Alman Ressam Hans Holbein’in “Ölü İsa’nın Mezarı’ndaki Bedeni” adında
1521 tarihli bir tablosu vardır. Enlemesine uzun tabloda çarmıhtan, henüz
indirilmiş İsa’nın yaralar içindeki cansız bedenine bir tabutun yan kapağından
bakarız.
İsa’nın kolları hala gergindir, yüzünde korkunç bir acı ifadesi vardır, fal
taşı gibi açık duran gözleri yalnız kendisinin bildiği bir gerçeğe bakar
gibidir. Bu cansız bedene ne bir sarılan vardır ne de onun ayaklarının dibinde
ağlayan. İsa’nın acıdan kaskatı kesilmiş, parçalanmış etten, gerilmiş sinirlerden
ve kandan ibaret bir cesede indirgenmiş olduğu bu resmin bizden istediği tek
şey vardır: gözlerimizi doğrudan acıya dikmemiz.
Anna Grigoriyevna, anılarında, Dostoyevski’yle birlikte 1867 yazında Cenevre
yolu üzerinde bir müzede bu tabloyu görüşlerini anlatır. Anna tabloya bir süre
baktıktan sonra orada daha fazla duramaz, başka bir salona geçer ve
Dostoyevski’yi tablonun önünde yalnız bırakır. Döndüğünde Dostoyevski’yi
bıraktığı yerde bulur. Gergin ve heyecanlı yüzünde, sara nöbetlerinin hemen
öncesinde beliren ürküntünün aynısı bir ifade vardır. Dostoyevski Anna’ya bakar
ve şöyle der:’Böyle bir tablo insanın inancını yok edebilir.’
Dostoyevski için bu tablonun çok belirgin bir anlamı vardır: Bir baba çocuğuna
bunların yapılmasına nasıl izin verebilir? Eğer veriyorsa nasıl bir babadır bu?
Resim Dostoyevski için çocuklara haksız yere çektirilen acıların temsilidir ve
tanrısal adaletin baştan aşağı kusurlu olduğunun manifestosudur.
6 Şubat 2016 Cumartesi
Sait Faik'ten cevap
Hayır, meramsız, gürültüsüz
Merhaba, merhaba.
Sizden
mektup almak beni çok mesut etti. Uzun zamandır kimseden mektup alıp,
cevap yazmamıştım. Yazarlık atölyesine devam etmene memnun oldum. Bizim
zamanımızda böyle okullar yoktu. Biliyor musun ben de yazmasaydım deli
olacaktım. Yazdım da çok mu akıllı oldum. Hocanız
Yekta Bey’i de tebrik ederim, ben de bir süre muallimlik yapmaya çalışmıştım
ama öğrencileri susturmayı başaramamıştım. Atölyede en sevdiğin yazar olarak
ismimi telaffuz etmen de beni ziyadesi ile memnun etti. Mektubuna karşılık
vermek, muharrirliğim ile alakalı fikirlerimi seninle paylaşmak istedim.
Mektubumda kelime sınırlaması kabul etmem,
Yekta Bey söyle, gerektiği kadar kelime kullanırım.
Bu arada adıma ödül verildiğini duymuştum. Anacığım
benim vasiyetim üzerine malvarlığımı Darüşşafaka’ya bağışlamış ve adıma her yıl
hikâye armağanı verilmesini şart koşmuştu. Bana da Mark Twain Cemiyeti fahri
üyeliği verilmişti, dünya edebiyatına ettiğim hizmetten ötürü. Birçokları gibi
ben de şaşırmıştım. Dünya edebiyatına hizmet filan etmediğimi söylememe ne
hacet. Bu, üyelik verilmesi için uydurulmuş nazik bir sebepti, sanırım. Atatürk’ten sonra benim üye olmam benim için ne büyük şerefti. Bir milletin
yetiştirdiği en büyük çocuğu ile o milletin kendi halinde bir küçük hikâyecisinin
Amerika’da bir cemiyette buluşmaları küçük bir hikâyeci için ne bulunmaz
şerefli bir fırsattı… Hocanızı adıma verilen ödülü alması, hikâye sever yazar
olması sebebiyle tekrar kutluyorum. Bu arada sor bakalım Yekta Bey’e öykü,
röportajdan daha çok para etmeye başlamış mı?
