27 Temmuz 2018 Cuma

Postmodernizm ve "Gölgesizler"


                                                              


Bir süre önce katıldığım bir toplantı da Egem Atik moderatörlüğünde Postmodernizm: Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler Romanında Kurmacanın Mutfağı başlığı altında postmoderniz roman ve Gölgesizler’i konuşmuştuk. O toplantıdan yola çıkarak Postmodern roman ve Gölgesizler üzerine yazım:
Postmodern(izm), merkezin kaybolduğu, görüntünün belirsizleştiği, kuralların yitirildiği, mega anlatıların terk edildiği, mantıksal ve etkisel doğruluğa ihtiyaç duymayan eleştirel bir görüş biçimidir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde Batı dünyasında mimari, resim, edebiyat ve daha birçok alanda ortaya çıkmıştır. Postmodern edebiyat ise insan deneyiminin anlamsızlaştığı,türlerin karıştığı,zaman ve mekânda kırılmaların olduğu,bireyselliğe ve öznelliğe odaklanan,geleneksel anlatı yapısının dağıldığı, şu ana  odaklanan, gerçeklik-hayal ayrımının silikleştiği, okurun yalnızlaştığı, metnin mutfağının okura açıldığı bir edebiyat türüdür.
Postmodern romanın özelliklerini listelersek; Çoğulculuk,üstkurmaca,parçalılık,metinlerarasılık,kopukluk, parodi, farklılık, polisiye ve gerilim,oyunsuluk,  tarih
Modernizm ve Postmodernizmi karşılaştırırsak;
Modernizm                                                            Postmodernizm
-form                                                                       -antiform
-amaç                                                                      -oyun
-tasarım                                                                  -rastlantı
-hiyerarşi                                                                -anarşi
-sanat nesnesi/bitmiş yapıt                                 -süreç/performans
-mesafe                                                                   -katılım
-yaratma/sentez                                                    -yaratmayı imha/antitez
-merkezlenme                                                         -dağılma
-tür-sınır                                                                   -metin-metinlerarasılık
-okunaklı(okuyucuvari)                                          -yazılabilir(yazarvari)
-anlatı/büyük tarih                                                 -anlatı karşıtı/küçük tarih
-belirlenmişlik                                                          -belirsizlik

Hasan Ali Toptaş, 1994’te yayımlanmamış romanı  Gölgesizler ile Yunus Nadi Roman ödülü alır. Hikâye İstanbul’da bir başlar. Günlük hayatından sıkılıp bunalan berber bir gün dükkândan çıkar ve yolu bir köye düşer. Köydeki berberde yıllar önce ansızın ortadan kaybolmuştur. Bunun üzerine onun dükkânı yeni berbere kiralanır ve berberin yeni hayatı başlar. Köyün en güzel kızı Güvercin de  dikkat çeken karakterlerdendir. Güvercin’de bir gün ansızın kaybolur ve gizemli hikâye böyle devam eder. Postmodern anlatımın önemli noktalarından olan yokluk düşüncesi şehirde ve köyde geçen tuhaf olaylarla ve kaybolan insanlarla aktarılmaktadır. Köyde anlatılan olaylar, anlatıcı, zaman ve mekân, kişiler farklıdır ve kahramanlar muhtar, karısı, Reşit, bekçi, ve Cıngıl Nuri’dir.
Gölgesizler neden postmodern?
Hasan Ali Toptaş’ın eserlerinde bütünlüklü bir olay örgüsünün olmayışı, anlatım biçimini kusursuzlaştırma çabası ve zamansal düzensizlikler öne çıkmaktadır. Anlamsız ve hiçbir nedeni yokken kaybolan insanlar ve yazarın dahi açıklayamadığı olayların gerçekleşmesi irrasyonel durumun en açık göstergesidir. Toptaş, romanda bütünlüklü bir öyküye yer vermezken anlatım tekniği ve dilsel özellikleri metnin merkezine koymaktadır.
İki anlatısal katman, anlatıcı-yazar ve kurmacanın mutfağı, dağılan iktidar;yazar, devlet, din, yokluk, bolluk ve kayıp, okurla oynanan oyunlar, tekinsizlik hissi, gerçeküstü öğeler, aynalar ve gölgeler yazarın romanda kullandığı postmodern öğelerdir.
Gölgesizler,insanın kendi içinde varlığını bulmak için kaybolması ve bunun bir oyunla anlatımıdır ve postmodern ögelerin hemen hemen hepsi başarıyla kullanılmıştır.
Oyuna örnek verirsek s.6;
“Hâlâ roman yazıyor musun sözgelimi, onu anlat.”
“Yazıyorum,” dedim kuru bir sesle. Hemen ardından, gözlerimi aynanın üstüne kaldırarak onu n yaptığı resme baktım. Karakalemle yapılmış iri bir güvercin resmiydi bu; sigara dumanından sararmıştı biraz, kenarları kıvrılmıştı.
Devlet-iktidara örnek verirsek s. 197;
... Ne de olsa devlet vardır karşısında. Bu yüzden sigara da tellendirememiştir tabii, çaresizlik içinde, o gülüşün yarasıyla kıvranıp kalmıştır.
Aynı isimle Ümit Ünal yönetmenliğinde filme uyarlanan Gölgesizler’de Taner Birsel, Selçuk Yöntem gibi yetenekli oyuncuların bulunduğu kadroya,  Candan Erteçin’de   müzikleri ve konuk oyunculuğu ile dahil olmuş.

