Millî Reasürans Sanat Galerisi
için hazırladığı sergide “sis” kavramından yola çıkan Devabil Kara ile “Sis” Sergisi ve eserlerine
üzerine konuştuk. Sergi 9 Haziran 2018 tarihine kadar görülebilir.
-Çoğu
çalışmanızda kazıbilimci gibi hareket ederek yapıtlar ortaya koyuyorsunuz. Bir yöntemi sanat eserine konu yapmanızdan ve bu ilişkiden
ayrıldığınız nokta hakkında bilgi verir misiniz?
Geçmişten kalan buluntular nasıl insanlığın ortak bilincinde yeniden
yorumlanıp insanlığın kültür birikimini yeni oluşumlara yönlendiriyorsa, bir
sanatçının bilinçaltından seçip çıkardığı kalıntıların da asıl sanatsal
yaratıcılığı oluşturduğunu düşünüyorum.
Bir sanatçı olarak arkeoloji ile ilgilenmemek pek mümkün değil. Sanat
tarihinde çeşitli sanatçı ve akımların da arkeolojiden etkilendiğini görüyoruz.
Sanat insanın fiziksel ve zihinsel varlığının her boyutu ile ilgi kurar,
sıklıkla farklı bağlamlarda geriye dönüşler yaşayıp geçmişten gelen etkileri
kendi zamanı içinde tekrar yorumlar. Örneğin Rönesans Sanatının oluşmasına etki
eden önemli koşullardan biri, o zamanda arkeoloji olarak tanımlanmıyor olsa
bile eski çağların kalıntılarına sanatçıların ilgisini yöneltmesiydi.
Sürrealizmi örnek alacak olursak, Freud’un psikanalizi geliştirmiş olmasından
çok etkilenmiş bir sanat akımıdır. Psikanaliz, zihnimizin katmanları altında
kalmış geçmişimize ait bilgi ve imgeleri ortaya çıkarmayı hedefleyen bir
disiplin olması nedeniyle psikanaliz ile arkeoloji birbiriyle örtüşür. Her iki
alan da adeta beynimizin arkeolojik haritasını çıkarmayı hedefleyen bir
anlayışa sahiptir. Sanat, yaşam ve arkeoloji ilişkisi üzerine pek çok örnek
bulunabilir. Benim arkeoloji ile olan ilişkim aşama aşama gerçekleşti. Sanat
yaşamımın başlangıcından bu yana yüzey üzerinde boya ve daha sonraları doku
katmanlarını üst üste getirerek resimlerimi oluşturuyorum. Fiziksel anlamda
resim yüzeyinde üst üste gelmiş katmanlarla arkeolojinin ilgisini fark ettim.
Resimlerimde yüzey üzerinde katmanları oluştururken önceden hesaplanamayan
deneysel sonuçlara ulaşıyorum. Arkeolojiyi oluşturan koşullarda buna benzer
işliyor önceden belirlenmiş bir plana
bağlı kalmadan üst üste gelen, zaman dizgesi içerisinde oluşan katmanlar
arkeolojinin nesnesini oluşturuyor. Bir sanatçının deneyleri ile oluşturduğu
serüven ve arkeoloji arasında tematik bir ilişkinin varlığı da beni bu konu
üzerinde düşünmeye ve üretmeye itti. Tam bu farkındalığı yaşadığım dönemler de,
sanırım 1997 yıllarıydı, katmanlarla oluşturduğum resimlerimde kazıyarak altta
kalmış katmanları ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Önce bir dizge halinde örtüp
tekrar ortaya çıkarmak ve ortaya çıkardığıma yeni anlamlar yüklemek böylece
eskiyi yeniye dönüştürmek aynı arkeolojinin oluşum süreci, yöntemleri ve
sonuçlarına benzer bir nitelik taşıyordu.