İstanbul’da yaşadığını yazmışsın. Ben de İstanbul’da Beyoğlu Parmakkapı’da bir oda kiralamıştım. Adaya gidemediğim,
vapuru kaçırdığım zamanlar kalmak için. İstanbul çirkin İstanbul’mu, yalnızlık
dolu mu her tarafta? Burgazada’daki evin
müze olarak kullanılması da yine vasiyetin neticesidir.
Türkiye’de hikâye deyince okurların aklına
gelmem ve atölyelerde hikâyelerim işlenmesi de güzel. Oralardan ayrılışımdan
önceki yıl “Öldükten bir on yıl sonra okunur muyum acaba,”diye sormuştum. Demek
ki okunuyormuşum. Buna da memnun oldum. Ama Peter Pan sendromunun ve diğer
yazdığın Homofobiğin ne olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey var o da ben, denizi pek severim,balıkçıları da öyle.
Balıkçı kahvesine gider otururum. Oraya çeşitli balıkçılar gelir, ben onlarla
ahbaplık eder, kayıklarıyla denize çıkar, onları avlamaya çalışırım. Denize
bakmayı, balıkları izlemeyi, martılarla konuşmayı severim. Bulutları da
severim. Biliyor musun, ilk hikaye kitabımın adı içindeki bir öykünün de adı olan “Kovada
Bulut” olacaktı ama Yaşar Nabi bu ismi
beğenmedi ve öykünün de kitabında ismi “Havada Bulut” olarak değişti. Yoksul,
yalnız insanları severim. Her gün bir roman, beş altı hikâye yazıyorum,
kağıtsız kalemsiz. Kâğıdı kalemi elime aldığım zaman ise bir hikâyecik
çıkıveriyor. Öykülerimi düşünmeyi daha
çok seviyorum. Hikâye yazmak için oturduğum hiç vaki değildir. Hikâye yazmak
içimden gelmeli ve sonra oturup yazmalıyım. Hikâyelerimi ekseri herkesin
arasında, bir balıkçı kahvesinde ve evimde gece yarısından sonra annem uyurken
yazarım. Düşünceler aklımızda belirdikleri zaman, sınırları ve somut varlıkları
olmayan, doğal olarak, o sırada hakim olmadığımız şeylerdir. Bunların öykü
olabilmesi için sarf ve nahiv marifetiyle şekil verilmesi gerekir. Ancak bundan
sonra o düşünceden iyi bir öykü çıkıp çıkmayacağı anlaşılabilir. Hakiki bir
muharir değilim .Muhakkak kültürüm eksik. Sonra galiba ben, daha çok düşünürken
iyi düşünüyorum. Ne yazarken ne de konuşurken bu meziyetimi muhafaza
edemiyorum. Eskiye olan bağlarımı ancak
yeni bir dille koparabileceğime kaniim. Bu nedenle sana cevabımda yeni
kelimeler kullanmaya çaba sarf ettim. Muhaffak oldun mu bilmiyorum? Sen
imla hatalarını düzeltmeye ben de yeni dili öğrenmeye çabalıyoruz.
Yavaş yavaş mektubumu sonlandırmak istiyorum.
Yine de Yekta Bey’i kızdırmayalım. Senden tekrar mektup almak isterim. Yeni mektubunda senin yazma çalışmalarını, Yekta Bey’in
kitaplarını ve İpekli Mendil’i de gönderirsen memnun olurum, bir de adının Ömür
olduğunu yazmışsın ama ben bu mektubu bir erkek den mi, yoksa bir hanımdan mı
aldım ve cevabı bir erkeğe mi, bir hanıma mı yazıyorum bilmiyorum. Belki yeni
mektubunda bunu da yazarsın.
Sevgiyle,
Sait Faik
Sait Faik'e mektup
Merhaba,Size mektup yazacağım
hiç aklıma gelmemişti. Bir süredir
yazarlık-okurluk atölyesine devam ediyorum. Şimdi size garip gelmiştir, bu
atölyede neyin nesi diye? Yazmaya çalışan bizlere yol gösteren bir hocamız var.
Araya başka bir konu sıkıştıracağım ama bunu başta belirtmek istiyorum. Mektubuma bazen siz bazen sen diye devam edeceğim galiba, kusura bakmayın
olur mu? Karar veremiyorum, siz çok resmi geliyor, sen diye yazınca da kendimi garip
hissediyorum. Ama artık içimden geldiği gibi olacak galiba. Bir de mektup
yazdığım yazar ayrıca edebiyat öğretmeni olunca imla kurallarına daha dikkat
etmem gerekiyor ama benim -de ve- da’lar la bir problemim var ve öğrenmeye
çalışıyorum. Atölyeye dönersem, hocamız Yekta Kopan. “Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri” adlı kitabı 2002 yılında Sait Faik Hikâye
Armağanı ödülünü almış, özel bir yazar. Editörlük yaptığı kitabın ismini “İpekli
Mendil” verecek ve önsözünde’ öyküler yaşadıkça bizler dünyaya daha korkusuzca
dokunacağız’ diyecek kadar hikâye ve bana göre Sait Faik sevdalısı. “İpekli Mendil “hakkında daha fazla bilgi
isterdim sana ama mektubumuzda 600 kelime sınırlaması var. Atölyede henüz ödevler üzerinden hikâyeler
yazmaya çalışıyoruz. Bu haftada her birimize en sevdiğimiz yazarı sordu Yekta
Bey ve hızlı bir şekilde cevap vermemizi, sonrasında bu yazarlara mektup yazmamızı
istedi. Bu mektup, bizden size olacağı gibi, sizden bize olabilirdi. Aslında
sizden mektup almayı çok isterdim. Günümüzde mektup yazmak kalmadı, artık
e-mail, twitter ve diğer sosyal medya üzerinden yazılarımızı yazıyoruz. Ama ben
sizin bugün de yaşasaydınız mektubu tercih edeceğinizi düşünüyorum. Geçen gün seyrettiğim bir filmde öğretmene
neden raporlarını yazarken bilgisayarı değil de daktilo kullanıldığı sorulduğunda
cevabı “harflerin sesi hoşuma gidiyor”
oldu ve ben bu cevaba bayıldım. Sanki sizde böyle bir cevap verirdiniz.
Bu arada İstanbul’da yaşadığımı söylemedim galiba. İstanbul’da yaşayınca tabii ki Adalar’a sık sık gitme fırsatım oluyor ve ben Burgaz ada’ya gitmeye bayılıyorum. Ada’da dolaşırken senin oralarda dolaştığını hissediyorum. İçerilerde gezerken bir uçurtmanın konuştuğunu ve “Ah ipim olmasaydı”dediğini duyar gibi oluyorum, sonra denize dönüp baktığımda dipte ne balığın olduğunu biraz hata ile de olsa söyleyebileceğimi sen den öğrendiğimi hatırlıyorum. Kahvenin önünden geçerken gözüme ilişen “Semaver” ölümün soğuk yüzünü ve sessiz bir yağmur gibi ağlayan “Lüzumsuz Bir Adam”ı getiriyor gözümün önüne. Ayrıca Ada’daki evin müze oldu. Ücretsiz olarak gezilebiliyor. Evine, eşyalarına sahip çıkılması bana göre çok güzel, çünkü ülkemizde bu bazen mümkün olmuyor. Neyse boş ver bunları senin çok hoşuna giden konular değil galiba?Türkiye’de hikâye denince akla gelen ilk isimlerden birisin biliyor musun? Edebiyatla ilgili bütün atölyelerde hikâyelerin işleniyor. Öykülerinin çözümlemeleri yapılıyor. Geçen sene “Edebiyat ve Aşk”konulu bir atölyeye katıldım. Orada senin “Peter Pan Sendromu” ve homofobik özelliklerinden bahsedildi. İçinde büyümeyen bir çocuk olması hoşuma gitti. Bastırılmış eşcinsellik konusuna gelince şimdi yaşasaydın senin popülerliğe bambaşka bir hava katardı. Şu an kendime inanamıyorum, bana sana mektup yazma fırsatı veriliyor ve ben saçma sapan cümleler kuruyorum. Desene en sevdiği yazara mektup bile yazamayan biri nasıl hikâye yazacak? Aslında söylemek istediğim şey şu; kelimelerini, cümlelerini, bunlarla kurduğun dünyaları seviyorum. İyi ki bu Dünyadan geçmişsin, iyi ki yazmışsın ve iyi ki aynı ben seni tanımışım. Son olarak sana Tezer Özlü’nünsenin için yazdığı satırlarla veda etmek istiyorum.
Yeşiller, maviler, bulutlar, dağlararasındaki denizler senin öykülerinde anlatılan gibi güzel. Seni okurken doğayı bir başka seviyor insan. Büyük yazarlığın önünde saygı ile eğilirim.
Bu arada İstanbul’da yaşadığımı söylemedim galiba. İstanbul’da yaşayınca tabii ki Adalar’a sık sık gitme fırsatım oluyor ve ben Burgaz ada’ya gitmeye bayılıyorum. Ada’da dolaşırken senin oralarda dolaştığını hissediyorum. İçerilerde gezerken bir uçurtmanın konuştuğunu ve “Ah ipim olmasaydı”dediğini duyar gibi oluyorum, sonra denize dönüp baktığımda dipte ne balığın olduğunu biraz hata ile de olsa söyleyebileceğimi sen den öğrendiğimi hatırlıyorum. Kahvenin önünden geçerken gözüme ilişen “Semaver” ölümün soğuk yüzünü ve sessiz bir yağmur gibi ağlayan “Lüzumsuz Bir Adam”ı getiriyor gözümün önüne. Ayrıca Ada’daki evin müze oldu. Ücretsiz olarak gezilebiliyor. Evine, eşyalarına sahip çıkılması bana göre çok güzel, çünkü ülkemizde bu bazen mümkün olmuyor. Neyse boş ver bunları senin çok hoşuna giden konular değil galiba?Türkiye’de hikâye denince akla gelen ilk isimlerden birisin biliyor musun? Edebiyatla ilgili bütün atölyelerde hikâyelerin işleniyor. Öykülerinin çözümlemeleri yapılıyor. Geçen sene “Edebiyat ve Aşk”konulu bir atölyeye katıldım. Orada senin “Peter Pan Sendromu” ve homofobik özelliklerinden bahsedildi. İçinde büyümeyen bir çocuk olması hoşuma gitti. Bastırılmış eşcinsellik konusuna gelince şimdi yaşasaydın senin popülerliğe bambaşka bir hava katardı. Şu an kendime inanamıyorum, bana sana mektup yazma fırsatı veriliyor ve ben saçma sapan cümleler kuruyorum. Desene en sevdiği yazara mektup bile yazamayan biri nasıl hikâye yazacak? Aslında söylemek istediğim şey şu; kelimelerini, cümlelerini, bunlarla kurduğun dünyaları seviyorum. İyi ki bu Dünyadan geçmişsin, iyi ki yazmışsın ve iyi ki aynı ben seni tanımışım. Son olarak sana Tezer Özlü’nünsenin için yazdığı satırlarla veda etmek istiyorum.
Yeşiller, maviler, bulutlar, dağlararasındaki denizler senin öykülerinde anlatılan gibi güzel. Seni okurken doğayı bir başka seviyor insan. Büyük yazarlığın önünde saygı ile eğilirim.
