Semih Erelvanlı ile Hep Kitap logosu ile çıkan bir
distopya hikâyesi olan ilk romanı “Külleri” ve edebiyat-sinema üzerine
konuştuk.
-Distopya hikâyesi yazmaya nasıl karar verdiniz? Külleri nasıl ortaya çıktı, hazırlık
sürecinizi öğrenebilir miyiz?
Külleri’nde tartıştığım fikirlerle çok uzun zamandır içlidışlıyım zaten. O sorunların
yakıcı tarafını sanatsal boyuta dönüştürerek paylaşmak istediğimde; sinema
filmi izlemelerim ve edebiyat okumalarım içinde bilimkurgunun payını artırmaya başladım.
O arada ele aldığım kimi kavramlarla ilgili teori çalışmaları da yaptım.
-Öyküleriyle tanınan bir yazarsınız. Roman yazmak nasıl
bir deneyimdi?
Öyküden ve
denemeden sonra roman üzerine odaklanmak, başlangıçta oldukça zorlayıcıydı.
Ancak kurgunun daha ön planda olmasının yazara verdiği güç, süreç içinde
gittikçe artan ölçüde bir haz sağladı bana. Ayrıca anlatmayı seçtiğim politik
ve toplumsal meseleleri geniş bir okuyucu profiline uygun, dinamik ve akıcı
biçimde sunma çabası oldukça öğretici oldu. Örneğin artık daha sabırlı olmayı,
metnin tutarlılığını gözetirken daha özenli düşünmeyi başardığıma inanıyorum.
-Üçüncü Savaş’tan yaklaşık on yıl sonrasına, 2068’in
sonlarına götürüyorsunuz romanınızda okuyucuyu. Başka neler bekliyor
edebiyatseverleri Külleri’nde?
Külleri, dünyanın Kuzeybatı Birliği ve Güneydoğu Federasyonu olarak ikiye
ayrıldığı bir dönemdeki olayları anlatıyor. Bu iki kutup arasında 2059 yılında yaşanan
Üçüncü Savaş sonrasında, pek çok ülke gibi Jilmaya’da da hükümet verimsiz saydığı
nüfusu azaltmak için kendi halkına karşı soykırım uygulamaya koyulur. Zamanla
bu gerçeğin farkına varan idealist insanlar, farklı yollarla bu kıyımın önüne
geçmeye çalışır, ancak başarısız kalırlar. 2068 yılına gelindiğinde; aralarından
kimileri bir protesto yöntemi olarak intihara başvurur. Ancak hükümet, Zihin
Tarayıcı Sistem sayesinde insanların aklından geçeni okuyabildiğinden bu
planları öğrenir. Ve itibarının zedelenmemesi için keskin nişancılarını devreye
sokarak intihar edecek olanları öldürmeye başlar.
-2014’te ilk kitabı Bebek Arabasında Ayvalar yayımlandığındaki Semih Erelvanlı ile Külleri romanını yakın zamanda okuyucu
ile buluşturan Semih Erelvanlı arasında edebi anlamda nasıl değişiklikler var,
daha doğrusu kaleminde ve hayata bakış açısında farklar var mı?
Ben Borges’in kütüphane
olarak düşlediği cennette, ağzından cımbızla laf alınan yazarları yedinci katta
hayal etmişimdir hep. Buradan hareketle diyebilirim ki edebiyat yaratımında en
çok umursadığım ilke, geçmişte de bugün de değişmedi: Sözcük israfından
kaçınmak. Şimdilerde roman öyküye göre bir adım öne çıksa da, yeniliğin peşinde
koşmayı, denenmemiş üslupları aramayı hep sürdürdüm.
Hayata bakışımdaysa
özünde bir değişiklik görmüyorum. Anlamı, değeri bulduğum yer aynı çünkü:
Sanat. İster alımlayarak, isterse üreterek… Yalnız güzel günlerin geleceğine
yönelik umudumun biraz azalmış olduğunu hissediyorum. Beklediğim dünyanın
saatinin çarklarındaki pasın silinmesine biraz daha var gibi. Yine de
yılgınlıktan nefret eden zihnim, azalan iyimserliğimi telafi etmek için çaba
harcamaktan vazgeçmiyor. Birkaç yıl öncesine göre biraz daha fazla olsa da…
-Kırmızı
Pazartesi kitabının romanınızda ayrı bir yeri var. Kırmızı Pazartesi ve sayfalarının boşluklarına yazılan sorular…
Neden Kırmızı Pazartesi?
Külleri’nde karşılaştığımız ilk karakter, vicdan muhasebesine giriştiği dönemde zihninde
beliren soruları ve onlara verdiği tek yanıtı Kırmızı Pazartesi’nin sayfalarına yazıyor. Bu romanı seçmemin temel
gerekçesi, oradaki hikâyeyle yaşadığımız dönem arasında paralellik görmem. O da
şudur: Kırmızı Pazartesi’nin ana karakteri
Santiago Nasar’ın öldürüleceğini kendi hariç herkes bilmektedir. Ancak kimse bu
cinayeti önlemeye kalkışmaz. İnsanlıksa ne zamandır dünyanın geleceğinin yok
edildiğini biliyor, fakat sesini yükseltip de eyleme geçerek bu büyük trajediyi
durdurmaya çalışmıyor.
-Sizi etkileyen romanları ve yazarları öğrenebilir
miyiz?
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar, Knut Hamsun’un Açlık, Kafka’nın Dava, Márquez’in Başkan
Babamızın Sonbaharı, George Orwell’in 1984
ve Hayvan Çiftliği, Ray Bradbury’ün Fahrenheit 451, Mario Vargas Llosa’nın Üvey Anneye Övgü, Peter Handke’nin Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Chuck
Palahniuk’un Lanetli, Sadık
Hidayet’in Kör Baykuş, Patrick
McCabe’nin Kasap Çırağı, Yusuf
Atılgan’ın Anayurt Oteli, Orhan
Pamuk’un Kara Kitap, Hasan Ali
Toptaş’ın Gölgesizler, Burhan
Sönmez’in Kuzey romanı ilk
sayabileceklerim…
-Sinema yazılarınız ve İran Yeni Sineması üzerine
bir kitabınız var. Sinemanın, hikâyeleriniz üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?
Edebiyatta “Nasıl
anlatmak?” sorusunun “Neyi anlatmak?” kadar önemli olduğuna inanıyorum. Sinema,
bu soruya en iyi yanıtları bulduğum mecraların başında geliyor. Sürükleyici, akıcı
ve dinamik metinler üretme, güçlü bir matematikle kurgu oluşturma açısından
sinemanın sağladığı dayanağa çok değer veriyorum. Ayrıca karaktere uygun,
gevezelikten uzak ve açık diyaloglar yazabilmek için de izlediğim filmlerden
yararlanıyorum.