www.yenicıkanlar.co.m.tr için yazdığım yazı
http://www.yenicikanlar.com.tr/naya-kardesler-ve-daha-fazlasi-bu-sergide-73378
GÜMÜŞTEN
SURETLER Ömer M. Koç Koleksiyonundan Erken Dönem Fotoğraflar:1843-60
Sadberk Hanım
Müzesi’nde “Gümüşten Suretler” sergisinde, tamamı Ömer M. Koç Koleksiyonundan
seçilen, 18. yüzyıldan minyatür tarzda yapılmış portrelerden elle
renklendirilmiş portre fotoğraflar, dagereotipler ve kağıt üzerine ilk
fotoğrafların gizemli dünyasından seçilmiş örnekler, kültür ve sanat tarihimize
merak duyunların ilgisine sunuluyor. James Roberson, Felice Beato, Ernest de
Caranza, Maxime du Camp ve Francis Frith gibi seyahat fotoğrafçılığının önde
gelen isimlerinin fotoğraflarıyla çok az sayıda hazırlanan İstanbul, Atina,
Malta, Athos Dağı, Mısır, Kırım konulu albümlere kadar fotoğraf tarihiyle
ilgili çarpıcı ve nâdir eserlerden oluşan serginin küratörlüğünü Bahattin Öztuncay üstlenmiş.
Erken dönem
tabir edilen ve fotoğraf tarihinin en önemli evresi sayılan, 1839-1860 yılları arasından günümüze
kalabilmiş örnekler son derece azdır. Büyük bir buluş olarak kabul edilen ve
fotoğraf tekniğinin pratikte kullanılabilen ilk yöntemi olan “dagereotip”
tekniğinde elde edilmiş görüntüler “Gümüşten Suretler” sergisinin ana
temasını oluşturmuş. Fransız sanatçı Joseph-Philibert Girault de Prangey’in
İstanbul’da ve Batı Anadolu’daki seyahatlerine ait etkileyici dagereotiplerden
günümüze ulaşmış çok az sayıdaki örnekde sergide önemli bir yer tutmaktadır. Sergide
bulunan, Afrodisias’da iki katlı bir ahşap konağın gümüş ve buz mavisi renk
tonları arasında gidip gelen büyüleyici kayıtı, fotoğraf sanatının taş devri
sayılabilecek dönemden günümüze kalan son derece etkileyici örneklerdendir. İstanbul’da
profesyonel anlamda faaliyet göstermiş olan en önemli dagereotip stüdyolarından
biri, İtalyan asıllı Carlo ve Giovanni Naya kardeşler tarafından kurulmuştur.
Naya kardeşler tarafından İstanbul’da çekildiği saptanan ve günümüze kadar
kaydedilebilen üç dagereotip portre bulunmaktadır. Sergide yer alan
dagereotiplerden iki tanesi hem fotoğraf tarihi, hem de görüntülenen kişilerin
kimlikleri açısından öne çıkmakta. Eserler, Osmanlı resim sanatının büyük
ustası Osman Hamdi Bey’i ve babası, dönemin Mabeyn-i Hümayun Feriki İbrahim
Ethem Paşa’yı göstermektedir.
Minyatür
portreler 16. yüzyıldan itibaren özellikle Fransa ve İngiltere’de elit tabaka
ve hanedan üyeleri arasında büyük rağbet görmüş ve minyatürlerin renkli dünyası
fotoğrafta da etkisini göstermekte gecikmemiş. Portre fotoğraflarının elle
renklendirilmeleri fotoğrafın bulunuşunun ilk yıllarında başlamış. Minyatür ve
resim sanatından gelen ve fotoğrafçılığa geçiş yapan birçok sanatçı renklendirme
konusundaki yeteneklerini bu yeni teknoloji ile birlikte kullanmak istemişler.
Fotoğrafçılık tekniği konusunda kendisini geliştirmiş fakat resim ve boyama
konusunda becerileri olmayan kişiler de müşteri istekleri doğrultusunda
ressamları yardımcı olarak işe almaya başlamış. Çoğu 1850’li yıllardan kalan bu
türden renklendirilmiş fotoğraflar günümüzde de çekiciliklerini korumaktadır.
Osmanlı
sultanları, yabancı hükümdarlar ve devlet ileri gelenleri portre fotoğraf
çekimine çok önem vermiş. Hanedan üyelerinin portreleri çekiliyor ve büyük
özenle hazırlanmış çerçeveler veya albümler içerisinde yıldönümlerinde veya
seyahatlerde karşılıklı olarak hediye ediliyormuş. Hanedan üyeleri,devlet
adamları, birkaç istisna dışında, bu fotoğrafların dükkânlarda satışına
kısıtlama getirmemişler, sade yaşam süren insanlar da, kral ve kraliçelerinin
ve çocuklarının portrelerini evlerinde bulundurmaktan son derece mutluymuşlar.