Ömür Bayramoğlu , Nisan
2015
Murathan Mungan “Harita Metod Defteri”
Murathan Mungan’ın Metis Yayınlarından çıkan son
kitabı, 413 sayfalık “Harita Metod Defteri”, yaşamış olduğu olaylardan ve
onların Mungan’da bıraktığı izlerden, anılardan kaleme aldığı 46 tane özyaşam
hikayesinden oluşuyor.
“Paranın
Cinleri” adlı kitabından sonra “hiçbir
hayat tek bir kitaba sığmaz” ve “çocukluğumdan hatırladıklarım arasında hala
anlatılması gereken önemli anlar” var diyerek başlamış Murathan Mungan “Harita Metod Defterine”.
“Niyet” başlığıyla kaleme aldığı önsözünde “Benim yetişme çağlarımın öncesi ve
sonrasında ortaokul ve lise yıllarının kavramlaşmış temel nesnelerinden biri,
birkaç ortalı defter olmuştur. Bazı dersler için daha az, bazı dersler içinse daha
çok ortalı defterler gerekirdi. Ömrünün yıllarla ölçülen süresi “kaç ortalı”
olursa olsun, yaşamı boyunca kendine çizdiği yol haritasını izleyerek bıkmadan,
usanmadan ders çalışan, elinden, kucağından defter, kitap, kalem eksik olmayan
“bir çocuğun” anılarını yazdığı kitaba Harita Metod Defteri adını yakışacağını
düşündüm” diyerek kitabın ismini koyma sebebini pek çoğumuzu geçmişe götürerek anlatmış Mungan .
Kitabın malzemesi insanın kendi yaşamı olunca bunu tüm
yalınlığıyla anlatmaya cesaret edip, geçmişi hatırlamaya ve bunu dramatik
olmadan anlatıp, olayları yaşarken
gösterdiği sabrı yazarken de gösteren ve bunları okuyucuya
samimi şekilde veren, 2015 Kasım ayında raflarda yerini alan kitap Mungan’ın
“Umarım okunması, yaşanmasından daha güzel bir bir hayatın kitabı olmuştur.”
dileğinin de gerçekleştiği tam bir anlatı kitabı.
SARI
Oh be! Keyif bende. Şu ufaklığın ismini Aslan koyup, beni de odanın başköşesine oturtan insanoğlu
muhteşemsin. Ormanda olsam çocuğuma
Ahmet ismini verip, Ahmet’i de pelüş yapıp ağacın dalına oturtsam. Aman boş ver. Sayelerinde ben bu güzel rafta krallığımı sürdürüyorum. Düşünüyorum,
ya bunun ismini fil taksalardı, ya da gergedan ama var mı Aslan gibisi? Seviyorum bu veledi ama
sabah erken kalkmasa, daha az ağlasa ve en önemlisi bezini başka odada
değiştirseler daha çok sevebilirim. Bu Aslan da evin kralı. Tek farkımız bu
kele yakın. Şöyle saçları uzasa, yele gibi atarak gezse, sesi şöyle gür çıksa özellikle ağlarken, viyak
viyak olmasa isminin daha çok hakkını verir,
Oda çok kalabalık değil, ortalarda fazla oyuncak yok. Bezden arabalar ve karşı rafta hepsi bir arada duran diğer oyuncaklar. Zekâ gelişimini destekleyen oyuncaklar çokmuş burada öyle duydum geçen gün annesi konuşurken. Birde şu sarı var. Bak yine sinirim bozuldu, o tarafa her baktığımda gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Şu karşı koltuğun üzerinde duran sarı tüylü, boynunda kırmızı kurdele olan ayı da mı zekâ gelişimi için acaba? Dur şuna bir laf atayım da biraz eğleneyim.
-Hey, Ayı ne haber, pişt sana diyorum sarı?
-Beni mi çağırdın Aslan kardeş?
-Evet, seni çağırdım Sarı da, kardeş neyin nesi? Aslan’ım oğlum ben, senin kralın.
-Merhaba, ne haber, nasılsın?
Yok ya komik bu. Tipi gibi aynı. Uzun süre bakamıyorum yüzüne. Özellikle o boynundaki kırmızı kurdelesine.
-Acıktım ben, koş mutfağa git bana şöyle güzel bir et tabağı yap getir.
-Ha ha ha. Aslan kardeş sen de amma şakacısın. Biz pelüş oyuncaklarınız, ben nasıl mutfağa gidip sana et tabağı getireyim?
Akılsız ya bu. Bir şaka yapayım dedim, ağız tadıyla şaka da yaptırmıyor. Cevaba bak sen. Pelüş oyuncakmışız. Sanki ben bilmiyorum. Dur şunun la biraz daha eğleneyim.
-Ne pelüş hayvanı oğlum. Aslanım ben, ormanların kralı. Aslan her yerde aslandır, kraldır, pelüş da olsa. Acıkırım, acıkınca da çok sinirli olurum. Daha sinirli olunca da her şeyi yiyebilirim. Yıkarım buraları.
Aslında varlığından tuhaf şeyler hissettiğim, biraz da korktuğum biri var evde. O da Bayan Coco. Siyahlı, grili, beyazlı parlak tüyleri, masmavi gözleri olan, salına salına dolanan, kuyruğunu her salladığında kendimi tuhaf hissettiğim, miyavlağında kalbimin kıpır kıpır olduğu, ama odanın kapısından sadece kafasını uzatıp içeri girmeye tenezzül bile etmeyen Coco.
-Ya tamam ama Aslan kardeş, şaka yapıyorsun biliyorum.
-Heyyyttt, Aslan kardeş diyor halen. Ben sana git bana et getir açıktım diyorum, yıktırma bana buraları. Seni yemek zorunda bırakma beni.
Biri geliyor odaya, Aman Allah’ım o kucağındaki Coco’mu, yoksa, şimdi de onu yere mi bırakıyor. Ben, ben şimdi ne yapacağım
Oda çok kalabalık değil, ortalarda fazla oyuncak yok. Bezden arabalar ve karşı rafta hepsi bir arada duran diğer oyuncaklar. Zekâ gelişimini destekleyen oyuncaklar çokmuş burada öyle duydum geçen gün annesi konuşurken. Birde şu sarı var. Bak yine sinirim bozuldu, o tarafa her baktığımda gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Şu karşı koltuğun üzerinde duran sarı tüylü, boynunda kırmızı kurdele olan ayı da mı zekâ gelişimi için acaba? Dur şuna bir laf atayım da biraz eğleneyim.
-Hey, Ayı ne haber, pişt sana diyorum sarı?
-Beni mi çağırdın Aslan kardeş?
-Evet, seni çağırdım Sarı da, kardeş neyin nesi? Aslan’ım oğlum ben, senin kralın.
-Merhaba, ne haber, nasılsın?
Yok ya komik bu. Tipi gibi aynı. Uzun süre bakamıyorum yüzüne. Özellikle o boynundaki kırmızı kurdelesine.
-Acıktım ben, koş mutfağa git bana şöyle güzel bir et tabağı yap getir.
-Ha ha ha. Aslan kardeş sen de amma şakacısın. Biz pelüş oyuncaklarınız, ben nasıl mutfağa gidip sana et tabağı getireyim?
Akılsız ya bu. Bir şaka yapayım dedim, ağız tadıyla şaka da yaptırmıyor. Cevaba bak sen. Pelüş oyuncakmışız. Sanki ben bilmiyorum. Dur şunun la biraz daha eğleneyim.
-Ne pelüş hayvanı oğlum. Aslanım ben, ormanların kralı. Aslan her yerde aslandır, kraldır, pelüş da olsa. Acıkırım, acıkınca da çok sinirli olurum. Daha sinirli olunca da her şeyi yiyebilirim. Yıkarım buraları.
Aslında varlığından tuhaf şeyler hissettiğim, biraz da korktuğum biri var evde. O da Bayan Coco. Siyahlı, grili, beyazlı parlak tüyleri, masmavi gözleri olan, salına salına dolanan, kuyruğunu her salladığında kendimi tuhaf hissettiğim, miyavlağında kalbimin kıpır kıpır olduğu, ama odanın kapısından sadece kafasını uzatıp içeri girmeye tenezzül bile etmeyen Coco.
-Ya tamam ama Aslan kardeş, şaka yapıyorsun biliyorum.
-Heyyyttt, Aslan kardeş diyor halen. Ben sana git bana et getir açıktım diyorum, yıktırma bana buraları. Seni yemek zorunda bırakma beni.
Biri geliyor odaya, Aman Allah’ım o kucağındaki Coco’mu, yoksa, şimdi de onu yere mi bırakıyor. Ben, ben şimdi ne yapacağım
Ömür,2015
Jan van Eyck “Arnolfini’nin Evlenmesi’
1434,82,2x 60 cm,
yağlıboya, Londra Ulusal Galerisi
Ticari
ilişkilerinden dolayı Flaman topraklarına giden İtalyan taciri Giovanni
Amolfini ile Giovanna Cenami’nin evlenmelerini konu alan 1436 tarihli
“Arnolfini’nin Evlenmesi” adlı tabloda sanatçı, Flaman Sanatındaki belgesel
gerçekliği ve yoğun sembolizmi ortaya koymaktadır.
Burada günlük
yaşamdan alınan bir kesitin, Flaman geleneğine uygun olarak tüm detaylarıyla
yansıtıldığını, resmedilen nesnelerin gelişigüzel seçilmeyip, belli bir mesajı
iletmek için grafik plandaki konumlarının büyük bir özenle belirlendiğini,
objelerin ve renklerin sembolik değerler dikkate alınarak seçildiğini,ışığın
etkilerinin önem kazandığını ve nesnelerin dokusal özelliklerinin özenli bir
şekilde vurgulandığını görmekteyiz.
Mekan içi
perspektifiyle resmedilen bir gelin odasında evlenen çift el ele tutuşarak
bağlılık yemini eder vaziyette tasvir edilmişlerdir. Arnolfini sağ elini
kaldırarak yemin ederken, karısı da elini karnının üzerine koymuştur. Resmi iki
eşit parçaya bölen dikey eksen üzerinde birleşen çiftin elleri resmin odak
noktasını oluşturmaktadır. Bu eksen üzerinde altta çiftin ayakları dibinde yer
alan köpek, arka planda ayna ve gün ışığına rağmen mumu yanan metal avize,
konumları ve sembolik değerleriyle yapıtın içeriğine ışık tutmaktadır.
Aynaya yansıyan
görüntüden bu çiftin odada yalnız olmadığını anlıyoruz. Oda içinde çiftin
karşısında duran iki figürün görüntüsü yansımıştır aynaya. Bunlardan biri
nikahı kıyan şahıs, diğeri ise Jan van Eyck’ın kendisidir. Saatçı bu anın
tanığı olmakta ve resmiyle de evlenme olayını ebedileştirmektedir. Aynı zamanda ayna üzerine Latince olarak:
“Johannes de Eyck fuit hic”(Jan van Eyck buradaydı) ibaresini de yazarak bu durumu belgelemiştir. Ayna
kuyumcu titizliğiyle işlenmiş olup, çerçevesi üzerindeki on madalyon içinde
“İsa’nın Çektikleri” konulu sahneler yer almaktadır.
Renkler bilinçli
bir şekilde Hıristiyan İkonografyasındaki
sembolik anlamlar dikkate alınarak kullanılmıştır.
Belirli bir kuruluş
şemasına göre sembolik eşyalar yerleştirilmiştir.Bunlar ellerle aynı doğrultuda
bulunan tavana asılı duran ve gündüz olmasına rağmen yanan bir mumun görüldüğü
avize, tesbih ve süpürgeyle birlikte
Azize Margaret heykeli arasında yer alan yuvarlak dış bükey ayna ve
eşlerin ayakların dibinde bulan köpektir.Özellikle bu tür köpeklerin sadakat
sembolü olarak kadınlarla birlikte kullanıldığı görülmektedir. Ana niteliği
evlilikte sadakat olan bu köpeğin, burada da aynı işleve sahip olduğu bellidir.
Köpek ve çiftin birleşen elleriyle aynı doğrultuda yer alan avizenin metal
olması ve üzerinde bir tek mumun yanması
nedeniyle, ruhu aydınlatan Tanrı ışığı gibi bir anlama işaret ettiği
fark edilmektedir. Küçük tahta
Antakyalı Azize Margaret heykelciği, doğum
yapan kadınların koruyucusudur ayrıca
Meryem’in kadınların sevgisi üzerindeki hakimiyeti ve analık
nitelikleriyle bir bütün teşkil ederek iffetli ve saf aşk kavramlarıyla
birlikte Kutsal Aile olgusuna işaret etmektedir. Arnolfini yemin ederken,
eşinin onun sürdüreceğini belirten bir hareketi yapmakta oluşu da bu anlamsal
niteliklere uygundur.
Sanat tarihinin
ünlü ve popüler yapıtları arasında önemli bir yeri olan bu tablo, Avrupa resim
sanatının evlilik teması işleyen ilginç ve öncü örneklerinden biridir.
19 Mart 2015 Perşembe
"OFELYA" John Everett Millais - Effie Gray
"OFELYA"
John Everett Millais,Tuval üzerine yağlıboya, 76x112cm,"Tate Gallery Koleksiyonu
John Everett, Hamlet'ten bir sahneyi betimlemektedir. Ofelya, babasının sevgilisi tarafından öldürülmesi üzerine kendisini nehre atar ve boğulur. Shakespeare, ruhsal çöküntüye uğramış kahramanının durumunu anlatabilmek için kendisini nasıl her birine uygun, sembolik göndermeleri olan çiçeklerle donattığını betimler. Millais, bu anlatıdan yola çıkarak çiçekleri doğru biçimde sergilemiş ve Victoria döneminin çiçek dilinden yararlanmıştır. Hercai menekşe-mağrur aşk, menekşe-sadakat, ısırgan otu-acı, papatya-masumiyet, sülün gözü-üzüntü, unutmabeni ve gelincik çiçeğini -ölümü ekler. Sonuncu çiçeğe yapılan vurgu ise, sağda bir kafatasının yaprak biçiminde çizilmesiyle ima edilir. Yalnızca Ofelya'nın ölümüne gönderme yapmakla kalmaz, arkasından gelen Hamlet'in Yorick'in kafatasıyla görüldüğü ünlü mezarlık sahnesini de anımsatır. Millais'in doğru biçimde aktarma tutkusu çiçeklerle sınırlı değildir. Arka plan çalışmaları için İngiltere Surrey'de Hogsmill Nehri çervesinde dört ay kalır. Bu resim için model de acı çekmeye zorlanmış, haftalarca üstten lambalarla ısıtılan su dolu küvette poz vermek zorunda kalmıştır.
"EFFİE GRAY"
Ünlü oyuncu Emma Thompson'ın senaryosunu yazıp başrolunde oynadığı filmin yönetmeni Richard Laxton.
9.yy. İngilteresi'nde geçen filmde dönemin ünlü sanat tarihçisi ve eleştirmenlerinden biri olan John Ruskin ile evlenen genç Effie Gray'in hikayesi ele alınmış. Bir türlü yolunda gitmeyen evlilik özellikle Effie Gray için hayal kırıklığı ve acıyı da beraberinde getirmiştir.Bir tatil sırasında kocasının arkadaşı ressam Everett Millais'e modellik yaparve ona aşık olur. Arkadaşının verdiği cesaretle, dönemin muhafazakarlığı ile de yüzleşme vakti gelmiştir.
"ZENGİNLİK DİYE BİR ŞEY YOKTUR, YAŞAM VARDIR. AŞKIN, MUTLULUĞUN VE HAYRANLIĞIN BÜTÜN GÜCÜYLE YAŞAM" JOHN RUSKİN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)