Mario Levi’nin
son kitabı “Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy”, yedi kitaplık İstanbul sersinin ilki
olarak Evereset Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Mario Levi ile son
kitabı ve edebiyat üzerine konuştuk.
-Son kitabınız “Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy“ bir
serinin ilk cildi. Nasıl başladı bu yolculuk, neydi size bu kitabı yazdıran?
Ben yazı ile olan
ilişkime baktığımda, hep bu yazının adına yakışır bir şekilde hayatımda bir
şeylerin yazılı olduğuna inanırım. Önce oradan başlayalalım. Bu kitabın
kaynağında benim Gazete Kadıköy’de yazdığım yazılar var. Gazete Kadıköy’de bundan
yaklaşık dört yıl kadar önce köşe yazıları yazmaya başladım. Ve bir dizi yazı
yazdıktan sonra İstanbul ve daha doğrusu Kadıköy’de geçen insan portreleri
üzerine hikâyeler düşünmeye başladım, onları yazmaya başladım. Ama bunlar
tanıdığım insanların hikâyeleri değildi. Öyle Kadıköy Çarşısı’nda gezerken veya
Moda’da, Kadıköy’ün başka yerlerinde gezerken ilgimi çeken, hiç tanımadığım bir
insanın görüntüsünden hareketle yazdığım yazılardı bunlar. Ve birer hikâyemsi
yazı gibiydi. Daha sonra bunlar otuz,
kırk tane birikince birdenbire kendi
kendime ya “bunların her biri işlense iyi hikâyeler olur” demeye başladım. Daha
sonra işe giriştim. Aynen beklediğim gibi içime sinen hikâyeler çıkmaya
başladı. Ondan sonra iş gelişti. Sadece Kadıköy’le yetinmeyeyim, İstanbul’un çok
iyi tanıdığım, hissettiğim başka semtleriyle de ilgili hikâyeler de yazayım
dedim. Sonra baktım ki bu hikâyeler aslında kendi içlerinde bütünlük
oluşturmaya başladı. Her biri birer kitap olacak gibi görünüyor dedim. Onları
da bir araya getirmeye başladım. Onları biraraya getirirken hikâyeleri birleştiren
ara metinler düşünmeye başladım. Ve o ara metinlerde çıkınca bir de baktım ki
ben aslında hikâye kitabı yazmıyormuşum
da roman yazıyormuşum. Bunu bana başkaları da söyledi. Yayınlanmadan önce
editörüm, edebiyat ajansım söyledi. Ondan sonra da bu minvalde devam etti ve edecek. Bu yedi
ciltlik bir roman aslında. İlk cildi bu. Hemen hemen aynı hacimde altı kitap
daha var ve özellik şu; her biri İstanbul’un bir semtinde geçiyor. Bu kitap
Kadıköy’de geçiyor, ikinci kitap Şişli, Feriköy ve Osmanbey taraflarında
geçecek ve böyle devam edecek. Amacım yakından tanıdığım İstanbul’da yaşamış olan insan hikâyelerini bir araya
getirerek günümüze ait bir roman
çıkarmak. Bu kitapların hepsi günümüzde geçiyor. Geçmişe yönelik değiller. Ama
artık yaşını başını almış insanlar var. 70-80 yaşında insanlar var. Elbette
onlar bugün yaşıyorlarsa da hatıraları ile de yaşadıkları için geçmişe
gidebiliyoruz ama neticede hepsi bugüne ait hikâyeler.
-Sizin
dışarıda gördüğünüz birine yakıştırdığınız hikâyeler
Onlara yakıştırdığım
evet. Mesela o kişiyi bir tramvayda görüyorum, Moda’da çay bahçesinde
görüyorum, bir mezecide görüyorum. Herhangi bir yerde gördüğüm, herhangi bir
insan. Ben hayatın içinde olmayı da çok seven bir yazarım. Şehri gezmeyi
severim, genelde bir yerden bir yere giderken çok acelem yoksa eğer toplu
taşıma araçlarına binmeyi alışkanlık haline getirdim. Onların başında da vapur
yer alır. Dolayısıyla her yerde ilgimi
çeken insanlarla karşılaşma ihtimalim oluyor. Ama anlattığım insanlar benim gördüklerim.