1860’lardan
itibaren fotoğrafçılık profesyonel anlamda bütün dünyada iyice yaygınlaşır. İlerleyen
teknolojiler, optik ve kimyasal alanlarında yeni buluşlar üretimi da daha kolay
hale getirir. Ard arda açılan stüdyolarda fotoğrafçılar portre çalışmalarının
yanı sıra yaptıkları dış mekân seri çekimlerle şehrin günlük yaşamını, mimari
eserlerini ve doğal güzelliklerini kayda geçirmeye başlarlar.
Fotoğrafın
1839 yılında icadından ve yaygınlaşmaya başlamasından itibaren Osmanlı
coğrafyası ve Doğu Akdeniz metropolleri, Girault de Prangey, Maxime de Camp,
Auguste Salzmann, Felix Teynard, John Shaw Smith, Alfred Nicholas Normand,
Francis Frith ve Claude-Marie Ferrier başta olmak üzere seyahat fotoğrafçılığın
önde gelen isimleri tarafından bir
cazibe merkezi olarak kabul edilmiş ve bu fotoğrafçıların önemli bir bölümü
seyahatleri sırasında İstanbul’a da uğramışlar ve mimari yapıları, günlük
yaşamı belgeleyen çekimler yapmışlar.
Minyatür
tarzda yapılmış 8 adet portre, 46 adet fotoğraf ve 11 adet albüm yanında
fotoğraf tarihi ile ilgili 19. yüzyıla ait kitaplar, teknik malzemeler ve Rahmi
M. Koç Müzesi koleksiyonuna ait 2 adet fotoğraf makinesi 10 Ekim 2017 tarihine
kadar ziyaret edilebilecek.
Dagereotip; ilk önce yüzeyi gümüş kaplı ve
parlatılmış ince bakır bir plaka, iyot buharına tutularak ışığa duyarlı hale
getiriliyordu. Fotoğraf kamerasında, 3’le 30 dakika arası, ilerleyen tekniklere
bağlı olarak daha sonraları ışık durumuna göre on saniyeye kadar düşürülmüş poz
süreleri uygulanıyordu. Kamerada pozlandırmadan sonra gümüş plakanın, en geç
bir saat içinde kapalı bir kutuya yerleştirilerek, 45 derece eğik açıda ve
yaklaşık 60 derece ısıda civa buharına tutulmasıyla görüntü ortaya çıkmaktaydı.
Daha sonra bu görüntü, hiposülfit banyosunda sabitleştirilerek kalıcı hale
getiriliyordu. En son işlem olarak da dagereotip plaka bir cama alınarak, kapalı, koruyucu bir çerçeveye
yerleştirilmekteydi. Negatif kullanılan bir yöntem olmadığı ve dolayısıyla
görüntüyü çoğaltma imkânı bulunmadığı için her dagereotip, kendi başına, bir
eşi daha olmayan bir fotoğraf eseri niteliği taşımaktaydı.
Daha sonra dagereotip yöntemi yerini kalotipe
bırakmıştır. Kağıt üzerine kamerada negatif olarak alınan görüntü, daha sonra
kontak çoğaltma yoluyla, tıpkı negatiflerde kullanılan kâğıtlar gibi ışığa
duyarlı hale getirilmiş başka bir kâğıda, bu sefer pozitif olarak
aktarılıyordu. Dagereotiplere göre bu yöntemin en büyük avantajı, elde edilen
görüntünün çoğaltılabilir olmasıydı. 1850’lerin ortalarından itibaren “cam
negatifli ıslak kolodyon” yöntemine geçilmesiyle fotoğrafçılara yeni ufuklar
açıldı.
Sadberk Hanım Müzesi: 14 Ekim 1980’de Sarıyer-Büyükdere’de Azaryan
Yalısı olarak adlandırılan yapıda Vehbi Koç’un eşi Sadberk Koç’un anısına,
O’nun kişisel koleksiyonunu sergilemek üzere açılmış, Türkiye’nin ilk özel
müzesidir.
Geleneksel
kıyafet, işleme, tuğralı gümüş ve porselen gibi eserlerden oluşan müze
koleksiyonu zaman içerisinde hibe ve satın alma yoluyla zenginlemiş. Önemli
koleksiyoner Hüseyin Kocabaş’ın vefatından sonra, koleksiyonu Sadberk Hanım
Müzesi koleksiyonuna katılmıştır. Hüseyin Kocabaş koleksiyonunda yer alan
arkeolojik eserlerin sergilenebilmesi için mevcut binanın hemen yanındaki 20.
yüzyılın başında inşa edildiği sanılan yalı satın alınmış ve “Sevgi Gönül”
adıyla ek müze binası olarak hizmete açılmış. Sergileme düzeni bakımından
çağdaş bir müze uygulamasına örnek olarak değerlendirildiği için 1988 “Europa
Nostra Ödülü”ne layık görülmüştür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder