Sevgili Jale Sancak'la mürekkephaber sitesi için yaptığımız röportaj.
On sekiz İstanbul semtini on sekiz öykü ile
anlattığınız “Tanrı Kent”in hikâyeleri
nasıl çıktı, neydi size bu öyküleri yazdıran?
-Yazdığımız her şeyde sorgulanmasını, tartışılmasını,
görülmesini istediğimiz meseleler vardır. İşte bu meseleleri anlatabilmek için
biçilmiş kaftandı mega kent. Böylece birbirlerine çok yakınken çok uzak durmayı
yeğleyenleri, görmezden gelinen, hep dışarıda bırakılmak istenen ötekileri,
imkânları ve imkânsızlıkları, göçü, dönüşüm ve rantı, vahşi düzenin açtığı
yaraları,
bunların yanısıra bozulan dokuyu,
dünden bu güne değişimleri ve yitirilenleri ve şehrin binbir yüzünü
aktarabilecektim. ‘Tanrı Kent’ öykülerini yazmamın nedeni bu.
2009’da yazdığınız
“Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar” ve 2020’de yazdığınız “Tanrı Kent” arasında geçen zaman içinde Jale Sancak ve İstanbul’da neler değişti?
-Değişimden ziyade çoğalma var. Daha çok yoksulluk, daha çok
ayrımcılık, eşitsizlik, daha çok yıkım, betonlaşma, rant, daha çok karbon
monoksit ve doğanın tüketilişi. Ben de daha keskin, daha öfkeliyim.
Öyküleriniz
başında o semtlerle ilgili afişler, yazılar var. Nasıl bir hazırlık süreci geçirdiniz on sekiz öyküyü yazarken?
-O semtlerde gördüğüm afişler, yazılar semtin
karakteristiğini veriyor, onun için kullandım. Semtin sosyal yaşantısının birer
özeti gibi hepsi de.
Sözgelimi modern mi
muhafazakâr mı hemen anlamak mümkün. O nedenle afişlerin yanı sıra semtin tüm
dekorunu, hatta restoranları, kafeleri, mağazaları, güzellik merkezleri ve bu
tür şeyleri özellikle kullandım öykülerde. Hepsi bize bir şey söylüyor. Orada
kimler, nasıl yaşar. Çünkü ‘Tanrı Kent’in dile getirmek istediği
asıl şey bu günün insanlık halleri. Yaşadığım,
sık bulunduğum, çok iyi bildiğim yerlerin dışında özellikle yazmak üzere
gittiğim birkaç semt var. Hacı Hüsrev, Sulukule, Çarşamba gibi. Yazmadan önce
oraları seyrettim bir süre, yanı sıra insanlarla konuştum, sorular sordum, bazen
de fotoğraflar çektim. Böyle böyle oluştu.
Jale Sancak İstanbul’u üç kelime ile anlatsa, hangi
kelimeleri kullanır?
-Üç kelime… Peki, üç kelimeyle tanımlamak hayli zor olsa da
çirkin, güzel ve vahşi diyebilirim.
Öykülerinizde Tarlabaşı, Etiler, Bağdat Caddesi, Sulukule
gibi birbirinden farklı semtler var. Sizin İstanbul’unuz hangi semt?
-Ruhunu tümüyle yitirmemiş tarihi semtler daha çok.
Galata, Fener, Samatya, Beyoğlu gibi.
Çocukluğum Tarlabaşı ve Beyoğlu’nda, o güzelim tarihi dokunun içinde geçti.
Uzun yıllar boyunca Boğaz’da Bebek’te yaşadım. Şimdi de Erenköy’de oturuyorum.
Ne var ki Bebek yahut betonlaşmış, kentsel dönüşüme teslim olmuş, estetik
atmosferi kaybolmuş Erenköy benim İstanbul’um değil.
İstanbul’dan başka şehirleriniz var mı sizi etkileyen,
yazılarınıza etki eden?
-Bazen anlatacağınız mesele belirler coğrafyayı. Bir
etkilenmeden ziyade gereklilik ya da mecburiyettir bu. Elbette başka
şehirlerde, mekânlarda geçen öykülerim de var. Sözgelimi Mardin bunlardan biri.