Arkeoloji ve sanatım arasında böyle bir ilişki kurduktan sonra konu ile
daha doğrudan bağlantılara yöneldim. Bu dönemde boya katmanları dokusal
nitelikler kazanmaya başladı. Daha sonra arkeolojik buluntulardan
fotoğrafladığım öğeler resimlerime girdi. Arkeolojik buluntuların, işlevinden,
ait olduğu ortamdan, yaşamsallığından, zamanından koparılarak müze raflarında
sergilenme düzeninde numaralandırılması gibi, ben de imgelerimi resimde
kendimce numaralandırdım, Resmimi adeta bana özel arkeolojik bir müze haline
getirdim. Arkeoloji müzelerinde görebileceğiniz bu küçük buluntular, bir nesneye ait parçacıklar bile olsalar, ait
oldukları dönemin sanatı, yaşam koşulları, kültürü hakkında, günümüz
teknolojisinde kullandığımız cd, flas disk gibi birer bilgi deposu işlevi
görürler. Ne var ki bu işlev bu nesneleri kodlayıp arşivlemedikçe bilgi olarak
pek bir anlam ifade etmez. Bir kullanım nesnesini kodlamak, ona yüklenmiş tüm
psikolojik değerleri yok saymakla da eş anlamlıdır diğer taraftan. Nesne,
öznellik, zaman, değerlendirme, duygu ve bilgi arasındaki bu paradoks benim
için önem taşıyor. Duygu ve bilginin kavranma düzlemleri arasında bu karşıt
tutum beni bu konu üzerine düşünce ve estetik üretmeme neden oluyor.
-Zaman- nesne ilişkisi üzerine
olan çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Nesne ile zaman arasındaki ilişkinin sorgulanması “İzler ve Gölgeler “
serisinde daha önceki çalışmalarımın bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Yaşamda
var olan her şey öyle ya da böyle bir iz bırakıyor. Arkeolojik buluntular
geçmişin izini sürmemize neden oluyor. Buluntu ait olduğu yerden alınıp müzeye
götürüldüğünde çıkarıldığı toprakta kendi izini bırakıyor. Kumsalda bir çakıl
taşı bile kumdan alındığında ardında bıraktığı boşluk bize onun varlığını
anımsatıyor. Bu nesne ile zaman arasında karmaşık bir ilişki. Bu konular üzerine düşüncelerimi
yoğunlaştırmamla birlikte; artık resimlerimde kodladığım tanımlanabilir
arkeolojik imgelerin taşıdıkları bilgi yüklemesinden çok, o nesnelerin duygusal
boyuttaki değerleri ilgi odağına dönüştü. Bakış açımdaki bu değişim sonucunda
artık nesneden çok nesnenin doğa ve zamanla ilişkisi benim açımdan daha önemli
hale geldi Böylece nesnelerin kendilerinden çok bıraktıkları izler resimlerimde
etkisini göstermeye başladı. Nesnenin izi ile olan ilişkisinde negatif-pozitif,
erkek-dişi, doluluk-boşluk gibi sanat için önemli pek çok gerilim alanı
bulunduğunu fark ettim. Bu dönem sonunda “İzler ve Gölgeler” adlı sergim
oluştu. Bir şey ait olduğu yerden zaman içinde çeşitli nedenlerle ayrılıyor ya
da ayırtılıyor.
Nesnenin varlığının, nesneden ayrı bir başka göstergesi de gölgedir. Bir
nesnenin bıraktığı iz onun zamanın belli bir anında orada olduğunun kanıtıdır.
Gölge de ise nesnenin başka bir boyuttaki ilişkisi söz konusu. Bir nesnenin
gölgesinin varlığı o nesnenin orada, o anda var olduğunun kanıtıdır. İz kendi
fiziksel yapısını korurken gölge üstüne düştüğü formun şekline kendini uydurur.
Gölge ve iz nesnenin dışındaki içleri gibi zamana bağlı olarak nesneler hatta
olaylar hakkında bize pek çok şey söylerler.
Böylece ben artık nesnelerin imgesi yerine, onların farklı zaman
boyutlarında varlıklarını kanıtlayan izleri ve gölgelerinin peşine düşmüş
oldum. Tüm bu yapılar ve kavramlar arasında ki karmaşık bağıntılar benim resim
yapmak için ihtiyaç duyduğum heyecanı ateşleyen elemanlar olarak resimlerime
girdiler.
-“Sis”ten yola
çıkma nedeninizi öğrenebilir miyiz? Nasıl karar verdiniz ve sergiye hazırlık
sürecinizi anlatır mısınız?
Aslında geriye dönüp üretim
sürecime baktığımda bağlam olarak birbirleriyle ilişkili kavramlar ile
ilgilendiğimi görüyorum. Nesnenin silikleşmesi, örtülme, iz, ‘’Gölge Bellek’’,
boşluk, v.b kavramların sorgulanması paralelinde bir üretim sürecinden
bahsediyoruz. ‘’SİS’’ de bu bağlamda aynı sorunsal olarak karşımıza çıkıyor.
