Klasik bir soru ile başlamak
istiyorum, sizi tanıyabilir miyiz? Yazı ile yolunuz nasıl kesişti?
Çanakkale’de
büyüdüm. Lise ikiye geçtiğim yaz, babamın işi nedeniyle Kayseri’ye taşındık.
Kerameti kendinden menkul, uzaklara derin derin bakan yazar pozlarını ilk kez
orada verdim. Kendimi bütünüyle ait hissettiğim bir kentten Kayseri’ye taşınmak
benim için duygusal anlamda zorlayıcı bir deneyimdi. Yazmak orada başladı,
memlekete gönderilen mektuplarla, özlemle, üniversitede yeniden kavuşma
hayalleriyle… Yazmak, o günlerden bu yana, duygularımı, düşüncelerimi tasnif
etmek, izlemek, kendimi anlamak için sıkça başvurduğum bir eylem.
Sağa
sola yaptığım karalamaların, iç dökmelerin bir adım ötesine geçmem ise,
katıldığım bir Yaratıcı Yazarlık Atölyesi ile başladı. Mario Levi’den ders
almak, yazma cesareti kazanmama,
yayımlanana kadar metinlerimin tek okurunun ben olduğumu kavramama ve yazarken
beni izleyen gözlerden kurtulmama olanak sağladı. Ödülün kendisinin yazmak
olduğunu unuttuğum, omzuma oturmuş her yazdığıma kaşını kaldıran, gözlerini
deviren içimdeki mükemmeliyetçi seslere fazlaca aldırdığım, bu nedenle kendime
kötü ilk taslaklar yazma izni vermediğim bir dönemde, tanıştığım Yeşim
Cimcoz’dan ise yazının zanaatkârı olmadan sanatkârı olunamayacağını öğrendim.
Mükemmeliyetçilik baskısı nedeniyle yitirdiğim oyuncu yanımla yeniden tanıştım.
Tüm bunların yanı sıra diş hekimiyim ve Deniz’in annesiyim.
“Kendisiymiş Gibi” ikinci öykü
kitabınız. Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata
karşı anlam arayışı öykülerinizdeki belirgin temalar. Okuyucuyu neler bekliyor
“Kendisiymiş Gibi”de?
Kendisiymiş Gibi’de
yer alan öyküler Batı’yı anlatıyor, giderek yalnızlaşan, çevresine, ailesine,
kendisine yabancılaşan, içine kapanan bireyi. Okuru, zihnimizin bize oynadığı
oyunlara, hatırlama biçimlerimize, gerçekle hatırlanan arasındaki
tutarsızlıklara bakmaya, yavaşlamaya, yüzleşmeye ve en nihayetinde silkinmeye,
değişime davet ediyor.
İçinden
geçtiğimiz, gözle görülmeyen bir virüs tarafından yola getirildiğimiz şu
günler, hem bireylere hem de devletlere aynı daveti sunuyor; insanlığın
bildiği, alışageldiği yöntemlerle devam edemeyeceğini, daha adil, sosyal bir
dünya düzeninin el birliğiyle ve ivedilikle inşa edilmesi gerekliliğini açıkça
ortaya koyuyor. Umarım hepimiz üzerimize düşen kıssadan hisseyi alır ve
harekete geçeriz.
2015 yılında çıkan ilk öykü kitabınız
“Lodos Çarpması” ile ikinci kitabınız “Kendisiymiş Gibi” arasında geçen süreçte
Tuğba Gürbüz’ün kaleminde nasıl değişlikler oldu?
Lodos Çarpması’ndaki
öyküler, daha çok bir olayın, deneyimin aktarıldığı, anlatmaya dayalı
hikâyelerdi. Bir kitap bütünlüğünde elime alıp okumak, öykü yazarı
arkadaşlarımdan gelen geri bildirimleri işitmek, beni hikâye etmenin yanı sıra,
gözetmem gereken diğer unsurlara, özellikle de dilin kullanımına kafa yormaya,
dilin imkânlarını çoğaltmanın yollarını aramaya yöneltti. Bu anlamda benim
yazarlıktan muradım, okurda daha canlı ve kesintisiz bir düş yaratmak, ilk
kitabın üzerine çıkmaktı. Dolayısıyla Kendisiymiş
Gibi “yeniden yazma” sürecinin daha uzun sürdüğü, okurluğuna güvendiğim
arkadaşlarımdan bir dış göz olarak daha çok yararlandığım bir sürecin verimi
olarak okurun karşısına çıktı.
On sekiz öyküden oluşuyor
“Kendisiymiş Gibi”. Öykülerinizdeki kahramanlarınızdan bahseder misiniz? En
sevdiğiniz kahramanınız kim?
Benim
öykü tanımım “Geçerken gördüğüm şey” şeklinde. Kitapta yer alan öyküler, bu
tanımı doğrular nitelikte, kısa bir an içinde, bir durumu, olayı öykü kişileri
aracılığıyla aktarıyor. Dolayısıyla çabam, akılda kalır kahramanlar yaratmaktan
ziyade, öykü kişileri aracılığıyla bir duruma, olaya dikkat çekmek, modern
bireyi eleştirmek, okuru kendisiyle yüzleşmeye davet etmek. Öykülere baktığımda
çok belirgin kahramanlar yerine, flu yüzler, okurun kendi suretinin üzerine
düşeceği boşluklar görüyorum.