Belki gerçekte çok farklı insanlar bunlar.
-“Kesişen ve
birbirine dokunmayan hayatlar” diyorsunuz değil mi?
Ben hayatın bu
yönünün çok anlamlı olduğuna inanırım hep. Bir takım insanlarla hayatlarımız
kesişebiliyor veya kesiştiğinin farkına
varmıyoruz. Eğer kısa bir süreliğine de olsa yollarımızın kesiştiği insanları
yakından tanıma imkanını bulursak belki hayatımız değişebilir diyorum ama
olmuyor. Örneğin farkettiyseniz bu romanda Funda ile İhsan veya Funda ile Zehra
birdenbire bir araya geliyorlar ama bunun farkına varmıyorlar. Farkında olsalar
çok şeyler yaşanacaktır ama olmuyor.
Hayatta biraz böyle galiba ve sanırım büyükşehirde yaşayan insanın kaderi. Bu bana hikâye açısından müthiş iham
veren bir durum.
-Sizde,
edebiyat hayatınızda nasıl bir yerde bu seri?
Ben kitaplarım
arasında eğer bu yedi cildi de tamamlamayı başarabilirsem , iyi bir yerde
duracağına inanıyorum. Neden? Çünkü benim yazdığım kitaplar, tümü değilse bile
birçoğu İstanbul’un bir dönemine aitti. Örneğin, “İstanbul Bir Masaldı”, 1920’ler-
1980’ler arasındaki İstanbul’u anlatıyordu. “Karanlık Çökerken Neredeydiniz?”,
1970’li yıllara ait İstanbul’u
anlatıyordu. Sonra “Lunapark Kapandı”, 1990’lı yıllara ait bir İstanbul’u
anlatıyordu. Yani hep böyle birşey var. İlk kez bu romanda bugüne ait hikâyeler anlatıyorum. Bu sebeble
de bu beni heyecanlandırıyor. Bugün yaşayan insanalara ait hikâyeler
anlatıyorum. Bu yüzden de bu hikâyelerin belki bugünün insanları tarafından
ilgi görebileceğine ama aynı zamanda da gelecek de başka türlü ilgi göreceğine
inanıyorum. Yani mesela, 2119’a kadar okunmaya değer bulunursa bu kitaplar,
yüzyıl öncesinin insanları neler yaşamışlar, ne gibi kaygılara kapılmışlar,
neler tercih etmişler birilerinin görmesini istiyorum.
-Siz seviyor
musunuz bugünün İstanbul’unu?
Bugünün
İstanbul’unu kimi yönleri ile seviyorum, kimi yönleri ile sevmiyorum. Ama
doğrusunu söylemek gerekirse bugünün İstanbul’unda eski İstanbul’u seviyorum.
Yani bugünün İstanbul’unda yeni İstanbul’u sevmiyorum ve dolayısıyla orada da anlatılacak
fazla birşey bulamıyorum. Bir ruhu, bir tarihi olan İstanbul’u seviyorum. Bir
yerde, İstanbul’un herhangi bir mahallesinde, bir ruh, bir tarih varsa orası
günümüzde bile farklı bir kimlik edinebiliyor. Mesala Kadıköy’ü bu yüzden
seviyorum. Kadıköy’e çıktığınızda çok yaşlı insanlar görebileceğiniz gibi çok
genç bir nüfusta çıkabiliyor karşınıza, çok dinamik bir nüfusta çıkabiliyor
karşınıza. Ben Kadıköy’ün bu özelliğini
çok seviyorum. Ama belli bir yaşa gelmiş herkes gibi ben de zaman zaman “ya bizim
gençliğimiz daha iyi idi” gibi duygulara kapılıyorum. Yeni neslin bazı
alışkanlıklarını bazen yadırgıyorum, bazen de büyük bir sempati ile
karşılıyorum. Sempati ile karşıladıklarım arasında şu var: Çok mizah güçleri
olduğuna inanıyorum. Müthiş bir bir mizah yetenekleri olduğuna inanıyorum.
Bizim kuşağımızda olamayan bir mizah yetenekleri olduğuna inanıyorum. Ama öte yandan yeteri kadar bilgili
olmadıklarına inanıyorum yeni kuşağın. Yeteri kadar kitap okumadığını
düşünüyorum. Ama tabi bu herkes için geçerli değil. Genellemeler her zaman hatalı olma riski taşır. Değişik
duygularım var ama ben İstanbul’u seviyorum.
-İstanbul’u
seviyorsunuz. ”İstanbul Bir Masaldı”, “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” ve bu
son seriniz yine İstanbul üzerine. Siz de Napolyon gibi dünya bir ülkeden
ibaret olsa başkenti İstanbul olurdu diye düşünüyor musunuz?
Yok o kadar
abartmıyorum. Ayrıca Napolyon’un bu lafı gerçekten söyleyip söylemediğinden de
emin değilim. Söylemiş olabilir ama benim tanıdığım Napolyon’un bu sözü
söylemiş olması biraz zor. Belki gerçekten o anda bir duyguya kapılıp
söylemiştir veya bir elçiye söylemiş olabilir.
Ben İstanbu’un dünyanın en güzel şehirlerinden biri olduğunu samimi
olarak düşünüyorum ama o kadar da değil.
-“ Bir Şehre
Gidememek” adlı bir de öykü kitabınız var. Eserlerinizde şehirlerin önemini
öğrenebilir miyiz?
Ben açıkcası
özellikle romanın bir şehir ürünü olduğunu düşünüyorum. Hatta burjuvazinin
ürünü olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla şehir benim için çok büyük önem taşıyor. Şehir kavramı benim için çok
büyük önem taşıyor. Şunu da söyleyebilirim, Dünya Edebiyatı’nda çok sevdiğim,
beni çok etkilemiş olan, bana yol göstermiş olan birçok yazarın belirli şehirlerle
özdeşleşmiş olması benim hoşuma gidiyor. Kafka’nın Prag’la kurduğu bağ,
Dostoyevski’nin St. Petersburg’la kurduğu bağ gibi. Bütün bunlar düşünüldüğünde
açıkcası beni çok etkiliyor. Kendime de küçük bir pay çıkarıyorum. Ben de İstanbu’la bir bağ kuruyorum.
-Yazamak
istediğiniz başka şehirler var mı?
Bu güzel bir
soru. Aslında yazmak istediğim başka şehirler var. Hangileri diye sorarsanız;
bunlardan biri Venedik. Ama o da bir su şehri. İkincisi Toledo, üçüncüsü yine
İspanya’da bütün Endülüs bölgesi. Dördüncüsü Paris. Bunları yazmak isterim
aslında ama ben edebiyatta yerelliğin çok önemli olduğuna inanıyorum. Yani
şöyle söyleyeyim. Edebiyat evrenseldir. Bir kere o kesin. Ama o evrenselliği
derinleştiren de edebiyatın yerelliğidir. Yani şöyle, ben eğer Kore’li, Arjantin’li,
Norveç’li, bir okura sesleneceksem bu benim evrenselliğimden kaynaklanacaktır.
Bir de benim bir yerelliğim olmalı. O yerellik İstanbul benim için. Şimdi
dolayısıyla öteki şehirleri ifadeye
gelince, o şehirlerde yaşamış olanlar, o şehirlerle içselleşmiş olanlar zaten
edebiyatlarında anlattılar. Ben şimdi Venedik’i
bir yabancı olarak, bir Türk olarak anlatabilirim. Yani şimdi Paris’i o
kadar yazar, şair, o kadar güzel anlatmış ki benim onlarla rekabet edebilmem
mümkün değil. Ancak kendi bakış açımla anlatabilmek isterim. İçselleştirmiş
olmak çok büyük önem taşıyor. Bunlar
gelecek planlarım arasında.
-İstanbul’un
bir kokusu olsa ne olurdu sizce?
Tek bir koku ise
deniz ve balık. Ama tabii çeşitlendirebiliriz. Bunlara ek olarak taze çekilmiş,
kavrulmuş kahve kokusu, mısır çarşısındaki baharat kokusu gibi kokuları da
bunlara eklenebilir. Ama galiba benim için İstanbul öncelikle deniz ve balık
demek.
-Kitaplarınızda futbol ve yemekte önemli bir
yerde. Nasıl etkiliyor yazılarınızı bu temalar?
Altmışlı
yaşlarımı sürüyorum. Beni gerçek anlamda çok heyecanlandıran çok az şey kaldı.
Fubol, Fenerbahçe. Yemek yapmak, yemek yemek. Kitap okumak, kitap yazmak. Bunlar
benim değerlerim. Bunlar benim hayatımın
heyecanları. Bunları paylaşmak, bunların yazının içinde yer almaları, bunları
değerli unsurlar olarak okura sunmak bana heyecan veriyor. Bir yemeği
paylaşmak, bir yemeği anlatmak bana heyecan veriyor. Bu sebeble yemek benim
romanlarımda vardır. “Karanlık Çökerken Neredeydiniz?” de bir sezonun unutulmaz
maçlarını anlatmıştım. Futbola merak sarmış gönül vermiş başka yazarlar da var.
Albert Camus bir futbol hayranıdır. Gabriel Garcia Marquez bir futbol
hayranıdır. Bunlar çok önemli yazarlardır. Aziz Nesin, Haldun Taner’in de
futbol hikâyeleri vardır. Ama tabi ben futbolla ilgili bir kitap yazarsam
kapağı mutlaka sarı-lacivert olacak.
-“Size
Pandispanya Yaptım” da pek çok yemek tarifi vardı değil mi? Babaanenizin
tariflerini vermiştiniz. Yeni tarifler deniyor musunuz?
Orada bir
hayalimi gerçekleştirdim. İronik şekilde yemek tariflerinin verildiği bir roman
yazmak istedim. O nedenle o kitap benim için özel bir yerde duran sevdiğim
romanlarımdan biridir. Yeni tarifler deniyorum. Hem babaannemin
mutfağından öğrendiklerim, bir de
onların üzerine çeşitlemeler yapıyorum
ve bunu yaparken de çok eğleniyorum. Çünkü babaanem olsa çok kızardı.
-“Mutsuz geçen
çocukluğum sayesinde yazar oldum” diyorsunuz. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz ve
yazar olmayı hayal etmiş miydiniz? Neydi Mario Levi’nin hayalleri?
Aslında ilki
doğru yalnız bir çocuktum. Uyumsuz bir çocuktum. Hem çocukluğum hem de
ergenliğim zor geçti. Yazar olmanın kaynağında da bu varmış. Doktor olmak gibi
bir hayalim vardı ama sınavlarda puanım tutmadı. Yazar olmak hayallerimin arasında mıydı? Hayallerimin
arasınday-dı diyemeyeceğim. Hayallerimin arasınday-mış diyeceğim. Çünkü
sonradan fark ettim bunu. Neden bunu söylüyorum? Çünkü okulda iken kompozisyon
yazmayı çok severdim, iyi de yazardım. Ondan sonra günlük tutardım, önemserdim
de bu işi. Haliyle doğrusunu söylemek gerekirse bir hazırlık varmış. 13-14
yaşlarında iki tane roman yazma denemem oldu ama 15. sayfadan sonra devam
edemedim.
-Konularını
hatırlıyor musunuz?
Çok ilginç
konuları vardı, hiç unutmadım. Bir tanesi kırklı yaşlarının ortalarında bir adam ki o zaman
benim için kırklı yaşlar inanılmaz ilerisi geliyordu. Ölümcül bir hastalığa yakalandığını
öğreniyor ve doktorlar kendisine yaşamak
için sadece altı ayının kaldığını söylüyor. Bu altı ayı nasıl geçirecek? Diğeri
de evlerini terk etmiş, evsiz kalmış çocuklar ve bir adam var. Onları bir yerde topluyor ve kötü
davranıyor, dilendiriyor. Tam bir Kemalettin Tuğcu romanı.
Demek ki bir
yazar olma hayali varmış. O da ne zaman açığa çıktı. Üniversite ilk sınıfta bir
arkadaşımın telkini ile ilk öykülerimi yazmaya başladım. Çocukluğum hazırlamış
beni. Ortada bir sorun yoksa niçin yazasın ki, bir sorun var ki yazıyorsun.
İster bu sorun bireysel olsun, ister toplumsal olsun fark etmez. Mesele ile
olan mücadelem beni bu buralara getirdi.
-O dönemlerde de kitap okur muydunuz?
Her zaman iyi bir
okuyucu oldum. Lisenin son sınıfında iyi bir okuyucu olmaya başlamıştım. Ama
asıl iyi okurluğum üniversite yıllarındadır. 19-23 yaşları arasında çok kitap
okudum. Bütün temelimde o günlerde yapmış olduğum ısrarlı, hatta delicesine
yapmış olduğum okumalar var. Seçerek okuyordum. Bir takım klasikleri bilmek
zorundaydım. Onları çok önemsedim. O günlerde yeni kitapları çıkan yazarları
okumaya başladım. Selim İleri, Oğuz Atay onları çok önemsedim. Hem günümüzü
takip ediyordum hem de geçmişin izini sürüyordum.
-Yazarken
okuyucu nerede görüyorsunuz?
Aslında yazarken
çok düşünmüyorum. Ama kitap bittikten sonra düzeltmeleri yaptığımda “bu kitabı
şimdi kimler okuyacak?” diye kendime soruyorum. Ama bunun için kitabın bitmesi
lazım. Neden? Çünkü artık elimde birşey var. Bu konuya kim, nasıl ilgi
gösterecek, bu cümleye kim nasıl tepki gösterecek gibi soruları kitap bittikten
sonra ancak soruyorum. Ne ortaya fikrin çıktığı aşamada, ne de yazma aşamasında
okuru düşünüyorum. Böyle birşey yok.
-Önce olay
örgüsü mü, karakter mi?
Bu kitapta
karakter oldu. Diğer altı romanda da karakter çıkışlı bu seride. Bazı
romanlarım da hikâye çıkışlıdır.”Lunapark Kapandı”, “Size Pandispanya Yaptım”, “Karanlık
Çökerken Neredeydiniz?”, “Bu Oyunda Gitmek Vardı” hikâye çıkışlıdır. Bu seri ve
bu kitabımdan önceki “Yanlış Tercihler Mahallesi” karakter çıkışlı. Demek ki
değişiyor. Ama aslında karakter ile hikâye birbirini bütünleyen unsurlar. Yani
karakter olmadan hikâye olmuyor. Hikâye olmadan da tek başına karakter hiç bir
anlam taşımıyor. Mutlaka bir hikâye olması lazım.Bu konuda biraz muhafazakar
bir duruşum var. Hikâye olmadan roman olmaz diyenlerdenim.
-Bu karakteri
ben yazsaydım dediğiniz, çok sevdiğiniz karakterler var mı?
Birkaç karakter
olmuştur tabii. Şimdi hepsini hatırlamayabilirim. Ama uzun yıllar
Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanındaki Ivan Karamazov’u anlatasaydım
iyi olurdu dedim. Yıllar sonra yaptığım ikinci okumada ise Dimitri Karamazov’u
daha çok sevdim. Kafka’nın “Dava” romanındaki K’yı yazsam iyi olurdu dedim. Camus’un
“Veba” romanındaki Doktor Rieux’u yazsam iyi olurdu dedim. Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın “Huzur” romanındaki Mümtaz’ı yazsaydım iyi olurdu dedim. Onlar ilk
aklıma gelenler.
-Sizin
romanlarınızda sevdiginiz ve sevmediğiniz karakterler hangileri?
“Bu Oyunda Gitmek
Vardı” da Kanada’da gece kulübü işleten Mario vardı, o öyle “pis adam”
diyebileceğimiz adamlardan biriydi. Böyle eğlendiğim karakterler oldu tabii. “Yanlış Tercihler Mahallesi”ndeki yaşlı
kırtasiyeci Muhammer amcayı severim, yine aynı romandaki Pertev abiyi severim
ve ayrıca bir de benim romanlarımdaki kadınlarım var. Mesela “Yanlış Tercihler Mahallesi”ndeki Nedret
karakterine tam kelimenin tam anlamıyla
aşık oldum. Gerçekte vardı da onu mu yazdım, hayır. Böyle bir kadın olmadı
hayatımda. Sonra “ Bu Oyunda Gitmek Vardı” da ki Neval gibi. Ben kahramanlarımı
zaman zaman severim, hayran olurum, zaman zaman kızarım. Tıpkı hayatıma girmiş
insanlar gibi ilişkiler kurarım. Zaman zaman onlarla sevenirim, ağlarım.
“Karanlık Çökerken Neredeydiniz”deki Necmi karakterini çok sevmişimdir.
-Kaybetmenin
ihtişamı diyorsunuz kitabınızda, yaşadınız mı kaybetmenin ihtişamını?
Kaybettiğiniz
anda tabiki mutlu olmuyorsunuz. Kaybetme duygusunun gösterdiklerinin çok
değerli olduğuna inanıyorum. Kaybederek insan hayatı daha iyi öğreniyor. Kaybettiklerinden
yola çıkarak hayatı daha iyi öğreniyor insan ve dolayısıyla bu anlamda
kaybedilenler bir kazanca dönüşebiliyor.
-Düzenli
yazıyor musunuz?
Düzenli
yazıyorum. Bir anlamda da huzurumu ona borçluyum. Her gün çalışmaya gayret
ediyorum. Bu benim için kaçınılmaz birşey. Genelde akşamları 21:00 gibi yatıp, gece 3:00 gibi kalkıyorum
ve sabah 8:00’e kadar ara vermeden yazıyorum. Bunlar benim ritüellerim. Eğer
yaz aylarında isek okul ve atölyeler yoksa çalışma saatim günde altı-yedi saat hatta sekize kadar
çıkabiliyor.
-Kimlerden,
nelerden esinlenirsiniz?
Herşeyden
esinlenebilirim. Yazarlardan, romanlardan, şiirlerden, şarkılardan, esinlenebileceğim
gibi hayatın içindeki herhangi bir görüntüden, ayrıntıdan, kokudan da
esinlenebilirim.
-1970’lerden
itibaren yazıyorsunuz. Kırılma noktalarınız oldu mu?
Oldu. İki-üç sene
yazmadığım dönemlerim oldu hayatımda. O
da üniversiteyi bitirdikten sonraki dönemdi. 1980 ile 1983-84 arasındaki dönem. O arada yazamadım. Çünkü yeni bir iş
arayışı içindeydim. Meslek arayışı içindeydim. Kendimi var
etmeye çalışıyordum. Yani sadece yazarlık yapamayacağımı anlamıştım. Bu yüzden
bir ara verdim. Küskün, karanlık dönemdir. Böyle bir dönem oldu hayatımda.
-Richer Skaner
“Kadife Bey” de kahraman Besteci Eric Sati, Araf’ta en değerli anısını seçmeye
çalışır. Siz seçmek zorunda kalsanız hangi anınızı seçerdiniz?
Bir tek anı
seçmek zoruda kalsaydım eğer hayatımda çok önemli yeri olan dedemin ölümü
olurdu. Benim ellerimde öldü. O kötü bir anı olarak var. İyi bir anı olarak da
Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandığımı öğrendiğim gün var. O yazarlık hayatımda önemli bir
yerdir, dönemeçtir. O ödülü kazandıktan sonra yazar olabileceğime inanmıştım.
Çok uzun yıllar oldu tabii.
-Son olarak “
Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy”,ün, Cuma günü başlamasının bir sebebi var mı?
Hiçbir özel
sebebi yok. Sadece Kadıköy’ü ilk kitap olarak seçmemim bir sebebi var. Kendimi
daha çok Kadıköy’lü kabul ettiğim için Kadıköy’e torpil geçtim. Ama Cuma günü
de haftanın en sevdiğim günlerinden biridir.