heykel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
heykel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2020 Perşembe

Çalıntı Eserler- Benvenuto Cellini

2003 yılında Robert Mang adında 50 yaşındaki bir güvenlik alarmı  uzmanı, Viyana'daki Kunsthistoriches Museum'u ziyaret ettiğinde orada dünyadaki en önemli eserlerden biri olan , Fransa Kralı I. François'in Benvenuto Cellini'ye sipariş ettiği  Saliera'yı görür. Eser benzeri olmadığı için paha biçilmezdir ve Cellini'nin bilinen tek altın heykelidir. Mang, 11 Mayıs'ta müzeye tekrar gider, başyapıtın içinde bulunduğu cam vitrini kırar ve 60 saniye içinde eseri alıp gider. Alarm uzmanı olduğu için çalmaya başlamadan kaçacak vaktini bilip soygunu gerçekleştirir. 
Yetkililerin hiçbir suç kaydı ve mali sıkıntısı olmadığını söyledikleri Mang, 2005 yılında birdenbire  10 milyon Euro fidye talep etti. Güvenlik sistemleri konusunda uzman olsa da diğer teknolojiler konusunda uzman değildi ve polisi aradığı cep telefonunu satın aldığı dükkan tespit edildi.  Sonrasında Mang teslim oldu  heykel Viyana'nın dışında ormanda kutunun içinde gömülü olarak bulundu. 

9 Nisan 2020 Perşembe

Çalıntı Eserler- Alberto Giacometti

                                                  Heykelcik, 1956, bronz, yüksekliği 32 cm

Almanya'da Hamburg Müzesi'nden çalındı. 25 Mayıs 2002'den itibaren kayıp.

İsviçreli heykeltıraşın bu bronz heykelinin çalındığı polise 3 Haziran'da bir müze çalışanı pleksiglasın arkasında duran heykelin ahşap kopya olduğunu fark edince bildirildi. Soygun büyük olasılıkla 25 Mayıs'ta Hamburg'ta kültürel merkezlerin sabaha karşı 3'e kadar açık olduğu "Müzede Uzun Gece" sırasında gerçekleşmişti. O gece 16 binden fazla ziyaretçi müzeyi ziyaret etmişti. 



7 Aralık 2018 Cuma

Ekin Su Koç, Tuğçe Diri, Tülay İçöz


Anna Laudel  Contemporary’de  6 Ocak 2019 tarihine kadar devam edecek olan, göç ve kimlik; geleneksel kültürel altyapı ile güncel üretim pratikleri  arasındaki bağ; varoluş süreci ve evren gibi farklı temalarda çalışan Ekin Su Koç “Hiçbir Yerde Mutlu”, Tuğçe Diri “Bir Başka Dünya”, Tülay İçöz’ün “Var-oluş Halleri” sergisi ile ilgili sanatçılarla sergileri ve eserleri üzerine konuştuk.
                                      


-Öncelikle sizleri tanıyabilir miyiz, kimdir Ekin Su Koç, Tuğçe Diri, Tülay İçöz?
ESK: İstanbul’da doğdum, lisans ve yüksek lisans eğitimlerimi burada tamamladım. Lisans eğitimi sırasında Erasmus Programı ile İspanya (Sevilla)’da bir yıl eğitim gördüm. Berlin’de yaşıyorum. Çalışmalarımı kültürler arası farklılıklar, kimlik, göç konularına odaklanarak sürdürüyorum.
TD: 1984 yılında Eskişehir’de doğdum ve 2010 yılında Mimar Sinan Üniversitesi, Uygulamalı Litografi Atölyesi ve Resim Bölümü’nden mezun oldum. İlk kişisel sergim, ‘Döngü’ teması ile 2016 yılında Anna Laudel Contemporary’de gerçekleşti ve işlerim birçok galeri ve fuarda sergilenip, özel koleksiyonlara girdi. Şu anda da İstanbul’da yaşamakta ve çalışmaktayım.
Tİ: 1974 yılında doğdum. 1997’de Hacettepe Üniversitesi Heykel Bölümü’nden mezun oldum. 2002’de Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’nde yüksek lisansımı tamamladım. Kendi atölyemi kurdum ve çalışmalarıma orada devam ediyorum. Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli sergi ve sempozyumlara katıldım. 
-Aynı mekânda değişik konseptlerde sergi açma fikrinin nasıl oluştuğunu  ve sergi hazırlık süreçlerinizi öğrenebilir miyiz?
ESK: Aynı mekanda 3 solo fikri aslında sanatçılara ait değil. Anna Laudel Contemporary’nin dokusu için, böyle bir serginin uygun olduğu fikri galeri içinden çıktı diyebilirim. Kişisel sergileri için çalışmaları süren sanatçılar arasından böyle bir birliktelik uygun bulunmuş. Ben Tuğçe Diri ile okuldan arkadaş olmakla beraber, Tülay Hanım’ı bu sergi ile tanımış oldum. Bu fikir bize sunulduktan sonra bir kez bir araya gelebildik ve sergilerimiz için düşündüklerimizi paylaştık. Benim için yoğun geçen ve bol yolculuklu bir hazırlık sürecinden sonra sergi kurulumu için tekrar bir araya gelerek, sanatçılar ve galeri ekibi olarak fikirlerimizi paylaştık, mekanda kendi alanlarına hapsolmuş üç ayrı görünüm yerine, akışkan bir şekilde galeriye yayılmaya karar verildi.
TD: Aynı mekanda değişik konseptlerde sergi açma fikrini bizlere sunan, galeri direktörü Ferhat Bey’dir. Heyecanlı ve keyifli bir sergi olacağını düşündüm. İçerisinde farklı disiplin ve medyumlarda çalışan sanatçıların yan yana gelmesi, hem izleyici hem de bizler açısından besleyici olacaktı. Mekanın katlı ve odalı olma hali ise bu fikri daha verimli hale getirdi ve organik dağılmamıza olanak sağladı. Ekin Su Koç ve Tülay İçöz’ün genel olarak üretim disiplinlerini bilmeme rağmen, sergiye koyacakları işleri bilmiyor ve heyecanla bekliyordum. En nihayetinde ortaya çıkan sergi, gayet çeşitli ve doyurucu oldu.
Tİ: Tuğçe ve Ekin’in Anna Laudel Contemporary’de sergi yapma planları varmış. Galeri mekanının 3 katlı ve odalı yapısı, farklı disiplinden bir sanatçının (heykeltraş) sergiye eklenme fikrini doğurmuş. Ben de o dönemde kişisel sergi açmak fikriyle bir konsept çerçevesinde heykeller üretiyordum. Birbirimizle diyalog içindeydik ve bu mekanda sergi için bir araya geldik. Birbirimizden bağımsız, her birimiz kendi konseptimiz içinde işler ürettik. Her bir katta bir sanatçının olma düşüncesi işler ortaya çıktıkça zaman içinde mekana organik bir yayılma olarak gelişti.
                                             