12 Temmuz 2018 Perşembe

Meriç Demiray'la Röportaj



                                             



Son kitabı “Kırmızı Bir Ölüm” Hep Kitap etiketiyle yayınlanan Meriç Demiray’la edebiyat yolculuğu üzerine konuştuk.
-Rocky, Cohen ve Muhsin Bey’den Örneklerle Hayatım isimli hikâye kitabınızın ardından roman yazmaya nasıl karar verdiniz?
Öykü kitabını “Acaba başarabilir miyim?” diye yazmıştım. Uzun süredir biriken, 100 sene yaşasam hayata geçiremeyeceğim fikirleri bir anda hayata geçirme şansı buldum. Sonra “Acaba roman yazabilir miyim?” dedim. Bunun için en az bir sene uğraşabilecek kadar size heyecan verecek bir öykü gerekiyor tabii. O öyküyü bulduğumda harekete geçtim.
-Kırmızı Bir Ölüm’ün hazırlık aşamalarını ve sonrasındaki süreci öğrenebilir miyiz?
Senaryoda da edebiyatta da, hazırlık için ilk yapmak gerekenin okuma alışkanlığınızı ilgili yöne kaydırmak olduğunu düşünüyorum. Zaten öyküyü hayata geçirme heyecanı sizi bu yöne sürüklüyor. Yol edebiyatını, yol filmlerini, bisikletçi / seyyah bloglarını daha dikkatli takip etmeye başladım. Oyuncu arkadaşlarımın hayatlarına, kendi hayatıma daha bir eğildim. Yapı şekillenmeye başlayınca serin bir denize girer gibi yavaş yavaş, acele etmeden yazmaya başladım.
-Romanınızda, çocukluğundan beri bisiklete binmeyen Kahraman bir gece ansızın, bisikletle İstanbul’dan Ege kıyıları boyunca devam edecek bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk aslında bir anlamda baba-kardeş ilişkisine doğru yapılan yolculuktur. Kırmızı Bir Ölüm’den, Kahraman’dan ve kurgudan bahseder misiniz?
Kahraman inişli çıkışlı kariyeri olan bir oyuncudur. Bir gün bisiklete biner ve hem geçmişi hem geleceği şekillendiren karanlık bir yolculuğa çıkar. Çatıyı kurarken Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın’da anlattığı, Doğu ve Batı, baba ve oğul ilişkisi benim için çok belirleyici oldu, haklısınız. Kardeşle de persona, “olmak istediğimiz kişiyle olduğumuz kişi arasındaki fark” konusuna girdim.
-Sizin de hayatınızda önemli bir yeri olan bisikleti romanınızda metafor olarak kullanmaya nasıl karar verdiniz?
Bisikletin hayatta ama özellikle de dramada, arabada ya da motosiklette olmayan anlamı ve imkânları var. Özgürlükle ilgili, kendi kendine yetmeyle ilgili, azla yaşamak, azla mutlu olmakla ilgili, bir yerden geçmek değil, durmak, bakmak, ilişki kurmak ve dolayısıyla değişmekle ilgili çok şey söylüyor. Bisiklet diye bir taşıt olmasa bu hikâye yazılamazdı.
                                                                   

-Şarkılar, şiirler, şairler, şarkıcılar, mekânlarla yaşayan bir roman Kırmızı Bir Ölüm. Bunu başarmanın püf noktaları neler?
Başarmaktan çok, tercih etmek bence doğru kelime. Benim hayatımda tüm bunlar yoğunlukla var ve öykülere doğallığıyla yansıyor. Bir gündoğumunda güneye doğru arabanızı sürüyorsanız, yağmur yağıyorsa, teypte “Blue Hotel” çalmalı. Yoksa o sahne eksiktir benim için. Hayatımda da öyle.
- Roman, öykü, senaryo yazmanın sizin açınızdan farklı, birbirinden daha zor veya kolay olduğu noktalar var mı, hangileri?
Roman tabii ki diğerlerine göre daha uzun zaman ve dikkat talep eden bir tür ama iyi ve doğru bir öykünüz varsa ve gerekli özeni gösterirseniz üçü de çok zevkli hatta büyülü. Senaryonun hayata geçirme kısımları sancılı olabiliyor, çünkü orada sizden farklı bakış açıları devreye giriyor ve uzlaşı duygusu yaratıcılığın önüne geçebiliyor ama orada da çok geniş kitlelere ulaşma imkânı, oyunculuk, müzik, kurgu gibi harika şeyler var.
-Yeni projeleriniz, çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Bugünlerde “Hayal Gücü” isimli projemi hayata geçirmeye çalışıyorum. Etkinliklerin, kursların, deneyim paylaşımlarının yapıldığı, aynı zamanda doğru, yapısı düzgün drama üretilen bir alan. Dizi, sinema filmi ve edebiyat üretimimle bu alanın birbirini besleyeceğini düşünüyorum.
-Size ilham veren yazarlar, kitaplar hangileri? Çok sevdiğiniz bunu ben yazsaydım dediğiniz eserler, karakterler var mı?
Antoni Casas Ros’un Enigma’sını, Allende’nin Ruhlar Evi’ni ya da Masumiyet Müzesi’ni yazsam fena olmazdı tabii. Karakter olarak da Tiffany’de Kahvaltı’daki kadın karakter, Günden Kalanlar’daki uşak, Zebercet ilk aklıma gelenler.
-Son olarak nelerden esinlenirsiniz?
Bunu bilmiyorum sanırım. Bir gün Moda’da taksiye binen yaşlı, aristokrat bir kadın gördüm ve onun şoförle ilişkisini düşünerek ilk kitabımdaki “Sami Bey” isimli öyküyü yazdım. Bir an, bir görüntü, bir duygu, aklın bir köşesinde demlenen, bekleyen fikirleri, hikâye parçacıklarını gizemli bir şekilde birleştirip su yüzüne çıkarabiliyor.



2 Temmuz 2018 Pazartesi

Boğaz’ın Serin Suları


                                                              



Çok zor uyuyordu geceleri. Ne yaparsa yapsın hiçbiri sıkıntısına deva olmuyordu. Çoğu zaman Kuruçeşme’deki yalının salonunda sabahlıyordu. Havanın güzel olduğu akşamlarda ise üstüne ince bir battaniye alıp bahçede bekliyordu güneşin doğmasını.
Zaman zaman yaşamında daha fazlasını yapabileceğini düşünüyordu. Bazen yaptıklarıyla gurur  duyuyor, bazen yaptıklarını Boğaz’ın derinliklerine atmak istiyordu. Hayalleri vardı. Paris sokaklarının en aranılan ressamı olmayı düşlemişti ama olmamıştı.
 O gece yine atölyesine giderken buldu kendini. İki metre boyundaki tuvalini kafasını rahatlatmak için boyamaya başladı. Her fırça vuruşunda tabloda beliren figür kendisine daha çok benziyordu. Ama  bu figür daha yaşlanmış ve kamburu ortaya çıkmıştı. Fransa’da kaldığı yıllarda bütün kızların baktığı adam bu hale mi gelmişti? Yüzünü batıya dönük çizmişti. Yüzü batıya dönük bir derviş olmuştu. Mekânı düşündü, mekânları düşündü.  Bu derviş  görevler üstlenmişti anlaşılan. Bulunduğu yerde ona göre olmalıydı. Bursa’daki Yeşil Cami’nin 2. katı geldi gözünün önüne. Ne yazıyordu kapının üzerinde? “Kalbin şifası sevgiliye yakın olmaktır.” Figür ve mekân belli olmuştu. Şimdi sıra ayrıntılardaydı. Yerlere kaplumbağalar çizdi. Gözlerini hayvanlara umutsuzca dikmişti, geleceği umutsuzca beklediği gibi.
Eline ney, sırtına nakkare aldı kaplumbağaları eğitmek için. Boynuna da tahta sopa astı gerektiğinde onları cezalandırmak için.  Ney ve nakkare ile kaplumbağaları eğitecekti ama onların kulakları yoktu.  Bu ağır kanlı hayvanların da öğrenmeye niyetleri yoktu zaten, bazıları ona sırtını dönüp uzaklara gitmeye başlamıştı bile.
Kendi hayatını özetlemişti gün doğmaya başlarken. Batılılaştırmaya çalıştığı muhafazakâr bir toplumda eğitici rolü ile zaten iğne ile kuyu kazıyordu.  Resminin karşısına geçti.’Kaplumbağa Terbiyecisi’ dedi. Nerede çalışırdı acaba kaplumbağa terbiyecisi olarak? Sirklerde mi, yoksa saray bahçesinde mi?
Osman Hamdi’de hayatı boyunca kimsenin bilmediği işler yapmıştı. Ressam olmuştu, sonra müze müdürü, arkeolog ve Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden farkı yoktu aslında.
                                                                                                                        Ömür Bayramoğlu