27 Temmuz 2018 Cuma

Postmodernizm ve "Gölgesizler"


                                                              


Bir süre önce katıldığım bir toplantı da Egem Atik moderatörlüğünde Postmodernizm: Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler Romanında Kurmacanın Mutfağı başlığı altında postmoderniz roman ve Gölgesizler’i konuşmuştuk. O toplantıdan yola çıkarak Postmodern roman ve Gölgesizler üzerine yazım:
Postmodern(izm), merkezin kaybolduğu, görüntünün belirsizleştiği, kuralların yitirildiği, mega anlatıların terk edildiği, mantıksal ve etkisel doğruluğa ihtiyaç duymayan eleştirel bir görüş biçimidir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde Batı dünyasında mimari, resim, edebiyat ve daha birçok alanda ortaya çıkmıştır. Postmodern edebiyat ise insan deneyiminin anlamsızlaştığı,türlerin karıştığı,zaman ve mekânda kırılmaların olduğu,bireyselliğe ve öznelliğe odaklanan,geleneksel anlatı yapısının dağıldığı, şu ana  odaklanan, gerçeklik-hayal ayrımının silikleştiği, okurun yalnızlaştığı, metnin mutfağının okura açıldığı bir edebiyat türüdür.
Postmodern romanın özelliklerini listelersek; Çoğulculuk,üstkurmaca,parçalılık,metinlerarasılık,kopukluk, parodi, farklılık, polisiye ve gerilim,oyunsuluk,  tarih
Modernizm ve Postmodernizmi karşılaştırırsak;
Modernizm                                                            Postmodernizm
-form                                                                       -antiform
-amaç                                                                      -oyun
-tasarım                                                                  -rastlantı
-hiyerarşi                                                                -anarşi
-sanat nesnesi/bitmiş yapıt                                 -süreç/performans
-mesafe                                                                   -katılım
-yaratma/sentez                                                    -yaratmayı imha/antitez
-merkezlenme                                                         -dağılma
-tür-sınır                                                                   -metin-metinlerarasılık
-okunaklı(okuyucuvari)                                          -yazılabilir(yazarvari)
-anlatı/büyük tarih                                                 -anlatı karşıtı/küçük tarih
-belirlenmişlik                                                          -belirsizlik

Hasan Ali Toptaş, 1994’te yayımlanmamış romanı  Gölgesizler ile Yunus Nadi Roman ödülü alır. Hikâye İstanbul’da bir başlar. Günlük hayatından sıkılıp bunalan berber bir gün dükkândan çıkar ve yolu bir köye düşer. Köydeki berberde yıllar önce ansızın ortadan kaybolmuştur. Bunun üzerine onun dükkânı yeni berbere kiralanır ve berberin yeni hayatı başlar. Köyün en güzel kızı Güvercin de  dikkat çeken karakterlerdendir. Güvercin’de bir gün ansızın kaybolur ve gizemli hikâye böyle devam eder. Postmodern anlatımın önemli noktalarından olan yokluk düşüncesi şehirde ve köyde geçen tuhaf olaylarla ve kaybolan insanlarla aktarılmaktadır. Köyde anlatılan olaylar, anlatıcı, zaman ve mekân, kişiler farklıdır ve kahramanlar muhtar, karısı, Reşit, bekçi, ve Cıngıl Nuri’dir.
Gölgesizler neden postmodern?
Hasan Ali Toptaş’ın eserlerinde bütünlüklü bir olay örgüsünün olmayışı, anlatım biçimini kusursuzlaştırma çabası ve zamansal düzensizlikler öne çıkmaktadır. Anlamsız ve hiçbir nedeni yokken kaybolan insanlar ve yazarın dahi açıklayamadığı olayların gerçekleşmesi irrasyonel durumun en açık göstergesidir. Toptaş, romanda bütünlüklü bir öyküye yer vermezken anlatım tekniği ve dilsel özellikleri metnin merkezine koymaktadır.
İki anlatısal katman, anlatıcı-yazar ve kurmacanın mutfağı, dağılan iktidar;yazar, devlet, din, yokluk, bolluk ve kayıp, okurla oynanan oyunlar, tekinsizlik hissi, gerçeküstü öğeler, aynalar ve gölgeler yazarın romanda kullandığı postmodern öğelerdir.
Gölgesizler,insanın kendi içinde varlığını bulmak için kaybolması ve bunun bir oyunla anlatımıdır ve postmodern ögelerin hemen hemen hepsi başarıyla kullanılmıştır.
Oyuna örnek verirsek s.6;
“Hâlâ roman yazıyor musun sözgelimi, onu anlat.”
“Yazıyorum,” dedim kuru bir sesle. Hemen ardından, gözlerimi aynanın üstüne kaldırarak onu n yaptığı resme baktım. Karakalemle yapılmış iri bir güvercin resmiydi bu; sigara dumanından sararmıştı biraz, kenarları kıvrılmıştı.
Devlet-iktidara örnek verirsek s. 197;
... Ne de olsa devlet vardır karşısında. Bu yüzden sigara da tellendirememiştir tabii, çaresizlik içinde, o gülüşün yarasıyla kıvranıp kalmıştır.
Aynı isimle Ümit Ünal yönetmenliğinde filme uyarlanan Gölgesizler’de Taner Birsel, Selçuk Yöntem gibi yetenekli oyuncuların bulunduğu kadroya,  Candan Erteçin’de   müzikleri ve konuk oyunculuğu ile dahil olmuş.

12 Temmuz 2018 Perşembe

Meriç Demiray'la Röportaj



                                             



Son kitabı “Kırmızı Bir Ölüm” Hep Kitap etiketiyle yayınlanan Meriç Demiray’la edebiyat yolculuğu üzerine konuştuk.
-Rocky, Cohen ve Muhsin Bey’den Örneklerle Hayatım isimli hikâye kitabınızın ardından roman yazmaya nasıl karar verdiniz?
Öykü kitabını “Acaba başarabilir miyim?” diye yazmıştım. Uzun süredir biriken, 100 sene yaşasam hayata geçiremeyeceğim fikirleri bir anda hayata geçirme şansı buldum. Sonra “Acaba roman yazabilir miyim?” dedim. Bunun için en az bir sene uğraşabilecek kadar size heyecan verecek bir öykü gerekiyor tabii. O öyküyü bulduğumda harekete geçtim.
-Kırmızı Bir Ölüm’ün hazırlık aşamalarını ve sonrasındaki süreci öğrenebilir miyiz?
Senaryoda da edebiyatta da, hazırlık için ilk yapmak gerekenin okuma alışkanlığınızı ilgili yöne kaydırmak olduğunu düşünüyorum. Zaten öyküyü hayata geçirme heyecanı sizi bu yöne sürüklüyor. Yol edebiyatını, yol filmlerini, bisikletçi / seyyah bloglarını daha dikkatli takip etmeye başladım. Oyuncu arkadaşlarımın hayatlarına, kendi hayatıma daha bir eğildim. Yapı şekillenmeye başlayınca serin bir denize girer gibi yavaş yavaş, acele etmeden yazmaya başladım.
-Romanınızda, çocukluğundan beri bisiklete binmeyen Kahraman bir gece ansızın, bisikletle İstanbul’dan Ege kıyıları boyunca devam edecek bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk aslında bir anlamda baba-kardeş ilişkisine doğru yapılan yolculuktur. Kırmızı Bir Ölüm’den, Kahraman’dan ve kurgudan bahseder misiniz?
Kahraman inişli çıkışlı kariyeri olan bir oyuncudur. Bir gün bisiklete biner ve hem geçmişi hem geleceği şekillendiren karanlık bir yolculuğa çıkar. Çatıyı kurarken Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın’da anlattığı, Doğu ve Batı, baba ve oğul ilişkisi benim için çok belirleyici oldu, haklısınız. Kardeşle de persona, “olmak istediğimiz kişiyle olduğumuz kişi arasındaki fark” konusuna girdim.
-Sizin de hayatınızda önemli bir yeri olan bisikleti romanınızda metafor olarak kullanmaya nasıl karar verdiniz?
Bisikletin hayatta ama özellikle de dramada, arabada ya da motosiklette olmayan anlamı ve imkânları var. Özgürlükle ilgili, kendi kendine yetmeyle ilgili, azla yaşamak, azla mutlu olmakla ilgili, bir yerden geçmek değil, durmak, bakmak, ilişki kurmak ve dolayısıyla değişmekle ilgili çok şey söylüyor. Bisiklet diye bir taşıt olmasa bu hikâye yazılamazdı.
                                                                   

