hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2020 Pazar

Tuğba Gürbüz ile Röportaj



                                                       
                            Sevgili Tuğba Gürbüz ile mürekkephaber için yaptığımız röportaj

Klasik bir soru ile başlamak istiyorum, sizi tanıyabilir miyiz? Yazı ile yolunuz nasıl kesişti?

Çanakkale’de büyüdüm. Lise ikiye geçtiğim yaz, babamın işi nedeniyle Kayseri’ye taşındık. Kerameti kendinden menkul, uzaklara derin derin bakan yazar pozlarını ilk kez orada verdim. Kendimi bütünüyle ait hissettiğim bir kentten Kayseri’ye taşınmak benim için duygusal anlamda zorlayıcı bir deneyimdi. Yazmak orada başladı, memlekete gönderilen mektuplarla, özlemle, üniversitede yeniden kavuşma hayalleriyle… Yazmak, o günlerden bu yana, duygularımı, düşüncelerimi tasnif etmek, izlemek, kendimi anlamak için sıkça başvurduğum bir eylem.

Sağa sola yaptığım karalamaların, iç dökmelerin bir adım ötesine geçmem ise, katıldığım bir Yaratıcı Yazarlık Atölyesi ile başladı. Mario Levi’den ders almak,  yazma cesareti kazanmama, yayımlanana kadar metinlerimin tek okurunun ben olduğumu kavramama ve yazarken beni izleyen gözlerden kurtulmama olanak sağladı. Ödülün kendisinin yazmak olduğunu unuttuğum, omzuma oturmuş her yazdığıma kaşını kaldıran, gözlerini deviren içimdeki mükemmeliyetçi seslere fazlaca aldırdığım, bu nedenle kendime kötü ilk taslaklar yazma izni vermediğim bir dönemde, tanıştığım Yeşim Cimcoz’dan ise yazının zanaatkârı olmadan sanatkârı olunamayacağını öğrendim. Mükemmeliyetçilik baskısı nedeniyle yitirdiğim oyuncu yanımla yeniden tanıştım. Tüm bunların yanı sıra diş hekimiyim ve Deniz’in annesiyim.

“Kendisiymiş Gibi” ikinci öykü kitabınız. Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata karşı anlam arayışı öykülerinizdeki belirgin temalar. Okuyucuyu neler bekliyor “Kendisiymiş Gibi”de?

Kendisiymiş Gibi’de yer alan öyküler Batı’yı anlatıyor, giderek yalnızlaşan, çevresine, ailesine, kendisine yabancılaşan, içine kapanan bireyi. Okuru, zihnimizin bize oynadığı oyunlara, hatırlama biçimlerimize, gerçekle hatırlanan arasındaki tutarsızlıklara bakmaya, yavaşlamaya, yüzleşmeye ve en nihayetinde silkinmeye, değişime davet ediyor.

İçinden geçtiğimiz, gözle görülmeyen bir virüs tarafından yola getirildiğimiz şu günler, hem bireylere hem de devletlere aynı daveti sunuyor; insanlığın bildiği, alışageldiği yöntemlerle devam edemeyeceğini, daha adil, sosyal bir dünya düzeninin el birliğiyle ve ivedilikle inşa edilmesi gerekliliğini açıkça ortaya koyuyor. Umarım hepimiz üzerimize düşen kıssadan hisseyi alır ve harekete geçeriz.

2015 yılında çıkan ilk öykü kitabınız “Lodos Çarpması” ile ikinci kitabınız “Kendisiymiş Gibi” arasında geçen süreçte Tuğba Gürbüz’ün kaleminde nasıl değişlikler oldu?

Lodos Çarpması’ndaki öyküler, daha çok bir olayın, deneyimin aktarıldığı, anlatmaya dayalı hikâyelerdi. Bir kitap bütünlüğünde elime alıp okumak, öykü yazarı arkadaşlarımdan gelen geri bildirimleri işitmek, beni hikâye etmenin yanı sıra, gözetmem gereken diğer unsurlara, özellikle de dilin kullanımına kafa yormaya, dilin imkânlarını çoğaltmanın yollarını aramaya yöneltti. Bu anlamda benim yazarlıktan muradım, okurda daha canlı ve kesintisiz bir düş yaratmak, ilk kitabın üzerine çıkmaktı. Dolayısıyla Kendisiymiş Gibi “yeniden yazma” sürecinin daha uzun sürdüğü, okurluğuna güvendiğim arkadaşlarımdan bir dış göz olarak daha çok yararlandığım bir sürecin verimi olarak okurun karşısına çıktı. 
                                                     


On sekiz öyküden oluşuyor “Kendisiymiş Gibi”. Öykülerinizdeki kahramanlarınızdan bahseder misiniz? En sevdiğiniz kahramanınız kim?

