18 Ağustos 2018 Cumartesi

Nazlı Gürkaş'la "Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan"


                                                    


Nazlı Gürkaş’la Hepkitap etiketi ile çıkan ve roman gibi okunabilen seyahat anlatısı olarak değerlendirdiği “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan” üzerine konuştuk.
-Selanik’teki yakın arkadaşınız “Felis na fai olo o kozmos Nazli mou” demiş size; “Bütün dünyayı yemek istiyorsun Nazlım”. Bu, hayata karşı merakı, şevki, heyecanı hiç bitmeyen insanlar için kullanılan bir tabirmiş. Nasıl biridir Nazlı Gürkaş, tanıyalım sizi?
1988 yılında mutlu insanlar şehri Kırklareli’de doğdum. Uludağ Üniversitesi’nde İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdikten sonra yüksek lisansımı Barselona’da gazetecilik ve iletişimde araştırma üzerine yaptım. İtalya, Yunanistan ve İspanya’da yaşadım. 2013 yılında Türkiye’ye döndükten sonra Kalem Ajans’ta edebiyat ajanı olarak çalışmaya başladım. Bu, edebiyat ve seyahat tutkularımı birleştirebildiğim bir meslek olduğu için şanslı hissediyorum.  Son beş yıldır iyi kitaplar peşinde dünyanın çeşitli köşelerine seyahat ediyorum. Seyahatlerim yerel kültür, yemek, fotoğraf gibi birçok tutkumu birleştirme şansını veriyor bana. İzlenimlerimi ve deneyimlerimi de kısa hikâyeler yazarak Instagram üzerinden @seyahatsanati hesabımdan paylaşıyorum.
-Rodos’tan Santorini’ye gitmek üzere bindiğiniz feribotta tesadüfen tanıştığınız bir ailenin ani davetiyle Girit’teki bir köy düğününe uzanan ve orada geçirilen bir haftada bir köy dolusu dost ve “yeni bir aile” ile sonuçlanan rüya gibi anıların bulunduğu bir kitap “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”. Okuyucuyu neler, hangi maceralar bekliyor?
Okurları bir rehberden öte roman gibi okunabilen bir seyahat anlatısı bekliyor. Yunanistan’a attığım ilk adımdan itibaren ülkenin hayatıma katacağı sürprizlere açıktım. Böylece kendimi Girit’te bir köy düğününde de buldum, ailelerle Noel, Paskalya gibi özel günler de kutladım. Pek çok ada dolaştım; ancak en çok anakaradaki minicik köyleri sevdim. En güzel anılarım hep kimsenin yolunun düşmediği yerlere ait.  Okurlar, bu kitapta Yunanistan’ın adalardan, tavernalardan ve siestadan çok daha ötesine uzanan derinliğini bulacaklar. Mübadelenin getirdiği acıların yıllara direnen gözyaşlarıyla ortalığa döküldüğü anlara şahit olup hiç adı duyulmamış şehir ve kasabalardaki yaşantıya tanıklık edecekler. Bir sırt çantasına attığımız birkaç parça eşyayla rüzgârın götürdüğü yere gittiğimizde seyahatlerimizin ne kadar derinleştiğini ve bunların nasıl da hayatlarımızı dönüştürücü güce sahip olduklarını görecekler.
                                                      

-İlk seyahatinizi hatırlıyor musunuz ya da şöyle sorayım hatırladığınız ilk seyahatiniz hangisi ve neler var aklınızda o seyahate dair?
Hayatımdaki ilk seyahat anım sekiz yaşıma uzanıyor. Ailemle birlikte minibüsten bozma bir karavanla 10 günlük bir Akdeniz turuna çıkmıştık. Kırklareli’den Ege ve Akdeniz sahil şeridini takip ederek Antalya’da Adrasan’a kadar seyahat etmiştik, sonra da Pamukkale üzerinden dönüşe geçtik. Restoranlarda yemek yediğimizi pek hatırlamıyorum, kamp sandalyelerimizi en güzel manzaralı yere kurup yiyeceklerimizi kendimiz hazırlıyorduk çoğunlukla. Her sabah farklı bir şehirde, köyde açıyorduk gözümüzü. Bu seyahate çıkmadan önce babam bana minik bir defter verip gezip gördüğümüz yerlere dair notlar tutmanı istemişti. O karavan seyahati beni o yaşta öylesine etkiledi ki her gün en az bir saatimi yazmaya ayırdığımı hatırlıyorum. Serbest kompozisyon yazma derslerimizde de sürekli o seyahati anlatır hale gelmiştim. Daha o zamanlar bu tutku içime girmiş demek ki, bir daha hiç terk etmedi beni.
-“Neden Yunanistan” diye bölüm var kitabınızda ama yine de öğrenmek isterim neden Yunanistan?
Yunanistan, bir Trakyalı olarak çok eskiden beri aşina olduğum bir ülkeydi ancak orada 1 yıl yaşama fikri karşıma çıkan öğretmenlik projesi sayesinde oldu. Bir Amerikan tarım okulunda Yunan öğrencilere Türkçe öğrettim; onlardan Yunanca öğrendim. Okulun uygulamalı tarım derslerine birlikte katıldık, bahçeleri ekip biçtik, birlikte yemekler yaptık, yerel dansları öğrendik. Katılma şansı bulduğum bu proje sayesinde Yunanistan’da hayatımın en güzel yıllarından birini yaşadım, ömürlük dostlar edindim.
-33 yeri anlatıyorsunuz kitabınızda. Nasıl çizdiniz bu rotayı, nasıl ortaya çıktı?
Aslında ben Yunanistan’a ilk adım attığımda hiçbir rota çizmemiştim kendime; sadece öğretmenlik yapmaya başlamadan önce birkaç farklı yer görmek istiyordum. Nitekim iyi ki net bir plana sadık kalmamışım. Bu sayede bir kitaba dönüşmesi gerektiğini düşündürecek harika şeyler yaşadım.  Selanik’te çalışırken öğrencilerim beni hafta sonunu birlikte geçirmek için aile evlerine davet ettiler. Bu sayede turistlerin aklına gelmeyecek şehirlere, köylere gittim. Türkçe derslerinden kazandığım harçlıklarla her fırsatta seyahat ettim ve böylece kocaman bir harita çıktı ortaya.
- Hazırlık sürecinde 2.987 adet kahve fincanının dolup taştığını biliyoruz. Ne kadar sürede yazıldı “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”? Başka neler yaşandı bu süreçte?
Bu kitap 1,5 yılda yazıldı. Karşımıza çıkan çok güzel bir fırsat sayesinde eşimle birlikte birkaç yıllığına Türkiye’nin en güneyine, İskenderun’a taşınma şansımız oldu. Orada bahçesinde limon ve zeytin ağaçları olan bir evde yaşadık. Kahve kokusuyla dolu evimizde huzur içinde anılarıma gömülüp yazma fırsatım oldu. Bahçemizde bakımını üstlendiğimiz çok sayıda kedi vardı. Onlar çimenlerde mutlulukla zıplayıp oynarken ben limon ağacının altında kitabımı yazdım, oya ağacına kurulu hamağımda Yunanistan’a dair kitaplar okudum. Yunanca şarkılar o ruh haline bürünmemde en önemli yardımcılarım oldu elbette. Bazı geceler yüksek sesli Yunanca şarkılar eşliğinde evimiz tavernaya döndü, anılar sel olup aktı.
-Kitabı yazarken 4.987 adet Yunanca şarkı dinlemişsiniz ve her bölümün başında bir şarkı var. Hazırladığınız şarkı listesine internet üzerinden de ulaşılabiliyor. Seyahat, müzik ve özellikle Yunanistan ve Yunan müziği ile ilgili neler söylersiniz?
Müzik, Yunan kültürünün vazgeçilmez bir parçası. Bölüm başlarındaki şarkıları seçerken o şehirde doğup büyümüş müzisyenleri göz önünde bulundurdum. Sakız Adası ve Theodorakis nasıl ayrılamazsa Glykeria ve Kavala da birlikte gelmeli. O melodileri yaratan kişilere doğup büyüdükleri şehrin mutlaka etkisi olmuştur. “Zeytin ağacının gölgesinde Yunanistan” adında bir Spotify listesi hazırladım, yani bölümleri okurken şarkıları tek tek araştırmanıza gerek yok, listeyi açıp kitabın akışına bırakabilirsiniz kendinizi.
-Sizin hayatınızda seyahatin yerini öğrenebilir miyiz? Nerelere gitmekten hoşlanır Nazlı Gürkaş?
Seyahatler, hayatımın ana taşlarından biri. Seyahat derken sadece farklı şehirlere ya da ülkelere gitmekten bahsetmiyorum. Fotoğraf çekmek için evden çıkmak, akşam yemeğini evde yemek yerine bir piknik sepeti hazırlayıp en yakın parka, bahçeye ya da sahile gitmek bile bir seyahat benim için. Yeter ki iki gün art arda aynı şekilde geçmesin, her günü farklı kılan, diğerlerinden ayıran bir şey olsun.  Ancak farklı coğrafyalardan bahsedecek olursak, ruhuma en çok dokunan şehirler çoğunlukla Akdeniz ülkelerinde ve Latin Amerika’da.
-Seyahat edebiyatı hakkında neler söylersiniz?
Seyahat edebiyatını yakından takip etmeye çalışıyorum. Mesleğim gereği daha çok seyahat kitabının da dilimize kazandırılması için çaba harcıyorum. Yayınevlerinin de son zamanlarda listelerinde bu tarz kitaplara daha çok yer vermeleri umut verici.
-Yeni projeleriniz, bu ülkeyi de yazmak istiyorum dediğiniz yerler var mı?
Elbette! Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan, Akdeniz üçlemesinin ilk kitabı; seri İspanya ve İtalya ile devam edecek.


5 Ağustos 2018 Pazar

Marguerıte Yourcenar "Wang-Fo Nasıl Kurtuldu"


                                             

Marguerıte Yourcenar’ın Doğu Öyküleri kitabı on öyküden oluşuyor. Çevirisi Hür Yumer tarafından yapılmış ve Helikopter yayınlarından çıkmış. “Wang-Fo Nasıl Kurtuldu” kitaptaki  ilk öykü ve Yourcenar  bu öyküde  eski bir Çin kıssasından esinlendiğini söyler.
“ Yaşlı ressam Wang-Fo’yla çırağı Ling, Han Krallığı’nın yollarında ilerliyorlardı.
Yavaş yol alıyorlardı, çünkü Wang-Fo geceleri gezegenleri ,  gündüzleriyse  kızböceklerini seyretmek için duraklıyordu. Yükleri hafifti; çünkü Wang-Fo eşyaların kendilerini değil, imgelerini severdi ve dünya da fırçaların, çini mürekkeplerin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksuldular, çünkü Wang- fo resimlerini bir tas arpa çorbasıyla takas eder, gümüş paraları küçümserdi. Sırtındaki çizim dolu torbanın ağırlığı altında ezilen çırağı Ling, gök kubbeyi taşırmışçasına saygıdan iki büklüm olurdu; çünkü Ling’e bakılırsa bu torba, karlı dağlar, baharda ırmaklar ve yaz mehtabının yüzüyle doluydu.’’ …..
Resimlerle dolu bu hikâyede sadece yazarın resmettiği resimler yok, Wang- Fo’nun resimleri var, Wang- Fo’nun ressam olarak zanaatı var, Yourcenar’ın ressamlığı var.
Film havası da olan hikayenin  bir animasyonu da yapılmış. Seyrettiğimde hikâyenin o renkli, duygusal tablosunu göremedim çok daha etkili olabilirdi.  Ama gözümde canlanan Kim Ki-duk’un “İlkabahar-Yaz-Sonbahar-Kış” filminden sahneler oldu. Öyküye ait animasyon 14. Uluslararası Film Festivalinde (Kısa Canlandırma) gösterilmiş.  ( Rene Laloux, Fransa 1987)



                                             
Türk resim tarihinde önemli yeri olan Burhan Uygur’un. İstanbul Modern’in koleksiyonunda olan ve müzenin sürekli sergi alanında sergilenen Kapılar adlı eserinde bu hikâyeden esinlendiği, bu öykünün resmin yaptığı söylenir.



Hikayede ana karakter WANG , sonra Ling, İmparator sonrasında  Ling’in karısı, anne- babası, imparator’un babası  geliyor.
…”Eflatuntun duvarların gün ortasında, günbatımında bir saçak gibi yükseldiği imparatorluk sarayının kapısına vardılar. Askerler, Wang-Fo’yu kare ve çember biçiminde sayısız odadan geçirdiler.Odaların biçimleri, dişi ve erkeği, uzun ömrü, dört yönü ve iktidarın ayrıcalıklarını simgeliyordu. Kapılar müzikal bir ses çıkararak kendi eksenleri etrafında dönüyorlardı. Öyle ayarlanmışlardı ki, insan sarayı doğudan batıya doğru katederken bir gamın üzerinde yürüyor gibi oluyordu.’’….
…’’Dünya, çılgın bir ressamın boşluğa fırlattığı birtakım karmaşık lekeler yığınından, durmadan bizim gözyaşlarımızla silinen lekeler yığınından başka bir şey değil… Han Krallığı, krallıkların en güzeli değil, ve ben, imparator değilim. Hüküm sürmeye değer tek imparatorluk, senin Bin Renk ve Bin Eğri yollarından geçerek, kapılarından içeri girip hükmettiğin yer. …. Gözlerinin dağlanmasına karar verdim. Çünkü  gözlerin  Wang- Fo, senin krallığına varan yolda iki büyülü kapıdır. Ellerin de seni imparatorluğunun merkezine götüren on geçitli yol olduğuna göre, ellerinin de kesilmesine karar verdim. …
-SENDEN NEFRET ETMEMİM BİR SEBEBİ DE KENDİNİ SEVDİREBİLMİŞ OLMAN.
Bu cümle hikayenin fikir cümlesi. Kralın Wang-Fo’ya olan duygularının kesinleştiği netleştiği  noktadır.
….’’Küreklerin titreşimi azaldı, sonra yok oldu, uzakta silindi. İmparator öne doğru kaykılmış, elini gözlerine siper etmiş, gitgide uzaklaştıkça günbatımının uçuk renginde şimdi belirsiz bir lekeden başka bir şey olmayan kayığa bakıyordu. Altın rengi bir buğu yükseldi denizden, sonra yeniden denize düştü; ardından kayık, açık denizin girişini örten kayalığın burnundan dönerek yön değiştirdi, üstüne bir yarın gölgesi vurdu, denizin ıssız yüzeyinde izi silindi ve ressam Wang- fo’yla yaratmış olduğu bu mavi yeşim taşı  rengi denizde bir daha hiç görünmemek üzere kayboldular.  
Bu son cümlede, resimde,Yourcenar’ın  ressamlığını da görüyoruz. Hikâyenin diğer bölümlerinde daha çok sözcüklerle resim çizen imparator var.  Bu sondaki fantastik buluş modern bir yazarın buluşudur.
Arka kapak yazısından…”Herhangi bir okur, mesela “Wang-Fo Nasıl Kurtuldu” başlıklı ilk öyküyü okuduğunda, hakikaten selamlayacaktır edebiyatın gücünü. Güzelin niye güzel olduğunu açıklamakta zorlanırız genelde. Ben de anlatamazdım eskiden bu kitabın neden güzel olduğunu. Şimdi biliyorum: Yaratıcılığın, yeni bir şey yapmanın yani poiesis’in en has örneği bu. Uzun müddet de aşılabilecek türden değil. Güzel, bu. Tam da bu. Başdöndürücü.


27 Temmuz 2018 Cuma

Postmodernizm ve "Gölgesizler"


                                                              


Bir süre önce katıldığım bir toplantı da Egem Atik moderatörlüğünde Postmodernizm: Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler Romanında Kurmacanın Mutfağı başlığı altında postmoderniz roman ve Gölgesizler’i konuşmuştuk. O toplantıdan yola çıkarak Postmodern roman ve Gölgesizler üzerine yazım:
Postmodern(izm), merkezin kaybolduğu, görüntünün belirsizleştiği, kuralların yitirildiği, mega anlatıların terk edildiği, mantıksal ve etkisel doğruluğa ihtiyaç duymayan eleştirel bir görüş biçimidir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde Batı dünyasında mimari, resim, edebiyat ve daha birçok alanda ortaya çıkmıştır. Postmodern edebiyat ise insan deneyiminin anlamsızlaştığı,türlerin karıştığı,zaman ve mekânda kırılmaların olduğu,bireyselliğe ve öznelliğe odaklanan,geleneksel anlatı yapısının dağıldığı, şu ana  odaklanan, gerçeklik-hayal ayrımının silikleştiği, okurun yalnızlaştığı, metnin mutfağının okura açıldığı bir edebiyat türüdür.
Postmodern romanın özelliklerini listelersek; Çoğulculuk,üstkurmaca,parçalılık,metinlerarasılık,kopukluk, parodi, farklılık, polisiye ve gerilim,oyunsuluk,  tarih
Modernizm ve Postmodernizmi karşılaştırırsak;
Modernizm                                                            Postmodernizm
-form                                                                       -antiform
-amaç                                                                      -oyun
-tasarım                                                                  -rastlantı
-hiyerarşi                                                                -anarşi
-sanat nesnesi/bitmiş yapıt                                 -süreç/performans
-mesafe                                                                   -katılım
-yaratma/sentez                                                    -yaratmayı imha/antitez
-merkezlenme                                                         -dağılma
-tür-sınır                                                                   -metin-metinlerarasılık
-okunaklı(okuyucuvari)                                          -yazılabilir(yazarvari)
-anlatı/büyük tarih                                                 -anlatı karşıtı/küçük tarih
-belirlenmişlik                                                          -belirsizlik

Hasan Ali Toptaş, 1994’te yayımlanmamış romanı  Gölgesizler ile Yunus Nadi Roman ödülü alır. Hikâye İstanbul’da bir başlar. Günlük hayatından sıkılıp bunalan berber bir gün dükkândan çıkar ve yolu bir köye düşer. Köydeki berberde yıllar önce ansızın ortadan kaybolmuştur. Bunun üzerine onun dükkânı yeni berbere kiralanır ve berberin yeni hayatı başlar. Köyün en güzel kızı Güvercin de  dikkat çeken karakterlerdendir. Güvercin’de bir gün ansızın kaybolur ve gizemli hikâye böyle devam eder. Postmodern anlatımın önemli noktalarından olan yokluk düşüncesi şehirde ve köyde geçen tuhaf olaylarla ve kaybolan insanlarla aktarılmaktadır. Köyde anlatılan olaylar, anlatıcı, zaman ve mekân, kişiler farklıdır ve kahramanlar muhtar, karısı, Reşit, bekçi, ve Cıngıl Nuri’dir.
Gölgesizler neden postmodern?
Hasan Ali Toptaş’ın eserlerinde bütünlüklü bir olay örgüsünün olmayışı, anlatım biçimini kusursuzlaştırma çabası ve zamansal düzensizlikler öne çıkmaktadır. Anlamsız ve hiçbir nedeni yokken kaybolan insanlar ve yazarın dahi açıklayamadığı olayların gerçekleşmesi irrasyonel durumun en açık göstergesidir. Toptaş, romanda bütünlüklü bir öyküye yer vermezken anlatım tekniği ve dilsel özellikleri metnin merkezine koymaktadır.
İki anlatısal katman, anlatıcı-yazar ve kurmacanın mutfağı, dağılan iktidar;yazar, devlet, din, yokluk, bolluk ve kayıp, okurla oynanan oyunlar, tekinsizlik hissi, gerçeküstü öğeler, aynalar ve gölgeler yazarın romanda kullandığı postmodern öğelerdir.
Gölgesizler,insanın kendi içinde varlığını bulmak için kaybolması ve bunun bir oyunla anlatımıdır ve postmodern ögelerin hemen hemen hepsi başarıyla kullanılmıştır.
Oyuna örnek verirsek s.6;
“Hâlâ roman yazıyor musun sözgelimi, onu anlat.”
“Yazıyorum,” dedim kuru bir sesle. Hemen ardından, gözlerimi aynanın üstüne kaldırarak onu n yaptığı resme baktım. Karakalemle yapılmış iri bir güvercin resmiydi bu; sigara dumanından sararmıştı biraz, kenarları kıvrılmıştı.
Devlet-iktidara örnek verirsek s. 197;
... Ne de olsa devlet vardır karşısında. Bu yüzden sigara da tellendirememiştir tabii, çaresizlik içinde, o gülüşün yarasıyla kıvranıp kalmıştır.
Aynı isimle Ümit Ünal yönetmenliğinde filme uyarlanan Gölgesizler’de Taner Birsel, Selçuk Yöntem gibi yetenekli oyuncuların bulunduğu kadroya,  Candan Erteçin’de   müzikleri ve konuk oyunculuğu ile dahil olmuş.

12 Temmuz 2018 Perşembe

Meriç Demiray'la Röportaj



                                             



Son kitabı “Kırmızı Bir Ölüm” Hep Kitap etiketiyle yayınlanan Meriç Demiray’la edebiyat yolculuğu üzerine konuştuk.
-Rocky, Cohen ve Muhsin Bey’den Örneklerle Hayatım isimli hikâye kitabınızın ardından roman yazmaya nasıl karar verdiniz?
Öykü kitabını “Acaba başarabilir miyim?” diye yazmıştım. Uzun süredir biriken, 100 sene yaşasam hayata geçiremeyeceğim fikirleri bir anda hayata geçirme şansı buldum. Sonra “Acaba roman yazabilir miyim?” dedim. Bunun için en az bir sene uğraşabilecek kadar size heyecan verecek bir öykü gerekiyor tabii. O öyküyü bulduğumda harekete geçtim.
-Kırmızı Bir Ölüm’ün hazırlık aşamalarını ve sonrasındaki süreci öğrenebilir miyiz?
Senaryoda da edebiyatta da, hazırlık için ilk yapmak gerekenin okuma alışkanlığınızı ilgili yöne kaydırmak olduğunu düşünüyorum. Zaten öyküyü hayata geçirme heyecanı sizi bu yöne sürüklüyor. Yol edebiyatını, yol filmlerini, bisikletçi / seyyah bloglarını daha dikkatli takip etmeye başladım. Oyuncu arkadaşlarımın hayatlarına, kendi hayatıma daha bir eğildim. Yapı şekillenmeye başlayınca serin bir denize girer gibi yavaş yavaş, acele etmeden yazmaya başladım.
-Romanınızda, çocukluğundan beri bisiklete binmeyen Kahraman bir gece ansızın, bisikletle İstanbul’dan Ege kıyıları boyunca devam edecek bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk aslında bir anlamda baba-kardeş ilişkisine doğru yapılan yolculuktur. Kırmızı Bir Ölüm’den, Kahraman’dan ve kurgudan bahseder misiniz?
Kahraman inişli çıkışlı kariyeri olan bir oyuncudur. Bir gün bisiklete biner ve hem geçmişi hem geleceği şekillendiren karanlık bir yolculuğa çıkar. Çatıyı kurarken Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın’da anlattığı, Doğu ve Batı, baba ve oğul ilişkisi benim için çok belirleyici oldu, haklısınız. Kardeşle de persona, “olmak istediğimiz kişiyle olduğumuz kişi arasındaki fark” konusuna girdim.
-Sizin de hayatınızda önemli bir yeri olan bisikleti romanınızda metafor olarak kullanmaya nasıl karar verdiniz?
Bisikletin hayatta ama özellikle de dramada, arabada ya da motosiklette olmayan anlamı ve imkânları var. Özgürlükle ilgili, kendi kendine yetmeyle ilgili, azla yaşamak, azla mutlu olmakla ilgili, bir yerden geçmek değil, durmak, bakmak, ilişki kurmak ve dolayısıyla değişmekle ilgili çok şey söylüyor. Bisiklet diye bir taşıt olmasa bu hikâye yazılamazdı.
                                                                   

-Şarkılar, şiirler, şairler, şarkıcılar, mekânlarla yaşayan bir roman Kırmızı Bir Ölüm. Bunu başarmanın püf noktaları neler?
Başarmaktan çok, tercih etmek bence doğru kelime. Benim hayatımda tüm bunlar yoğunlukla var ve öykülere doğallığıyla yansıyor. Bir gündoğumunda güneye doğru arabanızı sürüyorsanız, yağmur yağıyorsa, teypte “Blue Hotel” çalmalı. Yoksa o sahne eksiktir benim için. Hayatımda da öyle.
- Roman, öykü, senaryo yazmanın sizin açınızdan farklı, birbirinden daha zor veya kolay olduğu noktalar var mı, hangileri?
Roman tabii ki diğerlerine göre daha uzun zaman ve dikkat talep eden bir tür ama iyi ve doğru bir öykünüz varsa ve gerekli özeni gösterirseniz üçü de çok zevkli hatta büyülü. Senaryonun hayata geçirme kısımları sancılı olabiliyor, çünkü orada sizden farklı bakış açıları devreye giriyor ve uzlaşı duygusu yaratıcılığın önüne geçebiliyor ama orada da çok geniş kitlelere ulaşma imkânı, oyunculuk, müzik, kurgu gibi harika şeyler var.
-Yeni projeleriniz, çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Bugünlerde “Hayal Gücü” isimli projemi hayata geçirmeye çalışıyorum. Etkinliklerin, kursların, deneyim paylaşımlarının yapıldığı, aynı zamanda doğru, yapısı düzgün drama üretilen bir alan. Dizi, sinema filmi ve edebiyat üretimimle bu alanın birbirini besleyeceğini düşünüyorum.
-Size ilham veren yazarlar, kitaplar hangileri? Çok sevdiğiniz bunu ben yazsaydım dediğiniz eserler, karakterler var mı?
Antoni Casas Ros’un Enigma’sını, Allende’nin Ruhlar Evi’ni ya da Masumiyet Müzesi’ni yazsam fena olmazdı tabii. Karakter olarak da Tiffany’de Kahvaltı’daki kadın karakter, Günden Kalanlar’daki uşak, Zebercet ilk aklıma gelenler.
-Son olarak nelerden esinlenirsiniz?
Bunu bilmiyorum sanırım. Bir gün Moda’da taksiye binen yaşlı, aristokrat bir kadın gördüm ve onun şoförle ilişkisini düşünerek ilk kitabımdaki “Sami Bey” isimli öyküyü yazdım. Bir an, bir görüntü, bir duygu, aklın bir köşesinde demlenen, bekleyen fikirleri, hikâye parçacıklarını gizemli bir şekilde birleştirip su yüzüne çıkarabiliyor.



2 Temmuz 2018 Pazartesi

Boğaz’ın Serin Suları


                                                              



Çok zor uyuyordu geceleri. Ne yaparsa yapsın hiçbiri sıkıntısına deva olmuyordu. Çoğu zaman Kuruçeşme’deki yalının salonunda sabahlıyordu. Havanın güzel olduğu akşamlarda ise üstüne ince bir battaniye alıp bahçede bekliyordu güneşin doğmasını.
Zaman zaman yaşamında daha fazlasını yapabileceğini düşünüyordu. Bazen yaptıklarıyla gurur  duyuyor, bazen yaptıklarını Boğaz’ın derinliklerine atmak istiyordu. Hayalleri vardı. Paris sokaklarının en aranılan ressamı olmayı düşlemişti ama olmamıştı.
 O gece yine atölyesine giderken buldu kendini. İki metre boyundaki tuvalini kafasını rahatlatmak için boyamaya başladı. Her fırça vuruşunda tabloda beliren figür kendisine daha çok benziyordu. Ama  bu figür daha yaşlanmış ve kamburu ortaya çıkmıştı. Fransa’da kaldığı yıllarda bütün kızların baktığı adam bu hale mi gelmişti? Yüzünü batıya dönük çizmişti. Yüzü batıya dönük bir derviş olmuştu. Mekânı düşündü, mekânları düşündü.  Bu derviş  görevler üstlenmişti anlaşılan. Bulunduğu yerde ona göre olmalıydı. Bursa’daki Yeşil Cami’nin 2. katı geldi gözünün önüne. Ne yazıyordu kapının üzerinde? “Kalbin şifası sevgiliye yakın olmaktır.” Figür ve mekân belli olmuştu. Şimdi sıra ayrıntılardaydı. Yerlere kaplumbağalar çizdi. Gözlerini hayvanlara umutsuzca dikmişti, geleceği umutsuzca beklediği gibi.
Eline ney, sırtına nakkare aldı kaplumbağaları eğitmek için. Boynuna da tahta sopa astı gerektiğinde onları cezalandırmak için.  Ney ve nakkare ile kaplumbağaları eğitecekti ama onların kulakları yoktu.  Bu ağır kanlı hayvanların da öğrenmeye niyetleri yoktu zaten, bazıları ona sırtını dönüp uzaklara gitmeye başlamıştı bile.
Kendi hayatını özetlemişti gün doğmaya başlarken. Batılılaştırmaya çalıştığı muhafazakâr bir toplumda eğitici rolü ile zaten iğne ile kuyu kazıyordu.  Resminin karşısına geçti.’Kaplumbağa Terbiyecisi’ dedi. Nerede çalışırdı acaba kaplumbağa terbiyecisi olarak? Sirklerde mi, yoksa saray bahçesinde mi?
Osman Hamdi’de hayatı boyunca kimsenin bilmediği işler yapmıştı. Ressam olmuştu, sonra müze müdürü, arkeolog ve Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden farkı yoktu aslında.
                                                                                                                        Ömür Bayramoğlu                                                 

30 Haziran 2018 Cumartesi

Semra Bülgin ile röportaj


2018 Muzaffer İzgü Gülmece Öykü Yarışması’nı kazanan Semra Bülgin ile yazma serüveni ve mizah yazarlığı üzerine konuştuk.
                                                    

                                                         
-Öncelikle sizi tanımakla başlayalım, kimdir Semra Bülgin, nasıl başladı yazma serüveniniz?
Kalabalık bir ailede büyüdüm. Dört çocuğun en küçüğüyüm. Büyüdüğüm şehirde kitapçı yoktu diye hatırlıyorum ama sonradan öğrendiğim iki tane varmış. Yalnız bizi elimizden tutup da kitapçıya götüren olmadığı için kitap satın aldığım hiç olmadı. Evde ne bulursam onu okuyordum. Çoğunu anlamıyordum çünkü onlar ablamın ve abilerimin kitaplarıydı. Benim anlayabileceklerimi ise öğretmen olan amcam getiriyordu. Her insanın hayatına dokunan biri vardır. Benimkine dokunan da amcam oldu. Bana başka dünyaların içinde dolaşmanın heyecanını o öğretti ve bu heyecan hiç bitmedi.
Yani okumak hep vardı hayatımda ama yazıyla ilişkim çok sonra başladı. Üniversiteyi bitirdiğimde girdiğim ilk işte tam 22 yıl çalıştım. Artık buradan emekli olurum diyordum ki kriz çıktı. Hiç iş yoktu ama sabah dokuz akşam altı biz yine işe gidiyorduk. Bugün düzelir, yarın düzelir, diye bekliyorduk, bir de bırakılmayacak bir tazminat vardı tabii. Patronsa tazminat vermemek için işten atmıyordu. Bu durum iki yıl kadar sürdü. Traji komik bir dönemdi. Olanı biteni yazmaya başladım. Küçük hayallerimizi, büyük korkularımızı, kızgınlıklarımızı. Daha çok günlük gibiydi yazdıklarım. Sonrasında baktım ki anlatacak başka hikayelerim var. Ben de yazdım.
-İlk kitabınız “Hep Anı Sabaha Uyandım”. İlk kitap deneyimi, hazırlık aşamalarını öğrenebilir miyiz?
Yazmaya başladıktan sonra bir dönem atölye deneyimim oldu. Sanırım Murathan Mungan’ın bir şöylesindeydi, “Bu ülkede çıraklığın bile atölyesi varken anne-babalığın eğitiminin olmaması çok tuhaf” diyordu. Niye yazmanın da bir atölyesi olmasın ki dedim. Atölye ortamına girinceye dek yazmanın sadece doğuştan gelen bir büyük yetenekle yahut da belli bir zümreye ait olmakla mümkün olacağını düşünüyordum. Sadece yazmak değil sanatın tüm dalları için geçerliydi bu düşüncem. Bir şekilde öğrenilmiş, öğretilmiş bir geri duruş. Atölyede öncelikle bu duygudan kurtuldum. Sonrası elbette ki bireysel çabanız, isteğiniz, okumanız, yatkınlığınız ve bu işi sevmenizle ilgili. Öykülerim belli bir düzeye ve sayıya ulaştıktan sonra da yayımlatma süreci başladı. İlk kitapta ortak bir teması olan öyküleri toplamaya gayret ettim; olanın bitenin farkında olan ama hayatını değiştirme gücü-cesareti bulamayan, kendi hayatına seyirci duran insanların hikâyeleri.
İlk kitap elbette ki büyük bir mutluluktu ancak sonradan fark ettim ki içime sinen bir öyküyü yazıp bitirdiğimde duyduğum mutluluk daha büyük. Yayımlandıktan sonra öykülerin kendi yolculuğu başladı, iyi olmasını istediğim ama benden bağımsız bir yolculuk. Araya mesafe girmiş gibi hissettim.
-Nasıl başlıyorsunuz hikâyelerinizi yazmaya?
Bazen nerden nasıl geldiğini bilmediğim ama aklımda beliren bir sahne ile, bazen şahit olduğum bir yaşam parçasıyla, bazen tanıdığım birine yakıştırdığım kurmaca bir hikaye ile başlıyorum yazmaya. Hikâyeyi epey bir süre aklımda taşıyorum. Kağıda tek bir cümle bile not almıyorum ama zihnimde bir dolu cümle yazıp siliyorum, başka başka sonlar, başlangıçlar kuruyorum. Sonra bir gün artık yazılmak istiyor aklımdakiler ve masanın başına geçiyorum. Kağıda döküldükten sonra da düzeltmeleri başlıyor. Düzenli olarak her gün masaya oturup çalışmıyorum ama bir öyküye başladıktan sonra çok uzun süre çalışıyorum üzerinde. Dilinin sade olması, sahicilik hissi uyandırması, bir hikâyesinin olması için çabalıyorum. Bazen bir öyküyü zamanını ve anlatıcısını değiştirerek farklı formlarda yazıyorum, sonra içime en çok sinende karar kılıyorum.
                                                                      

