden doğuşum olmuştu 16 yaşımdayken. İşte o gün bugündür birçok şey değişti, dönüştü ama kalem kağıt elimden hiç düşmedi. 
  Londra’da yaşıyorsunuz.Yurtdışındaki ve Türkiye’deki sanat ortamını karşılaştırırsanız neler söylerseniz?
Londra’yı ve İngiltere’yi başlı başına değerlendirmek gerek. Almanya, Amerika, Japonya ile ayı şekilde değerlendiremeyiz. Sonuçta her ülkenin siyasi, coğrafi, ekonomik yaklaşımları bu alanların oluşmasını sağlıyor. 
Olduğum yerden bahsedecek olursam, burası her konuda markalaşmaya ve merkez olmaya odaklanmış bir yer, en azından olduğumuz dönemde ve sanatta da böyle. Çok fazla sanatçı ve etkinlik var ama bunun bir kısmının sadece şehrin marka olmasından kaynaklandığını söylemeden geçemeyeceğim. Gel gör ki, şehrin ritmine adapte oldukça bir yürüyüşe çıktığında ya da atlayıp hangi yöne olursa 15 dakika bisiklet sürüp varacağın yerde bile karşına çıkan ortam, sergi, söyleşi, etkinlik başını döndürebiliyor. Ulaşmak ve ulaşılmak mümkün
Yurtdışında yaşamanız eserlerine nasıl etki ediyor?
Çok şey kattığını ve alıp götürdüğünü söylemek isterim. 
En çok katkısı, alıp götürdükleri oldu. Kendi körlüğümden uzaklaşıp, geçmişten taşıdığım ağırlıklar ve gelecek kaygılarımdan arındırıp, bilmekten (ki bu bilmek konusu da muamma) bulmaya daha yakın bir yere ulaşmama yardım ediyor.