-Sergide yer alan çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
ESK: Berlin, Kopenhag ve İstanbul arasında mekik dokuyarak “Hiçbir Yerde Mutlu” sergisini şekillendirdim diyebilirim. İsmi de İngilizce’den hatalı bir çeviri olarak bir anlam bozukluğu yaratıyor. Ana dilinizi kullanamadığınızda “yabancı” bir dilde kendinizi anlatırken tam anlaşılmadığınızı hissedip yaşadığımız kararsız durumu özetliyor. Aitlik duygusunu ararken “hiçbir yerde” kalmış gibi hissediyor insan ve mutluluk duygusunda tutunmaya uğraşıyor. Sergi bütünüyle bu belirsizlik duygusuna odaklı.
Çoğunlukla üç şehirden topladığım materyalleri ve yolculuklar sırasında karşılaştığım kültürlerin bendeki etkilerini kağıtlara, kumaşlara ve tuvallere taşıdım. Kimlik sembolleri olarak kabul edilebilecek kumaş motifleri, farklı saç-ten renklerinde beden fragmanları, köklere işaret eden eski aile fotoğrafları, danteller, bir de eski illüstrasyon kitapları ve güncel dergilerden topladığım doğa imgelerini bir beden oluşturacak şekilde birleştirdim. Bitki ve çiçekler benim için hep şifa sembolleri oldu. Uzun süre bedenimde ağrı ve acımalar hissettiğim, genetik kökenli omurga, kemik, eklem sorunları yaşadım. Hastalıkların fiziksel olduğu kadarıyla ruhsal etkenlerle de ilgili olduklarını düşünüyorum, biliyorum. Bu noktada bireysel olduğu kadar toplumsal ruh sağlığı da işin içine giriyor. Üzerimizdeki yükler ile kırılganlaşan bir omurga tasviri olarak balık kılçıklarını kullandım, çiçekleri de genellikle bu omurgaya ya da ağrılarımın olduğu yerlere yerleştiriyordum ilk başlarda. Giderek bedenleri sardı bu çiçekler ve yükselmeye başladılar. Benim tedavim tamamlandı ve artık çiçekler, ağrıların değil şifanın sembolü oldular. Bütün bu sembollerle ve bitkilerle birleştirip bütünlediğim bu bedenler “tanınmaz halde”, biri ya da hiçkimse kısacası benim için çevremde akıp giden “yabancı” bedenlerin ya da benim yabancılığımın imgeleri gibi. Bunları üretirken kendimi ve kendi bedenim üzerinden toplumu iyileştirme hayali kurdum ve iyileştim de.
Resimlerde figürlerin bulunduğu mekanlara gelirsek, çoğu beyaz bir zemin üzerinde, yani aslında zeminsiz, mekansız, “hiçbiryerde” şekilleniyor. Bedenler boşlukta yüzüyor bir yere basmadan yolculuk ediyorlar. İzleyici de bu bedenler üzerinden gözleriyle bir yolculuğa çıkıyor. Çalışmaların isimleri de bu yolculukta bir yol gösterici gibi.
“Yuva Özlemi”, “Tek Kişilik Oda”, “Bekleme Odası”, “Yeni Bir Ülkeye Ayak Basmak” gibi isimler, yurt dışında yaşarken içinde bulunduğum duygu durumlarını anlatmaya yardımcı olurken, “Kişilik Bölünmesi” adını verdiğim kağıt üzeri kolajlar biraz daha sorgulayıcı ve yeni kültürlerde eski rollerle kendimi yeniden şekillendirmeye uğraşırken aldığım halleri görselleştiren çalışmalar.
Bir de son olarak, karanlık bir odada sergilediğimiz, epoksi içinde dondurduğum kuru çiçeklerin ve kolajların yer aldığı çalışmalar var. Kağıt üzeri boya çalışmalar da eşlik ediyor bu gruba. Serginin bilinç dışı kısmı gibi düşündüm bu odayı. Dili paradoksal bir biçimde daha doğrudan. Gündüz gözüyle çözemeyip rüyalarda farkına vardığımız gerçek hislerimiz gibi.
Bu kez gerçekten bir zemin var. Agresif bir biçimde boyanmış, atmosferik bir sahil ya da çalılık gibi mekanlar. Yeni bir ülkeye ayak basmak bütün umutlar yanında korku dolu da olabiliyor. Aydınlık rengarenk duyguların yanında, böyle duygu durumlarımız da var. Kendi karanlık yanlarımızla mücadele ediyoruz, depresyondan kaçmaya çabalıyoruz, insanların ön yargılarıyla uğraşıyoruz, bu sırada yalnız hissediyoruz… Bir yandan da aydınlık bir gelecek hayal ediyoruz ve kendi renklerimizi korumaya çalışıyoruz. Biraz bu hislerin dışa vurumu bu son çalışmalar. Sergide de içimdeki ikilik duygusunu desteklediler, koyu resimler ve açık resimler olarak ikiye bölünmüş oldu sergileme.
TD: Sergiye 3 seri ile katılıyorum. Kağıt üzeri desen, tuval üzeri akrilik, tuval ve dantel gibi birbirinden farklı fakat temelde organik olarak birbirini geliştiren seriler. Sergiye ismini veren ‘Bir Başka Dünya’ serisi, zamansız ve  mekansız, ütopik ve çocuksu resimsel bir dildir. Tuvallerde kullandığım çizgisel alanlar, kağıt üzeri desenlerde kendi gerçekliğinden çıkarak daha da sembolik bir hal alır. Aynı Tezhip sanatındaki süsleme öğeleri gibi, deseni, soyut zeminler üzerine anlık bir otomatizm ile birbirini tekrar eden motifler halinde sunuyorum. Son seri olan ‘Simbiyotik’ ise, ördüğüm danteller ile desenlerin, hem bir form, hem de bir düşünme pratiği olarak birbiri olmadan var olamayacağı, birlikte hayat bulacağı bir dil sunuyor.
Tİ: Sergide 6 ahşap heykelim bulunuyor. Serginin ismi; Var-oluş Halleri. İnsanın, doğanın, evrenin varoluş sürecinde; oluşma, gelişme, var olma halleri üzerine düşüncelerden oluşuyor. Heykeldeki dalgalar, Big Bang’den gelen aynı kaynağın dalgaları; evreni, doğayı, insanı, hayvanı yaratan dalgalar, frekanslar. Heykellerdeki tamamlanmamışlık oluşum sürecinin devam ettiğini belirtiyor. Heykellerdeki hareketlilik, dönme ve salınım bir ritim oluşturuyor. Evrenin ve dünyanın döngüsü ile yaşamın ritmine yönelik bir yapıyla benzeş bir ritim. 
                                                       

-Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
ESK: Sanat eğitimi almaya hiçbir zaman karar vermedim aslında. Bir seçim hiç olmadı. Babamın ressam olmasından dolayı hiç bitmeyen bir eğitim içinde buldum ben kendimi. Ev sürekli biraz da atölyeydi.
TD: Çocukken resim ödevlerime ailemin hiç yardım etmemesi, bununla beraber, çözüm olarak kendime bir dünya yaratmam ile başladı diyebilirim. Lise yaşlarıma geldiğimde gene ailemin beni Güzel Sanatlar Lisesi’ne yönlendirmesi ile gelişen bir süreçtir bu. Bittiğini de düşünmüyorum.
Tİ: Sanat eğitimi almaya lise yıllarımda karar verdim. Lisedeyken iyi resim yapardım ama sanatı bir iş, bir yaşam biçimine dönüştürme fikri, Ankara’da bir tiyatro çıkışında tanıştığım bir grup ressam sayesinde oldu diyebilirim. Resim okumak için girdiğim üniversitede elime çamur değince, 3 boyutla tanışınca, heykel yapmaya karar verdim.    
- Çalışmalarınıza bir konsept belirleyerek mi başlıyorsunuz ve nelerden etkileniyorsunuz?
ESK: Hayatımın merkezine oturan konular oluyor, bu bir dönem “aile” kavramıydı. Sonra doğaya odaklandım. Bu sergide ise “kimlik, göç” kavramlarına odaklanıyorum. Dediğim gibi, hayatımın odağındaki konuları deşiyorum ve bu konular incelenip, araştırılıp bitmek yerine birbirlerine eklemlenerek büyüyorlar.
TD: İşlerimi en çok, o an içinde bulunduğum ruh hali tetikliyor. Bu, doğal bir refleks olarak okuduğum kitabı, izlediğim filmi seçmemi sağlıyor ve bir karın ağrısı oluşturuyor. Defterim (sığınağım) yanımdan hiç eksik olmadığı için buradan üretim sürecine geçişim kolaylaşıyor. ‘Bir Başka Dünya’ serisine başlamam Ursula Le Guin’in, kitapları ile beni bu zamanki realiteden kaçırması ile başladı. Alt okuma yapmak gerekirse; kabul etmek istemediğim bir ülke süreci ve benim ondan çıkış yolum diyebilirim. Resimlerimi ütopik yapan da budur.
Tİ: Çalışmalarım bir konsept çerçevesinde gelişiyor. Heykellerim içinde bulunduğum dönemdeki düşüncelerim, fikirlerim, okumalarım doğrultusunda oluşuyor. Son dönemde yaşadığım kayıplar beni varoluşa, hayata, evrene dair arayışa, okumalara ve araştırmaya yöneltti. Ve son dönemdeki işlerim de, buna yönelik şekillenmeye başladı. Kendime sorduğum sorulara bir cevap olduklarını düşünüyorum.                     
- Sanat tarihinde sizi etkileyen sanatçılar kimler ve güncel sanattan takip ettiğiniz sanatçılar var mı?
ESK: Odaklandığım konularla ilgili okumalar, araştırmalar yapmaya çalışıyorum. Son zamanlarda ilgimi çeken Post-Humanism kavramını araştırıyordum ve Berlin’de (maalesef sadece bir kere katılabildiğim) bir okuma grubuyla Donna Haraway’in Cyborg Manifesto’sunu okumaya başladım. Yeni bir kimlik, cinsiyet ve beden algısından bahsediyor Haraway ve bunu tanımlarken Antik Çağ’da geçen Kimera (chimeras) kavramını bir benzetme yapmak için kullanıyor. Bu kavram beni etkiledi. Kısaca tanımlamam gerekirse Kimera; ayrı hayvanların beden parçaları ile oluşan tek bir hibrid hayvan bedeni, bir yaratık diyebilirim. Bir de, DNA karışık birleşimlerini tanımlamak için de kullanılan bir terim anladığım kadarıyla. Bu benim oluşturduğum bedenleri de özetliyor gibiydi, farklı ten renklerinde birçok kol, bazen bir bazen hiç bacak, biraz saç, biraz omurga ya da canlı olmayan sembolik kumaş ya da yazı parçaları ile oluşan bedenler…
Martin Gropius Bau’da gördüğüm Ana Mendieta performans videoları ve Earth-Body kavramı da beni çok etkiledi. Farklı bir disiplinde onunla benzer bir şeyi aradığımı, doğayla bedeni birleştirmeye çalıştığımı düşündüm.
Bundan önce sürekli izlediğim araştırdığım Anselm Kiefer’in çalışmaları, çok çeşitli malzemeleri bir araya getirerek oluşturduğu doğa alanı resimleri ve sadece elbiselerle imlediği figürleri beni hep etkiledi.
Kiki Smith’in kocaman boş beyaz kağıt yüzeyi üzerinde, sadece cılız çizgilerle yaptığı hayvan ve insan figürleri de boşluğu ve sadeliği sevmemi sağlayan şeydir. Kırılganlığı ve zarifliği ancak yakından bakıldığında hissedilebilen işleri, kağıtla ilişkimi kuvvetlendirdi ve çeşitlendirdi diyebilirim.
TD: Sanat tarihinde beni etkileyen pek çok isim var, o yüzden genel bir akım/dönem desek daha doğru olur benim için: Sembolizm ve Gerçeküstücülük. Akademi zamanlarımda sanırım en çok bu dönem sanatçılarının işlerine yoğunlaşmışımdır. Yeni teknik arayışları, bireysel varoluş çabaları ile empati kurduğum için olabilir. Bir de, Rönesans sanatçılarından; Piero Di Cosimo. Erwin Panofsky’ nin ‘İkonoloji Araştırmaları’ kitabında, altını en çok çizdiğim sanatçıdır. Güncel sanattan keyifle takip ettiğim ve ilk aklıma gelen isimler ise; Adam Lee, Siro Cugusi, Tayfun Erdoğmus, İpek Duben.
Tİ: Kendi sürecimde, farklı dönemlerde, sanat tarihinde ve güncel sanatta birçok sanatçıdan, akımdan ve fikirden etkilenmişimdir; ama bunu tek tek isim vererek söylemek zor.

8 Ekim 2018 Pazartesi

Daniele Sigalot "İmparatorluklar Öncesi"


Daniele Sigalot’un İstanbul’daki ilk solo sergisi,  “İmparatorluklar  Öncesi”  Anna Laudel Contemporary’de açıldı. Kağıt algısı yaratan alüminyumdan yapılmış uçak enstalasyonları ile tanınan Sigalot, çalışmalarında gerçek-imge arasındaki zıtlığı yansıtmayı amaçlıyor.
                                                       

Roma doğumlu olan sanatçı, İstanbul ve Roma arasında –ikisininde tepe üzerinde kurulmuş olması, imparatorluk köklerinin olması- gördüğü benzerliklerden, bağlardan yola çıkarak serginin ana temasını belirliyor ve bu tema üzerinden, bu fikirle ürettiği işlerinden oluşan sergiyi hazırlanmaya başlıyor. Serginin sanatçı için diğer bir önemi de İstanbul’da ürettiği işlerin sergide yer alması. Bu sanatçı için çok önemli. Çünkü burada üretirken işle farklı bir bağ kuruyor. Diğer türlü atölyede üretiyor ve sergilenecek olan ülkeye, mekâna gönderiyor.  İstanbul’da yaptığı işlerde galeri ile kurduğu güzel iletişimin de olumlu etkisinin çok fazla olduğunu belirtiyor Sigalot.
Barcelona, Amerika, Berlin,Londra başta olmak üzere pek çok ülke ve şehirde yaşamış olan sanatçı uzun yıllar, profesyonel olarak uluslararası reklam sektöründe çalışmış ve  reklam dünyasının dilini ustaca kullanarak, son on bir yıldır zamanımızın duygularını yansıtan, süprizli işler üretiyor.
                                                 

Tamamını İstanbul’daki atölyesinde iki ayda ürettiği büyük ölçekli enstalasyonlarından biri olan “Olabilecekken Olmayan Her Şey Şimdi Oldu”  da sanatçı, alüminyum malzeme kullanılmış ve buruşturulmuş kağıt görüntüsünde 350 kg ağırlığında. Uzun süre reklem ajansında çalışan Sigalot, işi gereği pek çok kötü fikir üretmiş. Yarattığı kötü fikirleri temsilen yarattığı iş olarak değerlendiriyor eserini ve eserin devamı niteliğilinde olan işlerini de  başarısızlığı başarıya dönüştüren işler olarak anlatıyor.
                                         

Sergide dikkat çeken diğer bir eser, dijital bir zaman sayacı olan “ENOUGH- YETER”.  Günümüze ulaşmış tüm ölümsüz yapıtlara atıfta bulunuyor sanatçı bu eserle. Sigalot, Berlin’deki atölyesinin  etrafında diğer sanatçı atölyelerininde bulunduğu ve arkadaşlarının zaman konusunda çok endişeli olduğunu söylüyor. “Boyanın ömrü 2-3 “ diyorlar mesala, “sen ürettiğin işin ne kadar yaşamasını istiyorsun” diye soruyorum ben de diye ekliyor sanatçı ve genelde ölümsüz olmak istedikleri için bu soruya cevap vermediklerini belirtiyor. Sonra bu soruyu kendine sormuş Sigalot ve alçak gönüllü olarak “bin yıl yaşasın” diyerek cevaplamış sorusunu.  O esnada ne üretebilirim diye düşünmüş ve bin seneden geriye doğru sayan sayım enstelasyonunu tasarlamış.  Sanatçının espirili bir yaklaşımla, kendi sanatının ölümsüzlüğü için kafi gördüğü, 3016 yılından günümüze dek, geri sayıma devam edecek bu çalışma. Bu hikâye bilinmezse izleyici eseri gördüğünde “Yeter” onun için neyi ifade ifade edeceğini merak ediyor Sigalot.
                                                 

Sanatçı da ayrı bir yeri olan sergide  satılık olmayan tek iş ”Bu kalemin yalnızca iyi fikirleri vardı” çalışması. 2010 yılında hayatında pek çok şeyin kötü gittiği bir yılmış. İş görüşmeleri yapmaya devam ettiği bir gün farklı bir mağaza görmüş. Eski tarz özel olan bu mağazada çeşitli kağıtlar ve kalemler satılıyormuş. Tezgahın arkasında duran yaşlı adama “iyi fikirler üreten bir kaleminiz var mı” diye sorduğunda bu kalemi göstermiş yaşlı adam. Gerçekten de öyle olmuş, iyi fikirler üretmiş bu kalemle. Çok iyi işler almış, yedi kere başka şehirlerde kalemi kaybetmiş Sigalot ama her defasında geri gelmiş kalem.
Çok farklı şehirlede yaşayan sanatçı, şehirlerin insanlar üzerinde çok etkisi olduğunu ve bunu da işlerine yansıtmak istemiş Sigalot. Paslanmaz çelik üzerine işlenmiş ayna efekti yaratmış  sanatçı. Ayna efektini haritalarla birleştirerek , şehirlerin insanlar üzerindeki etkisini vermiş. Eserin önüne geldiğinizde Roma’da, İstanbul’da portreleriniz beliriyor. İnsanın, geçmişinde ve bugününde kültüre bıraktığı izlerden yola çıkan sanatçı, şehirlerin silüetini, altın kaplama ve paslanmaz çelik haritalarda görselleştirir.  Haritalar, şehirlerin ne gerçek hafızalarıdır.Şehirlerde kendi yansımalarımızı gördüğümüz gerçeğinden yola çıkan sanatçı, ayna etkisi verecek şekilde işlenmiş İstanbul ve Roma haritalarında, kendi portrelerimizi izlemeye davet eder. Kimliğimiz ve yaşadığımız yer arasındaki bağı sorgular.
Sergide yer alan alüminyumdan yapılmış “kağıt uçaklar” sanatçının adeta imzası niteliğinde. Bu uçaklar her kıtada her çocuğa ait olabilecek, düş gücü ve yaratıcılığa ait bir simge olarak düşünülebilir. Çocukça görünen bir sembol ciddi bir işe dönüşür.
 Daniele Sigalot’un malzeme seçimi, izleyiciyi oyuna davet eden sezgisel bir keşif içerir. Kartondan alüminyuma, mozaikten dijital gösterimlere, çizimden resme, geniş bir yelpazede malzeme ve benzersiz teknik kullanımıyla, Sigalot’un günümüzün zıt duygularını yansıtan 30’da fazla çalışması 26 Ekim 2018 tarihine kadar Anna Laudel Contemporary’de sanatseverler tarafından izlenilebilir.

2 Mayıs 2018 Çarşamba

Can Aytekin'le Röportaj


Arter’in ilk iki katında yer alan Can Aytekin’in kişisel sergisi “Boş Ev”, sanatçının aynı isimli yeni serisinin yanı sıra 2005’ten sonra ürettiği beş seriden bir seçkiyi de içeriyor. Tuval resmi ve desenlerin ağırlıkta olduğu sergide, sanatçının üç boyutlu bazı yapıtları da sergileniyor. Eda Berkmen'in küratörlüğünü yaptığı “Boş Ev” izleyiciyi hatırlama ve hayal kurma üzerine bir oyuna davet ediyor. 15 Temmuz 2018 tarihine kadar devam eden sergi üzerine Can Aytekin’le konuştuk.,

                                                           


-Serginiz iki bölümden oluşuyor. “Boş Ev” serinizin olduğu ilk kat ve “Tapınak Resimleri, Kaya Resimleri, Bahçe Resimleri, Her Şey Yerli Yerinde, Ters Yüz” serilerinizden oluşan ikinci kat. Serginin konseptini nasıl belirlediniz,  hazırlık aşamalarından bahseder misiniz?
Küratör Eda Berkmen ile yaz sonu sergi teklifi  geldiğinde eski işler hakkında, temalar hakkında konuştuk. “Ne üzerinde çalışıyorsun bu aralar?” diye sorduğunda, “2011 yılında Mars Galeri’de sergilediğim “Boş Ev” maketinin  sergisini yapmak istiyorum” dedim. Bu kabul edildi ve çalışmalara başladık. Mekânın iki katı kullanılacağı için ilk katta benim 6. Kişisel sergim olan “Boş Ev” in olmasına üst katta ise diğer 5 sergimden bir seçki olmasına karar verdik.
Yeni sergide neler olacağını az çok  biliyordum, “Boş Ev” maketi, mimari çizimler, eskizler zaten hazırdı ama bu mekânın kendisi yani fiziksel yapısı ve işlerin bu mekâna nasıl yerleşeceği de beni düşündürdü ve yönlendirdi. Sergi bağlamında alt salonda yer yer değişiklikler yaptık, yani mekânın kendisi de değişti. Bu resimleri etkiledi tabii, resimler de mekâna müdahale etti. Aslında iki kat birbirinden apayrı görülmeyebilir. Aralarında biçimsel ilişkiler kurulabilir. Serginin tamamına isim verirken “Boş Ev ve...” demek yerine sadece “Boş Ev” demeyi yeterli gördük ve bundan çok memnunum.
                                                                 

-“Boş Ev” adlı maketinizden yola çıkarak başlamışsınız sergiye. “Boş Ev” fikrinden ve bu “Boş Ev”in çeşitli bölümlerinin tuvale aktarılma sürecinden bahseder misiniz?
 2005’te yaptığım “Tapınak Resimleri”ni yapmak için maketler, küçük üç boyutlu nesneler yapıyordum.  Bu işler biraz daha malzeme değiştirerek, boyut kazanarak, üç boyutlu formlara da dönüştü. Yani aralarında böyle bir geçişlilik var. O maketi de aslında bu sergi için, bir bütün olarak değil de yap-boz gibi, lego gibi hareket edebilen bir kurguda düşünmüştüm. Sergi için verilen sürede Arter mekânı ve ev maketi arasında ilişki kurdum ve bazı fikirler gelişti bende. O da şu: Galeri mekânının da aslında maketle benzerliği var. Cephesi ince uzun bir mekân, ara katları var. Bu mekânın kendisini de maketle beraber düşünüp çalışmaya başladım. Evin bazı çizimlerini yaptım, fotoğraflar çektim, desenler çizdim. Daha sonra bunlar birbirini tetikledi. Kağıt katlamaya geçtim. Bu aslında daha önce de kullandığım bir yöntem. Bir çizgiyi çizerek değil de kat iziyle vermek. Ya da bezi katlayıp dikişle onu oraya sabitlemek. Daha sonra katlamalı kağıtlar, dikişli tuvaller, büyük boy tuvaller ve maketin kendisi ile birlikte bir seri çıktı. Onları da mekâna göre yerleştirdik. Üst kattaki çalışma ise biraz daha farklı oldu.  Aşağıdaki sergi ile ilişki kurabilecek bir düzenleme ve yerleştirme yapmaya çalıştık.
-Dedenizin İstinye evinde yola çıkarak yapmışsınız. “Boş Ev” maketini.Bu maketi  yapmaya yönlendiren neydi sizi?
2005’te “Tapınak Resimleri”nde mekân konusu ile ilgilenmeye başlamıştım. Resmin kendisi de bir mekân aslında. Bu sergide resim ve gerçek mekân arasındaki ilişkiye geri dönüyorum. “Tapınak Resimleri”nde binalar, silüetler, dıştan görünüm, arketipler ve simgesellik varken bu sefer içeriye, evin içine dönüyorum. İç-dış kavramını, boşluk kavramını sorguluyorum. Kolayca tanımlanır şeyler değil aslında bunlar. Bunları konu etmek için de bu evden yola çıkıyorum. Orijinal, nostaljik, üslubu olan nesnelerin olduğu evler, mimariler değil burada söz konusu olan; olabildiğince sadeleşmiş, o mekân fikrini hissettirebilecek, verebilecek bir yerden başlıyorum. Anonim bir şey aslında o ev. Biricik bir evden ziyade anonim odalardan, çizgilerden oluşuyor. Hedeflediğim şey aslında belirli bir yere varmak yerine onu kullanarak bir düzlemde hareket etmek, farklı bakışlarla kurulan bir mekânsallık oluşturmak.
-“Bütün resimler boştur” demenizin sebebi nedir?
Resim üzerine konuşmak tehlikeli bir şey aslında. Şöyle bir söz vardır: ”Resim üzerine konuşan sürekli özür dilemeyi göze almalı.”  Resim aslında bakışla bir anda bir kadrajı görmenizle ilgili. Söz ve açıklama onun üzerine geliyor. Yazı ve konuşma da öyle.
Bilimsel bir makale okumuştum. Uzayın boş olup olmadığını  tartışılıyordu. Mutlak doluluk, mutlak boşluk var mı? Her şey atomlardan oluşuyorsa hangisi boş, hangisi dolu?  Ben de isim koyarken bunu kullanıyorum aslında. Bir çeşit ironi olarak değerlendirilebilir. Ev dediğimizde aslında geçmişte kalan unutulmuş, terk edilmiş bir yer, bir yuva ya da ileride kurulacak bir ev, bir rüya, bir mekân geliyor akla. Aslında dolu bir şey, evin boş olması bile dolu, boş ev bile aslında boş değil. Benim yapmaya çalıştığım şey bu tartışmalı kavramları, görme yoluyla, resim yoluyla konu etmek.
-Hikâye anlatmaktan çok hikâyeden kaçma isteği isteği var resimlerinizde. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
Hikâye anlatma yada anlatmama meselesi resimsel bir mesele. Rönesans’tan beri resim sanatının nasıl geliştiğine bakarsanız, bir hikâyenin üzerinden devam eder ve o hikâye değişir, gelişir. Kendi içinde bu hikâyenin devamlılığından bahsedebiliriz. Ben böyle bir hikâyenin içinden resim yapmadım hiçbir zaman.  Benimkisi kendi hikâyesini  olabildiğince azaltan, sadeleştiren ve görme yoluyla onu ima etmeye çalışan sergiler, işler oldu.
                                                                           

-Serilerinize nasıl başlıyorsunuz, nelerden etkileniyorsunuz?
Resme dönüyorum. Bazı resimlere tekrar tekrar bakıyoruz, o resimler bir şey söylemeye, göstermeye devam ediyorlar. Resimlerin içinde böyle bir derinlik ve sonsuz tekrar var. Bu figüratif resim olabileceği gibi soyut resimde olabilir, 20.yy resmi olabileceği gibi Ortaçağ resmi de olabilir. Görme yoluyla kurulan bu devamlılık hissini seviyorum. Buna geri dönüyorum. Bunlar beni heyecanlandırıyor. Kimi dönemine göre konuyu nasıl ele aldığıyla ilgili olabilir, kimi o mekâna nasıl yerleştiği ile ilgili olabilir, kimi ölçeği ile olabilir, bunlar beni çarpıyor. Onlar arasına katılmak için, onları sevdiğim için, onları anlayabilmek için kendi işlerimi üretiyorum. Yani bu işleri üretirken aslında görmeyi öğreniyorum. Yani, biri bitip başka bir şey başlamıyor. Her zamanda bunların yüzde yüz farkında değilim aslında, bana gelen o etkilerin bilincinde değilim ama o hafızanın bir yerinden çıkıyor, sonra ileride bir şeye dönüşüyor. O yüzden bunları önemsiyorum. Olabildiği  kadar iki boyutlu işler, heykel, Doğu resmi, Batı resmi gibi kompartımana ayırmadan, fakat bağlamını, derinliğini çözmek için o bilgileri de edinerek görme yoluyla bir ilişki kurmak istiyorum ve onlar aralarında konuşuyormuş gibi. Görmek için üretiyorum. Yoksa her şey  hızla tüketilen bir imaja dönüşüyor. Her şey hızla gelip geçiyor, oysa resim bir kadraj ve donmuş bir an aslında. Resme tekrar tekrar bakabiliyoruz. Kendi içinde bir zamanı ve mekânı var. Douglas Gordon’un Hitchcock’un Psycho (Sapık) filmindeki bir sahneyi çok yavaş çekimde gösterdiği harika bir videosu var. Bize filmin içindeki resimleri gösteriyor..
-Serilerinize eşlik eden dosyalar hazırlıyor musunuz?
Alıntıları, notları dosyalıyorum, onları sonra gruplamaya başlıyorum. Mesela, “Her Şey Yerli Yerinde” sergisi 2014 yılına ait. Ben çocukluğumdan beri hep İstanbul’dayım. Beşiktaş’ta, Boğaz civarında dolaşıyorum ve sergideki o anıtlar, türbeler orada hep vardı. Her gün gidip karşısında durmasam bile o anıtların  orada olduğunu hep biliyorum. Daha sonra biçimsel ilişkiler, benzerlikler, farklılıklar belirmeye başlıyorlar. Bunları kaydettiğim, sakladığım kutular, dosyalar zamanla oluşuyorlar.

                                                   

-Arada size konuyla ilgili bir soru daha sormak istiyorum, şiirin-edebiyatın resimleriniz üzerine nasıl bir etkisi var? (Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Herşey yerli yerinde” şiirinden ilham almışsınız.)
Tanpınar, Barbaros  Anıtı için bir yazı yazmış açıldığı zaman. Diyor ki; “anıtı biliyoruz ama yapan heykeltraşların isimlerini de bilelim. Bu anıt Batı sanatı gibi görülebilir ama bu heykelin içinde Mimar Sinan’dan, türbelerden, camilerden gelen bir takım etkiler, oranlar var, Mimar Sinan’ın nisbetleri var, onlar oraya sızmıştır. O gözle de bakalım.” Aslında doğu-batı meselesini de anıt üzerinden konu etmiş oluyor Tanpınar.  Tüm bu düşünsel arka planın yanında “Her Şey Yerli Yerinde” şiirinde bir dizeye dönüşmesi beni büyüledi. Böylece bu sergiye adını verdi.
-O seride başka hangi işler var?
Şişli Abide-i Hürriyet’ten başlıyor, oradan devam ediyorsunuz, Radyo Evi’nin orada şimdi olmayan Ermeni mezarlığındaki bir  anıt var, sonra Taksim meydanında ve Akbank Sanat’ın önünde duran bariyer, Beşiktaş’a indiğinizde Barbaros Anıtı, Çırağan’a giderken Güzel İstanbul Heykeli, Çayırbaşı’nda Cezayirli Hasan Paşa Anıtı kaidesi (bugün tamamen ortadan kalkmış bulunuyor) ile son bulan bir güzergah.
-Resim eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
Aslında çocukken resim çiziyordum ama ressam olma hayalim hiç olmadı. Liseden sonra mühendislik eğitimi aldım. Endüstri Mühendisliği okudum, oradaki  tasarım, üretme halini çok da seviyorum ama son sınıfta karikatür, resim, çizgi roman çizmekle başladım ve Akademi (Mimar Sinan Üniversitesi) sınavına girdim, kazanınca devamı geldi. Mühendislik eğitimi boyunca tanık olduğum farklı üretim süreçlerini, malzemeleri, teknikler de beni etkiledi. Tersaneler, Dökümhaneler, Marangozhaneler vs.
-Kağıt katlama nasıl çıktı?
 İtalyan ressam Fontana, tuvale neşterle çizikler atıyor, gerçek bir yarık oluşturuyordu. Espasın gerçek espas olması, bir yanılsama alanı olmaması. Klasik yüzeyden geriye giden yanılsama yerine yüzeyin gerçekten yırtılması. Kağıdın katlandığında oluşan çizgi izini saklaması beni yönlendirdi. “Ters Yüz” serisini  yaparken kullandığım kağıt iz yapıyordu daha doğrusu bütün izleri saklıyordu. O dönem ahşap baskılar için sorun olan bu durum bu seride kullanışlı bir teknik haline geldi. Bu sefer o izin kalmasını kullandım ve izi daha görünür kılmak, göstermek istedim. “Bahçe Resimleri”nde 2 tane dikişli tuval var, 2010 yılında yapılmışlar. Katlamayı o zamanlar bahçe alanlarını bölen çizgi olarak  düşünüyordum. Bu sergide o çizgiler mekân izlerine dönüştü.
-Sizi en çok etkileyen ressam, ressamlar kimler?
Çok var tabi, hem bizden hem de dışardan. Ama şunu söyleyebilirim. Bir resim tarihi var anlatılan, bir de işlerin kendisi var. Yani işlerin kendisini görmek, onu mekânında tecrübe etmek başka bir şey. Bu biraz süreçle ve o anda kafanızda ne olduğuyla da ilgili, onlar da etkiliyor. Bilinmeyen bir ressamın eseri de çok etkileyebilir, çok ünlü bir sanatçının bilinmeyen bir eskizi de etkileyebilir.
-Yeni çalışmalarınız var mı?
Var tabi ama bunlar nasıl sonuçlanır bilemiyorum. Bu sefer hikâye anlatma üzerine, sinema ve İstanbul üzerine.
-Son bir soru, biraz konuştuk ama eşyadan ayrıntıdan sıyrılıp sadece mekân anlatma istediğinizden bahseder misiniz?
Resmin temel meselelerinden biri mekân sorusudur. Perspektif ve üç boyut yanılsaması yanında fiziki olarak tuvalin kendisi de bir mekândır. Bunu konu etmek için bazı şeyleri azaltmak gerekiyor. Nostalji, eşyalar, nesneler, hikâyeler değil de sadece ,o odanın köşesi, ışığın vurduğu yer gibi mekânı görme yoluyla algılama ve sonra gösterilmesi. O yüzden nesneleri kenara çektim. Zaten serginin adı da “Boş Ev”.



20 Ağustos 2017 Pazar

José Sancho “Erotik Doğa” Sergisi



Kosta Rika’nın en önemli heykeltıraşlarından olan José Sancho, Pera Müzesi’nde, sanat tarihçisi ve eleştirmen Maria Enriqueta Guardia Yglesias küratörlüğündeki “Erotik Doğa” sergisinde hayvan ve figür temalarına odaklanmış.

Picasso, Brancusi gibi sanatçılardan  ilham almışsa da soyuta fazla yönelmeyen sanatçı, doğduğu topraklardaki Hispanik ve Kolomb öncesi sanattan etkilenip bu etkiyi yeni bir okumayla, kopyalamadan, yaratıcı içgüdüyle, gerçeği kendi doğrultusunda dönüştürerek sunmuş. Doğadan esinlendiği eserlerini yerleştirdiği mekanlar ile sürekli diyalog halinde olan José Sancho’nun eserleri bu sayede mekana kök salmış olarak yorumlanmış. 

Hayvan veya bitki heykellerini doğal ortamlarında ve doğayla diyalog halinde tasavvur eden sanatçının  heykellerinde çiftler, annelik, anne ile yavru arasındaki bağ, bazende bu ikisi tek bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Annelik sanatçının ilgisini çeken bir temadır ve bu da neden sık sık gebe gövdeler yaptığını açıklar. 

Eserlerinde erkek-dişi ikiliğini de gördüğümüz sanatçı, aynı anda hem bütünleyici hem de çelişik olarak algılanan zıtlara duyduğu ilgiyi vurguluyor: “Onlar yüz yüze gelmiş Hermes ve Afrodit’tir.”   
   
Ahşap, granit, mermer, bronz, demir levha ve buluntu nesneler gibi pek çok malzeme ve kullandığı  tekniklerle şaşırtıcı çalışmalar ortaya çıkaran sanatçının eserlerindeki  kaide, figürün ayrılmaz bir parçasıdır. Yarattığı kadın gövdelerinin şehvetli niteliğini gizlemek yerine ön plana çıkarır ve saydam etkiler yaratır. Cilalı ve neredeyse saydam yüzeye uyguladığı işlemle, malzemeyi bambaşka bir esere dönüştürür. Bazı eserleri ilginç bir ikilik yaratır; figür bir bütün olarak yaprağa benzese de dişilik organı olarak da yorumlanabilir. 

18 Nisan 1935’te, Kosta Rika, Puntaneras’ta dünyaya gelen José Sancho, İktisat Bölümü’nden mezun olur. Resim ve heykele olan ilgisi 1970’lerin başında profesyonel ilişkiye dönüşür ve 1974’te heykeli seçerek aralarında ayrılmaz bir bağ kurulur. Anıtsal heykelleri Kosta Rika’nın kamusal alanlarında sergilenen sanatçı, Escazu şehrindeki aynı zamanda evi olan atölyesinde çalışmalarına devam etmektedir.

Küratör Yglesias’ın, köklerini doğadan alırken aynı zamanda evrensel bir dil kullanan ve “yüzyıllar boyunca tekrarlanan temalar onun yaratıcılığı sayesinde yepyeni bir anlam kazanır” dediği José Sancho’nun eserleri 6 Ağustos 2017 tarihine kadar Pera Müzesi’nde gezilebilir.