Antep de öyle. Ülkenin doğusunda geçen bir
roman yazdım daha sonra. Hatta
bazen gerçekte var olmayan şehir ya da mekânlar
yaratırız. Düş ürünüdür onlar bütünüyle. Çünkü ana konuyu aktarmak için en
elverişli yer orasıdır.
Öykülerinizde toplumsal olayları farklı karakterlerle
yazıyorsunuz. Nasıl bir yol izliyorsunuz yazarken ve yazmaya başlamadan önce? Karakter,
olay örgüsü süreci nasıl başlıyor?
-Konu ve temayı önceden belirlediysem, onları en iyi biçimde
aktarabileceğime inandığım karakter ya da karakterleri seçip üzerinde çalışmaya
başlıyorum. Sözgelimi ‘Tanrı Kent’te, Hacı Hüsrev öyküsünde biri hırsız diğeri
tam tersi iki karakter oluşturdum çatışmayı yaratabilmek için. Üstelik bu
hırsız karakter oradaki gerçekliği gösterebilmem için gerekliydi. Daha sonra da
bazen en başında bazen de yazarken bu
karakterlerin neler yaşayacaklarını, olup bitecekleri, başka bir deyişle olay
örgüsünü oluşturuyorum. Kimi zaman da tam tersi olabiliyor, bir karakter
beliriyor önce, tersine bir işleyişle yazılıyor o zaman öykü ya da roman.
Yazı hayatınızda öykünün yerini öğrenebilir miyiz? Öykü yazmak - roman yazmak tanımı Jale Sancak’ta nasıl?
-Roman yazmama rağmen Sabahattin Ali gibi ben de öykücü
addederim hep kendimi.
Üzerinde
çalıştığım tür ne olursa olsun bir öykücü gibi düşünür, metne öyle yaklaşır, öyle
davranırım. Bu hem türün özelliklerini sevmemden, benimsememden hem de çok uzun
yıllar boyunca sadece öykü yazmamdan kaynaklanıyor olabilir. Öykü her zaman
önceliklidir. Roman ise
kafamdaki meseleleri anlatmaya ancak roman
izin verebilir diye düşündüğümde yazı yolculuğuma dahil oluyor.
Yazmakla,
edebiyatla tanışmanız nasıl oldu? Yazmalıyım diye bir karar anınız oldu mu?
-Çocuk yaşta, ne olduğunu pek de bilmeden verilmiş bir
karardı. Bazen ben bile şaşırıyorum. Gene çocuk yaşta okuduğum kitaplar beni
öylesine güzel zehirlemiş
-iyi ki
zehirlemiş- ki kararım hiç değişmedi. Tabi bu durumun nedeni içine doğduğum
ortam, sanatsever, kitap kurdu bir ailem olması ve
bu erken tanışma diye düşünüyorum.
Yazmak isteyenlere, yeni başlayanlara neler önerirsiniz?
-İlk
sırada klasik önerimiz çok okumak, çok yazmak var. İkincisi, okunan tüm usta işi
yapıtların, anlatma biçimlerine, olay örgüsüne, karakterlerin,
dilin nasıl yaratıldığına, epeyce dikkatli, hatta biraz da ders çalışır gibi
bakılmalı. Üçüncüsü her dönemde moda olan konular, ilgi gören temalar vardır.
Bunlara takılmadan sadece
heyecanlandıran, kışkırtan, mesele edinilen konular yazılmalı özgürce. Yazma
yolculuğunda süreklilik önemlidir. Hiç değilse çalışılan metne her gün birkaç
cümle, birkaç satır yahut bir paragraf eklemek, onunla bağı kopartmamak
çok iyi olur. Kimi zaman da metni tekrar tekrar okuyup tartmak, eklemek,
çıkartmak yol alınmasına katkı sağlayacaktır. Son olarak da başka sanat
dallarıyla, sözgelimi müzik, sinema, resim, mimari ile ilgilenilmesini
öneririm. Farklı görme biçimleri, anlatma teknikleri, bir kılavuz misali
yazarken yaratımı kolaylaştıracaktır.