Sadece nesnel anlamda değil düşünsel anlamda da baktığımızda bu paralellikler
görmek mümkün.
-Daha önceki
eserlerinizde tuvalde yerini alan sandalye bu serginizde tuvalin dışına taşmış.
Sandalyeyi imge olarak kullanmanızdan,
sergide üzerinde başsız ve kimliksiz bir heykele kaide olmasından, sergideki
varlığından bahseder misiniz?
Sandalye imgesi, 1998
yıllarında ‘’İzler ve Gölgeler’’ serisi sergilerimdeki resimlerimde merdiven imgesi ile birlikte sıkça
kullandığım iki imgeden birisiydi. Merdiven ve sandalye imgesi sanat tarihinde
farklı dönemlerde üzerlerine değişik anlamlar yüklenerek pek çok kez
kullanılmışlar. Merdiven genellikle yükselme, yücelme, tanrıya ulaşma gibi
bilinmeyene ait mistik bir sembol olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Genellikle Sandalye
iktidarı, gücü, düzeni temsil eder. İki
nesneye yüklenen anlamlar arasında bir zıtlık söz konusudur biri olasılıkların
diğeri statü ve bir anlamda düzenin sembolüdür. Bu açıdan genelde benim
resimlerimde var olan gizem ve düzen karşıtlığı ile eş değerde sembolik anlatıma
sahiptirler. Resimlerimde görünen bu imgelerin fotoğraflarını kendim çektim.
Sandalye bitpazarından aldığım, atölyemde kullandığım bir obje. Bu sandalyenin
resmin içindeki gölgesi, atölyemde resimlerimi yaparken resmin yüzeyine
kendiliğinden düşüyor. Ben bu olayı kalıcı hale getirdim. Bu ve diğer nesneler
resmin yüzeyine gölgeleriyle girerek resim alanını “işgal” ediyorlar. Sandalye, sembol olarak durağanlığı temsil
etmesine karşın bu önlenemez değişken işgalle kendi kavramı ile zıtlık
yaratıyor. Resim yaratma süreci bittikten sonra izleyici ile ilişki içine girer
Umberto Eco’nun açık yapıtında tanımladığı gibi artık resim sanatçısından büyük
anlamda özgürleşmiş zaman ve mekân içinde kendi yaşamsallığına kavuşmuş olur.
Her izleyicinin ona yüklediği anlamla canlılığını sürdürür. Ben bana ait olan
bir nesnenin gölgesi ile kendi resim yüzeyimi sonsuza kadar işgal etmiş
oluyorum. Sandalye bu durumda sanatçı egosunun görselleşmiş yansıması olarak
benim resmimde yerini alıyor.
Sandalyenin üç boyutlu varlığı benimle
olduğu için onun figürlerle beraber tekrar resmin imgesi haline gelmesi ilginç
geldi bana. Bazı resimlerde sandalyede oturan bir figür var ama kimliği
belirsiz. Burada da Eski Yunan
figürlerinin hissini vermek için kafası yok. Üç boyutlu duruşunun sebebi de
yerçekiminin paralelinde duruyor. Yerçekime paralel durmaya başladığında
enerjik hale geliyor. O enerjik olma halinde, sandalye figüratif olan nesnenin
kaidesi haline geliyor. Şeffaf malzemeyi kullanma sebebim boşlukta, düşey
etkiyi daha çok vermesi, resimlere gönderme yapabilmesi. Başka nesnelerde var.
Philadelphia ‘da basılan çok önemli bir
sanat tarihi kitabı ve büyüteç. Bu da
sandalyenin statü ve sanatla ilişkisini
vermek için. Güç ve statüyü iktidar
olarak görsek de statü el değiştiriyor.
Sanata, dine, siyasi iktidare geçiyor. Özellikle modernite öncesi var olan statüyü vermek için büyüteçle sergiliyorum.
Çok anlamlılığı oluşturan bir şey aslında.
-Renk, çizgi ve boşluk üçlüsünün
resimleriniz üzerindeki etkisini nedir?
Sözcükten evvel çizgi vardı. İnsan kendisini çevreleyen dünyayı çizdi.
Çizgi büyüydü. Sahip olmak, gücüne güç katmak için çizdi her şeyi insan.
Duvarlara kazıdı yaşamı. Gözüyle gördüğü, belleğine kattığı ama diliyle
söyleyemediği her şeyi kazıdı duvarlara; kendi izini bıraktı. O duvarlar da
belleğimiz oldu bizim. Çizgiler ve lekeler bir insanın elinden zamanın belirli
bir noktasında ortaya çıktığında o insana, yaşadığı çağa, o ana dair bir mesajı
içerir. Dille söylenemeyen, çizgiyle görsel iletişimin okyanusuna salınıverir.
Orada, o ana, o kişiye, kişinin ait olduğu kültüre dair bir iz vardır.
Çizgiler, lekeler, izler kendiliğinden oluşur, üst üste başka yaşamlardan arta
kalarak birikir; başka zamanlara, başka insanlara, başka yaşanmışlıklara dair
olarak birikir. Bu biriken, yığılan çizgiler lekeler artık her şeyden çok
zamana dairdir, yoğun kodlar ve göndermeler içerir. Bu geniş bir zaman boyutunu
kapsar. Bir bellektir. Referansları geniştir. Geçmişten beslendiği gibi şu
andan da beslenir. İzler, bakan kişiyi aslında orada olmayan nesnelere dair
ilişkiler kurmak için zorlar. Tek yapmamız gereken onları takip etmek. Eğer
takip edersek mekâna ait hikâyelere bizi götüren bir kılavuz olduklarını
görürüz. Mekânın bilgisini barındırırlar, ancak bu bilgi rasyonel bir dizini
içermez, daha çok sezgisel bir bilgidir. Biz bu izlerle mekânın içerisinde
yankılanan hikâyeyi hissederiz. Bir tür geçmişe yolculuk yaşarız. Aslında
mekânın belleği üzerinden yaşadığımız deneyimlediğimiz, mekânın hikâyesinden
çok, kendi duygu ve sezgilerimizin yaratısıdır.Nesne ve nesnenin
dışındaki boşluğun varlığı, yüzey üzerinde belleğin görselleşmesi olarak yapıta
dönüşür. Yüzey artık belleğin taşıyıcısı ve boşluğun kendisidir.Boş yüzeye bir
çizgi çekiliyor. Başlangıç ve bitiş noktası yüzeyi kontrol altına aldığında,
bir tür iskelet gibi işlev gören çizgiler yüzeyin direncini oluşturuyor.
Resimlerde birbirini örten ve birbirini silen katmanlar üst üste çakıştıkça
yeni görüntüler ortaya çıkıyor. Yüzeyde bir çizginin varlığı ne kadar kararlı
ise imge de o kadar silikleşmiş ve yarı görünür hale sokularak boşluğun
direncini test ediyor. Çizgi betimleyici özelliğinden sıyrılmış yüzeyin
dinamiğini oluşturarak izleyicinin duruşunu, bakışını belirleyen bir
konumdadır. Bazen boşluk küçük çizgilerin bir araya gelmesiyle defalarca
parçalanarak doluya teslim oluyor ve küçük kıpırtılarla oluşmuş dolu izlenimi
veren başka bir boşluğa dönüşüyor.
Aranan şey minimal etki yaratmak ya da hiçlik vurgusu yapmak değil,
gerçek ile hayal arasında varlık bulan bir ara durum oluşturmak. Ayrıntılar
azalarak nerdeyse hafızada fazla bir şey bırakmayacak kadar silikleşiyor. Tek
rengin temsiliyetine bürünüyor. Boşluk görünür kılınıyor. Monokrom resim, sise
benzer nitelikte tek rengin çağrıştırdığı sonsuzluk etkisiyle izleyende yüce
(sublime) duygusunun doğmasına neden olur. Renk artık resim yapmak için var
olmaz; boşluğu görünür kılmak için vardır. Zamanın ötesini işaret eder. Sis
ayırt etme beklentisi yaratır, gri renkte varlık bulmasına rağmen, yeşil ile
derinleşir. Sis dağıldıkça yeşilin huzuru galip gelir.
-“Beyaz Balina”
heykel çalışmanız ve Tahtakale
Hamamı’ndaki serginizdeki “Çaresizliğin Kutsanması” adlı neon işiniz hakkında
da bilgi verir misiniz?
Beyaz
Balina heykeli, aslında benim için zaman içinde olayların, nesnelerin mekânda
üst üste bıraktığı izler gibi, bu zaman insanının yalnız, derinde ve büyük
benliğini, egosunu, anılarını temsil ediyor. Balinalar birbirleri ile iletişimi
ve kendi konumlarını sonar ses sistemleri ile sağlar. Önce kendileri ses verir,
bunun maddeler üzerinden kendilerine yansımasını bekler. Böylece nerede
olduklarını, nereye gittiklerini bilir. Sanırım biz de sesimizi zaman zaman
içimize yönlendirmeli ve oradan gelen yankılarla bu dünyadaki yerimizi tespit
etmeliyiz.
Mimari
yapılar yapıldığı çağın insanını yansıtır. Nasıl yaşaralar, kendilerini,
çevrelerini ve yaşamı nasıl algılarlar? Yapıların sanat eserine dönüşmesi,
estetiğin mimariye ve mimari ögelere taşınması zanaatkârın yapıtı yoluyla
zamana karşı verdiği bir savaştır. Yapı hem işlevselliği hem de estetiği ile
zamana karşı direnç gösterir. İnsanları, toplumları, o ana dair olanı zamanın
ötesine taşır. Bu yaratma ve yapma insanın fiziksel sınırlarına meydan
okumasıdır. İnsanın meydan okuma dürtüsü oyun dürtüsü ile birlikte var olur
18.yy da sanat uygarlığı oluşturan
temellerden biri olarak sınıflandırılıncaya dek sanatçının sanat nesnesi ile
olan ilişkisi çağdaşlarının, zamanın, çağının estetik anlayışının önüne geçmeye
yönelik bir meydan okumadır. İnsan deneyimlerini oyunlar ile kazanır. Bu yüzden
çocuklar için oyun oynamak yaşamı öğrenmek ve deneyimlemek ise, sanat da
yüzyıllarca insanın yaşamı ve zamanı öğrenmek için oynadığı bir oyundur.
Zihinsel ve nesnel olarak yeniye, farklı olana doğru yapılan bir yolculuktur.
Meydan okuma ve oyun arasında dürtüsel bir birliktelik vardır. Osmanlı
mimarisinin estetik temelini oluşturan sadelik ve tekrarın belirli matematiksel
ölçülerle kullanılmasının getirdiği zengin görsellik Tahtakale Hamamın’da da
kendisini gösteriyor. Çağının algısını yansıtıyor. Bu projede saptırmalar,
propaganda, yeni bir önerme aranmadı. Var olan oyuna günümüz koşulları ile bir
katılım sağlanmaya çalışıldı.
Var olan gerçeklik görsel olarak
bir yapı bozuma uğratılıyor. Görüneni farklı görmek, görünmeyeni görünür
kılmak, günümüz teknolojisini kullanarak geçmişin estetik ölçülerini yeniden
kutsamak. Neşeli, coşkulu bir atmosfer yaratarak. Geçmişte mimarın oynadığı
oyuna katılmak. Yapıt ve insan arasına girmiş ilişki sarmallarından kurtulmak
bu projenin amacını oluşturuyor.
-Çalışmalarınızda
nelerden etkilenirsiniz? Sizi yönlendiren, sevdiğiniz sanatçılar kimlerdir?
Dünyadan güncel sanattan takip ettiğiniz sanatçılar var mı?
Her şeyden önce ben de pek çok diğer sanatçı gibi yaşamın
kendisinden besleniyorum. Yaşadığım hayatı, zamanı, ortamı, şehir yaşamında
uzak kaldığım(ız) ve anlamını unuttuğumuz doğayı, onunla olan ilişkimizi
sorguluyorum. Ve bir sanatçı olarak elbette tekrar ederek sanatı sorguluyorum.
Görsellik, görsel algı, gözün gördüğü, nasıl gördüğü,
gördüğü şeyin ve görme şeklinin insan düşüncesini, psikolojisini nasıl
etkilediğini merak ediyorum. Farklı bakış açıları bulmaya çalışıyorum. Görme ve
düşünme sürecim, kendi gördüklerim ve bunlardan dolayı hissedip düşündüklerim
üzerine sanatımı kurguluyorum. Kişilik olarak genelden özele doğru yönelen bir
yapım var. Bu yüzden biz insanları tümden etkileyen, değiştiren, bizi eğip
büküp yeniden şekillendiren şeyler; mekân gibi, zaman gibi, doğa gibi genel
kavramlardan yola çıkıyor kendi özelimde bu konuları şekillendirip, nesnelleştiriyorum.