kendisiymiş gibi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kendisiymiş gibi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Nisan 2020 Pazar

Tuğba Gürbüz ile Röportaj



                                                       
                            Sevgili Tuğba Gürbüz ile mürekkephaber için yaptığımız röportaj

Klasik bir soru ile başlamak istiyorum, sizi tanıyabilir miyiz? Yazı ile yolunuz nasıl kesişti?

Çanakkale’de büyüdüm. Lise ikiye geçtiğim yaz, babamın işi nedeniyle Kayseri’ye taşındık. Kerameti kendinden menkul, uzaklara derin derin bakan yazar pozlarını ilk kez orada verdim. Kendimi bütünüyle ait hissettiğim bir kentten Kayseri’ye taşınmak benim için duygusal anlamda zorlayıcı bir deneyimdi. Yazmak orada başladı, memlekete gönderilen mektuplarla, özlemle, üniversitede yeniden kavuşma hayalleriyle… Yazmak, o günlerden bu yana, duygularımı, düşüncelerimi tasnif etmek, izlemek, kendimi anlamak için sıkça başvurduğum bir eylem.

Sağa sola yaptığım karalamaların, iç dökmelerin bir adım ötesine geçmem ise, katıldığım bir Yaratıcı Yazarlık Atölyesi ile başladı. Mario Levi’den ders almak,  yazma cesareti kazanmama, yayımlanana kadar metinlerimin tek okurunun ben olduğumu kavramama ve yazarken beni izleyen gözlerden kurtulmama olanak sağladı. Ödülün kendisinin yazmak olduğunu unuttuğum, omzuma oturmuş her yazdığıma kaşını kaldıran, gözlerini deviren içimdeki mükemmeliyetçi seslere fazlaca aldırdığım, bu nedenle kendime kötü ilk taslaklar yazma izni vermediğim bir dönemde, tanıştığım Yeşim Cimcoz’dan ise yazının zanaatkârı olmadan sanatkârı olunamayacağını öğrendim. Mükemmeliyetçilik baskısı nedeniyle yitirdiğim oyuncu yanımla yeniden tanıştım. Tüm bunların yanı sıra diş hekimiyim ve Deniz’in annesiyim.

“Kendisiymiş Gibi” ikinci öykü kitabınız. Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata karşı anlam arayışı öykülerinizdeki belirgin temalar. Okuyucuyu neler bekliyor “Kendisiymiş Gibi”de?

Kendisiymiş Gibi’de yer alan öyküler Batı’yı anlatıyor, giderek yalnızlaşan, çevresine, ailesine, kendisine yabancılaşan, içine kapanan bireyi. Okuru, zihnimizin bize oynadığı oyunlara, hatırlama biçimlerimize, gerçekle hatırlanan arasındaki tutarsızlıklara bakmaya, yavaşlamaya, yüzleşmeye ve en nihayetinde silkinmeye, değişime davet ediyor.

İçinden geçtiğimiz, gözle görülmeyen bir virüs tarafından yola getirildiğimiz şu günler, hem bireylere hem de devletlere aynı daveti sunuyor; insanlığın bildiği, alışageldiği yöntemlerle devam edemeyeceğini, daha adil, sosyal bir dünya düzeninin el birliğiyle ve ivedilikle inşa edilmesi gerekliliğini açıkça ortaya koyuyor. Umarım hepimiz üzerimize düşen kıssadan hisseyi alır ve harekete geçeriz.

2015 yılında çıkan ilk öykü kitabınız “Lodos Çarpması” ile ikinci kitabınız “Kendisiymiş Gibi” arasında geçen süreçte Tuğba Gürbüz’ün kaleminde nasıl değişlikler oldu?

Lodos Çarpması’ndaki öyküler, daha çok bir olayın, deneyimin aktarıldığı, anlatmaya dayalı hikâyelerdi. Bir kitap bütünlüğünde elime alıp okumak, öykü yazarı arkadaşlarımdan gelen geri bildirimleri işitmek, beni hikâye etmenin yanı sıra, gözetmem gereken diğer unsurlara, özellikle de dilin kullanımına kafa yormaya, dilin imkânlarını çoğaltmanın yollarını aramaya yöneltti. Bu anlamda benim yazarlıktan muradım, okurda daha canlı ve kesintisiz bir düş yaratmak, ilk kitabın üzerine çıkmaktı. Dolayısıyla Kendisiymiş Gibi “yeniden yazma” sürecinin daha uzun sürdüğü, okurluğuna güvendiğim arkadaşlarımdan bir dış göz olarak daha çok yararlandığım bir sürecin verimi olarak okurun karşısına çıktı. 
                                                     


On sekiz öyküden oluşuyor “Kendisiymiş Gibi”. Öykülerinizdeki kahramanlarınızdan bahseder misiniz? En sevdiğiniz kahramanınız kim?

Benim öykü tanımım “Geçerken gördüğüm şey” şeklinde. Kitapta yer alan öyküler, bu tanımı doğrular nitelikte, kısa bir an içinde, bir durumu, olayı öykü kişileri aracılığıyla aktarıyor. Dolayısıyla çabam, akılda kalır kahramanlar yaratmaktan ziyade, öykü kişileri aracılığıyla bir duruma, olaya dikkat çekmek, modern bireyi eleştirmek, okuru kendisiyle yüzleşmeye davet etmek. Öykülere baktığımda çok belirgin kahramanlar yerine, flu yüzler, okurun kendi suretinin üzerine düşeceği boşluklar görüyorum.

Tanıtım yazınızda pek de duygusal olmayan bir dille yazdığınız belirtilmiş. Ne söylersiniz yazı dilinizle ilgili?

Okuduğumuz her metin bizde birtakım duygular uyandırır. Bizde uyanan duygular, yazarın yaratmak istediği düş dünyasına daha kolay girmemize, o düşün kesintisiz sürmesine de olanak sağlar. Bununla beraber duygu uyandırayım derken aşırıya kaçmayı, duygu sömürüsüne yaslanmayı, okurun dikkatini çekmek ve sempati yaratmak için şoke edici şeyler yazmayı, kolaycılığa kaçmak olarak görüyor, özellikle kaçınıyorum. İyiyle kötü, haklıyla haksız arasındaki ayrımın altını kalın çizgilerle çizmeden, olanı olduğu gibi aktarmak, yalın ve akıcı bir dil kurmayı önemsiyorum.

Öykülerinizde yazarken ön hazırlık yapıyor musunuz? Yazma sürecinde neler yaşıyorsunuz?

Öykülerin yazılma anı çok uzun ve büyük hazırlıklar gerektirmiyor, benim için. Gündelik hayatın içinde dikkatimi çeken, beni rahatsız eden bir durumla başlayıp çalakalem yazıyorum. Her defasında bu kadar gelişigüzelliğin içinden değerli bir şey çıkar mı diye endişeleniyorum ama sabırlı bir bahçıvan gibi tohumları serpmeye, sulamaya devam ediyorum. Kelimeler çoğaldıkça, karakterler beliriyor, üzerinde çalışmaya değer bir yönü işaret eder hâle geliyor. O zaman kaybolma korkusu olmaksızın ipin ucunu tutup labirentin derinliklerine dalıyor ve yazının getireceği sürprizlerden keyif almaya başlıyorum. İşin asıl eğlenceli yanı da bu olsa gerek. Sonra ince işçilik de diyebileceğimiz yeniden yazma süreci başlıyor. Bu aşama da, metni bekletmek, kelimelerin yerlerini değiştirmek, anlam zenginliği katacak şekilde çoğaltmak ya da eksiltmek, defalarca okumak, metni imla hatalarından temizlemek, nihayet bir öykü bittiğinde bütün bunları yeniden yapabileceğini ummaktan geçiyor.

İki öykü kitabınız var. Üçüncü kitabınız roman olabilir mi? Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz?

Pek çok kadın yazar gibi benim de okumaya ve yazmaya ayırdığım zaman kısıtlı. Çalışma hayatım, kızımın bakımı ve evle ilgili sorumluluklardan arta kalan sürenin el verdiği oranda üretmeye çabalıyorum. Bu da beni daha oylumlu metinler yerine öyküye yöneltiyor. Zamanımın el verdiği ölçüde parçaların çıkmasına izin vermek, aralarda geri dönmek, kısa sürede metnin tamamını okuyarak kaldığım yerden rahatça içine girmek ve yeniden yazmak bu koşullar altında ancak öykü ile mümkünmüş gibi geliyor.

Daha oylumlu metinler yazmak için daha geniş zamanlara ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Günün birinde sabrım, soluğum ve zamanım bir roman yazmaya yeter mi emin değilim. Bununla beraber kızım büyüyor, giderek daha kalın kitapları deviriyor ve benden eğlenceli, maceralı bir çocuk romanı bekliyor, dahası çocuklar için yazmak konusunda yeterince istekli ve çalışkan olmamakla suçluyor. Evdeki yoğun baskıyı göz önüne alırsam, bir sonraki kitabın bir çocuk romanı olmasını canı gönülden istiyorum.

Tuğba Gürbüz, hangi yazarları okuyor?

Öykü yazdığım için daha çok öykünün ustalarını okumaya çalışıyorum. Sait Faik, Tomris Uyar, Selçuk Baran, Murathan Mungan, Fikret Ürgüp, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Yekta Kopan, Murat Özyaşar severek okuduğum yazarlar arasında. Bunun yanı sıra elimden geldiğince yeni çıkan öykü kitaplarını da takip etmeye çalışıyorum. Yazmanın incelikleriyle ilgili kitaplar başucumda duruyor. Oradan edindiğim bilgilerle kendi metinlerimin editörü olmayı öğreniyorum. Ve elbette çocuk kitapları! Uzun yıllar kızıma birbirinden nefis çocuk kitapları okudum. Kızım şimdi dokuz yaşında ve tam bir kitap kurdu. Artık o bana sevdiği kitapları ve yazarları öneriyor. Onun önerdiği çocuk kitapları da severek okuduklarım arasında yer alıyor.

Uzun süredir “Kurmacabiyografiler” adlı bloğunuz var. Blog yazarlığının yazılarınıza etkisi nasıl oldu?

Blog tutmaya başladığımda ilk amacım yazdığım metinleri paylaşmak, “Ben de buradayım, varım” diyerek kendime bir alan açmak ve yazma disiplini sağlamaktı. Ancak yıllar içinde merak ettiğim, ilgi duyduğum, öğrenmek istediğim alanların her birine açılan bir kapı hâline gelerek ‘iyi ki başlamışım’ diye düşündüğüm bir nevi oyun ve keşif alanına döndü.