-Şarkılar, şiirler, şairler, şarkıcılar, mekânlarla yaşayan bir roman Kırmızı Bir Ölüm. Bunu başarmanın püf noktaları neler?
Başarmaktan çok, tercih etmek bence doğru kelime. Benim hayatımda tüm bunlar yoğunlukla var ve öykülere doğallığıyla yansıyor. Bir gündoğumunda güneye doğru arabanızı sürüyorsanız, yağmur yağıyorsa, teypte “Blue Hotel” çalmalı. Yoksa o sahne eksiktir benim için. Hayatımda da öyle.
- Roman, öykü, senaryo yazmanın sizin açınızdan farklı, birbirinden daha zor veya kolay olduğu noktalar var mı, hangileri?
Roman tabii ki diğerlerine göre daha uzun zaman ve dikkat talep eden bir tür ama iyi ve doğru bir öykünüz varsa ve gerekli özeni gösterirseniz üçü de çok zevkli hatta büyülü. Senaryonun hayata geçirme kısımları sancılı olabiliyor, çünkü orada sizden farklı bakış açıları devreye giriyor ve uzlaşı duygusu yaratıcılığın önüne geçebiliyor ama orada da çok geniş kitlelere ulaşma imkânı, oyunculuk, müzik, kurgu gibi harika şeyler var.
-Yeni projeleriniz, çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Bugünlerde “Hayal Gücü” isimli projemi hayata geçirmeye çalışıyorum. Etkinliklerin, kursların, deneyim paylaşımlarının yapıldığı, aynı zamanda doğru, yapısı düzgün drama üretilen bir alan. Dizi, sinema filmi ve edebiyat üretimimle bu alanın birbirini besleyeceğini düşünüyorum.
-Size ilham veren yazarlar, kitaplar hangileri? Çok sevdiğiniz bunu ben yazsaydım dediğiniz eserler, karakterler var mı?
Antoni Casas Ros’un Enigma’sını, Allende’nin Ruhlar Evi’ni ya da Masumiyet Müzesi’ni yazsam fena olmazdı tabii. Karakter olarak da Tiffany’de Kahvaltı’daki kadın karakter, Günden Kalanlar’daki uşak, Zebercet ilk aklıma gelenler.
-Son olarak nelerden esinlenirsiniz?
Bunu bilmiyorum sanırım. Bir gün Moda’da taksiye binen yaşlı, aristokrat bir kadın gördüm ve onun şoförle ilişkisini düşünerek ilk kitabımdaki “Sami Bey” isimli öyküyü yazdım. Bir an, bir görüntü, bir duygu, aklın bir köşesinde demlenen, bekleyen fikirleri, hikâye parçacıklarını gizemli bir şekilde birleştirip su yüzüne çıkarabiliyor.



2 Temmuz 2018 Pazartesi

Boğaz’ın Serin Suları


                                                              



Çok zor uyuyordu geceleri. Ne yaparsa yapsın hiçbiri sıkıntısına deva olmuyordu. Çoğu zaman Kuruçeşme’deki yalının salonunda sabahlıyordu. Havanın güzel olduğu akşamlarda ise üstüne ince bir battaniye alıp bahçede bekliyordu güneşin doğmasını.
Zaman zaman yaşamında daha fazlasını yapabileceğini düşünüyordu. Bazen yaptıklarıyla gurur  duyuyor, bazen yaptıklarını Boğaz’ın derinliklerine atmak istiyordu. Hayalleri vardı. Paris sokaklarının en aranılan ressamı olmayı düşlemişti ama olmamıştı.
 O gece yine atölyesine giderken buldu kendini. İki metre boyundaki tuvalini kafasını rahatlatmak için boyamaya başladı. Her fırça vuruşunda tabloda beliren figür kendisine daha çok benziyordu. Ama  bu figür daha yaşlanmış ve kamburu ortaya çıkmıştı. Fransa’da kaldığı yıllarda bütün kızların baktığı adam bu hale mi gelmişti? Yüzünü batıya dönük çizmişti. Yüzü batıya dönük bir derviş olmuştu. Mekânı düşündü, mekânları düşündü.  Bu derviş  görevler üstlenmişti anlaşılan. Bulunduğu yerde ona göre olmalıydı. Bursa’daki Yeşil Cami’nin 2. katı geldi gözünün önüne. Ne yazıyordu kapının üzerinde? “Kalbin şifası sevgiliye yakın olmaktır.” Figür ve mekân belli olmuştu. Şimdi sıra ayrıntılardaydı. Yerlere kaplumbağalar çizdi. Gözlerini hayvanlara umutsuzca dikmişti, geleceği umutsuzca beklediği gibi.
Eline ney, sırtına nakkare aldı kaplumbağaları eğitmek için. Boynuna da tahta sopa astı gerektiğinde onları cezalandırmak için.  Ney ve nakkare ile kaplumbağaları eğitecekti ama onların kulakları yoktu.  Bu ağır kanlı hayvanların da öğrenmeye niyetleri yoktu zaten, bazıları ona sırtını dönüp uzaklara gitmeye başlamıştı bile.
Kendi hayatını özetlemişti gün doğmaya başlarken. Batılılaştırmaya çalıştığı muhafazakâr bir toplumda eğitici rolü ile zaten iğne ile kuyu kazıyordu.  Resminin karşısına geçti.’Kaplumbağa Terbiyecisi’ dedi. Nerede çalışırdı acaba kaplumbağa terbiyecisi olarak? Sirklerde mi, yoksa saray bahçesinde mi?
Osman Hamdi’de hayatı boyunca kimsenin bilmediği işler yapmıştı. Ressam olmuştu, sonra müze müdürü, arkeolog ve Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden farkı yoktu aslında.
                                                                                                                        Ömür Bayramoğlu                                                 

30 Haziran 2018 Cumartesi

Semra Bülgin ile röportaj


2018 Muzaffer İzgü Gülmece Öykü Yarışması’nı kazanan Semra Bülgin ile yazma serüveni ve mizah yazarlığı üzerine konuştuk.
                                                    

                                                         
-Öncelikle sizi tanımakla başlayalım, kimdir Semra Bülgin, nasıl başladı yazma serüveniniz?
Kalabalık bir ailede büyüdüm. Dört çocuğun en küçüğüyüm. Büyüdüğüm şehirde kitapçı yoktu diye hatırlıyorum ama sonradan öğrendiğim iki tane varmış. Yalnız bizi elimizden tutup da kitapçıya götüren olmadığı için kitap satın aldığım hiç olmadı. Evde ne bulursam onu okuyordum. Çoğunu anlamıyordum çünkü onlar ablamın ve abilerimin kitaplarıydı. Benim anlayabileceklerimi ise öğretmen olan amcam getiriyordu. Her insanın hayatına dokunan biri vardır. Benimkine dokunan da amcam oldu. Bana başka dünyaların içinde dolaşmanın heyecanını o öğretti ve bu heyecan hiç bitmedi.
Yani okumak hep vardı hayatımda ama yazıyla ilişkim çok sonra başladı. Üniversiteyi bitirdiğimde girdiğim ilk işte tam 22 yıl çalıştım. Artık buradan emekli olurum diyordum ki kriz çıktı. Hiç iş yoktu ama sabah dokuz akşam altı biz yine işe gidiyorduk. Bugün düzelir, yarın düzelir, diye bekliyorduk, bir de bırakılmayacak bir tazminat vardı tabii. Patronsa tazminat vermemek için işten atmıyordu. Bu durum iki yıl kadar sürdü. Traji komik bir dönemdi. Olanı biteni yazmaya başladım. Küçük hayallerimizi, büyük korkularımızı, kızgınlıklarımızı. Daha çok günlük gibiydi yazdıklarım. Sonrasında baktım ki anlatacak başka hikayelerim var. Ben de yazdım.
-İlk kitabınız “Hep Anı Sabaha Uyandım”. İlk kitap deneyimi, hazırlık aşamalarını öğrenebilir miyiz?
Yazmaya başladıktan sonra bir dönem atölye deneyimim oldu. Sanırım Murathan Mungan’ın bir şöylesindeydi, “Bu ülkede çıraklığın bile atölyesi varken anne-babalığın eğitiminin olmaması çok tuhaf” diyordu. Niye yazmanın da bir atölyesi olmasın ki dedim. Atölye ortamına girinceye dek yazmanın sadece doğuştan gelen bir büyük yetenekle yahut da belli bir zümreye ait olmakla mümkün olacağını düşünüyordum. Sadece yazmak değil sanatın tüm dalları için geçerliydi bu düşüncem. Bir şekilde öğrenilmiş, öğretilmiş bir geri duruş. Atölyede öncelikle bu duygudan kurtuldum. Sonrası elbette ki bireysel çabanız, isteğiniz, okumanız, yatkınlığınız ve bu işi sevmenizle ilgili. Öykülerim belli bir düzeye ve sayıya ulaştıktan sonra da yayımlatma süreci başladı. İlk kitapta ortak bir teması olan öyküleri toplamaya gayret ettim; olanın bitenin farkında olan ama hayatını değiştirme gücü-cesareti bulamayan, kendi hayatına seyirci duran insanların hikâyeleri.
İlk kitap elbette ki büyük bir mutluluktu ancak sonradan fark ettim ki içime sinen bir öyküyü yazıp bitirdiğimde duyduğum mutluluk daha büyük. Yayımlandıktan sonra öykülerin kendi yolculuğu başladı, iyi olmasını istediğim ama benden bağımsız bir yolculuk. Araya mesafe girmiş gibi hissettim.
-Nasıl başlıyorsunuz hikâyelerinizi yazmaya?
Bazen nerden nasıl geldiğini bilmediğim ama aklımda beliren bir sahne ile, bazen şahit olduğum bir yaşam parçasıyla, bazen tanıdığım birine yakıştırdığım kurmaca bir hikaye ile başlıyorum yazmaya. Hikâyeyi epey bir süre aklımda taşıyorum. Kağıda tek bir cümle bile not almıyorum ama zihnimde bir dolu cümle yazıp siliyorum, başka başka sonlar, başlangıçlar kuruyorum. Sonra bir gün artık yazılmak istiyor aklımdakiler ve masanın başına geçiyorum. Kağıda döküldükten sonra da düzeltmeleri başlıyor. Düzenli olarak her gün masaya oturup çalışmıyorum ama bir öyküye başladıktan sonra çok uzun süre çalışıyorum üzerinde. Dilinin sade olması, sahicilik hissi uyandırması, bir hikâyesinin olması için çabalıyorum. Bazen bir öyküyü zamanını ve anlatıcısını değiştirerek farklı formlarda yazıyorum, sonra içime en çok sinende karar kılıyorum.
                                                                      

-Muzaffer İzgü Gülmece Öykü Yarışma’sını kazandınız. Nasıl karar verdiniz katılmaya ve birincilik alınca neler  hissettiniz?
Yarışma çağrısını tesadüfen internette gördüm; Muzaffer İzgü, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, çizgisini devam ettirecek yazarlar çıkarmayı amaçlıyoruz, diye yapılmıştı. Benim gözümde üç kahraman. Sadece yazdıklarıyla değil yaşamlarıyla da sevdiğim, hayran olduğum üç yazar. Heyecan verici geldi bu çağrı.
Tabii çağ değişti, değişen çağla birlikte mizah anlayışı da değişti. Aslında her türlü mizahı seviyorum ama klasik mizahı daha çok seviyorum. Dokuz yaşındayken Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika adlı kitabıyla başladım mizah okumaya bir daha da hiç bırakmadım. İşlerin yolunda gitmediği zamanlarda güne mizah öyküsü okuyarak başlıyorum, size de tavsiye ederim çok iyi geliyor. Mizah tabiatımla da ilgili, biraz da yöresel bir şey. Yaşanan coğrafya hassasiyet alanlarını, derecesini ve şeklini değiştiriyor. En kötü zamanlarda bile yaşananları gülünecek hale getirebilirim. Çocukluğum boyunca büyüklerden hep hikâye dinledim. Çocuklara masallar değildi bunlar; acıklı olabilecekken gülerek anlatılan, ardından, ince bir iç çekişle, işte geçti gitti, diyerek bitirilen pek çok gerçek hikâye.  
Sonucun kazanana bir maille ya da telefonla duyurulacağını düşünüyordum. O gün ses seda çıkmayınca kazanmadığımı düşündüm. Gece yarısı odamda çalışırken, acaba kim kazandı, diyerek internete girdim. Bilgi Yayınevinin sitesinde göremedim, sonra google’a yazdım, adımı görünce çığlık kıyamet ev halkını uyandırdım. Büyük sürpriz oldu. Ertesi gün yayınevinden aradılar. Bu yarışma Bilgi ailesi ile tanışmama vesile olduğu için de ayrıca mutluyum. Yazarına kıymet veren, işini özenle yapan bir yayın evi.

-Ödül sonrasında neler yaşadınız?
Muzaffer İzgü adıyla anılan bir ödülü almış olmak kıymetli bir nişan. Bundan ötürü mutluyum.
Yine hikâye yazmaya devam ediyorum.
-Roman yazmak gibi bir planınız var mı?
Roman yazmak uzun soluklu bir konsantrasyon istiyor. Şu andaki yaşam tempomda güç görünse de hedefim bu. Umarım soluğum yeter.
-Sevdiğiniz yazarlar kimler?
Vüs’at  O. Bener, Sait Faik, Gabriel García Márquez, Joyce Carol Oates, Milan Kundera, Aziz Nesin, Ferit Edgü, Muzaffer İzgü, Yusuf Atılgan, daha pek çok isim var tabii ama bunlar ilk aklıma gelenler.
-“Bozma Kızın Moralini”  öykü kitabınız yarışma sonrası çıktı. Neler söylersiniz?
Muzaffer İzgü öykü ödülünü aldıktan sonra çıkmış olduğu için kitap hakkında yanlış bir beklenti oluştuğunu gördüm. Bazıları bunu bir çocuk kitabı sanıyor ki kesinlikle değil. Hatta bazı öykülere artı on sekiz bile diyebiliriz. Bir başka sürpriz de kitaptaki tüm öykülerin mizah öyküsü olmaması. Melez bir kitap bu. Hatta hemen bütün öykülerde aslında acıklı bir insanlık halini anlatıyorum; kenarda kalanları, görmezden gelinenleri, kabuğunu kırmaya çalışanları, sessiz kalanları.



17 Haziran 2018 Pazar

Ahad Saadi ile Azarnegari üzerine söyleşi


                                                        Fırçası Ateş, Boyası Kumaş;
                                                       Ateş ile kumaşın büyülü dansı...
                                                                   

Eserlerinin hiçbirinde kalem ve boya kullanmayan, “Azarnegari” sanatını icat eden Ahad Saadi ile 3 Temmuz 2018 tarihine kadar Emaar Square Mall Art Gallery’de devam edecek olan “Aşk ve Yaşam Temalı AZARNEGARİ” Sergisi ve sanat yaşamı üzerine konuştuk.
-Sanatsal çalışmalarınızdan, kendinizden , “Azarnegari” tekniğinden bahseder misiniz, ilk nasıl keşfettiniz bu tekniği?
1980 yılında Tebriz’de doğdum ve büyüdüm. Çocukluktan itibaren ateşle oynamayı çok severdim ve 8-9 yaşlarımda evimizin bahçesinde ateşle ile deneyler, denemeler yapardım. Çok yaramaz ve tehlikeli bir çocuk değildim. Aslında ailem ateşten uzak tutmaya çalıştı ama yaptıklarımın deneyim halinde olduğunu görünce evimizin bahçesinde deneyler yapmama izin verdiler. Babam Tebriz’de halı taciriydi, onun yanına giderdim. Orada çalışanların çizdiği desenlere bakardım, desenler, çizimler her zaman gözümün önündeydi.  İlkokulda da enteresan resim çalışmalarım vardı.
Sonra bir gün hatalı olarak korun yan tarafta duran annemin kumaşlarına sıçraması ile başladı herşey. Korun kumaşları yakması ve birbirine yapışmalarını gözlemlememle sanatımım ilk oluşumları meydana geldi. Ateş söndü o anda ama kumaşlar polyester olduğu için birbirine yapışmıştı. Sonra makas ve ateşin malzemeleri geldi. İlk eserimde; A5 boyutunda idi. Çalışırken  üzerinde yeşil olsun dedim-yeşillik oldu, mavi olsun dedim - deniz oldu, küçük bir tekne. Ortaya çıkan tabloyu annem ve babamda çok sevdi. Bu tablo Tebriz’de evimizde koleksiyonumda duruyor. Tabloyu ailemin sevmesi de bana pozitif etki yaptı. Böylece başlamış oldum. 1999 yılında da ismini koyduk. Araştırdık, hocalarla konuştuk. Azarnegari benim bir anlamda çocuğum ve ona ben isim vermek istedim.  “Azar” ateş, “Negari” çizim yapmak demek yani “ateşle çizim yapmak”. Farsça bir kelime. Ben fırça, boya, yapıştırıcı kullanmıyorum. Ateş ve kumaş benim malzemelerim. 2011 yılında  da üniversitede Grafik Bölümü’ne girdim fakat Azarnegari üzerine fazla düşemeyeceğimi düşünerek ayrıldım ve kendimi sadece sanatıma verdim.
Küçük kumaş parçalarını 20-25-26 kat yakarak ortaya çıkıyor işler. Mesela sarı renk için bir çok rengi bir araya getirip yakmak gerekiyor, ona göre tonlarında da farklı renkler denemek gerekiyor. Renkleri deneyerek buluyorum. 19 senenin çabasıdır bu tablolar, işler. Bazen bir hadise ile çıkıyor kendisi gibi, bazen cesaret o hadiseyi çıkarıyor. Bana bazen “sanat delisi” diyorlar. Doğru aslında. Hakikaten emek var. Ben atölyemde günde 8-10 saat çalışıyorum. Eşim Parisa’da sanatçı, onun sağladığı pozitif enerji ile de bazen 15 saate kadar çalışabiliyorum. Ruhum o kadar çok doyuyor ve eğleniyor ki başka birşeye ihtiyaç duymuyorum
-Sanatınıza , eserlerinize olan ilgiden memnun musunuz?
 2008 tarihinde Azarnegari tekniği, İran’ın başkenti Tahran’da Milli Kültür Bakanlığı uzmanlarınca onaylandı ve yeni bir sanat tekniği olarak adımla kayıtlara geçti. Aynı yıl, İran Milli Kültürel Yayınlar ve Eserler Kurumu tarafından da resmi eser olarak kayıt altına alındı. 2014’te İran İstanbul Başkonsolosluğu tarafından İstanbul’da gerçekleştirilen törende Türkiye’de yaşayan en ünlü isimlerin içinde takdire layik görüldü ve “İran’ın Değerleri Ödülü” takdim edildi.  İran’ın Bilim Bakanı, Azarnegari tekniğini Unesco  kurumuna gönderilmek üzere seçti, Unesco senede bir kere toplanıyor ve beş sene içinde de sonuç çıkacak. Bu da çok büyük gurur verici benim için.
-Çalışmalarınızda nelerden ilham alırsınız?
Sanat güzel olsun, emek olsun, mesajı olsun. Bu üçgeni kurduğun zaman bir sanat eseri çıkıyor ortaya. Ben bu güzellik, emek, mesaj yolunu seçtim. Yaşamda çok sıkıntı var. Açlık, savaşlar, gergin insanlar. Negatif enerjiyi herşeyden alıyoruz. Ben tam tersini yapmaya çalışıyorum. İnsanların çok çalıştıklarında dinlenmesi gerekiyor ruhumuzunda öyle. Ben sergilerimde bunu başardım, görüyorum. Gelenler başka bir atmosferde olduklarını hissettiklerini, çalışmalarımın içine girdiklerinde pozitif enerji aldıklarını söylüyorlar. Sanat dendiğinde de insanın ilk aklına gelen güzellik değil midir? Aşk- sevgi ve yaşam. Bir de zaman tek yönlüdür. Ama ben eski tablolarıma baktığımda bana zaman dönüyor. Benim açımdan bu kazanmak oluyor. Ne kadar özel tablo ortaya çıkarırsam zamanı o kadar az kaybetmiş oluyorum.
                                                    

