Anna
Laudel Contemporary’de 6 Ocak 2019 tarihine kadar devam edecek olan,
göç ve kimlik; geleneksel kültürel altyapı ile güncel üretim pratikleri arasındaki bağ; varoluş süreci ve evren gibi farklı
temalarda çalışan Ekin Su Koç “Hiçbir Yerde Mutlu”, Tuğçe Diri “Bir Başka Dünya”, Tülay
İçöz’ün “Var-oluş Halleri” sergisi ile ilgili sanatçılarla sergileri ve
eserleri üzerine konuştuk.
-Öncelikle
sizleri tanıyabilir miyiz, kimdir Ekin Su Koç, Tuğçe Diri, Tülay İçöz?
ESK: İstanbul’da doğdum, lisans ve yüksek lisans eğitimlerimi burada
tamamladım. Lisans eğitimi sırasında Erasmus Programı ile İspanya (Sevilla)’da
bir yıl eğitim gördüm. Berlin’de yaşıyorum. Çalışmalarımı kültürler arası
farklılıklar, kimlik, göç konularına odaklanarak sürdürüyorum.
TD: 1984 yılında Eskişehir’de doğdum ve 2010 yılında Mimar Sinan
Üniversitesi, Uygulamalı Litografi Atölyesi ve Resim Bölümü’nden mezun oldum.
İlk kişisel sergim, ‘Döngü’ teması ile 2016 yılında Anna Laudel Contemporary’de
gerçekleşti ve işlerim birçok galeri ve fuarda sergilenip, özel koleksiyonlara
girdi. Şu anda da İstanbul’da yaşamakta ve çalışmaktayım.
Tİ: 1974 yılında
doğdum. 1997’de Hacettepe Üniversitesi Heykel Bölümü’nden mezun oldum. 2002’de
Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’nde yüksek lisansımı tamamladım. Kendi
atölyemi kurdum ve çalışmalarıma orada devam ediyorum. Yurt içinde ve yurt
dışında çeşitli sergi ve sempozyumlara katıldım.
-Aynı
mekânda değişik konseptlerde sergi açma fikrinin nasıl oluştuğunu ve sergi hazırlık süreçlerinizi öğrenebilir
miyiz?
ESK: Aynı mekanda 3 solo fikri aslında sanatçılara ait değil. Anna Laudel
Contemporary’nin dokusu için, böyle bir serginin uygun olduğu fikri galeri
içinden çıktı diyebilirim. Kişisel sergileri için çalışmaları süren sanatçılar
arasından böyle bir birliktelik uygun bulunmuş. Ben Tuğçe Diri ile okuldan
arkadaş olmakla beraber, Tülay Hanım’ı bu sergi ile tanımış oldum. Bu fikir
bize sunulduktan sonra bir kez bir araya gelebildik ve sergilerimiz için
düşündüklerimizi paylaştık. Benim için yoğun geçen ve bol yolculuklu bir
hazırlık sürecinden sonra sergi kurulumu için tekrar bir araya gelerek,
sanatçılar ve galeri ekibi olarak fikirlerimizi paylaştık, mekanda kendi alanlarına
hapsolmuş üç ayrı görünüm yerine, akışkan bir şekilde galeriye yayılmaya karar
verildi.
TD: Aynı mekanda değişik konseptlerde sergi açma fikrini bizlere sunan,
galeri direktörü Ferhat Bey’dir. Heyecanlı ve keyifli bir sergi olacağını
düşündüm. İçerisinde farklı disiplin ve medyumlarda çalışan sanatçıların yan
yana gelmesi, hem izleyici hem de bizler açısından besleyici olacaktı. Mekanın
katlı ve odalı olma hali ise bu fikri daha verimli hale getirdi ve organik
dağılmamıza olanak sağladı. Ekin Su Koç ve Tülay İçöz’ün genel olarak üretim
disiplinlerini bilmeme rağmen, sergiye koyacakları işleri bilmiyor ve heyecanla
bekliyordum. En nihayetinde ortaya çıkan sergi, gayet çeşitli ve doyurucu oldu.
Tİ: Tuğçe ve
Ekin’in Anna Laudel Contemporary’de sergi yapma planları varmış. Galeri
mekanının 3 katlı ve odalı yapısı, farklı disiplinden bir sanatçının
(heykeltraş) sergiye eklenme fikrini doğurmuş. Ben de o dönemde kişisel sergi
açmak fikriyle bir konsept çerçevesinde heykeller üretiyordum. Birbirimizle
diyalog içindeydik ve bu mekanda sergi için bir araya geldik. Birbirimizden
bağımsız, her birimiz kendi konseptimiz içinde işler ürettik. Her bir katta bir
sanatçının olma düşüncesi işler ortaya çıktıkça zaman içinde mekana organik bir
yayılma olarak gelişti.
-Sergide
yer alan çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
ESK: Berlin, Kopenhag ve İstanbul arasında mekik dokuyarak “Hiçbir Yerde
Mutlu” sergisini şekillendirdim diyebilirim. İsmi de İngilizce’den hatalı bir
çeviri olarak bir anlam bozukluğu yaratıyor. Ana dilinizi kullanamadığınızda
“yabancı” bir dilde kendinizi anlatırken tam anlaşılmadığınızı hissedip
yaşadığımız kararsız durumu özetliyor. Aitlik duygusunu ararken “hiçbir yerde”
kalmış gibi hissediyor insan ve mutluluk duygusunda tutunmaya uğraşıyor. Sergi
bütünüyle bu belirsizlik duygusuna odaklı.
Çoğunlukla üç şehirden topladığım materyalleri ve
yolculuklar sırasında karşılaştığım kültürlerin bendeki etkilerini kağıtlara,
kumaşlara ve tuvallere taşıdım. Kimlik sembolleri olarak kabul edilebilecek kumaş
motifleri, farklı saç-ten renklerinde beden fragmanları, köklere işaret eden
eski aile fotoğrafları, danteller, bir de eski illüstrasyon kitapları ve güncel
dergilerden topladığım doğa imgelerini bir beden oluşturacak şekilde
birleştirdim. Bitki ve çiçekler benim için hep şifa sembolleri oldu. Uzun süre
bedenimde ağrı ve acımalar hissettiğim, genetik kökenli omurga, kemik, eklem
sorunları yaşadım. Hastalıkların fiziksel olduğu kadarıyla ruhsal etkenlerle de
ilgili olduklarını düşünüyorum, biliyorum. Bu noktada bireysel olduğu kadar
toplumsal ruh sağlığı da işin içine giriyor. Üzerimizdeki yükler ile
kırılganlaşan bir omurga tasviri olarak balık kılçıklarını kullandım, çiçekleri
de genellikle bu omurgaya ya da ağrılarımın olduğu yerlere yerleştiriyordum ilk
başlarda. Giderek bedenleri sardı bu çiçekler ve yükselmeye başladılar. Benim
tedavim tamamlandı ve artık çiçekler, ağrıların değil şifanın sembolü oldular.
Bütün bu sembollerle ve bitkilerle birleştirip bütünlediğim bu bedenler
“tanınmaz halde”, biri ya da hiçkimse kısacası benim için çevremde akıp giden
“yabancı” bedenlerin ya da benim yabancılığımın imgeleri gibi. Bunları
üretirken kendimi ve kendi bedenim üzerinden toplumu iyileştirme hayali kurdum
ve iyileştim de.
Resimlerde figürlerin bulunduğu mekanlara
gelirsek, çoğu beyaz bir zemin üzerinde, yani aslında zeminsiz, mekansız,
“hiçbiryerde” şekilleniyor. Bedenler boşlukta yüzüyor bir yere basmadan
yolculuk ediyorlar. İzleyici de bu bedenler üzerinden gözleriyle bir yolculuğa
çıkıyor. Çalışmaların isimleri de bu yolculukta bir yol gösterici gibi.
“Yuva Özlemi”, “Tek Kişilik Oda”, “Bekleme
Odası”, “Yeni Bir Ülkeye Ayak Basmak” gibi isimler, yurt dışında yaşarken
içinde bulunduğum duygu durumlarını anlatmaya yardımcı olurken, “Kişilik
Bölünmesi” adını verdiğim kağıt üzeri kolajlar biraz daha sorgulayıcı ve yeni
kültürlerde eski rollerle kendimi yeniden şekillendirmeye uğraşırken aldığım
halleri görselleştiren çalışmalar.
Bir de son olarak, karanlık bir odada
sergilediğimiz, epoksi içinde dondurduğum kuru çiçeklerin ve kolajların yer
aldığı çalışmalar var. Kağıt üzeri boya çalışmalar da eşlik ediyor bu gruba.
Serginin bilinç dışı kısmı gibi düşündüm bu odayı. Dili paradoksal bir biçimde
daha doğrudan. Gündüz gözüyle çözemeyip rüyalarda farkına vardığımız gerçek
hislerimiz gibi.
Bu kez gerçekten bir zemin var. Agresif bir
biçimde boyanmış, atmosferik bir sahil ya da çalılık gibi mekanlar. Yeni bir
ülkeye ayak basmak bütün umutlar yanında korku dolu da olabiliyor. Aydınlık
rengarenk duyguların yanında, böyle duygu durumlarımız da var. Kendi karanlık
yanlarımızla mücadele ediyoruz, depresyondan kaçmaya çabalıyoruz, insanların ön
yargılarıyla uğraşıyoruz, bu sırada yalnız hissediyoruz… Bir yandan da aydınlık
bir gelecek hayal ediyoruz ve kendi renklerimizi korumaya çalışıyoruz. Biraz bu
hislerin dışa vurumu bu son çalışmalar. Sergide de içimdeki ikilik duygusunu
desteklediler, koyu resimler ve açık resimler olarak ikiye bölünmüş oldu
sergileme.
TD: Sergiye 3 seri ile katılıyorum. Kağıt üzeri desen, tuval üzeri akrilik,
tuval ve dantel gibi birbirinden farklı fakat temelde organik olarak birbirini
geliştiren seriler. Sergiye ismini veren ‘Bir Başka Dünya’ serisi, zamansız
ve mekansız, ütopik ve çocuksu resimsel
bir dildir. Tuvallerde kullandığım çizgisel alanlar, kağıt üzeri desenlerde
kendi gerçekliğinden çıkarak daha da sembolik bir hal alır. Aynı Tezhip
sanatındaki süsleme öğeleri gibi, deseni, soyut zeminler üzerine anlık bir
otomatizm ile birbirini tekrar eden motifler halinde sunuyorum. Son seri olan ‘Simbiyotik’
ise, ördüğüm danteller ile desenlerin, hem bir form, hem de bir düşünme pratiği
olarak birbiri olmadan var olamayacağı, birlikte hayat bulacağı bir dil
sunuyor.
Tİ: Sergide 6
ahşap heykelim bulunuyor. Serginin ismi; Var-oluş Halleri. İnsanın, doğanın,
evrenin varoluş sürecinde; oluşma, gelişme, var olma halleri üzerine
düşüncelerden oluşuyor. Heykeldeki dalgalar, Big Bang’den gelen aynı kaynağın
dalgaları; evreni, doğayı, insanı, hayvanı yaratan dalgalar, frekanslar.
Heykellerdeki tamamlanmamışlık oluşum sürecinin devam ettiğini belirtiyor.
Heykellerdeki hareketlilik, dönme ve salınım bir ritim oluşturuyor. Evrenin ve
dünyanın döngüsü ile yaşamın ritmine yönelik bir yapıyla benzeş bir ritim.
-Sanat
eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
ESK: Sanat eğitimi almaya hiçbir zaman karar vermedim aslında. Bir seçim hiç
olmadı. Babamın ressam olmasından dolayı hiç bitmeyen bir eğitim içinde buldum
ben kendimi. Ev sürekli biraz da atölyeydi.
TD: Çocukken resim ödevlerime ailemin hiç yardım etmemesi, bununla beraber,
çözüm olarak kendime bir dünya yaratmam ile başladı diyebilirim. Lise yaşlarıma
geldiğimde gene ailemin beni Güzel Sanatlar Lisesi’ne yönlendirmesi ile gelişen
bir süreçtir bu. Bittiğini de düşünmüyorum.
Tİ: Sanat
eğitimi almaya lise yıllarımda karar verdim. Lisedeyken iyi resim yapardım ama
sanatı bir iş, bir yaşam biçimine dönüştürme fikri, Ankara’da bir tiyatro
çıkışında tanıştığım bir grup ressam sayesinde oldu diyebilirim. Resim okumak
için girdiğim üniversitede elime çamur değince, 3 boyutla tanışınca, heykel
yapmaya karar verdim.
-
Çalışmalarınıza bir konsept belirleyerek mi başlıyorsunuz ve nelerden
etkileniyorsunuz?
ESK: Hayatımın merkezine oturan konular oluyor, bu bir dönem “aile”
kavramıydı. Sonra doğaya odaklandım. Bu sergide ise “kimlik, göç” kavramlarına
odaklanıyorum. Dediğim gibi, hayatımın odağındaki konuları deşiyorum ve bu
konular incelenip, araştırılıp bitmek yerine birbirlerine eklemlenerek
büyüyorlar.
TD: İşlerimi en çok, o an içinde bulunduğum ruh hali tetikliyor. Bu, doğal
bir refleks olarak okuduğum kitabı, izlediğim filmi seçmemi sağlıyor ve bir
karın ağrısı oluşturuyor. Defterim (sığınağım) yanımdan hiç eksik olmadığı için
buradan üretim sürecine geçişim kolaylaşıyor. ‘Bir Başka Dünya’ serisine
başlamam Ursula Le Guin’in, kitapları ile beni bu zamanki realiteden kaçırması
ile başladı. Alt okuma yapmak gerekirse; kabul etmek istemediğim bir ülke
süreci ve benim ondan çıkış yolum diyebilirim. Resimlerimi ütopik yapan da
budur.
Tİ: Çalışmalarım
bir konsept çerçevesinde gelişiyor. Heykellerim içinde bulunduğum dönemdeki
düşüncelerim, fikirlerim, okumalarım doğrultusunda oluşuyor. Son dönemde
yaşadığım kayıplar beni varoluşa, hayata, evrene dair arayışa, okumalara ve
araştırmaya yöneltti. Ve son dönemdeki işlerim de, buna yönelik şekillenmeye
başladı. Kendime sorduğum sorulara bir cevap olduklarını düşünüyorum.
- Sanat
tarihinde sizi etkileyen sanatçılar kimler ve güncel sanattan takip ettiğiniz
sanatçılar var mı?
ESK: Odaklandığım konularla ilgili okumalar, araştırmalar yapmaya
çalışıyorum. Son zamanlarda ilgimi çeken Post-Humanism kavramını araştırıyordum
ve Berlin’de (maalesef sadece bir kere katılabildiğim) bir okuma grubuyla Donna
Haraway’in Cyborg Manifesto’sunu okumaya başladım. Yeni bir kimlik, cinsiyet ve
beden algısından bahsediyor Haraway ve bunu tanımlarken Antik Çağ’da geçen
Kimera (chimeras) kavramını bir benzetme yapmak için kullanıyor. Bu kavram beni
etkiledi. Kısaca tanımlamam gerekirse Kimera; ayrı hayvanların beden parçaları
ile oluşan tek bir hibrid hayvan bedeni, bir yaratık diyebilirim. Bir de, DNA
karışık birleşimlerini tanımlamak için de kullanılan bir terim anladığım kadarıyla.
Bu benim oluşturduğum bedenleri de özetliyor gibiydi, farklı ten renklerinde
birçok kol, bazen bir bazen hiç bacak, biraz saç, biraz omurga ya da canlı
olmayan sembolik kumaş ya da yazı parçaları ile oluşan bedenler…
Martin Gropius Bau’da gördüğüm Ana Mendieta
performans videoları ve Earth-Body kavramı da beni çok etkiledi. Farklı bir
disiplinde onunla benzer bir şeyi aradığımı, doğayla bedeni birleştirmeye
çalıştığımı düşündüm.
Bundan önce sürekli izlediğim araştırdığım Anselm
Kiefer’in çalışmaları, çok çeşitli malzemeleri bir araya getirerek oluşturduğu
doğa alanı resimleri ve sadece elbiselerle imlediği figürleri beni hep
etkiledi.
Kiki Smith’in kocaman boş beyaz kağıt yüzeyi
üzerinde, sadece cılız çizgilerle yaptığı hayvan ve insan figürleri de boşluğu
ve sadeliği sevmemi sağlayan şeydir. Kırılganlığı ve zarifliği ancak yakından
bakıldığında hissedilebilen işleri, kağıtla ilişkimi kuvvetlendirdi ve
çeşitlendirdi diyebilirim.
TD: Sanat tarihinde beni etkileyen pek çok isim var, o yüzden genel bir
akım/dönem desek daha doğru olur benim için: Sembolizm ve Gerçeküstücülük.
Akademi zamanlarımda sanırım en çok bu dönem sanatçılarının işlerine
yoğunlaşmışımdır. Yeni teknik arayışları, bireysel varoluş çabaları ile empati
kurduğum için olabilir. Bir de, Rönesans sanatçılarından; Piero Di Cosimo.
Erwin Panofsky’ nin ‘İkonoloji Araştırmaları’ kitabında, altını en çok çizdiğim
sanatçıdır. Güncel sanattan keyifle takip ettiğim ve ilk aklıma gelen isimler
ise; Adam Lee, Siro Cugusi, Tayfun Erdoğmus, İpek Duben.
Tİ: Kendi sürecimde, farklı dönemlerde, sanat
tarihinde ve güncel sanatta birçok sanatçıdan, akımdan ve fikirden
etkilenmişimdir; ama bunu tek tek isim vererek söylemek zor.