-Muzaffer İzgü Gülmece Öykü Yarışma’sını kazandınız. Nasıl karar verdiniz katılmaya ve birincilik alınca neler  hissettiniz?
Yarışma çağrısını tesadüfen internette gördüm; Muzaffer İzgü, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, çizgisini devam ettirecek yazarlar çıkarmayı amaçlıyoruz, diye yapılmıştı. Benim gözümde üç kahraman. Sadece yazdıklarıyla değil yaşamlarıyla da sevdiğim, hayran olduğum üç yazar. Heyecan verici geldi bu çağrı.
Tabii çağ değişti, değişen çağla birlikte mizah anlayışı da değişti. Aslında her türlü mizahı seviyorum ama klasik mizahı daha çok seviyorum. Dokuz yaşındayken Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika adlı kitabıyla başladım mizah okumaya bir daha da hiç bırakmadım. İşlerin yolunda gitmediği zamanlarda güne mizah öyküsü okuyarak başlıyorum, size de tavsiye ederim çok iyi geliyor. Mizah tabiatımla da ilgili, biraz da yöresel bir şey. Yaşanan coğrafya hassasiyet alanlarını, derecesini ve şeklini değiştiriyor. En kötü zamanlarda bile yaşananları gülünecek hale getirebilirim. Çocukluğum boyunca büyüklerden hep hikâye dinledim. Çocuklara masallar değildi bunlar; acıklı olabilecekken gülerek anlatılan, ardından, ince bir iç çekişle, işte geçti gitti, diyerek bitirilen pek çok gerçek hikâye.  
Sonucun kazanana bir maille ya da telefonla duyurulacağını düşünüyordum. O gün ses seda çıkmayınca kazanmadığımı düşündüm. Gece yarısı odamda çalışırken, acaba kim kazandı, diyerek internete girdim. Bilgi Yayınevinin sitesinde göremedim, sonra google’a yazdım, adımı görünce çığlık kıyamet ev halkını uyandırdım. Büyük sürpriz oldu. Ertesi gün yayınevinden aradılar. Bu yarışma Bilgi ailesi ile tanışmama vesile olduğu için de ayrıca mutluyum. Yazarına kıymet veren, işini özenle yapan bir yayın evi.

-Ödül sonrasında neler yaşadınız?
Muzaffer İzgü adıyla anılan bir ödülü almış olmak kıymetli bir nişan. Bundan ötürü mutluyum.
Yine hikâye yazmaya devam ediyorum.
-Roman yazmak gibi bir planınız var mı?
Roman yazmak uzun soluklu bir konsantrasyon istiyor. Şu andaki yaşam tempomda güç görünse de hedefim bu. Umarım soluğum yeter.
-Sevdiğiniz yazarlar kimler?
Vüs’at  O. Bener, Sait Faik, Gabriel García Márquez, Joyce Carol Oates, Milan Kundera, Aziz Nesin, Ferit Edgü, Muzaffer İzgü, Yusuf Atılgan, daha pek çok isim var tabii ama bunlar ilk aklıma gelenler.
-“Bozma Kızın Moralini”  öykü kitabınız yarışma sonrası çıktı. Neler söylersiniz?
Muzaffer İzgü öykü ödülünü aldıktan sonra çıkmış olduğu için kitap hakkında yanlış bir beklenti oluştuğunu gördüm. Bazıları bunu bir çocuk kitabı sanıyor ki kesinlikle değil. Hatta bazı öykülere artı on sekiz bile diyebiliriz. Bir başka sürpriz de kitaptaki tüm öykülerin mizah öyküsü olmaması. Melez bir kitap bu. Hatta hemen bütün öykülerde aslında acıklı bir insanlık halini anlatıyorum; kenarda kalanları, görmezden gelinenleri, kabuğunu kırmaya çalışanları, sessiz kalanları.



17 Haziran 2018 Pazar

Ahad Saadi ile Azarnegari üzerine söyleşi


                                                        Fırçası Ateş, Boyası Kumaş;
                                                       Ateş ile kumaşın büyülü dansı...
                                                                   