-Sergide üç boyutlu çalışmalarınızda var. Heykelleriniz hakkında neler söylersiniz?
Dünyada heykelin bambaşka bir yeri var. Ben de heykel çalışmalarıma 2012 gibi başladım. Heykelde de bambaşka bir hal alıyor Azarnegari. Resimden daha fazla zaman ayırmam gerekiyor. Arka taraflarını daha fazla koruma yapmam gerekiyor. Heykel işlerimi de çok seviyorum. İşime çok odaklanıyorum, bazen uykuda işin devamını görüyorum. Bu heykel çalışırken daha çok oluyor. Fikrin en verimli, en temiz olduğu anlar uyku anları, dışarıdan bir etki de olmuyor. Çalışırken işlerimi o kadar çok düşünüyorum ki rüyamda bile devam edebiliyorum.
-“Azarnegari”nin  bütün zamanınızı aldığınızı söylediniz ama başka uğraşlarınız, hobileriniz var mı?
12 senedir Jeet Kune Do çalışıyorum. Bu sporda da çok iyiydim. Dediğim gibi Jeet Kune Do’da çok çalışmak isteyen bir spor. Zamanında araştırdım o konuda çok iyi hocalarda var ve bir süre, bir yaştan  sonra bu sporu aynı seviyede yapamazsın. Ama sanatta bu tersi olabiliyor. Ben bu iki yolumdan sanatı seçtim. Jeet Kune Do’nun sanatım üzerinde çok önemli etki oldu ama. Özellikle kasları kontrol etme  ve nefesi tutma konusunda. Çünkü işlerimi yaparken kasları ve nefes çok önemli. Ayrıca Azarnegari çalışırken pozitif olmak gerekiyor çünkü ateş darbelerini iyi ayarlamazsan kumaş bozuluyor.
-Son olarak Emaar Square Mall Art Gallery’de açılan serginizden bahseder misiniz?
Sergim Aşk ve Yaşam Temalı Azarnegari. İran’ın eski kültüründen olan (tezhip ve minyatür) desenlerden ilham alarak yaptığım modern resimler. Düşüncelerimi, hissettiklerimi ve duygularımı felsefi hikâyeler, mitoloji  üzerinden aktarıyorum. Anlatımda da; dünya barışı, insan sevgisi, aşk, güzellik temalarını kullanıyorum. Bu sergi de her zaman söylediğim gibi aşk ve yaşam temalı. Tamamen özgün çalışmalar. Açılışı Sayın Prof.Dr. İlber Ortaylı yaptı. Emaar Square Mall Genel Müdürü Sayın Müge Tuna, Başarılı iş kadını Sayın Demet Sabancı konuşma yaptılar. Sergiden, ilgiden çok memnunum.

9 Haziran 2018 Cumartesi

Devabil Kara ile "Sis" sergisi üzerine



                                                                  


Millî Reasürans Sanat Galerisi için hazırladığı sergide “sis” kavramından yola çıkan  Devabil Kara ile “Sis” Sergisi ve eserlerine üzerine konuştuk. Sergi 9 Haziran 2018 tarihine kadar görülebilir.
-Çoğu çalışmanızda kazıbilimci gibi hareket ederek yapıtlar ortaya koyuyorsunuz. Bir  yöntemi sanat eserine konu yapmanızdan ve bu ilişkiden ayrıldığınız nokta hakkında bilgi verir misiniz?
Geçmişten kalan buluntular nasıl insanlığın ortak bilincinde yeniden yorumlanıp insanlığın kültür birikimini yeni oluşumlara yönlendiriyorsa, bir sanatçının bilinçaltından seçip çıkardığı kalıntıların da asıl sanatsal yaratıcılığı oluşturduğunu düşünüyorum.  Bir sanatçı olarak arkeoloji ile ilgilenmemek pek mümkün değil. Sanat tarihinde çeşitli sanatçı ve akımların da arkeolojiden etkilendiğini görüyoruz. Sanat insanın fiziksel ve zihinsel varlığının her boyutu ile ilgi kurar, sıklıkla farklı bağlamlarda geriye dönüşler yaşayıp geçmişten gelen etkileri kendi zamanı içinde tekrar yorumlar. Örneğin Rönesans Sanatının oluşmasına etki eden önemli koşullardan biri, o zamanda arkeoloji olarak tanımlanmıyor olsa bile eski çağların kalıntılarına sanatçıların ilgisini yöneltmesiydi. Sürrealizmi örnek alacak olursak, Freud’un psikanalizi geliştirmiş olmasından çok etkilenmiş bir sanat akımıdır. Psikanaliz, zihnimizin katmanları altında kalmış geçmişimize ait bilgi ve imgeleri ortaya çıkarmayı hedefleyen bir disiplin olması nedeniyle psikanaliz ile arkeoloji birbiriyle örtüşür. Her iki alan da adeta beynimizin arkeolojik haritasını çıkarmayı hedefleyen bir anlayışa sahiptir. Sanat, yaşam ve arkeoloji ilişkisi üzerine pek çok örnek bulunabilir. Benim arkeoloji ile olan ilişkim aşama aşama gerçekleşti. Sanat yaşamımın başlangıcından bu yana yüzey üzerinde boya ve daha sonraları doku katmanlarını üst üste getirerek resimlerimi oluşturuyorum. Fiziksel anlamda resim yüzeyinde üst üste gelmiş katmanlarla arkeolojinin ilgisini fark ettim. Resimlerimde yüzey üzerinde katmanları oluştururken önceden hesaplanamayan deneysel sonuçlara ulaşıyorum. Arkeolojiyi oluşturan koşullarda buna benzer işliyor önceden belirlenmiş bir  plana bağlı kalmadan üst üste gelen, zaman dizgesi içerisinde oluşan katmanlar arkeolojinin nesnesini oluşturuyor. Bir sanatçının deneyleri ile oluşturduğu serüven ve arkeoloji arasında tematik bir ilişkinin varlığı da beni bu konu üzerinde düşünmeye ve üretmeye itti. Tam bu farkındalığı yaşadığım dönemler de, sanırım 1997 yıllarıydı, katmanlarla oluşturduğum resimlerimde kazıyarak altta kalmış katmanları ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Önce bir dizge halinde örtüp tekrar ortaya çıkarmak ve ortaya çıkardığıma yeni anlamlar yüklemek böylece eskiyi yeniye dönüştürmek aynı arkeolojinin oluşum süreci, yöntemleri ve sonuçlarına benzer bir nitelik taşıyordu.
Arkeoloji ve sanatım arasında böyle bir ilişki kurduktan sonra konu ile daha doğrudan bağlantılara yöneldim. Bu dönemde boya katmanları dokusal nitelikler kazanmaya başladı. Daha sonra arkeolojik buluntulardan fotoğrafladığım öğeler resimlerime girdi. Arkeolojik buluntuların, işlevinden, ait olduğu ortamdan, yaşamsallığından, zamanından koparılarak müze raflarında sergilenme düzeninde numaralandırılması gibi, ben de imgelerimi resimde kendimce numaralandırdım, Resmimi adeta bana özel arkeolojik bir müze haline getirdim. Arkeoloji müzelerinde görebileceğiniz bu küçük buluntular,  bir nesneye ait parçacıklar bile olsalar, ait oldukları dönemin sanatı, yaşam koşulları, kültürü hakkında, günümüz teknolojisinde kullandığımız cd, flas disk gibi birer bilgi deposu işlevi görürler. Ne var ki bu işlev bu nesneleri kodlayıp arşivlemedikçe bilgi olarak pek bir anlam ifade etmez. Bir kullanım nesnesini kodlamak, ona yüklenmiş tüm psikolojik değerleri yok saymakla da eş anlamlıdır diğer taraftan. Nesne, öznellik, zaman, değerlendirme, duygu ve bilgi arasındaki bu paradoks benim için önem taşıyor. Duygu ve bilginin kavranma düzlemleri arasında bu karşıt tutum beni bu konu üzerine düşünce ve estetik üretmeme neden oluyor.  
 -Zaman- nesne ilişkisi üzerine olan çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Nesne ile zaman arasındaki ilişkinin sorgulanması “İzler ve Gölgeler “ serisinde daha önceki çalışmalarımın bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Yaşamda var olan her şey öyle ya da böyle bir iz bırakıyor. Arkeolojik buluntular geçmişin izini sürmemize neden oluyor. Buluntu ait olduğu yerden alınıp müzeye götürüldüğünde çıkarıldığı toprakta kendi izini bırakıyor. Kumsalda bir çakıl taşı bile kumdan alındığında ardında bıraktığı boşluk bize onun varlığını anımsatıyor. Bu nesne ile zaman arasında karmaşık bir ilişki.  Bu konular üzerine düşüncelerimi yoğunlaştırmamla birlikte; artık resimlerimde kodladığım tanımlanabilir arkeolojik imgelerin taşıdıkları bilgi yüklemesinden çok, o nesnelerin duygusal boyuttaki değerleri ilgi odağına dönüştü. Bakış açımdaki bu değişim sonucunda artık nesneden çok nesnenin doğa ve zamanla ilişkisi benim açımdan daha önemli hale geldi Böylece nesnelerin kendilerinden çok bıraktıkları izler resimlerimde etkisini göstermeye başladı. Nesnenin izi ile olan ilişkisinde negatif-pozitif, erkek-dişi, doluluk-boşluk gibi sanat için önemli pek çok gerilim alanı bulunduğunu fark ettim. Bu dönem sonunda “İzler ve Gölgeler” adlı sergim oluştu. Bir şey ait olduğu yerden zaman içinde çeşitli nedenlerle ayrılıyor ya da ayırtılıyor. 
Nesnenin varlığının, nesneden ayrı bir başka göstergesi de gölgedir. Bir nesnenin bıraktığı iz onun zamanın belli bir anında orada olduğunun kanıtıdır. Gölge de ise nesnenin başka bir boyuttaki ilişkisi söz konusu. Bir nesnenin gölgesinin varlığı o nesnenin orada, o anda var olduğunun kanıtıdır. İz kendi fiziksel yapısını korurken gölge üstüne düştüğü formun şekline kendini uydurur. Gölge ve iz nesnenin dışındaki içleri gibi zamana bağlı olarak nesneler hatta olaylar hakkında bize pek çok şey söylerler.  Böylece ben artık nesnelerin imgesi yerine, onların farklı zaman boyutlarında varlıklarını kanıtlayan izleri ve gölgelerinin peşine düşmüş oldum. Tüm bu yapılar ve kavramlar arasında ki karmaşık bağıntılar benim resim yapmak için ihtiyaç duyduğum heyecanı ateşleyen elemanlar olarak resimlerime girdiler.
-“Sis”ten yola çıkma nedeninizi öğrenebilir miyiz? Nasıl karar verdiniz ve sergiye hazırlık sürecinizi anlatır mısınız?
Aslında geriye dönüp üretim sürecime baktığımda bağlam olarak birbirleriyle ilişkili kavramlar ile ilgilendiğimi görüyorum. Nesnenin silikleşmesi, örtülme, iz, ‘’Gölge Bellek’’, boşluk, v.b kavramların sorgulanması paralelinde bir üretim sürecinden bahsediyoruz. ‘’SİS’’ de bu bağlamda aynı sorunsal olarak karşımıza çıkıyor. Sadece nesnel anlamda değil düşünsel anlamda da baktığımızda bu paralellikler görmek mümkün.
                                                                 