Tanıtım yazınızda pek de duygusal
olmayan bir dille yazdığınız belirtilmiş. Ne söylersiniz yazı dilinizle ilgili?
Okuduğumuz
her metin bizde birtakım duygular uyandırır. Bizde uyanan duygular, yazarın
yaratmak istediği düş dünyasına daha kolay girmemize, o düşün kesintisiz
sürmesine de olanak sağlar. Bununla beraber duygu uyandırayım derken aşırıya
kaçmayı, duygu sömürüsüne yaslanmayı, okurun dikkatini çekmek ve sempati
yaratmak için şoke edici şeyler yazmayı, kolaycılığa kaçmak olarak görüyor,
özellikle kaçınıyorum. İyiyle kötü, haklıyla haksız arasındaki ayrımın altını
kalın çizgilerle çizmeden, olanı olduğu gibi aktarmak, yalın ve akıcı bir dil
kurmayı önemsiyorum.
Öykülerinizde yazarken ön hazırlık
yapıyor musunuz? Yazma sürecinde neler yaşıyorsunuz?
Öykülerin
yazılma anı çok uzun ve büyük hazırlıklar gerektirmiyor, benim için. Gündelik
hayatın içinde dikkatimi çeken, beni rahatsız eden bir durumla başlayıp
çalakalem yazıyorum. Her defasında bu kadar gelişigüzelliğin içinden değerli
bir şey çıkar mı diye endişeleniyorum ama sabırlı bir bahçıvan gibi tohumları
serpmeye, sulamaya devam ediyorum. Kelimeler çoğaldıkça, karakterler beliriyor,
üzerinde çalışmaya değer bir yönü işaret eder hâle geliyor. O zaman kaybolma
korkusu olmaksızın ipin ucunu tutup labirentin derinliklerine dalıyor ve
yazının getireceği sürprizlerden keyif almaya başlıyorum. İşin asıl eğlenceli
yanı da bu olsa gerek. Sonra ince işçilik de diyebileceğimiz yeniden yazma
süreci başlıyor. Bu aşama da, metni bekletmek, kelimelerin yerlerini
değiştirmek, anlam zenginliği katacak şekilde çoğaltmak ya da eksiltmek,
defalarca okumak, metni imla hatalarından temizlemek, nihayet bir öykü
bittiğinde bütün bunları yeniden yapabileceğini ummaktan geçiyor.
İki öykü kitabınız var. Üçüncü
kitabınız roman olabilir mi? Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir
miyiz?
Pek
çok kadın yazar gibi benim de okumaya ve yazmaya ayırdığım zaman kısıtlı.
Çalışma hayatım, kızımın bakımı ve evle ilgili sorumluluklardan arta kalan
sürenin el verdiği oranda üretmeye çabalıyorum. Bu da beni daha oylumlu
metinler yerine öyküye yöneltiyor. Zamanımın el verdiği ölçüde parçaların
çıkmasına izin vermek, aralarda geri dönmek, kısa sürede metnin tamamını
okuyarak kaldığım yerden rahatça içine girmek ve yeniden yazmak bu koşullar
altında ancak öykü ile mümkünmüş gibi geliyor.
Daha
oylumlu metinler yazmak için daha geniş zamanlara ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
Günün birinde sabrım, soluğum ve zamanım bir roman yazmaya yeter mi emin
değilim. Bununla beraber kızım büyüyor, giderek daha kalın kitapları deviriyor
ve benden eğlenceli, maceralı bir çocuk romanı bekliyor, dahası çocuklar için
yazmak konusunda yeterince istekli ve çalışkan olmamakla suçluyor. Evdeki yoğun
baskıyı göz önüne alırsam, bir sonraki kitabın bir çocuk romanı olmasını canı
gönülden istiyorum.
Tuğba Gürbüz, hangi yazarları okuyor?
Öykü
yazdığım için daha çok öykünün ustalarını okumaya çalışıyorum. Sait Faik,
Tomris Uyar, Selçuk Baran, Murathan Mungan, Fikret Ürgüp, Murat Gülsoy, Ayfer
Tunç, Yekta Kopan, Murat Özyaşar severek okuduğum yazarlar arasında. Bunun yanı
sıra elimden geldiğince yeni çıkan öykü kitaplarını da takip etmeye
çalışıyorum. Yazmanın incelikleriyle ilgili kitaplar başucumda duruyor. Oradan
edindiğim bilgilerle kendi metinlerimin editörü olmayı öğreniyorum. Ve elbette
çocuk kitapları! Uzun yıllar kızıma birbirinden nefis çocuk kitapları okudum.
Kızım şimdi dokuz yaşında ve tam bir kitap kurdu. Artık o bana sevdiği
kitapları ve yazarları öneriyor. Onun önerdiği çocuk kitapları da severek
okuduklarım arasında yer alıyor.
Uzun süredir “Kurmacabiyografiler”
adlı bloğunuz var. Blog yazarlığının yazılarınıza etkisi nasıl oldu?
Blog
tutmaya başladığımda ilk amacım yazdığım metinleri paylaşmak, “Ben de
buradayım, varım” diyerek kendime bir alan açmak ve yazma disiplini sağlamaktı.
Ancak yıllar içinde merak ettiğim, ilgi duyduğum, öğrenmek istediğim alanların
her birine açılan bir kapı hâline gelerek ‘iyi ki başlamışım’ diye düşündüğüm
bir nevi oyun ve keşif alanına döndü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder