1887 senesinde Wisconsin’de doğan O’Keeffe,
küçük yaşlarından itibaren sanatçı olmak istediğini bilir. Art Institute of
Chicago ve New York’ta Art Students League’de sanat eğitimi alır. Geleneksel
Avrupa resim anlayışını kısa sürede terk ederek, Uzakdoğu sanatına yönelmiş,
bir süre reklam ressamlığı yaptıktan
sonra 1912-16 yılları arasında çeşitli okullarda sanat dersleri vermişti.
Öğretmenlerinden Arthur Wesley Dow, O’Keeffe üzerinde büyük etki bırakır. O
dönemlerde devrimci sayılabilecek metodlar kullanan Dow; doğayı düşünmeden
tuvale kopyalamak yerine, onun çizgi, kütle ve renk gibi kompozisyon
unsurlarıyla yeniden kurgulanması
gerektiğini düşünmektedir. Sanat gündelik hayatın içinde olmalı, sanatçının
kendisini ifade etmesi ve yaratım sürecine kişisel tecrübelerini eklemesi
gerekir. Dow ile çalışırken kendisini keşfeden O’Keeffe, formları sadeleştirip,
şekil ve çizgilerden anlamlı, soyut kombinasyonlar oluşturmaya başlar, kişisel
stilini geliştirir.
Okuduğu Wassily Kandinsky’in “Sanatta
Tinsellik Üzerine” kitabından çok etkilenir. Kandinsky, sanatı ruhani bir
seviyeye yükseltmiş ve sanatı insanlığın rehabilitasyonu için gerekli olan
tutku dolu bir kendini adama olarak görmektedir. Bu adanmışlıkla sanatçı;
kişisel ve kendine dönük çalışmalar yürüten bir figürden, tüm insanlığa karşı
sorumluluğu olan bir figür haline dönüşmektedir. Müziğe duyduğu derin sevgiyle
resim çalışmalarında müziğe de yer vermeye başlar, artık soyutlamayı çok iyi
kavramıştır.Daha önce yapmış olduğu tüm çalışmalarını yok eder ve başlangıç
noktasına dönerek kara kalemle yeni soyut
çalışmalarına başlar.
Yeni çalışmalarından bir kısmını New York’ta
yaşayan fotoğrafçı arkadaşı Anita
Pollitzer’e yolar. Anita’da resimleri
son derece meşhur bir fotoğrafçı ve Manhattan’daki 291 sanat galerisinin
kurucusu ve sanat dünyasında önemli bir isim olan Alfred Stieglitz’e götürür.
Stieglitz, Henri Matisse, Auguste Rodin, Paul Cézanne ve Pablo Picasso’yu ilk
kez Amerikan sanat izleyicisi ile buluşturmuş ve aynı zamanda sanat
fotoğrafçılığını resim ve heykelle aynı seviyeye getirmek için çalışmaktadır.
Stieglitz, O’Keeffe’in cesur kompozisyonlarından çok etkilenir ve onları
sergilemeye karar verir. Aynı sene sergi açılır ama savaşın finansal ağırlığı
ile galeri kapanır. Bu arada ikili birbirlerine aşık olmuşlardır.
Stieglitz galerisini kapattıktan sonra
O’Keeffe portreleri fotoğraf serisi üzerinde çalışmaya başlar. 350’den fazla
fotoğraf çeker, fotoğraflarında sanatçının kafası, göğüsleri, elleri, gövdesi
gibi vücudunun farklı yerlerine odaklanır. Bu mahrem resimler aslında
sanatçının ruhunu sergilerken, bir yandan da fotoğrafçısının ilham perisine ve
sanatına olan aşkını yansıtır
O’Keeffe her şeyi geride bırakır ve Stieglitz
ile evlenir. Stieglitz hayatı boyunca sanatçıyı destekler. Tanıtım için
sanatçının cinsiyetini ön plana çıkaran bir strateji belirler onu kadın sanatçı
olarak piyasaya tanıtır. O’Keeffe’in eserlerinde kadınlığı, dişiliği sayesinde
nasıl derin duyguları deşifre ettiğini, olayları derinden duyumsadığını ve
uçarı renk paletiyle narin duygularını nasıl resmettiğini anlatır. Stratejisi
büyük başarı kazanır ve O’Keeffe sergilerin aranan ismi olur. Zamanla
Stieglitz’in yaptığı bu cinsiyet ayrımcılığı ve kadın sanatçı etiketi
O’Keeffe’i rahatsız eder. Belki de buna tepki olarak genellikle siyah beyaz
renklerde giyinir, melon şapkalar, düz ayakkabılar, takım elbiseler giyer ve
saçlarını sımsıkı toplar, hiç makyaj yapmaz. Sanat dünyasındaki cinsiyet ayrımıyla savaşan O’Keeffe,
erkeklerin daha yüksek fiyatlar bulduğu ve daha iyi sanatçı oldukları
düşünüldüğü bir dönemde en önemli sanatçılardan biri olur.
New York’ta yaşayan O’Keeffe bir gün New
Mexico’ya seyahat eder. New Mexico’nun vahşi doğası ve mimarisi onu derinden
etkiler. O kadar etkilenir ki bu ilk ziyaretinde 24 eser ortaya çıkarır,
eserlerin yarısı yeni konular
üzerinedir. Daha sonra kendine orada stüdyo kuran sanatçı, New Mexico’nun
görkemli doğası, alışılmadık jeolojik oluşumları, canlı renkleri, ışığın
duruluğu ve egzotik doğasının kendisini harekete geçirdiğini söyler. Kayalar,
falezler ve dağları, aynen çiçek kompozisyonlarında yaptığı gibi dramatik bir
şekilde büyüterek çizer. Zamanla hayvan kemikleri ve kafataslarını da
çalışmalarına ekler. 1946 senesinde eşini
kaybettikten sonra da tamamen New Mexico’ya taşınır.
1932 yılında yaptığı resimdeki beyaz çiçek (
White Flower No:1 – Tatula ), boru çiçeği olarak bilinen Tatula ile büyük ilgi uyandırır. Sanatçının özel bir
güzelliğe ulaştırdığı bu güzel ama zehirli, halüsinatif çiçek, 122x102
cm ebatlarındaki tuvalin neredeyse tamamını saf ve beyaz tonları ve kadifemsi
yapraklarıyla doldurur. Burada Tatula sanki üç boyutlu değil de resim yüzeyine
bastırılmış, arkasında görünen mavi gökyüzünün üstünde süzülen bir desene
benzer. Bu eserde, her zaman kullandığı standart tuvallerden daha büyük bir
tuval kullanan O’Keeffe titizliği ve mükemel tekniği ile ikonik ve zamansız bir esere imza atmış olur.
Beyaz Çiçek’in kazandırdığı ün ile, 1936 senesinde Elizabeth Arden’den Gymnasium
Moderne için tatula çiçekleri olan bir tablo siparişi alır. O’Keeffe, sade ve aydınlık bir renk paletiyle
resmettiğ ve dört tatula çiçeğinin yer
aldığı Jimson Weed tablosu, Spa’da gevşeme egzersizlerinin yapıldığı salonun
duvarında yerini alır. Elizabeth Arden esere o dönem için çok yüksek bir fiyat
olan 10.000 Dolarlık bir ödeme yapar. Georgia O’Keeffe’e büyük şans getiren
çiçekler, sanatçının New Mexico’daki evinin bahçesinde yetişmektedir. Eserlerinde şekil, renk ve desenler üzerine denemelerde
bulunup keşifler yapar. Ressamın çiçekleri basit şekillerine eşlik eden
cüretkar renkleri ve özenle ayarlanmış tonları ile dikkat çeker ve seyircide
bir düzlem izlenimi yaratır.
Bir gün O’Keeffe sergisini gezen bir
ziyaretçi, Alfred Stieglitz’in yanına
gelir ve 6 parçalık bir seri olan gala çiçeklerinin fiyatını sorar. Stieglitz
ziyaretçiyi küçümser, ona son derece yüksek bir rakam söyler: 25.000 dolar.
İşin sürprizi ziyaretçinin fiyatı kabul etmesidir, bu miktar o dönem için
yaşayan Amerikalı sanatçının eserine ödenen en yüksek rakamdır. Stieglitz
müşterisine; seriyi bozmadan evine asacağına ve hayatı boyunca eserleri
satmayacağına dair söz verdirir ve şöyle der: “Sizi tanımıyorum... Durumunuzu
bilmiyorum... Ama zamanımızın en önemli eserlerinden birini aldığınızı ve büyük
bir sorumluluk taşıdığınızı biliyorum”.
İlerleyen yıllarında dünyayı dolaşmaya
başlayan sanatçının, son dönemlerinde üzerinde çalıştığı iki serinin ilhamı,
yaptığı uzun uçak yolculuklarında gelir. O’Keeffe, kuşbakışı nehirler ve
bulutların üzerindeki uçsuz bucaksız gökyüzü üzerinde çalışmaya başlar.
Genişleyen dünya görüşüyle beraber kullandığı tuvaller de büyür. 1965
senesinde, 77 yaşında, kariyerinin en büyük resmine -yedi metreden büyük bir tuval üzerinde
bulutlar- başlar. The Art Institue of Chicago’da sergilenen Sky Above Clouds
IV, sıklıkla Claude Monet’in “Nymphés” 8 (Nilüferler) eseriyle karşılaştırılır.
O’Keeff, eser hakkında şöyle yazar: 240 cm yüksekliğinde 730 cm genişliğinde
bir resim yaptım- sabah altıdan akşam saat sekize kadar günün her dakikası çalıştım,
onu hava soğumadan bitirmeliydim- garajda çalışıyordum ve orada ısıtıcı yoktu- Ebadın
bu kadar büyük olması tabii ki gülünç ama birkaç senedir bu resim aklımdaydı,
onu yapmak istiyordum ve sonunda yaptım ve güzel zaman geçirdim- ve işte
burada- ne en iyi eserim ne de en kötü eserim.”
Georgia O’Keeffe 1986 senesinde, 98 yaşında
New Mexico’da hayata veda eder, külleri vasiyeti üzerine New Mexico’nun o çok
sevdiği vahşi doğasına serpilir.
Çiçek resimleri, O’Keeffe’in sanatsal üretiminin sadece yüzde
beşini oluşturmalarına rağmen geniş kitlelere ulaşmış ve sanatçıyla
özdeşleşmiş, sanat tarihine büyük ölçülerde resmedilmiş çiçek resimleri ile
geçmiştir. O’Keeffe’nin çiçek tabloları
eleştirmenler tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. Çoğu zaman, doğum, yaşam ve ölüm döngüsüne
göndermeler içerdikleri veya cinselliğin temsilcisi oldukları düşünülmüştür.
Oysa ressam, bu yorumların hiçbirini doğrulamayıp çiçekleri yalnızca kendi
gözlemlediği biçimde resmettiğini belirtmiştir.
Çiçekleri
neden bu kadar büyük çizdiği konusunda çok soru alan sanatçı, 1944’te
bir sergi katalogu için kaleme aldığı yazısında amacını şöyle özetler: “Bir
çiçek nispeten küçüktür. Herkesin çiçekle, çiçek fikriyle ilgili çağrışımları
vardır. Çiçeğe dokunmak için elinizi uzatırsınız, onu koklamak için eğilirsiniz, belki
neredeyse düşünmeden dudaklarınızla ona dokunursunuz veya birisini memnun etmek için ona çiçek
verirsiniz. Gene de gerçek anlamıyla
kimse çiçeği görmez, çünkü o küçüktür
ve bizim hiç zamanımız yoktur . Oysa arkadaş sahibi olmak gibi görmek de
zaman alır... O zaman kendi kendime dedim ki: - gördüğümü resmedeceğim, çiçeğin
benim için ne anlam ifade ettiğini resmedeceğim, ama onu büyük çizeceğim ve
insanlar ona bakmak için zaman ayırdıklarında şaşıracaklar. O, meşgül New York’lular bile çiçeklerde ne
gördüğümü anlayabilmek için zaman ayıracaklar... İşte! – benim ne gördüğüme
bakmak için zaman ayırmanızı sağladım.” O’Keeffe bu bakma ve görme oyunuyla,
metropollerde yaşayan ve hayata yetişebilmek için hep acelesi olanların bile
durup, doğanın eşsizliğini ve duyumsallığını deneyimlemesini ister. Renkler,
şekiller ve ışık arasındaki ince farklar resimleri canlandırır ve onları geniş kitleye ulaştırır.
Georgia O’Keeffe’nin resimlerinin
belki de en büyük özelliklerinden birisi zamansız olmalarıdır. Herhangi bir döneme
ait değillerdir, izleyiciyle karşılaşma anlarının güncelliğine bürünürler. Sanatçı,
sanat trendlerinden etkilenmeden, doğadaki soyut formlara ulaşma yolunda kendi vizyonuna sadık
kalmıştır. Ona göre; sanatçının söyleyecek
bir şeyi olmalıdır, sadece form üzerinde ustalığa sahip olmak yerine
formu içsel anlamına uyarlamak amacına da
sahip olmalıdır.” Bu bakış açısı keskin bir gözlem yeteneği ve usta fırça kullanımı gerektirmektedir.
Santa Fe şehrindeki Georgi O’Keeffe Müzesi bir
kadın sanatçıya adanmış ilk Amerikan müzesidir.