-Daha önceki eserlerinizde tuvalde yerini alan sandalye bu serginizde tuvalin dışına taşmış. Sandalyeyi  imge olarak kullanmanızdan, sergide üzerinde başsız ve kimliksiz bir heykele kaide olmasından, sergideki varlığından bahseder misiniz?
Sandalye imgesi, 1998 yıllarında ‘’İzler ve Gölgeler’’ serisi sergilerimdeki resimlerimde  merdiven imgesi ile birlikte sıkça kullandığım iki imgeden birisiydi. Merdiven ve sandalye imgesi sanat tarihinde farklı dönemlerde üzerlerine değişik anlamlar yüklenerek pek çok kez kullanılmışlar. Merdiven genellikle yükselme, yücelme, tanrıya ulaşma gibi bilinmeyene ait mistik bir sembol olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Genellikle Sandalye  iktidarı, gücü, düzeni temsil eder. İki nesneye yüklenen anlamlar arasında bir zıtlık söz konusudur biri olasılıkların diğeri statü ve bir anlamda düzenin sembolüdür. Bu açıdan genelde benim resimlerimde var olan gizem ve düzen karşıtlığı ile eş değerde sembolik anlatıma sahiptirler. Resimlerimde görünen bu imgelerin fotoğraflarını kendim çektim. Sandalye bitpazarından aldığım, atölyemde kullandığım bir obje. Bu sandalyenin resmin içindeki gölgesi, atölyemde resimlerimi yaparken resmin yüzeyine kendiliğinden düşüyor. Ben bu olayı kalıcı hale getirdim. Bu ve diğer nesneler resmin yüzeyine gölgeleriyle girerek resim alanını “işgal” ediyorlar. Sandalye, sembol olarak durağanlığı temsil etmesine karşın bu önlenemez değişken işgalle kendi kavramı ile zıtlık yaratıyor. Resim yaratma süreci bittikten sonra izleyici ile ilişki içine girer Umberto Eco’nun açık yapıtında tanımladığı gibi artık resim sanatçısından büyük anlamda özgürleşmiş zaman ve mekân içinde kendi yaşamsallığına kavuşmuş olur. Her izleyicinin ona yüklediği anlamla canlılığını sürdürür. Ben bana ait olan bir nesnenin gölgesi ile kendi resim yüzeyimi sonsuza kadar işgal etmiş oluyorum. Sandalye bu durumda sanatçı egosunun görselleşmiş yansıması olarak benim resmimde yerini alıyor.
 Sandalyenin üç boyutlu varlığı benimle olduğu için onun figürlerle beraber tekrar resmin imgesi haline gelmesi ilginç geldi bana. Bazı resimlerde sandalyede oturan bir figür var ama kimliği belirsiz.  Burada da Eski Yunan figürlerinin hissini vermek için kafası yok. Üç boyutlu duruşunun sebebi de yerçekiminin paralelinde duruyor. Yerçekime paralel durmaya başladığında enerjik hale geliyor. O enerjik olma halinde, sandalye figüratif olan nesnenin kaidesi haline geliyor. Şeffaf malzemeyi kullanma sebebim boşlukta, düşey etkiyi daha çok vermesi, resimlere gönderme yapabilmesi. Başka nesnelerde var. Philadelphia ‘da  basılan çok önemli bir sanat tarihi kitabı  ve büyüteç. Bu da sandalyenin statü ve  sanatla ilişkisini vermek için.  Güç ve statüyü iktidar olarak görsek de statü el değiştiriyor.  Sanata, dine, siyasi iktidare geçiyor. Özellikle modernite öncesi  var olan statüyü vermek için büyüteçle sergiliyorum. Çok anlamlılığı oluşturan bir şey aslında.

 -Renk, çizgi ve boşluk üçlüsünün resimleriniz üzerindeki etkisini nedir?
Sözcükten evvel çizgi vardı. İnsan kendisini çevreleyen dünyayı çizdi. Çizgi büyüydü. Sahip olmak, gücüne güç katmak için çizdi her şeyi insan. Duvarlara kazıdı yaşamı. Gözüyle gördüğü, belleğine kattığı ama diliyle söyleyemediği her şeyi kazıdı duvarlara; kendi izini bıraktı. O duvarlar da belleğimiz oldu bizim. Çizgiler ve lekeler bir insanın elinden zamanın belirli bir noktasında ortaya çıktığında o insana, yaşadığı çağa, o ana dair bir mesajı içerir. Dille söylenemeyen, çizgiyle görsel iletişimin okyanusuna salınıverir. Orada, o ana, o kişiye, kişinin ait olduğu kültüre dair bir iz vardır. Çizgiler, lekeler, izler kendiliğinden oluşur, üst üste başka yaşamlardan arta kalarak birikir; başka zamanlara, başka insanlara, başka yaşanmışlıklara dair olarak birikir. Bu biriken, yığılan çizgiler lekeler artık her şeyden çok zamana dairdir, yoğun kodlar ve göndermeler içerir. Bu geniş bir zaman boyutunu kapsar. Bir bellektir. Referansları geniştir. Geçmişten beslendiği gibi şu andan da beslenir. İzler, bakan kişiyi aslında orada olmayan nesnelere dair ilişkiler kurmak için zorlar. Tek yapmamız gereken onları takip etmek. Eğer takip edersek mekâna ait hikâyelere bizi götüren bir kılavuz olduklarını görürüz. Mekânın bilgisini barındırırlar, ancak bu bilgi rasyonel bir dizini içermez, daha çok sezgisel bir bilgidir. Biz bu izlerle mekânın içerisinde yankılanan hikâyeyi hissederiz. Bir tür geçmişe yolculuk yaşarız. Aslında mekânın belleği üzerinden yaşadığımız deneyimlediğimiz, mekânın hikâyesinden çok, kendi duygu ve sezgilerimizin yaratısıdır.Nesne ve nesnenin dışındaki boşluğun varlığı, yüzey üzerinde belleğin görselleşmesi olarak yapıta dönüşür. Yüzey artık belleğin taşıyıcısı ve boşluğun kendisidir.Boş yüzeye bir çizgi çekiliyor. Başlangıç ve bitiş noktası yüzeyi kontrol altına aldığında, bir tür iskelet gibi işlev gören çizgiler yüzeyin direncini oluşturuyor. Resimlerde birbirini örten ve birbirini silen katmanlar üst üste çakıştıkça yeni görüntüler ortaya çıkıyor. Yüzeyde bir çizginin varlığı ne kadar kararlı ise imge de o kadar silikleşmiş ve yarı görünür hale sokularak boşluğun direncini test ediyor. Çizgi betimleyici özelliğinden sıyrılmış yüzeyin dinamiğini oluşturarak izleyicinin duruşunu, bakışını belirleyen bir konumdadır. Bazen boşluk küçük çizgilerin bir araya gelmesiyle defalarca parçalanarak doluya teslim oluyor ve küçük kıpırtılarla oluşmuş dolu izlenimi veren başka bir boşluğa dönüşüyor.  Aranan şey minimal etki yaratmak ya da hiçlik vurgusu yapmak değil, gerçek ile hayal arasında varlık bulan bir ara durum oluşturmak. Ayrıntılar azalarak nerdeyse hafızada fazla bir şey bırakmayacak kadar silikleşiyor. Tek rengin temsiliyetine bürünüyor. Boşluk görünür kılınıyor. Monokrom resim, sise benzer nitelikte tek rengin çağrıştırdığı sonsuzluk etkisiyle izleyende yüce (sublime) duygusunun doğmasına neden olur. Renk artık resim yapmak için var olmaz; boşluğu görünür kılmak için vardır. Zamanın ötesini işaret eder. Sis ayırt etme beklentisi yaratır, gri renkte varlık bulmasına rağmen, yeşil ile derinleşir. Sis dağıldıkça yeşilin huzuru galip gelir.
-“Beyaz Balina” heykel çalışmanız  ve Tahtakale Hamamı’ndaki serginizdeki “Çaresizliğin Kutsanması” adlı neon işiniz hakkında da bilgi verir misiniz?
Beyaz Balina heykeli, aslında benim için zaman içinde olayların, nesnelerin mekânda üst üste bıraktığı izler gibi, bu zaman insanının yalnız, derinde ve büyük benliğini, egosunu, anılarını temsil ediyor. Balinalar birbirleri ile iletişimi ve kendi konumlarını sonar ses sistemleri ile sağlar. Önce kendileri ses verir, bunun maddeler üzerinden kendilerine yansımasını bekler. Böylece nerede olduklarını, nereye gittiklerini bilir. Sanırım biz de sesimizi zaman zaman içimize yönlendirmeli ve oradan gelen yankılarla bu dünyadaki yerimizi tespit etmeliyiz.
Mimari yapılar yapıldığı çağın insanını yansıtır. Nasıl yaşaralar, kendilerini, çevrelerini ve yaşamı nasıl algılarlar? Yapıların sanat eserine dönüşmesi, estetiğin mimariye ve mimari ögelere taşınması zanaatkârın yapıtı yoluyla zamana karşı verdiği bir savaştır. Yapı hem işlevselliği hem de estetiği ile zamana karşı direnç gösterir. İnsanları, toplumları, o ana dair olanı zamanın ötesine taşır. Bu yaratma ve yapma insanın fiziksel sınırlarına meydan okumasıdır. İnsanın meydan okuma dürtüsü oyun dürtüsü ile birlikte var olur
18.yy da sanat uygarlığı oluşturan temellerden biri olarak sınıflandırılıncaya dek sanatçının sanat nesnesi ile olan ilişkisi çağdaşlarının, zamanın, çağının estetik anlayışının önüne geçmeye yönelik bir meydan okumadır. İnsan deneyimlerini oyunlar ile kazanır. Bu yüzden çocuklar için oyun oynamak yaşamı öğrenmek ve deneyimlemek ise, sanat da yüzyıllarca insanın yaşamı ve zamanı öğrenmek için oynadığı bir oyundur. Zihinsel ve nesnel olarak yeniye, farklı olana doğru yapılan bir yolculuktur. Meydan okuma ve oyun arasında dürtüsel bir birliktelik vardır. Osmanlı mimarisinin estetik temelini oluşturan sadelik ve tekrarın belirli matematiksel ölçülerle kullanılmasının getirdiği zengin görsellik Tahtakale Hamamın’da da kendisini gösteriyor. Çağının algısını yansıtıyor. Bu projede saptırmalar, propaganda, yeni bir önerme aranmadı. Var olan oyuna günümüz koşulları ile bir katılım sağlanmaya çalışıldı.
Var olan gerçeklik görsel olarak bir yapı bozuma uğratılıyor. Görüneni farklı görmek, görünmeyeni görünür kılmak, günümüz teknolojisini kullanarak geçmişin estetik ölçülerini yeniden kutsamak. Neşeli, coşkulu bir atmosfer yaratarak. Geçmişte mimarın oynadığı oyuna katılmak. Yapıt ve insan arasına girmiş ilişki sarmallarından kurtulmak bu projenin amacını oluşturuyor.
                                                                         

-Çalışmalarınızda nelerden etkilenirsiniz? Sizi yönlendiren, sevdiğiniz sanatçılar kimlerdir? Dünyadan güncel sanattan takip ettiğiniz sanatçılar var mı?
Her şeyden önce ben de pek çok diğer sanatçı gibi yaşamın kendisinden besleniyorum. Yaşadığım hayatı, zamanı, ortamı, şehir yaşamında uzak kaldığım(ız) ve anlamını unuttuğumuz doğayı, onunla olan ilişkimizi sorguluyorum. Ve bir sanatçı olarak elbette tekrar ederek sanatı sorguluyorum.
Görsellik, görsel algı, gözün gördüğü, nasıl gördüğü, gördüğü şeyin ve görme şeklinin insan düşüncesini, psikolojisini nasıl etkilediğini merak ediyorum. Farklı bakış açıları bulmaya çalışıyorum. Görme ve düşünme sürecim, kendi gördüklerim ve bunlardan dolayı hissedip düşündüklerim üzerine sanatımı kurguluyorum. Kişilik olarak genelden özele doğru yönelen bir yapım var. Bu yüzden biz insanları tümden etkileyen, değiştiren, bizi eğip büküp yeniden şekillendiren şeyler; mekân gibi, zaman gibi, doğa gibi genel kavramlardan yola çıkıyor kendi özelimde bu konuları şekillendirip, nesnelleştiriyorum.

Hale Asaf


                                                               


İsmi Arapça’da ‘ayın etrafındaki ışık’ anlamına gelen Hale  Asaf’ın çocukluğu İstanbul ile Büyükada arasında bazen neşeli, bazen hüzünlü geçer. Babası sayısız kere evlenir ve  pek çok çocuğu olur. Büyüleyici ve alımlı bir kadın olan annesi  Enise Hanım, onu küçükken terk edip Avrupa’ya göç eder ve genç  yaşta İsviçre’de bir sanatoryumda hayata gözlerini kapar. O zamana kadar soyadı olarak kullandığı babasının adını, dedesinin adıyla değiştirir ve “Hale Asaf”  olur.
Cumhuriyete geçiş sürecindeki örnek kadınlardan, yeni Türkiye’nin ilk ressamlarından ve eğitmenlerinden Mihri Müşfik , Hale Asaf’ın  teyzesidir. 1919’da Mihri Hanım, işgal altındaki İstanbul’da kendini güvende hissetmediğinden bir müddet İtalya’da kalır. Aynı yıl Hale Asaf’da Roma’ya Mihri Müşfik’in yanına giderek ilk resim dersleri alır, daha çok resim tekniği üzerine çalıştığı bu süreci ertesi yıl Paris’te Namık İsmail’den aldığı dersler takip eder. Mihri Hanım’da, Namık İsmail’de büyük  ihtimal en çok portreleriyle onun üzerinde etki bırakır.
Sınavı kazanarak girdiği Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde Prof. Von Arthur Kampf’ın öğrencisi olur. Daha tarihi konuları ele aldığı büyük boyutlu tabloları ve portrelerinin yanı sıra katı, kuralcı yaklaşımıyla da bilinen Kampf, I. Dünya Savaşı sırasında İstanbul’a, 1927’de de Atatürk’ün davetiyle Ankara’ya gider, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan panoların yanı sıra Atatürk’ün de iki portresini yapar. Kampf’tan desen ve yağlıboya dersleri alan Asaf, böylece sağlam bir alt yapı oluşturur.
Berlin’deki akademide yolu Fikret Mualla ile de kesişir. Fikret Mualla’nın ilan-ı aşkını, topallığını ve hırçınlığını yüzüne vurarak  reddeder. İstanbul’a dönen Hale Asaf, 1924-1925 yıllarında İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde Feyhaman Duran ile İbrahim Çallı’nın öğrencisi olur. Hareketli, sert ve cesur fırça darbeleriyle daha deneysel bir tarzın peşine düşer.
1925 yılında  Avrupa konkurunu kazanarak, bu sınavı kazanıp Avrupa’ya eğitime gönderilen ilk kadın sanatçı olur. 1925 yılına tarihlenen “Paletli Otoportre”de bir  elinde paletiyle doğrudan izleyiciye  bakar, adeta “ressam-kadın” kimliğini ifşa eder, yoluna nasıl edeceğini gösterir bir anlamda. “Paletli Otoportre” biraz da babasının soyadından vazgeçme kararıyla bağımsızlığını ilan ettiği resimdir.
1927’de yolu bir kez daha Paris’e düşer. O yıllarda 1914 Kuşağı’nın yetiştirdiği Cumhuriyet’in ilk kuşak ressamları arasında yer alan Refik Epikman, Cevat Dereli, Mahmut Cuda, Nurullah Berk, Şeref Akdik’te Paris’tedir. Onların arasına katılan Hale Asaf, bu kez Academie de la Grande Chaumiere’de eğitimine devam eder. Andre Lhote’un öğrencisi olur. Üstelik Lhote’un Türkiye’den kabul ettiği ilk öğrencidir.
                                                                  

Yenilikleri takip ederek, duyguyu önemseyerek ve en çok da sorgulayarak özgün bir dil yakalamayı başarır. 1928’ de İsmal Hakkı Oygar nişanlanır. Aynı yıl İstanbul’a döner ve Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’nin kuruluşunda yer alır ve birliğin tek “kadın kurucusu”olur.
Hale Asaf, aldığı bursa karşılık devlete borcunu ödemek için 1928 Eylül’de Bursa Kız Öğretmen Okulu’na resim öğretmeni olarak atanır. Yaşamının büyük bölümü yurtdışında geçen Hale Asaf, Bursa’da çevreye uyum sağlamak ve resim çalışmalarını sürdürmekte zorlanır. 1929 sonunda Mahmud Cuda ile görev değişimi yaparak yeniden İstanbul’a döner. Bursa’dan geriye Müstakiller’in sergilerinde yer vereceği ve öldükten sonra çok ilgi görecek manzaraları kalır.  
1929’da tekrar Paris’e gittiğinde eşiyle ilişkisi gibi, sağlığı da iyi değildir. Paris’te ilk işi kaybetmek üzere olduğu gözlerinden ameliyat olmak olur. İtalyan yazar Antonio Aniante de bu dönemde hayatına girer. Türk hükümeti görevinin başına çağırdığında  dönmez ve oradaki sanat ortamından beslenir.1932 yılında katıldığı “Genç Avrupa” segisinde portre ve natürmortları yer alır, basında eserlerinden övgüyle bahsedilir.
Dönemin avangart sanatçılarıyla görüşüp, sergilere katılıyor ve günün sanatını takip etmeye çalışıyordu. Arkadaşları arasında Giorgio de Chirico, Fernand Leger, Giacometti, Modigliani’nin kızı da vardı. Galerie-Librairie Jaune Europe kapanınca geçinmek daha güç gelir onlar için. Parasız ve umutsuz günler çoğunluktaydı ama iyi şeyler de olmuyor değildi. Andre Lhote bir yaz boyunca atölyesini Hale Asaf’a bırakır ve o sürede  Arnavutluk kralı Ahmet Zogu’nun portresini yaptığında 5 bin franklık bir çek ve övgü dolu bir mektup alır.
Son yıllarında birçok hastalıkla uğraşır. Yeniden göz, ardından kalça, sonra yumurtalıklarındaki kistler... Son günlerinde kadınlar, çiçekler ve çocuklar çizen  Hale Asaf’la geçirdiği yedi yılı belki de en güzel şu sözlerle özetleyecekti Aniante: Sanatı ki çok içtendi, onun ömrünü yedi yıl daha uzatmıştı.
Aynı soyadını taşıyan  ama sanat dışında bir akrabalıkları olmayan Özdemir  Asaf’la diğer ortak yönleri ‘R’ leri söyleyememek olan Hale Asaf ömrünün neredeyse tamamında resim eğitimi alır. Kayıtlara 31 Mayıs 1938’de Paris’te bir hastane odasında hayatını kaybettiği geçse de Hale Asaf’ın 33 yıl süren kısa ve zor bir hayatı olur.  Thiasi Mezarlığı’na tabutuna çivilenen bir paletle gömülür.