Eserlerinin hiçbirinde kalem ve boya kullanmayan, “Azarnegari” sanatını icat eden Ahad Saadi ile 3 Temmuz 2018 tarihine kadar Emaar Square Mall Art Gallery’de devam edecek olan “Aşk ve Yaşam Temalı AZARNEGARİ” Sergisi ve sanat yaşamı üzerine konuştuk.
-Sanatsal çalışmalarınızdan, kendinizden , “Azarnegari” tekniğinden bahseder misiniz, ilk nasıl keşfettiniz bu tekniği?
1980 yılında Tebriz’de doğdum ve büyüdüm. Çocukluktan itibaren ateşle oynamayı çok severdim ve 8-9 yaşlarımda evimizin bahçesinde ateşle ile deneyler, denemeler yapardım. Çok yaramaz ve tehlikeli bir çocuk değildim. Aslında ailem ateşten uzak tutmaya çalıştı ama yaptıklarımın deneyim halinde olduğunu görünce evimizin bahçesinde deneyler yapmama izin verdiler. Babam Tebriz’de halı taciriydi, onun yanına giderdim. Orada çalışanların çizdiği desenlere bakardım, desenler, çizimler her zaman gözümün önündeydi.  İlkokulda da enteresan resim çalışmalarım vardı.
Sonra bir gün hatalı olarak korun yan tarafta duran annemin kumaşlarına sıçraması ile başladı herşey. Korun kumaşları yakması ve birbirine yapışmalarını gözlemlememle sanatımım ilk oluşumları meydana geldi. Ateş söndü o anda ama kumaşlar polyester olduğu için birbirine yapışmıştı. Sonra makas ve ateşin malzemeleri geldi. İlk eserimde; A5 boyutunda idi. Çalışırken  üzerinde yeşil olsun dedim-yeşillik oldu, mavi olsun dedim - deniz oldu, küçük bir tekne. Ortaya çıkan tabloyu annem ve babamda çok sevdi. Bu tablo Tebriz’de evimizde koleksiyonumda duruyor. Tabloyu ailemin sevmesi de bana pozitif etki yaptı. Böylece başlamış oldum. 1999 yılında da ismini koyduk. Araştırdık, hocalarla konuştuk. Azarnegari benim bir anlamda çocuğum ve ona ben isim vermek istedim.  “Azar” ateş, “Negari” çizim yapmak demek yani “ateşle çizim yapmak”. Farsça bir kelime. Ben fırça, boya, yapıştırıcı kullanmıyorum. Ateş ve kumaş benim malzemelerim. 2011 yılında  da üniversitede Grafik Bölümü’ne girdim fakat Azarnegari üzerine fazla düşemeyeceğimi düşünerek ayrıldım ve kendimi sadece sanatıma verdim.
Küçük kumaş parçalarını 20-25-26 kat yakarak ortaya çıkıyor işler. Mesela sarı renk için bir çok rengi bir araya getirip yakmak gerekiyor, ona göre tonlarında da farklı renkler denemek gerekiyor. Renkleri deneyerek buluyorum. 19 senenin çabasıdır bu tablolar, işler. Bazen bir hadise ile çıkıyor kendisi gibi, bazen cesaret o hadiseyi çıkarıyor. Bana bazen “sanat delisi” diyorlar. Doğru aslında. Hakikaten emek var. Ben atölyemde günde 8-10 saat çalışıyorum. Eşim Parisa’da sanatçı, onun sağladığı pozitif enerji ile de bazen 15 saate kadar çalışabiliyorum. Ruhum o kadar çok doyuyor ve eğleniyor ki başka birşeye ihtiyaç duymuyorum
-Sanatınıza , eserlerinize olan ilgiden memnun musunuz?
 2008 tarihinde Azarnegari tekniği, İran’ın başkenti Tahran’da Milli Kültür Bakanlığı uzmanlarınca onaylandı ve yeni bir sanat tekniği olarak adımla kayıtlara geçti. Aynı yıl, İran Milli Kültürel Yayınlar ve Eserler Kurumu tarafından da resmi eser olarak kayıt altına alındı. 2014’te İran İstanbul Başkonsolosluğu tarafından İstanbul’da gerçekleştirilen törende Türkiye’de yaşayan en ünlü isimlerin içinde takdire layik görüldü ve “İran’ın Değerleri Ödülü” takdim edildi.  İran’ın Bilim Bakanı, Azarnegari tekniğini Unesco  kurumuna gönderilmek üzere seçti, Unesco senede bir kere toplanıyor ve beş sene içinde de sonuç çıkacak. Bu da çok büyük gurur verici benim için.
-Çalışmalarınızda nelerden ilham alırsınız?
Sanat güzel olsun, emek olsun, mesajı olsun. Bu üçgeni kurduğun zaman bir sanat eseri çıkıyor ortaya. Ben bu güzellik, emek, mesaj yolunu seçtim. Yaşamda çok sıkıntı var. Açlık, savaşlar, gergin insanlar. Negatif enerjiyi herşeyden alıyoruz. Ben tam tersini yapmaya çalışıyorum. İnsanların çok çalıştıklarında dinlenmesi gerekiyor ruhumuzunda öyle. Ben sergilerimde bunu başardım, görüyorum. Gelenler başka bir atmosferde olduklarını hissettiklerini, çalışmalarımın içine girdiklerinde pozitif enerji aldıklarını söylüyorlar. Sanat dendiğinde de insanın ilk aklına gelen güzellik değil midir? Aşk- sevgi ve yaşam. Bir de zaman tek yönlüdür. Ama ben eski tablolarıma baktığımda bana zaman dönüyor. Benim açımdan bu kazanmak oluyor. Ne kadar özel tablo ortaya çıkarırsam zamanı o kadar az kaybetmiş oluyorum.
                                                    

-Sergide üç boyutlu çalışmalarınızda var. Heykelleriniz hakkında neler söylersiniz?
Dünyada heykelin bambaşka bir yeri var. Ben de heykel çalışmalarıma 2012 gibi başladım. Heykelde de bambaşka bir hal alıyor Azarnegari. Resimden daha fazla zaman ayırmam gerekiyor. Arka taraflarını daha fazla koruma yapmam gerekiyor. Heykel işlerimi de çok seviyorum. İşime çok odaklanıyorum, bazen uykuda işin devamını görüyorum. Bu heykel çalışırken daha çok oluyor. Fikrin en verimli, en temiz olduğu anlar uyku anları, dışarıdan bir etki de olmuyor. Çalışırken işlerimi o kadar çok düşünüyorum ki rüyamda bile devam edebiliyorum.
-“Azarnegari”nin  bütün zamanınızı aldığınızı söylediniz ama başka uğraşlarınız, hobileriniz var mı?
12 senedir Jeet Kune Do çalışıyorum. Bu sporda da çok iyiydim. Dediğim gibi Jeet Kune Do’da çok çalışmak isteyen bir spor. Zamanında araştırdım o konuda çok iyi hocalarda var ve bir süre, bir yaştan  sonra bu sporu aynı seviyede yapamazsın. Ama sanatta bu tersi olabiliyor. Ben bu iki yolumdan sanatı seçtim. Jeet Kune Do’nun sanatım üzerinde çok önemli etki oldu ama. Özellikle kasları kontrol etme  ve nefesi tutma konusunda. Çünkü işlerimi yaparken kasları ve nefes çok önemli. Ayrıca Azarnegari çalışırken pozitif olmak gerekiyor çünkü ateş darbelerini iyi ayarlamazsan kumaş bozuluyor.
-Son olarak Emaar Square Mall Art Gallery’de açılan serginizden bahseder misiniz?
Sergim Aşk ve Yaşam Temalı Azarnegari. İran’ın eski kültüründen olan (tezhip ve minyatür) desenlerden ilham alarak yaptığım modern resimler. Düşüncelerimi, hissettiklerimi ve duygularımı felsefi hikâyeler, mitoloji  üzerinden aktarıyorum. Anlatımda da; dünya barışı, insan sevgisi, aşk, güzellik temalarını kullanıyorum. Bu sergi de her zaman söylediğim gibi aşk ve yaşam temalı. Tamamen özgün çalışmalar. Açılışı Sayın Prof.Dr. İlber Ortaylı yaptı. Emaar Square Mall Genel Müdürü Sayın Müge Tuna, Başarılı iş kadını Sayın Demet Sabancı konuşma yaptılar. Sergiden, ilgiden çok memnunum.