Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Sinema sektörüne girme kararını nasıl
verdiniz?
Buna klişelerden arınmış bir
cevap bulabilmek zor. Kendimi sinemanın içine doğmuş gibi hissediyorum.
Hatırlayabildiğim ilk film, bir Stephen King uyarlaması olduğunu yıllar yıllar
sonra öğrendiğim “Sometimes They come Back” filmi olmuştu. 4 yaşındaydım, altyazı
okumayı bilmiyordum ve filme dair hatırladığım tek şey, yanlarında alev
desenleri olan siyah Buick arabaydı.
Çok ilginçtir, geçenlerde yıllardır
görmediğim ilkokuldan bir arkadaşımla karşılaştım. Bana çok uzun zaman önce
unuttuğum ilginç bir detayı hatırlattı. Mesela bir haftasonu ailece bir filme
gitmişsek, tenefüs aralarında, gönüllü arkadaşlar bulup, o sahneyi sınıfta canlandırmaya
çalışırdım. Daha doğrusu çalışırmışım. Bu gerçeği uzun zaman önce unuttum
sanırım. Yani sinemanın içinde olma, o hayale dokunma isteği çok çok uzun
zamandır varmış bir yanımda. Çocukken, izlediğim bir filmin devamını çektiğimi
hayal ederdim hep. “Terminatör 3 olsa da çeksem”, “Bana da bir Elm Sokağı
Kabusu falan çektirirler mi acaba büyüyünce?”. Hayallerimin çapı epey genişmiş
yani o zamanlar.
Elime kamera alıp “bir şeyler”
çekme isteği her zaman vardı ama bunun bir yere varabileceğini açıkçası hiç bir
zaman düşünmedim. Lisede çakma korku filmleri çekerdik. “Bir şeyler çekelim”
kıpırtısı hep vardı yani ama asla ciddiye alamadık kendimizi bu konuda.
Görsel İletişim Tasarımı
bölümünde lisans eğitimi gördüğüm zaman da durum aynıydı. Bir şekilde bir film
çekecektim ama ne zaman? Nasıl? Her aşamasıyla tek tek uğraşmak isteyeceğim bir
hikayem olmadı bu süreçte. Fotoğrafa merak sardım, grafiker olarak hayatımı
sürdürdüm, çizgi roman senaryoları yazdım. Sanki bile isteye film yapma
tutkusunu engellemek ister gibiydim. 10 seneyi aşkın bir süre sinema yazarlığı
yapmış olmak da, sinema ile bağımın kopmamasını sağladı ama işin mutfağında
olmak istiyordum. Yine de bu konuda cesur adımlar atabildiğimi söyleyemem.
Kocaeli Üniversitesi’nde Radyo
Sinema Televizyon bölümünde yüksek lisansa başladığımda işin rengi biraz daha
değişti tabi. “Zemin Kat” adlı ilk kısa filmimi çektikten sonra, magnum opus
devri bitti. Sürekli yazıp çizmem gerektiğini anladım. Şu sıralar üretim
aşaması, mesleki öncelikler sebebiyle geri planda kalmış olsa da, yolculuk
devam edecek gibi görünüyor.
Aslında ülkedeki en yanlış
algılanan meselelerden birisi bu. Hem içerik hem de estetik anlamda kısa metraj
ile uzun metraj filmlerin başka galaksilere mensup olduklarına inanıyorum.
Kendi adıma, kısa filmlerimde, kısa film estetiğini doğru kullandığıma pek inanmıyorum.
Benim filmlerim çoğunlukla, uzun metrajlı filmlerin uzun bir sekansı gibidir.
Yani aslında uzun metrajlı film çekme arzum daim ama imkanlarım kısa film
çekebilmeye elveriyor. Bir çeşit kaçış yolu yani.
Bu, benim kanlı canlı bir örnek
teşkil ettiğim, tamamen yanlış bir durum. Bu yanlış değerlendirme ve hasarlı
üretim pratikleri; ülkemizde yerleşik bir kısa film dilinin gelişmesini
engelliyor gibi geliyor bana. Yani kısa filmi bir sıçrama tahtası olarak
görmek, kısa film estetiğinin değerini en baştan düşürüyor. Diğer yandan da
elinizdeki imkanları kullanarak kendinizi göstermek istiyorsunuz. Kısa film,
bunun için harika bir fırsat. Size daha çok manevra kabiliyeti sağlıyor,
eteğinizdeki taşları dökebilmeniz için de güzel bir zemin hazırlıyor.
Şu sıralar kafamda, gerçekten de
kısa film estetiğine uygun olduğunu iddia edebileceğim birkaç proje var. Biraz
cesaret biraz da zamanlama gerektiriyor. Biraz da pandemi sürecinin “durdurma
enerjisi”nin sona ermesini bekliyorum.