Benim öykü tanımım “Geçerken gördüğüm şey” şeklinde. Kitapta yer alan öyküler, bu tanımı doğrular nitelikte, kısa bir an içinde, bir durumu, olayı öykü kişileri aracılığıyla aktarıyor. Dolayısıyla çabam, akılda kalır kahramanlar yaratmaktan ziyade, öykü kişileri aracılığıyla bir duruma, olaya dikkat çekmek, modern bireyi eleştirmek, okuru kendisiyle yüzleşmeye davet etmek. Öykülere baktığımda çok belirgin kahramanlar yerine, flu yüzler, okurun kendi suretinin üzerine düşeceği boşluklar görüyorum.

Tanıtım yazınızda pek de duygusal olmayan bir dille yazdığınız belirtilmiş. Ne söylersiniz yazı dilinizle ilgili?

Okuduğumuz her metin bizde birtakım duygular uyandırır. Bizde uyanan duygular, yazarın yaratmak istediği düş dünyasına daha kolay girmemize, o düşün kesintisiz sürmesine de olanak sağlar. Bununla beraber duygu uyandırayım derken aşırıya kaçmayı, duygu sömürüsüne yaslanmayı, okurun dikkatini çekmek ve sempati yaratmak için şoke edici şeyler yazmayı, kolaycılığa kaçmak olarak görüyor, özellikle kaçınıyorum. İyiyle kötü, haklıyla haksız arasındaki ayrımın altını kalın çizgilerle çizmeden, olanı olduğu gibi aktarmak, yalın ve akıcı bir dil kurmayı önemsiyorum.

Öykülerinizde yazarken ön hazırlık yapıyor musunuz? Yazma sürecinde neler yaşıyorsunuz?

Öykülerin yazılma anı çok uzun ve büyük hazırlıklar gerektirmiyor, benim için. Gündelik hayatın içinde dikkatimi çeken, beni rahatsız eden bir durumla başlayıp çalakalem yazıyorum. Her defasında bu kadar gelişigüzelliğin içinden değerli bir şey çıkar mı diye endişeleniyorum ama sabırlı bir bahçıvan gibi tohumları serpmeye, sulamaya devam ediyorum. Kelimeler çoğaldıkça, karakterler beliriyor, üzerinde çalışmaya değer bir yönü işaret eder hâle geliyor. O zaman kaybolma korkusu olmaksızın ipin ucunu tutup labirentin derinliklerine dalıyor ve yazının getireceği sürprizlerden keyif almaya başlıyorum. İşin asıl eğlenceli yanı da bu olsa gerek. Sonra ince işçilik de diyebileceğimiz yeniden yazma süreci başlıyor. Bu aşama da, metni bekletmek, kelimelerin yerlerini değiştirmek, anlam zenginliği katacak şekilde çoğaltmak ya da eksiltmek, defalarca okumak, metni imla hatalarından temizlemek, nihayet bir öykü bittiğinde bütün bunları yeniden yapabileceğini ummaktan geçiyor.

İki öykü kitabınız var. Üçüncü kitabınız roman olabilir mi? Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz?

Pek çok kadın yazar gibi benim de okumaya ve yazmaya ayırdığım zaman kısıtlı. Çalışma hayatım, kızımın bakımı ve evle ilgili sorumluluklardan arta kalan sürenin el verdiği oranda üretmeye çabalıyorum. Bu da beni daha oylumlu metinler yerine öyküye yöneltiyor. Zamanımın el verdiği ölçüde parçaların çıkmasına izin vermek, aralarda geri dönmek, kısa sürede metnin tamamını okuyarak kaldığım yerden rahatça içine girmek ve yeniden yazmak bu koşullar altında ancak öykü ile mümkünmüş gibi geliyor.

Daha oylumlu metinler yazmak için daha geniş zamanlara ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Günün birinde sabrım, soluğum ve zamanım bir roman yazmaya yeter mi emin değilim. Bununla beraber kızım büyüyor, giderek daha kalın kitapları deviriyor ve benden eğlenceli, maceralı bir çocuk romanı bekliyor, dahası çocuklar için yazmak konusunda yeterince istekli ve çalışkan olmamakla suçluyor. Evdeki yoğun baskıyı göz önüne alırsam, bir sonraki kitabın bir çocuk romanı olmasını canı gönülden istiyorum.

Tuğba Gürbüz, hangi yazarları okuyor?

Öykü yazdığım için daha çok öykünün ustalarını okumaya çalışıyorum. Sait Faik, Tomris Uyar, Selçuk Baran, Murathan Mungan, Fikret Ürgüp, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Yekta Kopan, Murat Özyaşar severek okuduğum yazarlar arasında. Bunun yanı sıra elimden geldiğince yeni çıkan öykü kitaplarını da takip etmeye çalışıyorum. Yazmanın incelikleriyle ilgili kitaplar başucumda duruyor. Oradan edindiğim bilgilerle kendi metinlerimin editörü olmayı öğreniyorum. Ve elbette çocuk kitapları! Uzun yıllar kızıma birbirinden nefis çocuk kitapları okudum. Kızım şimdi dokuz yaşında ve tam bir kitap kurdu. Artık o bana sevdiği kitapları ve yazarları öneriyor. Onun önerdiği çocuk kitapları da severek okuduklarım arasında yer alıyor.

Uzun süredir “Kurmacabiyografiler” adlı bloğunuz var. Blog yazarlığının yazılarınıza etkisi nasıl oldu?

Blog tutmaya başladığımda ilk amacım yazdığım metinleri paylaşmak, “Ben de buradayım, varım” diyerek kendime bir alan açmak ve yazma disiplini sağlamaktı. Ancak yıllar içinde merak ettiğim, ilgi duyduğum, öğrenmek istediğim alanların her birine açılan bir kapı hâline gelerek ‘iyi ki başlamışım’ diye düşündüğüm bir nevi oyun ve keşif alanına döndü.


22 Ekim 2018 Pazartesi

Onu Görmeye Gittim


                                                              


Orta Akdeniz’in kalbi Malta’dan Akdeniz Sıcaklığındaki Öyküler “Onu Görmeye Gittim”
Kalem Ajans’ın Türkçe’de yeterince yer bulamamış dillere ve ülke edebiyatlarına ağırlık vererek “Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü” olarak adlandırdığı  projede  dünyanın yedi ülkesinden yedi kısa öykü kitabı seçilmiş. Çalışmada “Bir edebiyat köprüsü inşa ediyoruz” mottosuyla  yola çıkılmış ve ülke edebiyatlarının tanıtıldığı bu seride bütünlüğü yakalamak için çizerlere de yer verilmesi düşünülmüş. Her kitabın kapağı için o ülkenin çizeriyle çalışılmış. Böylece kitabı elinize aldığınızda, kapaktan öykülere kadar o ülkenin genç yetenekleri ile karşılaşıyorsunuz.
“Onu Görmeye Gittim” bu proje kapsamında Mehtap Gün Ayral’ın çevirisi ile İngilizceden dilimize kazandırılmış. Kitabın aslı Maltaca yazılmış olmasına rağmen Maltacadan Türkçeye çeviri yapacak bir çevirmen bulunamadığından projede köprü dil kullanılarak çevrilen tek kitap “Onu Görmeye Gittim” olmuş. Malta Edebiyatı’ndan örneklere Türkçede çok rastlanmadığı için Malta Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden Pierre J. Mejlak’ın Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül kazanan bu kitabı Türkçeye kazandırılmış.
Mejlak, Akdenizliliğin hissedilir sıcaklığı, keskin gözlem gücü ve insanların farklı ruh hallerini gösterme becerisiyle iyi bir yazar olduğunu kanıtladığı kitapta karakterlerin çeşitliliğine hayran olmamak elde değil. Geçmiş ile geleceğin, hayal ile gerçeğin tam olarak neresinde olduğuna karar veremeyen karakterlerin öykülerini okuyoruz Mejlak’ın kitabında.  Orta Akdeniz’in tam kalbinden, Malta Adaları’ndan hikâyeler anlatan Mejlak’ın yazılarında göç, ölüm, hatıra, ev kavramı önemli yer tutuyor.
1982 Malta doğumlu olan ve 2010’dan beri Brüksel’de yaşayan, Pierre Mejlak, gazetecilikten, dergiciliğe, editörlüğe, ve yayıncılığa kada bir çok işte görev yapmış.  Çok sayıda ödül sahibi olan Mejlak’ın hikâyeleri İngilizce, Fransızca, Katalanca, Arapça, İspanyolca ve İtalyanca dahil pek çok dile çevrilmiş.  
Maltacadan İngilizceye Antonie Cassar ve Clare Vassalo’nun, İngilizceden Türkçeye Mehtap Gün Ayral’ın çevirdiği “Onu Görmeye Gittim”in Yayın Yönetmeni Nermin Mollaoğlu, Yayın Koordinatörü Hazal Baydur. Önsözünü “Şaşaalı Karanlık” başlığı altında Sinem Sal kaleme almış.
“Ütü Masası”, “Onu Görmeye Gittim”, “Karga”, “Elçi”, “Onun Kokusu”, “Samira’ya Seslenmek İstiyorum”, “Hükümet Darbesi”, “Yabancı”, ” Zeka Küpü ve Kız”, “Papağan Çığlığı”, “Narlı Ev”, “Bu Son Yazın, Amy”, “Nuria Angels Barrera” olmak üzere on üç öyküden oluşan kitapta birbirinden farklı karakterlerle, tanıdıklarımıza hatta kendimizle karşılaşıyoruz, cenaze evlerine, hastane koridorlarına gidip, geçmişinden kurtulmaya çalışan kaçakçıların yol arkadaşı oluyoruz.
Öykülerde, bir karganın  genç bir çiftin ilişkisi seyrini değiştirdiğine, genç bir çocuğun  yanmış kibrit çubuklarıyla arkadaşlık edişine, bir kadının kocasının  ölüm haberini eve gelen bir polisten öğrendiğinde hiç olmadığı kadar rahatlamasına, ütü masasından kurtulmak isteyen adamın yaşadıklarını,  ölmekte olan bir babanın  oğlunu mazide kalmış aşkının küllerini bulmak üzere çıkardığı yolculuğa tanıklık ediyoruz. Geçmiş ve gelecek, iç ve dış, hayal ve gerçek arasında yaşayan insanların öykülerini okuduğumuz “Onu Görmeye Gittim” Kalem Kültür Yayınlarından 2018 yılında basılmış.
Önsözden; “...Daha sonra küpe sol avucunda, zar zor kapı kasasına yaslanıp, gitme vaktinin geldiğini anlayarak ayaklanan misafirlerin ellerini sıkarak görevin yerine getirdi ve onları yolcu etti. Geçirdiği her kadını öperken kulaklarına bakıyordu.
Ve böylece her bir kulak, uzun gecelerde, hiçbir sırrı ifşa etmeye niyetli olmayan bir yatakta uzanırken, birinin ona anlatmasının özlemini çektiği birer öyküye dönüştü.”
Sonsözden; “... Kadın kahverengi ceketinin cebinden şeker paketini çıkarır ve muzip bir tavırla, bak ne getirdim, diye fısıldarken, adam ona kendisini utandırdığını söyledi. Sonradan çok parfüm sıktığı, bu yüzden başına ağrılar girdiği, bütün gece hapşırttığından yakınmasının da sebebi buydu. Yine sonrdan arabada adam suskundu, bir yerde durup çok sevdiği sıcak çikolatadan içmek ister mi diye kadına sormadı bile. Bunun yerine elli kilometre sabit hızla, tek kelime etmeden doğruca eve sürdü. Ve annesinin ölümünden sonra kendini bir başka ıstıraplı güzel anıdan kurtardığını düşünerek yatmaya gitti.”

18 Mayıs 2018 Cuma

Eyüp Tosun'la Kör Islık üzerine



                                                                  

İlk öykü kitabı“Kör Islık”, Tefrika Yayınları’dan çıkan Eyüp Tosun, öykülerinde, insana ve doğaya ait olan her şey, kendine ifade alanı yaratıyor.  Eyüp Tosun’la on öyküden oluşan kitabı ve yazma serüveni üzerine konuştuk. 
-“Kör Islık” ilk öykü kitabınız. Daha önce dergilerde yayınlanmış öyküleriniz var. Nasıl başladı yazma serüveniniz?
İlkokul dördüncü sınıfa sanırım. Öncesi varsa da hatırlamıyorum. Türkçe öğretmenimi çok seviyordum. Çok güzel konuşuyordu, ve teneffüslerde ayaktayken bile elinden kitap düşmüyordu. Konuyu hatırlamıyorum, bir kompozisyon ödevi vermişti. Yazdım, verdim. Benimkini ve bir arkadaşımınkini sınıfta yüksek sesle okudu. Çok tuhaf bir histi. Yazdıklarımı ilk kez duyuyordum. Kural, tür vs bilmeksizin yazmaya başladım. Hâlâ da çabalamam devam ediyor.

-İlk kitabı yayınlanan bir yazar olarak neler hissediyorsunuz?
Güzel bir his. Aynı zamanda tedirgin de edici. Çünkü artık bir şekilde yazar olarak anılmaya başlamanın ilk adımı neticede. Çok taze olduğu için belki tam oturmadı hissiyat ama her şeye rağmen kitabımı elime aldığım anı hiç unutmayacağım.

-Kitabınızın yayınlanma sürecini anlatır mısınız?
Öncelikle aceleci davranmadım, bunun altını çizeyim. Güvendiğim insanlara okuttum, onlardan gelen eleştirilere kulak verip yapabildiğim ölçüde düzeltmelerimi yaptım. Sonra benim de içime sinince yavaş yavaş kitap olarak görme hayali başladı. Tefrika ve ekibi ile uyumlu bir çalışmanın ardından da Kör Islık okurla buluştu.

-Eyüp Tosun kimdir, kendinizden bahseder misiniz?
1987 Mamak/Ankara doğumlu. Mamak Niğbolu Lisesi (2005) ve Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı (2010) mezunu. Matbuatla tanıştığı günden itibaren dergi çıkarma girişimlerinde bulunuyor, iki dergi çıkardı. Hâlihazırda Öykülem’i yayına hazırlıyor. Rampalı Çarşı’da başladığı editörlük işine devam ediyor. Öykü ve yazıları Öykülem, Mavi-Yeşil, Habis, Somplaka, Notos, Sarnıç ve Artistik Bellek’te yayımlandı. İstanbul’da yaşıyor. Kör Islık, ilk kitabı.
                                                 


-Nasıl başlıyorsunuz  yazmaya, nelerden etkileniyorsununuz?
Kafamda gezinen hikâyeye göre değişiyor bu. Çoğu zaman not alarak başlıyorum. Bir cümle, bir kelime ya da karakter özellikleri. Böyle böyle hazırlanıyorum, ama süreç çok yavaş ilerliyor bende.

- Öyküyü tercih nedeniniz nedir? Türkiye’de öykünün yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Uzun uzun bir metne çalışamam, bir yerde oturamam ya da biriyle konuşamam. Belki de o yüzden öykü. Kısa, net ve çabuk geçişler olduğu için seviyorum öyküyü.

-Kitabınıza  “Kızma, kitap almadım bu sefer. Anneme...” diyerek başlamışsınız. Nasıl destek aldınız yazma serüveninizde ailenizden ve çevrenizden?
Olumlu ya da olumsuz bir desteğe ihtiyacım yok. Bunlar anlık olarak etkiler beni ama benim asıl meselem kendimle. O yüzden sadece ne kadar kendimle baş başa kalırsam o kadar iyi!

-Son olarak  sevdiğiniz yazar ve kitapları öğrenebilir miyiz?
Çok var, birini yazsam diğerinin hatırı kalır.


-

7 Ocak 2018 Pazar

Biraz Ağır Olmuştu

                                                                                                                        Albert Camus'ya...


Kahvemi alıp, çantamdan kitabımı  ve not defterimi çıkardığım sırada ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Sakin, sessiz  ve klimalı  yerde kitabımı okuyup, notlar alacaktım. Bir anda yan masadaki adamı fark ettim. Bu masa boş değil miydi? O sırada adamın da  elimdeki kitaba baktığını gördüm. “Sisifos Söyleni”.  İşte en sinir olduğum şey başıma gelmişti. - Bakın ben kitap okuyorum, hatta böyle kitaplar.-
Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya düşecekti hep” diye yan masadan konuşmaya başladı adam.  Ama böyle sahneler genellikle dizilerde olur. Esas kız veya oğlan kafası dalgın sahile gider, orada bir balıkçı veya yaşlı bir adam ders ve bilgi dolu sözlerle kahramanımıza doğru yolu gösterir birkaç cümle söylemeye başlar. “Evet bu arada sadece festival filmleri ve belgesel seyretmiyorum,  dizi de seyrediyorum.”
“Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi.  Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.  Sisifos yeryüzüne dönmek için Pluton’dan izin alır. Ama bu Dünya’nın yüzünü yeniden görünce, suyu ve güneşi, sıcak taşları ve denizi tadınca, ruhlar ülkesinin karanlığına dönmek istemez artık. Çağrışımlar, öfkeler, gözdağları, hepsi boşa gider. Daha birçok yıllar, körfezin eğrisi, pırıl pırıl deniz ve yeryüzünün gülümsemeleri  karşısında yaşar. Tanrıların bir karar vermesi gerekmektedir. Mercure gelip pervasızın yakasına yapışır, sevinçlerinden kopararak zorla ruhlar ülkesine götürür onu, burada kayası hazırdır.” Adam anlatmaya devam ediyordu. O anda da aklıma Woody Allen’ın “Paris’te Gece Yarısı” filmi gelmişti. Gece yarısı Paris sokaklarında da değildim. -Bu arada Woody Allen filmleri seyrettiğimin de altını çizmiş oldum.-
“Tanrıları hor görmesi,  ölüme kin duyması, yaşam tutkusu, tüm varlığı hiçbir şeyi bitirmemeye yöneltildiği  bu anlatılmaz işkenceye mal olur. Yeryüzünün tutkuları için ödenmesi gereken pahadır bu” diyerek devam etti adam.
“Sisifos en uyumsuz kahramandır.” Diyerek cevabı verdim ben de. Oh be! Biz de kitabı okuyorduk herhalde, elimizde süs olarak taşımıyorduk. Ezbere daha uzun cümle gelmemişti aklıma ama olsun.
“Sisifos bu dönüş, bu duruş sırasında ilgilendirir beni. Böylesine taşlarla baş başa didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! Bu adamın ağır, ama eşit adımlarla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor. Bu saat, bir soluk alışı andıran, tıpkı yıkımı gibi şaşmaz bir biçimde geri gelen bu saat, bilincin saatidir. Tepelerden ayrıldığı, yavaş yavaş tanrıların inlerine gömüldüğü saniyelerin  her birinde, yazgısının üstündedir. Kayasından daha güçlüdür.”
Bu ağır olmuştu ama. Allah’ım adam Sisifos Söyleni’ni ezbere biliyordu. Şaka mıydı acaba bu olanlar? Kim bana böyle bir şaka yapar, ya da yapabilir?  Buraya geleceğimi, bu kitabı okuduğumu ve onun üzerine çalıştığmı kimler biliyordu? Kim bilir, diyerek ardından da reklam içerikli espiri yapacaktım ama neyse. Ayrıca böyle bir adamı tanıyan ve beni tanıştırmayan birileri varsa  onlarla ilgili de arkadaşlığımızı gözden geçirmem gerekecek.
“Gene Sisifos’u kayasına dönerken getiriyorum gözlerimin önüne, acı başlangıçtaydı. Yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, mutluluğun çağrısı fazla ağır bastığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir; kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir.”
Hayır, adam susmuyordu.  O anda kitabı açıp en uzun paragrafı nefes almadan yüksek sesle okumak istedim. Ayrıca kitabın neden sadece Sisifos Söyleni’nden cümleler söylüyordu, bir işaret miydi?
 “Sisifos Söyleni üzerine kurmaca yazmaya çalışıyorum” dedim. Niye söylediğimi de bilmiyorum ama.
Hafif bir gülümseme ile yüzüme baktı.  Bu gülümseme de ağır olmuştu. Masadan kalktı, sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi, paltosunun yakasını havaya kaldırıp kapıya doğru ilerledi.
Bu yakışıklı adam, bu sıcakta neden palto giymşiti ve sigara içilmeyen mekanda nasıl sigara içiyordu?

Ömür






14 Kasım 2017 Salı

Düşündüm


Neden beni evden almadı? Geç kalmayayım derken erkenden geldim. Karnım açıktı, bari yemek gelene kadar beklerken guruldamasa. Birden çok yersem ve elbiseden midem çıkarsa. Bunu giymeseydim, ama bu geceye de öteki elbiseler hafif olurdu. Keşke çantama kepekli bisküvilerden atsaydım. Bu küçük çantalara sığma diye özel bir eğitim var mı acaba? Eğer varsa acilen gitmem gerekiyor. Burası da gerçekten havalı bir yermiş. Biraz araştırdım gelirken ama o yazılanlardan da iyiymiş. Hala inanamıyorum beni buraya davet ettiğine. Tamam diğer gittiğimiz yerlerde fena değildi ama burası nasıl diyorlar “olay”. Buluşmak için bu kadar özel yer seçilmesinin anlamı ne olabilir? Şeyma ile aklımıza ilk gelen tabiki evlenme teklifi idi. Evet geliyor bu akşam o teklif.
Şarap içmesem, başım ağrıyor sonra. Bu geceyi güzel hatırlamak istiyorum, -gece muhteşemdi ama sonra başım ağrıdı- demek istemiyorum. Neyse en kötüsü bir kadehi yavaş yavaş içermiş gibi yaparım. Gelenlerde ne hoş! “A şu şey değil mi, hani –sanki adını bilirmişim gibi- zengin adamın sevgilisi manken”. Acaba benim gibi ilk defa gelen var mı? Etrafıma çılgınca bakmaya devam ediyorum. Her şeyi görmek ve zihnimde bu özel gecenin hatırası olarak saklamak istiyorum. Bu özel gece, beklediğim o özel soru gelecek.
“Benimle evlenir misin?”. Sahiden bekliyor muyum bu soruyu? Aslında beni buraya davet edene kadar yoktu galiba aklımda?
Ah, işte geldi gönlümün efendisi. Bendeki değişim de süper ama. Gönlümün efendisi ne ya! Adama yüksek sesle söylesem ne düşünür acaba? Söylesem mi, yüzündeki ifadeyi görmek güzel olur.
Menüye bak be! En havalısından verdim siparişimi. Çok güzel telaffuz ettim. Bu akşam hem güzelim hem de havalı.Tam evlenme teklif edilecek kadınım.
İçecek siparişini de karşımdaki yakışıklı verdi, karışmadım. Bu adam şaraptan bu kadar anlıyor muydu? Buraya sık sık geliyor mu acaba? Şimdiye kadar merak etmediğim şeyler şimdi aklımı kurcalamaya başladı. Beraber olmadığımız akşamlar ki, genelde beraber değiliz, daha doğrusu öyle mıç mıç sevgilelerden değiliz. Ben de o beraber olmadığımız akşamları şimdiye kadar çok sorgulamadım. “Ailemleyim” dedi,” iş yemeğindeyim” dedi ve bitti benim için. İş yemeklerine çok sık gittiğini biliyorum, demek ki hamurunda varmış böyle cool olmak.
Bu takımı yeni mi acaba? Çok yakışmış. Bana da iltifat etti. “Bu akşam çok güzel görünüyorsun” dedi. Gıcıklık yapıp “ne yani diğer akşamlar çirkin miyim” diyecektim ama birden kendime geldim, tarafsız düşünüp her akşam bu kadar bakımlı ve havalı olmadığımı kabul edip, hafifçe gülümseyip teşekkür ettim. Bu akşam bende de bir havalar, hafif gülümsemeler falan. Nasıl havaya girdim.
Karşımdaki bu yakışıklı biraz gergin mi acaba? E kolay mı birazdan evlenme teklif edecek. Yemeklerimize devam ediyoruz. Rutin konuşmalar. Günümü sordu, gününü sordum. Ailemi sordu, takıldı, gülüştük fazla koklaşmadık, zaten burada da koklaşılmaz herhalde.
Yemek güzeldi, pek yiyemedim aslında. Hem heyecan var, hem de hızlı hızlı yemeyeyim, bir küçük hanımefendi  olayım dedim. “Bir küçük hanımefendi” içmeden sarhoş oldum galiba? Küçük parçalara bölerek kibar kibar yemeye çalıştım. Yemek biran önce bitse, teklifi yapsa, ben de o da rahatlasak diye düşünmedim değil bir kaç kere. O yüzük çıksa, evlilik teklifi yapılsa, gözlerim buğulansa, yanaklarım kızarsa. Yüzük nasıl acaba? Soruya bak, nasıl olacak? Süper bir espri geliyor. “İyi, ellerinden öper”. Of ya kafamın içinden geçirdiklerimi Allah’tan sesli söylemiyorum.
Daha tatlı siparişini de veremedik. Teklif de gelmedi. Yoksa beklediğim şeyler aynı anda mı gelecek?  Pasta ve yüzük. Tam filmlerdeki gibi. Evet oturduğu yerde düzeldi. Geliyor herhalde teklif. Hani pasta?
“Bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama ben bir süredir, aslında bayağı bir süredir düşünüyorum ve ayrılmamızın ikimiz içinde daha iyi olacağına, hatta senin için daha iyi olacağına karar verdim. Sen daha iyilerine layıksın.”
Bir süredir, düşünüyormuş, düşünmüş, ikimiz adına en iyi kararı vermiş, almış, yapmış, düşünmüş, üzmek istememiş, daha iyi olacakmış, düşünmüş.... Kafamın içinde bu kelimeler, cümleler dolaşırken o an aslında tek istediğim koca bir dilim kremalı pastaydı. Düşündüm ve garsonu çağırıp tatlı siparişi vermenin benim için en iyi olacağına karar verdim.

3 Aralık 2014 Çarşamba

ELİF ŞAFAK "Sakız Sardunya"




Ne kadar uzun zaman olmuş çocuk kitabı okumayalı.  Ve ne kadar iyi geldi “Sakız Sardunya”. Elif Şafak’ın “Sakız Sardunya”sını bütün çocuklar hatta büyükler de okumalı. İsmini  Sevmeyen Kız “Sakız Sardunya”nın sıcacık hikayesi.  Bulduğu bir kürenin  ardından Sakız Sardunya’nın yaşadıkları ve notları biz büyüklerin şimdi ve büyümeye çalıştığımızda yaşadıklarımız.
Soruları vardı Sakız Sardunya’nın küçükken benim de sorduğum. Anlamıyordu bazı şeyleri benim de anlamadığım gibi.
…”Anlamıyordu, nasıl oluyor da annesi sürekli bu tür laflar ediyordu. Ders çalışmazsan derslerin küser, yemezsen yemekler küser, evine davet etmezsen komşular küser, misafirliğe gittiğinde her ikramı bitirmezsen ev sahipleri küser…Sanki sürekli birilerinin kendisine darılmasından çekiniyordu.  Acaba bu yüzden mi aynı ruju kullanıyor, saçlarını hep belli şekilde topluyordu?  Makyaj malzemelerinin ve kıyafetlerinin kendisine küsmesinden mi endişe ediyordu?...
İsmini sevmiyordu, neden anne ve babası ona illa bir çiçek ismi vermek istiyorsa  “Gül” ya da “Yasemin” dememişlerdi?
Kendini kitaplara vermişti. Küçüklüğünden beri kitaplar en yakın dostlarıydı. Kütüphanede Aysel Hanım’ın söylediklerine hangimiz katılmıyoruz ki?
…-“Sevdiğim kitapları yeniden okurum. Ve biliyor musun hep şaşırırım. Çünkü tekrar okuduğumda sanki aynı eser değildir. Farklı gelir.”
Sakız Sardunya merakla dinledi.”Neden?”
“Aynı değildir çünkü değişmişimdir. Her gün yeni şeyler öğreniyoruz. Kitabı ilk okuduğumda daha az şey biliyorum, ikinci okuyuşumda daha çok şey. Okur değişince, okunan da değişiyor.”
…Biliyordu ki bazen büyükler duygularını açıkça anlatamazlardı. Onun yerine sevgilerini ufak tefek şeylerle dile getirirlerdi. Birinin en beğendiği yemeği pişirmek ona “Seni seviyorum” demekti.
Sakız Sardunya bir süre anneannesi ve dedesi ile kalmak zorundaydı. Bunu öğrendiğinde,
…Odasına dönünce bavuluna koyduğu günlüğünü çıkardı. Ona bir isim takmıştı:  “Koca Ağaç”. Çünkü kağıtların ağaçtan yapıldığını biliyordu. Ne kadar çok kağıt harcanırsa o kadar çok ağaç kesmek gerekiyordu. Bu yüzden defterlerini dikkatli kullanıyor, boşa kağıt  harcamıyordu.
Dedesi Kahraman Bey ve anneannesi Kiraz Hanım Şirindiyar Kasabası’nda yaşıyorlardı. Valizine Kütüphanede bulduğu cam küreyi de koyar ve macera o zaman başlar.
 Efff : “Efsaneler, Hikayeler, Masallar Ülkesi.” Yeni arkadaşları ve Efff’e giderken yaşadıkları . Alfabestan Fikir Kampı ‘nı öğrendi.  
…”Kampa çekilip, fikirleri teker teker değerlendiriliyor, işliyor ve yepyeni hikayeler,  masallar, efsaneler geliştiriyoruz.”dediğinde arkadaşları
…”Bence herkes yaratıcıdır,” dedi Sakız Sardunya
Bu macerada;
…”Yani yapmak istemediğin bir şeyi sırf senden öyle beklendiği için yapacaksın, öyle mi?”
“Hayatta her zaman ipuçları olmaz.
“Başkalarının senin hakkında ne düşündüğü o kadar önemli değil,”dedi arkadaşına. “İnsanlar sana haksız yere gülebilir.Ama bu onların sorunu.Senin değil. Sen güçlü ve sakin olmalısın. O zaman hiçbir laf seni incitmez.”
…”Matematikte iyi olmadığın için mi bu dersten korkuyorsun? Yoksa matematikten korktuğun için mi bu derste iyi değilsin?”
…”Demek endişelenmediğimiz zaman daha başarılı oluyoruz.”
…”O zaman yanında hep bir dostunla dolaş.”
“Ama nasıl? Her zaman bir arkadaş bulamam ki.”
“Bulabilirsin. Hem de senden hiç ayrılmayacak bir dost.”
 “Kendin tabii!  Seni her zaman anlayacak biri var içinde.
…Sakız Sardunya defterini çıkarıp bu sözü not etti: Bazen birinin ne dediğini bilmiyorsan, o konuşmadığı için değil, sen duymadığın içindir.
“Bakan göze göre her şey değişmekte. Kimine dev görünen, ötekine cüce.
Benim aldığım notlardı günlüğüme.
…Anladı ki Sakız Sardunya hayatta kolay diye bir şey yoktu. Hangi yolu seçerlerse seçsinler, karşılarına daima engeller ve engebeler çıkacaktı. Evet, her patikanın kendine göre sınavları vardı.  Bu aslında o kadar kötü bir şey değildi. Önemli olan yapabileceğinin en iyisini yapmaktı. Üstelik her zaman kazanmak gerekmiyordu.  İnsan kaybederken de çok şey öğreniyordu.  Ve eğer öğrenmek bir kazanımsa, demek ki  insan kaybederken de kazanıyordu.
Bu arada benim sihirli çiçek ismim: ÖKSE OTU