Belgesel yönetmenliği de yapıyorsunuz. Türkiye’de kısa film ve belgesel yönetmenliği olmanın zorlukları nelerdir? Türkiye’de ve dünyada belgesel-kısa filme bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle en büyük sorunumuz
ödenek bulma sıkıntısı. Eğer gerçek anlamda “bağımsız” ya da “gerilla” projeler
üretiyorsanız, ödenek bulabilmeniz zorlaşıyor. Diğer sorun ise, hikayenizin
ulaşmasını hedeflediğiniz insanların, bu türden üretimleri pek de ciddiye almaması.
Yani uzun metraj bir belgesel yaptığınızda “2 saatlik belgesel mi olur?”
gibisinden bir tepki alıyorsunuz artık. Bir kaç yıl öncesine kadar
duyamayacağınız şeylerdi bunlar. İnsanların üretimlere şans tanıması için iyi
bir referansın ya da iyi bir reklamın peşine takılmaları gerekiyor. Bir filmin
kendisinden çok, hakkında yazılıp çizilenlerle ilgilenmeye başladık artık.
Youtube’un izleme kültürü
üzerinde önemli bir etkisi var. Yani tamam, elbette Youtube vazgeçilmez bir
platform ve her türden üretimimiz görünür kılmanın en kestirme yolu ama
izleyici kitlesinin artık her şeyi seriden mideye indirilebilir piyasa kaşarı
şeklinde değerlendirme durumu çok da sağlıklı bir üretim aralığı sunmuyor. Bu
“kuralsızlık” bir tarafıyla da kendi kurallarını oluşturuyor”. Artık her şeyin
ciddi ciddi kalıplara, kurallara, kısıtlamalara indirgendiği bir kültürün
içindeyiz ve bu kültür içerisinde hareket edebilmek git gide zorlaşıyor.
Yine de bu yıl Altın Portakal’da
yarışan filmler umut verici. Belgesel türü, bu kısıtlanmışlık içerisinde çok
ciddi bir anlatı odaklı başkaldırıya dönüştü. Bunun değerini iyi bilen yeni
jenerasyon sinemacılarımız var artık. Henüz izleme fırsatı bulamasam da yakından
takip ettiğim Alican Abacı’nın “The Edge of the Cliff” ülkemizde çok sık
denenmeyen cinsten bir belgesel örneği olarak, kaygıları açısından önemli bir
yapım. Daha önce birlikte pek çok platformda kalem salladığım Serdar
Kökçeoğlu’nun “Mimaroğlu” belgeseli de türe taze bir nefes üfledi diyebilirim.
Deniz Tortum’un “Maddenin Halleri” filmi de aynı şekilde izleyici için bir
ödüldü.
Türkiye, belgesel açısından bir
derya. Özellikle de kayıp bir sinemamız olduğu düşünüldüğünde, sadece sanatsal
arkeoloji açısından bile gün yüzüne çıkmayı bekleyen pek çok değer var. Aslında
Youtube kanalımız olan Retroville’de de biraz bu tarafa eğildiğim
belgeselcikler tasarlamaya çalışıyorum. Diğer yandan da multidisiplinel
çalışmak artık bir gereklilik. Bu sebeple her mecranın diline de bir şekilde
hakim olmak gerektiğini düşünüyorum açıkçası.
Aslında çizgi öykü senaryosu
yazma ihtiyacı, yeteneklerimi kullanamadığım bir dönemde, elimde sadece kalemim
ve kağıdım varken giriştiğim bir savaştı diyebilirim. Ülkemizde gerçek anlamda
bu türü destekleyecek, yüreklendirecek ödenekler yok. Çizgi öykü üretmek ve bu
işten “suyun üzerine kalabilecek kadar para kazanmak” yıllardır, acıklı bir
gündüz düşünden öteye gidemedi.
Cem Özüduru gibi, Selçuk Ören gibi ya da Ege Avcı gibi yetenekli çizerler, kendi öykülerini kendi çizgileri ve tasarımlarıyla raflara çıkarabiliyorlar. Bu gerçekten büyük bir takdiri hak ediyor. Aynı şekilde Youtube kanalımız için de birlikte içerik ürettiğimiz Yigilante Kocagöz ile Deniz Ozan Coşkun’un “Karadut Ekspresi” çalışması da “yazar – çizer işbirliği” açısından önemli bir adım oldu. Bu işler beni gerçekten de heyecanlandırıyor ama karşılığını tam olarak bulamadığını biliyorum, yakından da gözlemliyorum. Üretim yok diyemeyiz ama yeterli değil tabi. Biz de olanlara sıkı sıkı sarılmayı görev ediniyoruz tabi.
Kurgusal fotoğrafçılık da bir yanıyla görsel kaslarımı geliştirdiğim oyun alanım diyebilirim. Son zamanlarda bu ekseni terk edip tamamen doğa fotoğrafçılığına döndüm. Uzun yıllardır fotoğraf ile ilgileniyorum ama bu ilgimi hiç bir zaman profesyonel bir alana taşımadım.
Bunu söylediğim için dayak
yiyebilirim ama söz konusu kısa film olduğunda çoğunlukla bir “an”dan
esinleniyorum. Bu bizzat tanık olduğum bir “an”olabilir. Bir fotoğraf karesi
olabilir. İzlediğim bir filmin arka planındaki bir detay da olabilir. Kimi
zaman bu detayları zihnime kopyaladığımı bile fark etmeyebilirim. Bir şekilde
detaylandırdığım tüm hikayeleri, yazılı olarak değerlendirmeyi biraz daha uygun
buluyorum aslında. Kısa film çoğunlukla bir görselin ilhamıyla vücut buluyor.
Kurgu masasında, filmin istediğim
gibi olmadığını fark ettim. Yine de filmde yer alan arkadaşlar, filmi bir
yerlerde paylaşmışlardı sanırım. Film hiç bir zaman tamamlanmadı ama çok
eğlendiğimizi hatırlıyorum.
“Geleceği Olmayan Adam” filminde
ise daha farklı bir yol izledik. Bu noktada “Kako Si?” filminin de
yönetmenliğini üstlenmiş olan Özlem Akovalıgil’in önemli yardımları oldu. Arda
Kavaklıoğlu ve Emir Çiçek ile uzaktan uzağa tanışmamızın akabinde filmin
çekimleri başladı. Karakterler, benim hayal ettiğimden daha etkileyici oldular.
Oyuncu yönetimi konusunda ahkam
kesemem ama çalıştığım herkesten bir şeyler öğrendiğime inanıyorum. Aslında
bizler oyuncuları seçmiyoruz, oyuncular bir şekilde bizleri seçiyorlar. Bunu
kendimize hatırlatmamız gerektiğini düşünüyorum.
Mekan arayışına çok önem veririm.
Yani o konuda kronik bir rahatsızlığım var. Mekan arayış süreci, çoğu zaman
filmin çekim sürecinden bile çok daha eğlenceli hale gelebilir.
Oyuncularla bir araya gelmek,
onları tanımak, vakit geçirmek, ilk okumayı yapmak... bütün bu süreçlerden
keyif alıyorum.
En çok sıkıntıya girdiğim süreç
ise muhtelen kurgu aşamasının ilk saatleri. Görüntüleri seçmek ve ses kurgusu
ile uğraşmak. Gerilla film yapmanın en büyük sıkıntısı, bütün süreçlerle tek
başıma ilgilenmek. Sürecin her aşamasından önemli bir keyif aldığımı söyleyerek
yalana sarılmam anlamsız. En sıkıldığım kısım ses kurgusu ve miksajı!
Tabi, filmin görsellerini de
genellikle ben tasarlıyorum. Filmlerimin posterlerini tasarlama süreci de
keyifli bir süreç diyebilirim. Çoğunlukla film bitmeden önce tasarladığım için
de, değeri yüksek bir “ara gaz” oluyor. Tek sorun, o gazın hızlı sönmesi...
Kısa filmden, yazdığım
kitaplardan ya da çektiğim fotoğraflardan asla para kazanmadım. Yani kısa film
üretmek benim için bir “meslek” olmadı ama para kazandığım sektör halihazırda
reklam ve prodüksiyon sektörü. Mesleğimi kazanmamı sağlayan, bir kısa film
oldu. Prodüksiyon dünyasına dair her şeyi de bu sayede öğrendim diyebilirim.
Belki de bu alanın amatör ve bakir kalması daha iyi oldu kim bilir?
Bir kaç kısa film projem var
aslında ama şu sıralar daha çok belgesel sinema ilgimi çekiyor. Uzun süredir
üstünde çalıştığım uzun metrajlı belgesel projemiz “Milyon Dolarlık Afiş”
geçtiğimiz ay itibariyle noktalandı. Kafamda bir başka belgesel projesi daha
var ve tamamlanmayı bekleyen bir de uzun metraj kurmaca film projem var tabi.
Bu işten para kazanmıyor olmak ne
yazık ki zamanımızı bölüyor. Yani, hayatımızı sürdürmek için başka işler
yapıyoruz ve hayatımızın kalan kısmında da nefes alıp vermemizi sağlayan
üretimlere yöneliyoruz. Bu durumdan şikayetçi miyim ona da emin değilim ama bir
şekilde tüm enerjimi sadece sinemasal üretime, araştırmaya, kazımaya, yaratıma
ayırmayı da isterdim. Yine de bu yanlış anlaşılmasın. Karamsar değilim.
Bence bir dönüm noktasındayız.
Kalplerimizi ferah, kılıçlarımızı keskin tutalım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder