14 Ağustos 2022 Pazar

HAFTANIN RESMİ "WİND FROM THE SEA"


 

1940 yılında New Jersey’de doğan Edward Gordon resimlerindeki inanılmaz ayrıntı nedeniyle fazla eser üretemiyor.  Gordon’un eserlerini fotoğraf gibi formları bunalıklaştırmadan kesinlik ve inanılmaz ayrıntı kullanarak yapıyor.

Pencereden süzülen ışığı ve iç mekandaki objeleri ve gölgeleri, renkleri izleyiciye hissettirecek, fikir verecek kadar iyi veren Gordon’un eserlerinde okyanusun kokusu alıp sesini de duyabilirsiniz.

“Wind  From The Sea” , 32x25

Resmin içinde sağda duvarda Johannes Vermeer’in tablosu “The Astronomer”

8 Mayıs 2022 Pazar

HAFTANIN RESMİ "HAYAT HÂLÂ LİMONLU, PORTAKALLI ve BİR GÜL" Francisco de Zurbaran

 
                       1633, tuval üzerine yağlıboya, 62.2x109.5 cm, Norton Simon Müzesi, ABD

İspanyol sanatçı Zurbaran (1598-1664) azizileri resmettiği tablolarıyla ünlüdür ama bilinen tek natürmort çalışması olan bu eserde sanatçının başyapıtları arasında değerlendirilir. Tabloda, bakan kişiye nesnelere dokunma hissi veren gerçekçilik hakimdir. Nesnelere bakarken kusursuz görünen düzende ileyiciyi içine almaktadır. 

Resimeki yalınlık ve tevazunun dinsel semboller taşıdığı, özellikle Bakire Meryem'e göndermede bulunduğu yorumlarını yol açmıştır. Bu açıdan bakıldığında da poratkal çiçeklerinin bekareti, suyla dolu fincanın saflığı, gülün de Meryem'i sembolize ettiği düşünülmüş. 

29 Mart 2022 Salı

BOTTER APARTMANI

19. yüzyıl sonlarına doğru ortaya çıkan Art Nouveau akımının İstanbul'daki ilk örneklerinden olan Beyoğlu'ndaki Botter Binası İtalyan mimar  Raimondo D'Aronco'ya  II. Abdulhamit'in  terzisi ve aynı zamanda modacı olan Jean Botter’in oturması ve moda evi açması için 1900 yılında yaptırılmış.

                                                


                                                            

19. yüzyılın sonlarında Hollanda’dan İstanbul’a gelen Jean Botter, yedi katlı apartmanın zemin katında hem Türkiye’deki ilk modaevi olan Botter Modaevi’ni işletmiş, hem de üst katlarında ailesi ile birlikte yaşamına devam etmiş. Botter Apartmanı, daha çok Avrupa’da rastlanan aynı binada hem işyeri hem konut bulunması uygulamasının gerçekleştiği İstanbul’daki ilk yapıdır.

                                                               


 Padişah 2. Abdülhamit modaya düşkün olunca terzisi Jan Botter’i yurt dışından getirtir. Jan Botter Hollanda’da Kralın terzisidir.

Bir rivayete göre Sultan Abdülhamit 25 yaşında amcası Abdülaziz’le çıktığı Avrupa seyahatinde Fransa’da gördüğü beyaz gelinliği çok beğenir. Bundan 30 yıl sonra 1898’de kızının düğününde  beyaz gelinlik dikim görevi de terzi Botter'e verilir. 

                                                                      


  İtalyan mimarı Raimondo D’aranco’ya arnuvo (Art-Nouveau) tarzında bir bina tasarlatır. Ünlü mimarda 16 yıl saray mimarlığı yapmış.

Dökme demir kullanılarak inşa edilen binanın dış cephesinde taş kaplama kullanılmış. Cephede kullanılan her bir taş yapı D’Aronco tarafından ayrı ayrı çizilmiş. Medusa başları ve nişler içinde yer alan dallar ve dalların arasında yer alan gül motifleri ile göz kamaştıran cephe ve asimetrik bir giriş ve simetrik devam eden iç tasarımıyla tam bir art nouveau örneğidir. Vitrayından asansör detaylarına, cephe süslemesinden giriş kapısına, ferforjelerinden merdiven korkuluklarına bütüncül yapı Beyoğlu'nda bütün görkemi ile yerini almıştır. 

                                             


 Dönemin dablumbazlarına ilk örneklerden biri de  mutfakta yerini almıştır. Mutfak aslında binanın büyüklüğünü düşününce küçüktür. Bununda sebebi olarak Botter saray terzisidir ve saray çalışanları saray dışında yaşasalar dahi yemekleri saray mutfağından gelirmiş. 



Üst katlarda yalıtım malzemesi olarak Pera'da yaşayan insanların hayatlarını anlatan dönemin magazin haberlerini yazan gazeteler kullanılmış. 

                                                   

                      

                                                     


                       Şöminede, aydınlatma araçları da  bire bir döneminin özelliklerini yansıtmaktadır. 


 

                               Asansörde İstanbul'daki asansörlü binaların ilk örneklerindendir. 
 

 Beyoğlu’nun, kaderine terk edilmiş sembol yapılarından tarihi Botter Apartmanı’nda İBB  restorasyon başlattı.  Restorasyon sonunda  bina CASA Botter adıyla tasarım ve sanat merkezi olarak hizmet verecek. 

6 Mart 2022 Pazar

Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı

 

                                         

                                                            

                                                                  Şükran Aziz (1949–2019) 

Ben-Sen-Onlar, 1993–1996, Ahşap üzerine folyo kesim yazı, 25 plaka; her biri 33 x 33 cm, Fuat Yalın Koleksiyonu

 Çiğdem Simavi hâmiliğinde ve ÜNLÜ & Co sponsorluğunda düzenlenen ve Sergisi Deniz Artun’un küratörlüğünde gerçekleştirilen  “Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı”  sergisi yaklaşık 1850–1950 arasında Türkiye’de yaşamış ve yaratmış sanatçı kadınların eserlerinden bir seçkiye yer veriyor.

Ben-Sen-Onlar, ismini Şükran Aziz’in sergideki bir eserinden alıyor. Sergi, çoğunluğu “ben”leşememiş ve dolayısıyla sanat tarihi tarafından kaydedilmemiş kadınları tek tek fark etmenin yanı sıra, kolektif bir “biz”in oluşabilme koşullarını da araştırıyor. Aynı zamanda Meşher bu sergi ile, Türkiye’den çağdaş sanatçı kadınları köklerini keşfetmeye davet ediyor.

                                                     

                                                          Hale Asaf (1905–1938),  

            Fırçalı Natürmort, Duralit üzerine yağlıboya,50,5 x 37,5 cm, Alpaslan Aktuğ Koleksiyonu

  Ben-Sen-Onlar bir isimden, gruptan, kurumdan diğerine çekilmiş düz çizgilerin dışında kalan bütün kadınların ve eserlerin anıldığı ve anlatıldığı bir “başka” zamana işaret ediyor. Böylece sergiyle, kadınlara kendilerinin kahraman oldukları bir “yüzyıl” armağan ediliyor.

Ben-Sen-Onlar, sanatçı kadınlara atölyelerinin ve daha çok da evlerinin dışında bir görünürlük kazandırmak üzere başlatılan bir araştırma. Öte yandan, yaklaşık olarak belirlenen 1850–1950 yılları arasında yaşamış̧ ve çalışmış̧ bütün kadınları bulmak ve listelemek kaygısı taşımıyor. Aksine, çok daha fazlasını keşfetmeye davet ediyor.

                                                            


Neşe Aybey (1930–2015)

                    Manolyalı Kız, Kâğıt üzerine guaş, 31 x 24 cm,  Murat Aybey Koleksiyonu

 Ben-Sen-Onlar sergisinin hamiliğini üstlenen Çiğdem Simavi, yola çıkış amacını şöyle ifade ediyor: “Her zaman kadın emeğine, gücüne, dayanışmasına ve birleştiriciliğine inanan bir kadın oldum. Türkiye’nin sanatçı kadınlarını tüm dünyaya anlatmak, tanıtmak ve çoğunu içine sıkıştıkları gölgelerden çekip çıkararak gün ışığına kavuşturmak en büyük hayalimdi. Ülkemin kültürü ve sanatına olan hayranlığımın temelindeki sessiz kahramanların her zaman kadınlar olduğu bilinciyle, bu hayalimin peşinden gittim.”

 Serginin sponsorluğunu üstlenen ÜNLÜ & Co’nun yönetim kurulu üyesi Şebnem Kalyoncuoğlu Ünlü de şunları söylüyor: “ÜNLÜ & Co olarak her zaman kadının gücünü ön plana çıkaracak çalışmalar yürütüyoruz. Yirmi beşinci yılımızı kutladığımız bu özel yılda da Türkiye’den sanatçı kadınlarının yüzyıllık emeğini ortaya çıkaran böyle bir sergiye sponsor olmak bizler için gurur verici. Ben-Sen-Onlar sergisi, sanat tarihinin gözden kaçırdığı ya da ihmal ettiği sanatçı kadınların fark edilmesi ve görünür kılınması için önemli bir kilometre taşı olacak.”

                                                       


   
Yıldız Moran (1932–1995)
Yankı, 1952, Norah Caussen ve Yıldız Moran’ın yansıması Londra,80 x 80 cm,Ed. 6+1 A.E,.Yıldız Moran Arşivi

 Küratör Deniz Artun, Ben-Sen-Onlar sergisinin kapsamını belirlerken, Türkiye’de çağdaş sanatçı kadınların varlığının köksüz olduğunun altını çiziyor. Ancak Ben-Sen-Onlar sergisi bu tarihi yazmak iddiasında değil. Aksine yazılacak tarihin bir değil pek çok olduğunu hatırlıyor ve hatırlatıyor. Sergi, her bir kadının hatta her bir eserin alternatif tarihler kurabileceği “biz”e bir çağrı.

 Ben-Sen-Onlar, Meşher binasının üç katına yayılıyor. Giriş katı “Ben”, aynada kendi mütevazı varlıkları ile karşılaşan şöhretsiz kadınlara odaklanıyor. Serginin farklı köşelerine yerleştirilen aynalar, tek bir kadının birkaç yüzünü yakalamaya çalışıyor. Kadınların, tarihten kendi kendilerini sildikleri, adlarının üzerini bile bile karaladıkları da oluyor. Dolayısıyla ayna, bazen de, eskiz aşamasında terk edilmiş eserleri ya da kariyerleri bir dev aynasına yansıtmaya ve onları “büyütmeye” yarıyor.

 Birinci kat “Sen”, yumuşak ve birleştirici olan öteki ile karşılaşmaları anlatıyor. Öncelikli “sen” olarak çocukları çağırıyor. Portrelerin ve otoportrelerin çoğu, anne olmanın ya da olmamanın deneyimi ve öznellik, aile olmanın tanımı ve şefkat, sanatçı olmanın gücü ve ölümsüzlük hakkında düşünmek üzere davet ediliyor. Ayrıca “sen”, anneliğin idealindeki kutsallık ile çıplaklığın ideasındaki tenselliği karşı karşıya yerleştiriyor.

                                          

                                          Iraida Barry (1899–1980)

           Yeşil Kadın, Alçı,  26 x 28 x 18 cm,  Doğan Paksoy Koleksiyonu

 İkinci kat “Onlar”, kadınlara başkalarının gözünden bakıyor. Çiçek, özellikle vazoda olduğunda, başkaları tarafından kadınlara yakıştırılan sıfatları taşıyor: duygusal, kırılgan, amatör ruhlu, sıradan, domestik ve dekoratif. Pek çok sanatçı kadın, kendisinden güvenli ve zarif olanı resmetmesi beklendiği için, ancak vazoda çiçekler boyayarak resim yapabiliyor. Sergiye, hiçbir öncelik gözetilmeden, neredeyse kendiliğinden saçılan çiçekler, şematik aile ağacının, çizgisel bir sanat tarihinin de alternatifini temsil ediyor.

 SANATÇILAR                                                                                                        

Sergide Yer Alan Sanatçılar: Naile Akıncı, Nükhet Aksoy, Maide Arel, Hale Asaf, Perran Berrünnisa Atamdemir, Jülide Atılmaz, Can Ayan, Neşe Aybey, Şükran Aziz, Hatice Şahiye Barlas, Iraida Barry, Behice Nuri, Saime Belir, Belkıs Mustafa, Lerzan Bengisu, Sabiha Bengütaş, Nimet Berdan, Aliye Berger, Semiha Berksoy, Mevhibe Meziyet Beyat, Deniz Bilgin, Zerrin Bölükbaşı, Zabelle C. Boyajian, Sabiha Bozcalı, Halet Çambel, Refia Edren Çiray, Nevin Çokay, Hamiye Çolakoğlu, Gül Derman, Didar Tahsin, Şükriye Dikmen, Tiraje Dikmen, Güzin Duran, Ayhan Dürrüoğlu, Afife Ecevit, Nazlı (Emin) Ecevit, Efruz Cemil, Melahat Ekinci, Esma Ekiz, Emine Semiyye Hilmi, Selma Emiroğlu, Özden Akbaşoğlu Ergökçen, Nebahat Erkekli, Mari Ertoran (Kaloyan), Semiha Es, Esma İbret Hanım, Eren Eyüboğlu, Fatma Saime Cenap, Seniye Fenmen, Sühendan Fırat, Bilge Friedlaender, Lina Gabuzzi, Filiz Özgüven Galatalı, Ruzin Gerçin, Mari Gerekmezyan, Vildan Gizer, Nevide Gökaydın, Beyza Gönensay, Bedia Güleryüz, Hatice Süleyman, Hayriye Nuri, Seta Hidiş, Sara Farhi Huntzinger, Selime Işıtan, Mürşide İçmeli, Nasip İyem, Naciye İzbul, Sare İsmet Kabaağaçlı, İvon Karsan, Gencay Kasapçı, Nevzat Kasman, Sevim Kent, Türkan Kıran, Sabahat Kırlı, Füreya Koral, Hakkiye Koral, Emel Korutürk, Melike Abasıyanık Kurtiç, Müreccel Küçükaksoy, Harika Lifij, Mihri Rasim (Müşfik), Yıldız Moran, Muhterem Ömer, Muide Esad, Müfide Kadri, Nedime Ahmet, Nevin Edhem, Nimet Raif, Nüveyre Faik, Maryam Özacul (Özcilyan), Necla Özbay Özdemir, Rahime Yusuf Ziyaeddin, Rana Salih, Ruhiye, Safiye, Kristin Saleri, Mukaddes (Erol) Saran, Bedia Sarıkaya, Leyla Gamsız Sarptürk, Melek Celal Sofu, Harika Söylemezoğlu, İvi Stangali, Virginia Stolzenberg, Emel Şahinkaya, Maryam Şahinyan, Nasra Şimmeshindi, Şükûfe İbrahim, Tâciser Salih Şâkir, Cahide Tamer, Leman Tantuğ, Zekavet Bayer Taş, Frumet Tektaş, Celile Uğuraldım, Melahat Üren, Mary Adelaide Walker, Fahrelnissa Zeid, Elisa Pante Zonaro

 

Meşher’in üç katında gerçekleşen sergide, 117 sanatçıdan 232 eser yer alıyor. Ben-Sen-Onlar: Sanatçı Kadınların Yüzyılı, 27 Mart 2022 tarihine kadar İstiklal Caddesi’ndeki Meşher’de izlenebilir.

22 Şubat 2022 Salı

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN KISA FİLM SÖYLEŞİLERİ "CEYHUN SEVİLMİŞ"

 

                                                          



 -Öncelikle merhaba, sizi tanıyabilir miyiz?

Merhaba ben Ceyhun Sevilmiş. Alaylı bir oyuncuyum. 15 yıl önce Yıldız Teknik Üniversitesi Oyuncuları ile tiyatro yapmaya başladım. Aslen Gemi İnşaatı ve Gemi Makineleri Mühendisliği okumama rağmen okul bittikten sonra mesleğimi hiç yapmadım çeşitli tiyatrolarda, dizilerde kamera önünde ve kamera arkasında çalıştım. Şu an pandemiden de kaynaklı olarak daha çok kamera arkasında çalışmaktayım, Ağırlıklı olarak reklam filmi senaryosu yazıyorum ve görsel animasyonlar tasarlıyorum.

-Rol aldığınız kısa filmlerde oynamayı kabul etmenizdeki en önemli unsur neydi? Kısa filmlerde oyuncu olarak, o filmde rol almanızı etkileyecek unsurlar neler? Kısa filmlerin oyuncu açısından uzun metrajdan bir farkı var mı?

Kısa filmler, çoğunlukla maddi anlamda uzun metraj film olanaklarına sahip olmadığı için genellikle kişisel ilişkiler ve tanışıklık ile ilerliyor. Bu durum aynı zamanda oyuncuların maddi odaklı olmasından ziyade performans odaklı olmalarına da dolaylı olarak katkı sağlıyor. Ben dahil kısa filmlerde rol alan pek çok arkadaşım kısa filmleri bu sebeple kendilerini geliştirmek ve daha çeşitli roller denemek için bir fırsat olarak görmekteyiz. Bu nedenle rolün oyuncuya tanıdığı alan, senaryonun yaratıcılığı pek tabi ki önemli bir etken oluyor.

-“Kısa Film Söyleşileri” serisini hazırlarken yönetmenlere ortak olarak yönelttiğim sorulardan biri de “oyuncu seçimlerinde iş kısa film olunca zorluk çıkıyor mu, idi. Siz ne düşünüyorsunuz kısa film senaryoları gelince?

Aslında reklam filmi, uzun metraj film veya kısa film olmasının durumu çok değiştirdiğini düşünmüyorum. Hepsi aynı derecede özen ve çalışma gerektiriyor. Demin de dediğim gibi fiziksel şartlarından ötürü kısa filmler çoğunlukla "deneme alanı" olarak görülüyor, oysa her sanat eseri temelde bir düşünceyi ifade ediyor, bu düşünceyi ne kadar öz ve ne kadar yalın anlatabilirseniz eser bence o kadar etkili oluyor. Üzülerek söyleyebilirim ki "kısa" olduğu için özensiz yazılmış çokça senaryo gördüm. Oysa durum bunun tam tersi, bir derdi uzun uzun anlatmaktansa daha yalın ve etkileyici anlatabilmek daha çok meziyet istiyor. Bu nedenle oynamadığım kısa film sayısı oynadığım kısa film sayısından daha fazla.

                                                    


-Oyuncu olarak kısa film çekimleri sırasında yaşadığınız zorluklar oluyor mu?

Kısa filmler amatör olduğu için değil, ben çoğunlukla amatör kısa filmlerde rol aldığım için yaşadığım en büyük zorluğun fiziksel imkansızlıklar olduğunu söyleyebilirim. Örnek vermem gerekirse çekim yapılacak bir dış mekân için izin alınamamasından dolayı, sahneyi hızlı bitirmek amacıyla hızlı hızlı, az tekrarlı oynamak yaşadığım zorlukların en başında geliyor :) Ancak yıllarca amatör tiyatro yapan birisi olarak bu zorlukları genellikle çekici buluyorum. Kişisel olarak fiziksel imkanları yeterli, profesyonel setlerde daha çok zorlandığımı söyleyebilirim.

-Türkiye’de ve dünyada kısa filme bakışı oyuncu olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye'de kısa filmleri çoğunlukla öğrencilerin çektiğine şahit olduğumuz için sanki sektör profesyonelleri bu alana daha az ilgi duyuyormuş gibi bir hava olduğunu hepimiz seziyoruzdur. Öte yandan yurt dışında dünya çapında üne sahip onlarca kısa film festivali olduğunu da biliyoruz. Bu nedenle yurt dışında kısa filmlere sanki daha çok önem veriliyormuş diyebiliriz ama burada bilgi eksikliğim olduğunu da söylemem gerekiyor. Belki yurt dışında da kısa filmlerle amatör olarak ilgilenenlerin sayısı çok daha fazla ama biz sadece ünlü festivalleri bildiğimiz için yurt dışında kısa filmlere daha çok önem veriliyor zannediyoruz. Bu durumdan çok emin olamamakla birlikte, sanki kısa filmler dünyada Türkiye'de ciddiye alındığından daha çok ciddiye alınıyor gibi geliyor.

-Türkiye’de kısa film bazı yönetmenler açısından uzun metraj için bir basamak olarak değerlendirilebiliyor. Oyuncular açısından da böyle bir değerlendirme söz konusu olabilir mi?

Kesinlikle. Aslında yukarıda söylediklerimin hepsi kısa filmlerin bir amaç olmasından ziyade araç olarak algılanması sonucunu doğuruyor. Pek çok oyuncu için kısa filmler bir eserden ziyade uzun metraj filmler için audution görevi görüyor. Ülke şartlarında bu ne yazık ki doğal bir sonuç, oyunculuk bir meslek ve her meslek gibi maddi karşılığının alınması gerekiyor. Burada konu sağlanan şartlarla ilgili, uzun metraj filmlerin getirdiği maddi kazanç ve tanınırlık daha fazla olduğu sürece kısa filmler ne kadar güzel olursa olsun bir basamak olarak algılanmaya sanırım devam edecek.

 

11 Şubat 2022 Cuma

PETER VİLHELM IISTED "İÇERİSİ"

                              
                   "İnterior" , 1896, 70.5x 75 cm, Tuval üzerine yağlıboya, d'Orsay Müzesi, Paris

Seyrekçe konumlandırılmış eşyalar pencereden süzülen yoğun güneş ışığıyla hafifçe aydınlatılmıştır.  Bağırmayan  renklerle odanın sadeliği güçlendirmiştir. Az eşya ve sadelik kompozisyona katkıda bulunmuştur. Kız vitrine sakince testi koyup işlerine devam edecektir. Bu huzur dolu dinginliği  iddialı hiçbir unsur bozmaz. 

Hafif ışıklarla aydınlanan iç mekanların resmedilmesine odaklanan Peter Vilhelm ,"Kopenhag İç Mekanlar Ekolü"ndendir ve yapıtlarında kadın figürü genelde önemli rol oynar. 

1861-19933 yıllarında Danimarka'da yaşamış ressamların önemli isimlerindendir.  Yapıtları Kopenhag'daki yaşam ifade eder.  Sessizlik, düzen, huzur resimlerinin temel konularındandır:


13 Ocak 2022 Perşembe

CARAVAGGİO "NARCİSSUS"

                                             110 x 92 cm,  Roma Ulusal Antik Sanatlar Müzesi

                        Caravaggio‘nun 1597’de başlayıp iki senede bitirdiği eseri “Narcissus“,


Narkissos, Yunan mitolojisinde suya yansıyan suretine âşık olup, aşkından ölerek nergise dönüşen bir gencin öyküsüdür

Liriope, nehir kıyılarında yetişen çiçeksiz çiçeğin adıdır ve  Roma mitine göre güzel bir su perisi olan Liriope'nin adından gelir. Güzel Liripoe, rüzgar tanrısı Cephisus‘a aşık olur ve aşkı karşılık bulur. Çift, birlikte olunca Liripoe hamile kalır ve Narcissus doğar. Küçük oğlanın kaderi, annesini endişelendirir ve tek oğlunun geleceğini öğrenmek için kör bir kahine gider. Kahin, Narcissus’un kendisini görmediği takdirde yaşamını sürdürebileceğini söyler.  Bunun ne anlama geldiği, ancak Narcissus kendini nehirde gördüğünde  anlaşılacaktır.

Kendini nehirde gördüğünde gördüğü güzelliğe hayran olan Narcissus‘un yavaş yavaş hareketsiz kalan bedeni, Nergis Çiçeği'ne dönüşür.

Narkissos’un Rönesans’tan sonraki dönemlerde görsel sanatlara daha farklı şekillerde yansımıştır. Caravaggio, Poussin, Moreau, Waterhouse, Turner, Dalí, Kusama gibi birçok sanatçı tarafından ele alınmış ve farklı şekillerde tasvir edilmiştir.

 Caravaggio'nun eserinde Narcissus‘un su birikintisinde yansıyan görüntüsüne hayranlıkla baktığını görürüz. İki eliyle destek alarak sudaki yansımaya bakan bu açık kahverengi başlı genç çocuk, 17 – 20 yaş erkek figürlerinin ideal görüntüsüdür.ve ünlü Romalı şair Ovidius tarafından anlatılan bir mitin bir yansımasıdır. Mit o zamana dek hiç bu şekilde ele alınıp tasvir edilmemiştir. Çünkü Caravaggio, tuval yüzeyini dolduracak şekilde görüntüsünü yansıtır. Resimde Narcissus, suya yansıyan sureti ile bir daire oluşturacak şekilde iki figürün birbiriyle kucaklaşarak bütünleşen şeklinde tasvir edilmiştir. Hafif yana eğilmiş bir şekilde sudaki suretine bakarken iki kolu üzerine yaslanmış duruşuyla hüzünlü ve melankolik hava yaratır.

 Figür tablo içerisinde o kadar baskındır ki daha önce gördüğümüz örneklerinde ve mitin geçtiği düşünülen doğa ile ilgili herhangi bir mekân betimlenmemiştir.

5 Aralık 2021 Pazar

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN KISA FİLM SÖYLEŞİLERİ "ÖZGÜR DERELİ"

 

Sizi tanıyabilir miyiz?


Özgür Dereli, 1972 de Giresun’un Bulancak ilçesinde dünyaya gelmişim. Yaklaşık 6 yıl Giresun’da yaşadıktan sonra Antalya’ya taşındık. Çocukluğum ve ilk yetişkinlik dönemim Antalya da geçti. 1987’de başladığım Tiyatro yolculuğum; 1991 de İstanbul’a gelip değerli ustam (huzur içinde uyusun) Cengiz Özyurt’un çocuk tiyatrosunda çalışmaya başlamamla ilk alın teriyle para kazanmama sebep oldu. Cengiz abi’nin en önemli özelliği kendisinin Türkiye ve Balkanlarda ödüller almış bir ilizyonist olması ve bu yeteneğini çocuk oyunlarıyla harmanlayıp ürünlerini bu şekilde sergiliyor olmasıydı. Kendisinin yanında yaklaşık iki yıl çalıştıktan sonra Antalya’ya Devlet Tiyatrosu açılacağını öğrendiğimde Antalya’ya gidip çalışmaya başlamak istediğimi Cengiz abiye söylediğimde onun cevabı;

_ Oğlum gitme burada kal Konservatuara burada hazırlan ben de sana el vereyim yeteneğini geliştir, benim yaşım ilerliyor sen de benim oğlum sayılırsın sen kaldığı yerden devam edersin, hem de eninde sonunda geleceğin yer burası…

Olmuştu. Ama ben inat edip 1993 yılında Antalya Devlet  Tiyatrosunda  Mustafa Avkıran, Mehmet Büyükağaoğlu, Zigrith Zeberich,den aldığımız oyunculuk, dans, diksiyon eğitimiyle 1993 ilk sezonunda Engin Cezzar’ın yöenettiği “ Bir Akdeniz Müzikali- Kadı” oyunuyla Devlet Tiyatrosu sahnesine adım atmış oldum. Ardından 1995 yılında Dokuz Eylül Üni. Güzel Sanatlar Fakültesi’nde oyunculuk eğitimime başlamış oldum. 1999 yılında okuldan mezun olduktan sonra Antalya’ya borcumu ödemek için Devlet Tiyatrosuna geri döndüm. Antalya’da 2003 yılına kadar çalıştım. Bu süreçte Akdeniz Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışma fırsatım oldu. 2001 yılında mezun olduğum okulda yüksek lisans eğitimime başlasam da eğitimimi 17 yıl sonra 2018 yılında afla geri dönerek tamamlama fırsatını bulabildim. 2004 yılında Cengiz abinin söylediği gibi İstanbul’a taşındım. 2014 yılında başladığım İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuk kariyerime devam etmekteyim.

Rol aldığınız kısa filmlerde oynamayı kabul etmenizdeki en önemli unsur neydi? Kısa filmlerde oyuncu olarak , oyuncu olarak  oyuncu olarak o filmde rol almanızı etkileyecek unsurlar neler? Kısa filmlerin oyuncu açısında uzun metrajdan bir farkı var mı?

Rol aldığım kısa filmlerde oynamayı kabul etmemde ki en önemli sebep (Mehmet Tığlı ile tanışana kadar) öğrenci filmlerine yardımcı olmak ama bir yandan da bu filmlerde oynarken kendi oyunculuk deneyimimi geliştirebilmekti.  Çünkü her ne kadarda kısa film olsa da sonuçta yapılan iş sinema filmiydi. Benim bu konuda en büyük şansım oynadığım kısa filmlerde başrol oynamamdı. İlla ki gelen senaryolarda seçici olmaya çalışıyordum. Bu tarz filmlerin çok fazla maddi bir karşılığı yoktur. Oyuncu ister istemez oynayacağı role odaklanıyor. Bu yüzden de ben şanslı bir oyuncuyum. Ne zaman Mehmet Tığlı ile çalışma fırsatı buldum o zaman anladım ki kısa filmlerin de uzun metrajlardan bir farkı yok. Tek fark çalışma süresi daha kısa. Mehmet Tığlı projeleri tam bir sanatsallık içerdiği için onun kısa film projeleri bana göre Türkiye de adı önemli yönetmenlerinin uzun metraj  projelerinden bir farkı olmadığını gösterdi.

Bana göre kısa film senaryoları basit ya da geçiştirilecek bir senaryo tipi değil. Uzun metraja göre senaryo konusunda işiniz daha zor. Çünkü uzun metrajda işlediğiniz konuyu ya da hikayeyi anlatma zamanlamanız, altını çizmek istediğiniz durum, oyuncunun rol yapma durumunu göz önünde bulundurduğunuzda bol minütajınız var. Fakat kısa filmde hikaye, rol yapma, konuyu anlatma zamanlamanız daha kısa olduğu için (filmin süresi bakımından) işiniz daha zor. Hikayenizi en kısa zamanda en iyi şekilde anlatmalısınız. Oyunculuğunuzu da en iyi şekilde, en iyi performansla göstermek durumunda olduğunuzdan kısa film çalışması daha zor gelmektedir bana.

Oyuncu seçimine gelince; Mehmet Tığlı ile “ Bir Vapur Masalı” filminde oyuncu olarak çalışma fırsatımın yanında diğer kısa filmlerinde hem “cast direkterü” hem de “oyunculuk koçluğu” yapmak şerefine erdim. Oyuncu seçimi gerçekten çok zor. Kısa filmde oyuncuyu popüler olduğu için seçme şansınız yok. Tek şansınız var “role uygunluk, en iyi performans, bu kısa süre içinde hikayenizi en iyi oynayacak oyuncu” bağlamında bu kişiyi bulmak. Yani kısa filmde en büyük belirleyiciniz role uygunluk ve liyakat. Kısa filmde oyuncu seçiminde popülist yaklaşımlar çeken yönetmen bakımından dezavantaj , ben bu oyuncuyu tanıyorum nasılsa yapar, oynar tadında yaklaşan yönetmen emin olun kaybeder. Çünkü bir kısa film çekiyorsanız ve filminizi yurt dışında festivallere yollamak istiyorsanız emin olun bizim ülkemizde ki gibi filmde kim oynamış diye bakmıyorlar. Film nasıl çekilmiş, hikaye nasıl dile getirilmiş, oyuncu performansı –kim olduğuna bakılmadan- konusunda değerlendiriliyor. Bir handikap da filmde popüler oyuncu varsa işinize çok karışıyor yönetmeni hafife alıp onun doğrultusunda hareket etmeyip filmi kendi oyunculuğu içinde evriltme durumuna giriyor, bir nevi yönetmeni olumsuz etkileyebiliyorlar.

Oyuncu olarak kısa film çekimleri sırasında yaşadığınız zorluklar oluyor mu?

Oyuncu olarak böyle bir zorlukla karşılaşmadım. Aslında zorlukla karşılaşmak sizin beklentilerinizle alakalı. İşin özü kısa filmde size “ aşk bahçesi vaat edilmiyor”

Türkiye’de ve dünyada kısa filme bakışı oyuncu olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Oyuncu bakımından Türkiye de kısa filmlere bakış açısı çok fazla hafife alınmış durumda. Yani basit karşılanıyor. Oyuncu adına kısa film kültürümüz yok maalesef. Bunun nedeni kısa film dediğimizde öğrenci filmi diye bakılmakta bu nedenle kısa film hafife alınmakta. Dünya da ise kısa film tam anlamıyla bir sanat mantığında görüldüğünden oyuncu gözünde bir uzun metraj neyse kısa film de aynı şekilde görülmekte.

Türkiye’de kısa film bazı yönetmenler açısından uzun metraj için bir basamak olarak değerlendiriliyor. Oyuncular açısından böyle bir değerlendirme söz konusu olabilir mi?

Kısa film bende bir oyuncu olduğum için hiçbir zaman uzun metraja yükselme basamağı olarak görülemez. Çünkü ikisi de bambaşka tarzlar. Evet kısa film oyunculuğu diye bir tarz ya da oyunculuk yaklaşımı olmamasına karşın ikisi de farklı tarzlar oyunculuk adına benim için.

SON OLARAK:

Mehmet hoca benim kısa filme bakış açımı değiştirmekle kalmadı oyunculuk bakış açımı, oyuncu yaklaşımımı da olumlu yönde etkileyerek bunu bir üst seviyeye taşıdı. “Bir vapur masalı” filmi ile ABD den iki tane en iyi erkek ödülü alma fırsatım oldu. Bu aldığım ödüller benim oyunculuk bakış açımda “ oyuncunun ne söylediği değil rolünü ciddiye alıp nasıl performans gösterdiği”  değişmesine katkı sağladı. Bunun nedeni oyuncular genel olarak  tiyatroda ya da filmde metne bakarak ne kadar repliğim var diye bakarlar, replik az ise bu onun performansını olumsuz yönde etkilemektedir. Ama bir oyuncu bilmelidir ki hikayede ne kadar kilit noktası olduğu. Seyirci ne kadar çok replik söylendiğini izlemez düğüm noktalarını, hikayenin açarlarını ve onu etkileyecek duygularına hitap edecek en ufak bir tebessümden etkilenir.                                            

              

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN KISA FİLM SÖYLEŞİLERİ "BÜLENT ÇOLAK"

 

                                                    



-Sizi tanıyabilir miyiz?

İstanbul doğumluyum. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde Sosyal Bilimler okudum. Lise yıllarında Kartal Sanat Tiyatrosu’nda başladı oyunculukla yolculuğum ve sinema, tiyatro, dizi olarak yoğun şekilde devam etmekte. Ben, oyunculuk yaparak kendi hikayemi anlatmaya çalışan biriyim diyebilirim aslında.

-“Sonsuz” kısa filmi üzerinden sorarsam, kısa filmde oynamayı kabul etmenizdeki en önemli unsur neydi?

Senaryoyu beğendim öncelikle.  Sonrasında yönetmenle buluştum, konuştum. Benim önceliğim yönetmene inanmam, onun dünyasına inanman. Bu filmde de Murat’a inandım (Murat Çetinkaya). Yazar ve yönetmen her kimse onunla baktığımızın yönün aynı olması benim için belirleyici nokta. Farklı pencerelerden baksak da manzaramız aynı ise  o zaman güzel oluyor yaptığınız iş.  Farsça’da bir deyim vardır. “Nazarın neyse manzaranda o olur.” Nazar, bakış açısı, manzarada, baktığın yer. Çok sinema bir cümle benim için.  Bir anlamda sinemanın tanımı. Yönetmenle de “Sonsuz” üzerinden Murat ile böyle kesişme oldu.  İyi hazırlanmıştı, projesine çok hakimdi. Böyle olunca da o filmde oynamamak hepimize haksızlık olurdu.

Sizin önceliğiniz hikâye ve yönetmene inanmak  diyebiliriz değil mi?

 Tabi ki  az önce de söylediğim gibi önceliğim  yönetmenle aynı manzaraya bakmak, hikayeye inanmak.

-“Kısa Film Söyleşileri” serisini hazırlarken yönetmenlere ortak olarak yönelttiğim sorulardan biri de “oyuncu seçimlerinde iş kısa film olunca zorluk çıkıyor mu, idi. Siz ne düşünüyorsunuz kısa film senaryoları gelince oyuncu olarak?

Ben yıllar önce öğrenci filmlerinde de oynadım, kısa filmlerde de rol aldım, şimdi 40’lı yaşlarımın başındayım kısa filmlerde halen rol alıyorum. Bu demek oluyor ki bu benim için amatör bir eylem değildi, devam eden bir aşk. Amatör’de adı üzerinde Amor’dan geliyor aşkla yapmak demek. Profesyonel’de Romalı askerler paralı asker demek. Yani amatör ruhlu profesyonel oradan geliyor. Amatör aşkla yapmak. İşini aşkla yapan profesyonel manasında. Durum böyle olunca yollar kesişiyor ve uzun metraj veya kısa film fark etmiyor oyuncu olarak.

Kısa filmi şöyle de düşünebiliriz.  Maraton koşarsınız ama oyuncu olarak 100 metrede de kendinizi denemek isteyebilirsiniz. Bu oyuncu olarak bakışınız ile alakalı aslında. Aktör olarak kendimi de sınamak istiyorum aslında ve senaryo - yönetmenle aynı payda da buluşunca güzel işler ortaya çıkıyor.

Kısa filmi hikaye gibi de görebilir miyiz, uzun metraj- kısa film, roman- hikaye gibi bir benzetme yapabilir miyiz?

  Evet, kısa filmi hikâye gibi görebiliriz aslında  çok daha arı, duru ve yoğunluklu.  Edebiyattan sinema uyarladığımızda uzun ve kısa hikayeler aslında. Katmanlı bir uzun metraj içinde  çok katmanlı duygu durumları ya da popüler deyimiyle  video klip sahneler olabilir. Kısa filmde başka deneyimlerle oyunculuk alanında farklı deneyimler yaşayabilirsiniz bu anlamda ama  sistem açısından bakınca da  bu çok başarılı kısa film olsa da oyuncu olarak kariyerinize etkisi olmuyor.

-Türkiye’de kısa film  bazı yönetmenler açısından uzun metraj için bir basamak olarak değerlendirilebiliyor. Oyuncular açısından da böyle bir değerlendirme söz konusu olabilir mi?

Benim için uzun metraj için bir basamak değil.  Uzun metrajın bütçesel bir yönü olabilir tabii. Uzun metraj olunca bütçe de büyüyor. Ülkemizde kısa filmler çoğunlukla yönetmenin ve güvendiği birkaç ekip arkadaşının kısıtlı zaman ve koşullar altında gönüllü çalışması ile gerçekleşiyor. Ama oyuncu açısından kariyer üzerine çok odaklanmak bir oyuncuyu kendini keşiften uzaklaştırır. Oyuncunun kör noktasıdır kariyer bence. Kariyere takılırsanız kör olursunuz, kesmez olursunuz.  Bağımsız bir şekilde yol almak lazım. Ben uzun metraj veya kısa film olarak düşünmüyorum.  “Bu maceranın, hikâyenin içinde olmak istiyorum” diye bakıyorum. Bu bana keyif veriyor. Oynamadığım bir rol var orada.  Bazen hikâyenin çatısı eksik olabiliyor ama rol çok etkileyici oluyor ama ben onu deneyimlemek istiyorum. Bile isteye hata yapıyorum orada.

Sizin oyuncu olarak kısa film sektöründe olumsuz olarak deneyimleriniz var mı?

Başta da söylediğim gibi ben  oyunculuk yaparak kendi hikayemi anlatmaya çalışıyorum. Bu yolda da tabi ki karşılaştığım olumlu veya olumsuz pek çok durum oluyor. İnsan riyakar bir varlık.  Bana göre sanatın  kendisi insanın  komplekslerden  arınmak için çok güzel bir soyutlama. Hepimizin kompleksleri var ve insan olma sürecinde  bu farkındalığı taşıyabiliyorsak  ne mutlu bize. En azından farkındayız ve sanatımız  icra ederek komplekslerimizden  arınıyoruz, kendi hikayemizi anlatmaya çalışıyoruz.

Filmin sonunda da çalışmayı elimizde cd veya link  görmek istiyoruz, arşiv açısından olsun, kendi performansımızı değerlendirmek açısından, en azından verdiğimiz emeğe saygı olarak.

Yıllar evvel evimi taşıyacağım gün yine kısa film çekilecek ve yönetmenin başka günü yok. Ben o günümün %75’inde Beylikdüzü’nde filmde çalıştım. Ben evimde olamadığım için  taşınırken sorun  yaşandı. Sonuçta filmde beklediğim gibi çıkmadı, kurguda başarılı değildi. Oyuncu olarak  ben işe büyük bir aşkla baktım, üzerime düşeni yaptım ama filmin cd si elime bile geçmedi.

Bu sorun daha önceleri sık oluyordu, şimdi o kadar yaşanmıyor.  Onu da şöyle düşünüyorum,  yönetmen açısından iyi bir iş ortaya çıkmayınca geri dönüş yapmak istemiyorlar oyuncuya ama ben oyuncu olarak çalışmanın sonunda yönetmen açısından iyi de olsa kötü de olsa o çalışmanın  bir şekilde elimde olmasını istiyorum.  

30 Ekim 2021 Cumartesi

HAFTANIN RESMİ - "KİTAP OKUYAN KADIN" Will Barnet


                                        1965, tuval üzerine yağlıboya, 114x88 cm, özel koleksiyon

Barnet'in en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen "Kitap Okuyan Kadın, eşi Elena'nın kedileri ile yaptığı çalışmadır. 

Barnet, Bostaon'da sanat almış ve çocukluğunda evlerinin deposunu atölyeye çevirip orada  başta Rembrandt olmak üzere ressamları taklit etmiş, ailesinin ve evdeki kedilerin çizimlerini yapmış. 

Resimlerindeki kuvvetli etkiyi, özneleri yatay ve dikey olarak yan yana koyarak ve koyu ve düz renkli şekilleri birleştirerek bir kompozisyon yaratarak başarmıştır. 

4 Ekim 2021 Pazartesi

HAFTANIN RESMİ - "SABAH SAATİ" Moritz Ludwing von Schwind

                                                               

/
                      "Sabah Saati", tuval üzerine yağlıboya, 1858, 34x40cm, Schack Galeri, Almanya

Viyana doğumlu Moritz, daha çok Orta Çağ dönemine ait tarihi konuları, peri masalları betimlemeleri ve freskleriyle tanınır. Edebi yapıtlar ilham kaynağıdır. Yakın dostu besteci Franz Schubert'in  müziğini de tuvale aktarmıştı. "Sabah Saati" konu itibari ile diğer yapıtlarından farklıdır ve kamuya açmadığı kendisi için yaptığı çalışmalara yoğunlaştığı bir dönemde yaptığı eserdir.  Resim 19. yüzyılda yapılan resimlerden en önemli farkı, kadının etek boyunun ayak bileğinin oldukça üstünde olmasıdır. 

19 Eylül 2021 Pazar

HAFTANIN RESMİ-"MANOLYA" Wilhelm List

                                                                  

                               "Manolya", 1902, Tuval üzerine yağlıboya, 110x100cm, Özel Koleksiyon

Wilhelm List, önce Viyana Güzel Sanatlar Akademisi'nde daha sonra Münih ve Paris'te eğitim alır. Tahta ve taş baskıyı kullandığı gravürleriyle ün kazanmıştır. On dokuz Viyanalı sanatçı ile "Viyana Secesion" grubunu kurar.

  "Manolya" adlı eserinde gölü ve arka plandaki ağaçları hafif detaylarla tuvaline resmeder. Manolya ağacını ise  tüm detaylarıyla  ele alır. Bir uzanışta dallarındaki çiçekler tutulabilecek kadar canlıdır. Resmi arka planındaki otlar Van Gogh'un elinden çıkmış gibidir. Manzaraya birkaç nilüferde eklense Monet'in eserini çağrıştıracaktır. 

22 Ağustos 2021 Pazar

HAFTANIN RESMİ - "LİRİK ŞARKI" Silvestro Lega

 

            "Lirik Şarkı", 1867, Tuval üzerine yağlıboya, 158x98cm, Palazzo Pitti, Floransa, İtalya

“Lirik Şarkı” piyano başında şarkı söyleyen üç kadını gösterirken, arkalarındaki büyük pencere uçsuz bucaksız İtalya kıyılarına açılır. Üç figür barışı, hoş zamanı ve samimiyeti sergiler.

 Silvestra Lega, 15. yüzyıl  Floransa’sının detay ve düzenli yapı ilkelerine dayayan resim eğitimi aldığından resimde kadınların bel oyukları, perdenin kıvrımlarını tabloya yansıtmıştır.

 Yunan Mitolojisi’ndeki “Üç Güzel” i andıran tabloda yumuşak kahverengi renkler nostalji duygusu yaratır.


26 Temmuz 2021 Pazartesi

HAFTANIN RESMİ - " YAZ" Giuseppe Arcimboldo


                                            1573, tuval üzerine yağlıboya,76x63,5 cm, Louvre, Paris

Ölümünden sonra unutulan ancak yaşarken büyük bir üne kavuşmuş olan sanatçı, meyveler, çiçekler, sebzeler hatta hayvanlardan oluşturduğu portreleri ile sanat tarihinde farklı bir konuma sahiptir.

“Yaz” adlı resim I. Ferdinand   tarafından saray ressamı olarak atandıktan sonra yaptığı  “Dört Mevsim” serisinden  biridir. Louvre Müzesi’nde bulunan 4 Mevsim serisi İmparator Maximilian II’nin talebiyle 1573’te tekrar yaptığı seridir. 1563’te ilk kez yaptığı dört mevsim serisinden İlkbahar, Yaz ve Kış günümüze ulaşabildi. 

Yaz portresinde, karakterin kıyafetinin dik yakasının bir kenarında "Guiseppe Arcimboldo F” imzası,  yaka kıvrımını takip eden kısımda 1563 tarihi vardır Profilden bakılan yüzün yanakları elmadan, dudakları kirazdan, dişleri bezelyeden, çenesi armuttan; göz iki küçük armut arasında cam gibi parlayan vişneden, kulakları mısır yaprağı, burnu da büyük bir salatalıktan oluşmuştur. Göğsünden yukarı doğru bir enginar çıkar.  Kayısılar, şeftaliler, armutlar, kirazlar, çilekler ve eriklerden oluşan taç da portreyi tamamlar

İlkbahar ve Yaz bir kadın, Sonbahar ve Kış ise bir erkek olarak tasvir edilmiştir, Kış ve Yaz sağa, Sonbahar ve İlkbahar sola bakar.

 


7 Temmuz 2021 Çarşamba

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN KISA FİLM SÖYLEŞİLERİ "MEHMET TIĞLI"

 

                                                       


-Sizi tanıyabilir miyiz?

1970, İstanbul doğumluyum. Sinemayı çok seven bir ailenin içinde doğdum ve büyüdüm. 1950’lerde annem Beşiktaş’ta yeni gelen hiçbir filmi kaçırmayan sinemasevermiş.  Ben Kadıköy Acıbadem’de açık hava sinemalarında, tahta sandalyeler üzerinde film seyretme şansını yaşadım.  İlk hatırladığım film, açık havada seyrettiğim “Hababam Sınıfı” idi.  Abim ve ablamda  çok meraklıydı sinemaya, onlarla   “Guguk Kuşu”” gibi sanatsal filmlere giderdik, böylece sinemanın sanatsal boyutunu erken yaşlarda bu şekilde keşfettim. Bir dönem  seyrettiğim filmin eve gelir devam senaryosunu yazardım. Sonra üniversitede sinema okumak istedim ama yaşadığımız zamanlarda ailem ne kadar sinema ile ilgili olsa da başka bir meslek seçmemi istedi ve İşletme Bölümü’nü seçtim. Ama sinemadan hiç kopmadım. Marmara Üniversitesi’nde 1989 yılında ilk defa “Türk Filmleri Festivali” yaptık. O dönemin popüler filmlerini getirdik. Arkasından oyuncular ve yönetmenlerle söyleşiler hazırladık. Macit Koper, Nur Süer, Tunç Başaran’ı ağırladık. Sonrasında İfsak’ta sinema atölyesine yazıldım. Çok iyi kadrodan dokuz  hafta eğitim aldık. Kimler vardı; Bilge Olgaç, Aytekin Çakmakçı, Hilmi Etikan. Hilmi Etikan, kısa film ustasıdır, duayen, kısa filmi Türkiye’de yayan kişidir. Sinema Teorisini, Işıl Özgentürk’ten, yönetmenlik dersini Bilge Olgaç’tan aldım. Pek çok şeyi yerinde gidip gördük. Dijital sinemada yoktu, her şey manuel, zaman maliyetinin , fiziksel maliyetin çok yüksek olduğunu zamanlar.  Sonrasında da 1992 yılında “Orhon Murat Arıburnu Sinema- Edebiyat Yarışması” vardı. O yarışmada birincilik aldım. Orhan Oğuz, Macit Koper, Şerif Gören vardı jüride. Sinema ütopyasıydı aslında yazdığım. İsmi  “Siyah Perde”.  O ödül beni çok motive etti. 93 yılında tekrar katıldım. İkincilik ödülü aldım. O dönemin popüler yapımcısından  teklif geldi. Ben çok sıcak bakmadım projeye ve uzun süre sadece izleyici olarak devam ettim sinemaya.

-Kısa film çekme kararını nasıl aldınız?  Kısa film hazırlık ve çekim sürecinde sizi neler zorladı? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız? 

 2004 yılında “Orhon Murat Arıburnu Ödülleri” için jüri olma teklifi geldi. Orada genç kuşak yönetmen arkadaşlarla tanıştım. Elimde çok iyi senaryo vardı ve  Hüseyin Alemdar çok ilgilendi. Cast belirlendi, okuma provası başladı. Dijital sinema da olmadığı için maliyeti  yüksek olacağı için askıya aldık, o projeyi. 2010 yılında “Sayılamayan Yıldızlar” adlı öyküm ile  İş İnsanı  Nurdan Tümbek  ilgilendi. Gökyüzündeki takım yıldızlarından etkilenmiştim yazarken. Fantastik bir kitaptı. Orada” İkiz Yıldızlar”  diye bir öykümü, ilk  filmim olarak onun yapımcılığımda hayata geçirdik. Kitlesel fonlama yaptık. Benim için amatör diyebileceğim ilk filmim. İlk defa kameranın arkasına geçtim. İlk olmasına rağmen çok büyük başarılar elde etti. Bu bana ileride yapacağım işlerim içinde umut verdi.

2016’da da aynı kitaptan başka bir öyküye film çektim. “Yüksek Kalori”, obez bir çocuğun ebeveynleri ile yaşadığı çelişkileri komedi tarzında anlatıyor. Sanal ilişkiler, internette tanışılan arkadaşlıklar vardı.  Ayla Algan, Doğa Konakoğlu ile çalıştım. Doğa  komedi oyuncusu idi  ama filmde çok iyi dram oynadı ve ödül aldı. Bu film sayesinde Ayla Aygan’la çok güzel dostluğumuz oldu halen devam eden.

 “Bir Vapur Masalı” ve sonrası benim için  farklı dönemdir, kırılma noktasıdır.  Kemik, güzel bir ekip oluşturdum o dönem.  Ben film çekerken her şeyle bire bir ilgileniyorum, o hazırlık heyecanını da çok fazla yaşıyorum.  Hatta besteyi alıyorum,  sonra stüdyoya giriyorum, belli yerlerde müdahale ediyorum, neyse ki anlayışlı müzisyen arkadaşlarla çalışıyorum. Böyle olunca filmin müziği de iyi oluyor, içime siniyor. İlk filmlerimde müziği biraz fazla kullandım.  Bazen film müziği  filmdeki duyguyu öldürüyor. Görüntüyle veya oyuncuyla vermek istediğiniz duygunun önüne geçiyor. Son dönem filmlerinde daha minimal, kararında kullanıyorum. Hatta “Çınar”  filmimde sadece finalde müzik var. Tamamen ortam sesi. Türkiye’nin en iyi ses teknisyenlerinden Erdil Semiz’le çalıştım. Ortam sesiyle duyguyu aktarabildik.

“Bir Vapur Masalı”, gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Bu olayı aynen bir vapurda yaşadım, vicdan muhasebesi yaptım ve  bu hikayeyi hayata geçirmek istedim.  2018’in soğuk bir Şubat günü-bunu bilhassa tercih ettim, olayı yaşadığım günde öyle bir gündü- oyuncularda o soğuğu hissetsin istedim gerçek kahramanlar yaşadıysa- iki gün boyunca başarılı çekim süreci geçirdik. Ama öncesi, izin alma süreci zordu.  Sirkeci- Adalar hattında çektik. Normalde Karaköy- Kadıköy hattında yaşamamıştım ama süre açısından zor olacaktı bizim için. Sürekli yolcu değişecekti ve bu harekette filmin dokusunu bozacaktı. 2 gün sürdü çekim  ve sonuçta içime sinen bir iş oldu. Yüksek ses kullandık özellikle. Senaryoyu bir günde yazdım. Benim mentorum  İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın  Baş Dramatürü Hilmi Zafer Şahin. Yazdığım  bütün senaryolarımı önce ona okuturum. Okudu ve çok etkilendi. Daha önceki senaryolarda düzeltmeler  yapmıştı. Bunda düzeltecek bir yer bulamadı. Aslında otizm birçok filmde konu edildi ama bu filmde ters köşelerimiz oldu.

Daha sonra kurmaca bir hikayem vardı. Gazete haberlerinden gördüğüm, etkilendiğim ölüm, yas, aile içi iletişimsizlik, kadına  yönelik psikolojik şiddetinde olduğu bir hikaye. 2019 Ocak ayında  “Spizella” Türk- Alman ortak yapımı olarak çekildi.  61 tane ödülü var. Türkiye’de kısa film tarihinde en çok ödül alan film. Dünyanın farklı ülkelerinde yarıştı.

Spizella’nın bu başarısı ile durmadım. Alzhemier konusunu ele aldım. Sabah işe giderken ATM’lerde bir amca gördüm 70’li yaşlarında. Tuşlara gelişi güzel basıyor ve bu şekilde Üsküdar iskeledeki bütün ATM’leri gezdi. Çocuk gibiydi, benim ailemde de olduğu için alzhemier olduğunu anladım. “Çınar” filmi de böyle ortaya çıktı. Senaryoyu da 1 saatte yazdım ve  2019 Kasım ayında  14 dakikalık film çektik. Çınar ağacının yapraklarının döküldüğü zamanı tercih ettim. Kurumuş olması gerekiyordu, metafor açısından. 119 seçkisi, şu anda da 49 ödülü var.

“Refuge”, Suriye ve Iraklı İki mültecinin hikayesi. Gerçek hikayelerden yola çıkarak yazdım senaryoyu. Bu filmde  amaç şuydu benim için; “Ötekileştirme vardır hepimizde “bu kıyafet yakışmamız” deriz en azından. Burada da yabacılar üzerinden yapılan ötekileştirmeyi işledim. Üniversite mezunu bir Suriyeli, beyaz yakalı, yabancı, lgbt.

-Aslında yukarıda konuştuk ama çektiğiniz kısa filmlerin senaryolarında çıkış nedenleriniz neler oluyor, daha doğrusu neler size bu senaryoları yazdırıyor?

 Görmek istemediklerimiz aslında senaryolarımın çıkış noktası. Birebir yaşadığım olaylar, gazetede okuduğum haberler, tanık olduklarım çıkış noktası oluyor ve bu şekilde senaryo- film ile  hayata geçirmek istiyorum.

Bugüne kadar yaptığım iki film “Çınar” ve” Bir Vapur Masalı” Uluslararası Tıp Konferanslarında da gösterildi. Çok büyük övgüler aldık.  İki filmde de tıbbi açıdan hata yapmamak için çok çalıştım, destek aldım. Emek verilen senaryo ve filmlerinin böyle önemli alanlarda kullanılması da benim içinde ayrıca gurur kaynağı tabi.

                                                               


-Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu?

Aslında yazarken oturuyor. Oyuncu için rol yazmak değil de yazarken şu karakter şu oyuncu tarafından oynansa iyi olur diyorum.  Şehir tiyatrosu kadrosundan bakıyoruz öncelikle. Egosuz oyuncularla oynamak en büyük şansım. Ayla Aygan çalışmaktan en zevk aldığım sanatçılardan biri,  ablam benim. Bir çok oyuncu da gönüllü oynuyor, ücret almak istemiyorlar ama ben emeklerine saygı duyduğum için ödeme yapıyorum.  Ama kısa film bağımsız olduğundan oyuncular oynamayı kendileri tercih ediyorlar. Oyuncular içinde kendi oyunculukları sergileme açısından bir alan oluyor.  Karakterlerimde farklı olduğu için dizilerden ve ana akım sinemadan oyuncular tercih ediyorlar rolleri.

-Yeni projeleriniz, uzun metraj film çekme  planınız  var mı?

Şu ortamda düşünmüyorum, ama pandemiden  dolayı değil, Türkiye şartlarında düşünmüyorum. Bu bir eleştiri. Türkiye’de film çekeceğiniz duyulduğunda herkes başınıza üşüşüyor. Eğer bir yerlerde tanıdığınız yoksa sizden baya baya haksız kazanç elde edilecek meblağlar isteniyor. Her yerden biri gelip sizi çekim esnasında rahatsız ediyor. Bunu bütçesiz kısa film çekerken bile yaşadım. Ne zaman Türkiye’de sanatçıya hak ettiği değer, destek verilir, devlet  desteği hak eden projelere dağıtılır, gerçekten işletmeler ticari kazanç gözetmeksizin sanatsal projelere inanarak sponsor olurlarsa uzun metraj çekerim.

 Yeni kısa film projem var, akıllı telefonla çekeceğim filmi. Filmin hikayesi gereği de öyle olacak. Dünyada da var örnekleri bunun. Şimdi onun çalışmalarını yapıyorum.   

-Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı, neler düşünüyorsun bu konuda?

Kişisel tercih tamamen. Uzun metraj olarak çıkmış biriyim. Kısa filme daha ısındım. Çok önemli yönetmenler kısa filmler çekiyor, bu da beni motive etti. Kısa filmin bir yaşı, ön koşulu yok.

-Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin tanıtımı ve devamı için?

Festivaller yeterli. Organizasyon açısından sıkıntılar var. Bunu çok fazla yurtdışında festivale katılan biri olarak söylüyorum.  En büyük sıkıntı iletişim. Yine önemli kısa film festivali, iki filmimin  seçildiğini bana mail atmıyor. Ve ben tesadüf öğrendim. Böyle bir şey olamaz. Seçilen filmin maili göndermiyor. Seçilmeyince dikkate alınmıyorsun ama bu başka, iletişim konusunda zayıf kalıyor bazı festivaller.

Bu arada gençlere en önemli tavsiyem ilk başta ücretsiz olanları tercih etmeleri. Özellikle öğrenci festivalleri ücretsiz. Bazı film festivallerinin katılım ücreti çok zorluyor

- Meslek hayatınızda kısa filmi nasıl görüyorsunuz?

Yarı profesyonel olarak görüyorum. Öyle görmemim sebebi para kazanamıyor olmak. Kısa film yapısı gereği öyledir, hiçbir zaman tam profesyonel olamaz. Benim için meslek ama para kazandırmayan bir meslek.

-Son olarak sinema alanında sizi etkileyen filmler, yönetmenler hangileri?

Ben ne kadar yenilikten bahsetsemde klasikçiyim. Alfred  Hitchcock, John Ford,  Federico Fellini, Pier Paolo Passolini,  Lütfi Akat, Metin Erksan, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan,  film üzerinden söylersem, Pelin Esmer “İşe Yarar Bir şey”, Emin Alper “Kızkardeşler”, Tolga Karaçelik “Kelebekler”

16 Haziran 2021 Çarşamba

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN KISA FİLM SÖYLEŞİLERİ "ZEYNEP ÜSTÜNİPEK"

 

                                                        


-Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Sinema ve Televizyon okumaya nasıl karar verdiniz?

Çocukluğum Küçükyalı’daki açık sinemada geçti. İpek Sineması babamın ailesinindi ve yaz aylarında hep o açık sinemadaydım. Benim için sinema büyülü bir masal dünyasıydı ve meslek seçme vakti geldiğinde başka bir ilgi alanı yoktu çevremde. Üniversite yıllarım 80’lerin başına denk geliyor; İnternet yok, Televizyon bile yeni yeni gelişiyor, sinemayla ilgili yayın- kitap sayılı… Eğitim almak için Mimar Sinan Üniversitesi Sinema Tv Ana bilim dalı sınavlarına girdim o zamanlar yetenek sınavlarıyla kabul ediliyordu öğrenci. Kazanıp devam ettim…

-Kısa film çekme, kısa film yönetmenliği yapma nedenleriniz,  bu yola giriş sebebiniz neydi?

Kısa film aslında çok seçerek yöneldiğim bir kulvar değil. İlk kısa filmlerimi okulda sınavlar kısa filmlerle verildiği için çektim. Sonra öğrencilerimle atölyeler yaptım ve önce ben bir film çekip onları sete alıştırıyor sonra onların kendi setlerini kurmalarını gözlemliyordum o sırada da kısa filmlerim oldu. Hatta bazı atölye filmleri ödüller aldı. Kısa film benim için çok iyi bir saha araştırması. Mesela bir görsel çözümleme düşündüğümde önce bir kısa filmle oluyor mu nasıl daha iyi olur araştırmasını yapabiliyorum. Ya da bir senaryo geliyor diyelim aklıma kısa bir test çekmek istediğimde kısa bir filme dönüşüyor. Ama kendim için kısa film yönetmeniyim diyebilir miyim bilmiyorum. Bir şeyleri uzun uzadıya anlatmayı daha çok seviyorum ve aslında bu çok daha kolay. Kısa filmde bir olguyu kısacık bir zamanda anlatmak her zaman daha zor gelir bana.

- İlk kısa filminizi çekerken neler yaşadınız, hazırlık ve çekim sürecinde sizi neler zorladı? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız?    

Oldukça uzun zaman geçti üstünden ama dün gibi aklımda ilk kısa filmim. Atölye ödevimdi ve okulun stüdyosunda çekmek zorundaydık. O dönemin cihazları ağır ve pahalıydı o nedenle okul içinde çekim yapmayı tercih ederdik. Sınıf arkadaşlarım set ekibiydi ve dönüşümlü olarak herkes birbirinin setinde çalışırdı. Ekip ve ekipman kolayca sağlanmış olsa da dekor için ve oyuncu için çok çabaladığımı hatırlıyorum. Atmosfer önemliydi, boş ve soğuk bir stüdyoyu canlı bir yaşam ortamına çevirmemiz gerekiyordu. Kamyonetle eşya taşımıştık stüdyoya. Oyuncuyla günlerce çalışmıştım. Ve tabii post şimdi olduğu gibi bir laptop ile halledilemiyordu. 16mm film üzerine kayıt almıştık ve kurgu masası da yine okuldaydı. Sanırım şimdi film çekmek çok kolaylaştı. Ama şu var ki film çekme süreci hala maliyetli.

                                                            


-Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

Ben öğretim üyesiyken bazı jürilerde yer aldım ve kısa filme bakış açımızı hem kısa film üreten hem de kısa film değerlendiren biri gözünden anlatabilirim. Bana göre kısa film üreten biri alabildiğine özgür olmalı. Anlattığı konuyu ya da anlatış biçimini kısıtlayacak bir şeyler olmamalı ama ister istemez bir oto sansür çıkıyor karşınıza. Kısa film için bu özellikle çok daha fazla yaşanıyor bence çünkü fikir açık olmalı, kısaca seyirciye geçmeli, çarpıcılığı apaçık olmalı. Dolambaçlı yoldan anlatmaya çok vakit bırakmıyor. Bu da ister istemez üretim aşamasında sizi kısıtlıyor. Dahası ülkemizde seyircinin algısı hala kısa film için yeterince açık gelmiyor bana. Kısa film izleyicilerinden hatta zaman zaman jüri içinden bile en çok duyduğum cümle “eee ne anlattı şimdi bu film?” oluyor. Evet, görsel bir çağdayız her yerde videolar uçuşuyor ama görsel algımız ne kadar açık? Sembol kullanımı yapabiliyor muyuz? Ya da semboller anlaşılır mı kaygısı yaşıyor muyuz? Bunları sorgulamak gerek.

Türk sinema tarihi içinde kısa filmler tabii ki yer almalı ama kamu spotu tadında olanları ayrıştırırsak sayı çok fazla değil. Oysa her yıl yüzlerce sinematik değeri olan kısa film üretilmesi gerek diye düşünüyorum çünkü ancak o zaman sinema içinde kısa filmin de yeri olur kuşkusuz. Ancak sinemamız hala uzun metraj- belgesel- deneysel- animasyon ya da kısa film olsun yeterli sayıda etkili sinematik üretim yapamıyor benim fikrimce. Ne yapılmalı derseniz orası oldukça karışık ve uzun bir konu J

-“Dünyada kısa filme bakış açısı” ile “Türkiye’de kısa filme bakış açısı” arasında farklar var mı? Varsa bunun nedenleri neden olabilir, bu nedenleri nasıl ortadan kaldırabiliriz?

En basit haliyle şunu söylemek mümkün; bazı ülkelerde kısa film üreterek geçiminizi sağlayabilir bunu bir meslek olarak görebilirsiniz. Video art çekerek sergi açabilirsiniz işiniz sadece bu olur. Evet Türkiye için de bu tarz çalışan kişilerden ya da video art sergileyen çok sınırlı sayıda yerden söz edebiliriz. Ama Türkiye’de ben kısa filmden geçimimi sağlıyorum başka iş yapmama gerek yok diyen kaç kişi ile tanıştınız?

Ben yıllardır hep gözlemlediğim bir konudan bahsedeyim size; insanlar her zaman bu işi çok küçümsedi, gerek izleyici gerekse mesleği sinema olmayıp da bir şekilde bu işlere bulaşan herkes kolaycı yollarla yaklaştı film işine. Oysa bir filmi proje aşamasından başlayıp izlenir hale getirmek için yaşanan oldukça zorlu bir süreç vardır. Hakkıyla uygulanmış bir proje her zaman çok çaba, çok para ve çok zaman alır. Oysa bu işin içinden olmayanlar için “oh ne güzel ünlüler çevrenizde, yapıp koyuyorsunuz, tonla para kazanıyorsunuz. “ yaklaşımı var. Buna hep çok üzülmüşümdür, ama gerçek hala bu maalesef. İşte bu yaklaşım düzelirse kısa film de hakkettiği değeri bulacaktır.

-Uzun metraj, belgesel, yönetmenliği, senaryo, program yönetmenliği gibi sinema alanında farklı kollarda çalışmalarınız var. Kısa filmin meslek hayatınızda nasıl bir yeri var? Uzun metraj için bir aşama olarak görüyor musunuz kısa filmi veya öyle değerlendirilmesi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Burada sadece kendi adıma konuşabilirim. Evet, benim için kısa film bir araştırma alanı olmak için çok uygun. Uzun metraj film çekmeden önce ona dair emin olmak istediğim bir şeyler varsa kısa film benim için uygulama alanı gibi. Ama şu da bir gerçek ki kısa film de çaba- zaman ve para gerektiriyor dolayısıyla onu da hakkıyla yapmak ve kısa film değerlendirmesi sınırları içinde bir çalışmayı uygulamak için elimden geleni yapıyorum. Öyle olduğu zaman içime siniyor. Ama şöyle bir fikir geldi aklıma bu kısa film olur dediğim konular da oldu ve kısa film olarak da değerlendirdik.

-Senaryolarınızın çıkış noktalarını öğrenebilir miyiz?

Sanırım ben daha çok çevre ile ilgili yazmayı seviyorum. Kısa film için çekici ve çarpıcı geliyor bu konu bana. Onun dışında sanırım kişilik özelliğimden kaynaklı daha içsel derinliği olan karanlık konular gelir hep aklıma. Örneğin komedi yazamıyorum o sanırım bambaşka bir yetenek.

-Radyo Televizyon bölümümde eğitmenlik yapıyorsunuz. Gençlerin kısa filme bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gençler kısa olanı seyretmeye daha yatkın. Çabuk sıkılıyorlar, örneklemeler ve ayrıntılara boğulmak istemiyorlar, kısa kısa izlemeye sosyal medya yüzünden daha alışıklar ve algıları reklam filmi gibi kısa, ritmik ve cazip görsellere çok açık. Dolayısıyla beni çoğu zaman çok şaşırtan saptamaları olmuştur. Şu bir gerçek onlar görsel çağın çocukları ve kısa film izlerken de çok açık fikirli ve yorumlarıyla cesur olabiliyorlar. Ha bu arada her yanlışı da çok çabuk yakalıyor ve pek acımasız olabiliyorlar.

 -Sizi etkileyen, sinema alanında öğrencilerinize de seyretmelerini önerdiğiniz yönetmenler, filmler var mı?

Kısa filmleri zaten derslerde de sık sık izlemişizdir ama uzun metraj için onlara sık sık film öneririm. Çok fazla film var benim hayatımda, her gün iki film izliyorum ve bu öneriler de tabii sürekli güncelleniyor. Ama mesela İran Sineması, yeni akım Alman Sineması, Latin Meksika- İspanya Sineması bunlar önemli. Özellikle İran Sineması... Filmler ve yönetmenlere girersek çok uzun listeler oluşabilir. Ama öğrencilerime önerdiğim üç yönetmen Kim Ki-Duk, Krzysztof Kieslowski, Majid Majidi gibi isimler olabilir. Evet, bu yönetmenlerin filmlerini izlemek zordur, daha çok alt metinleri düşünmek zorunda kalırsınız ve öyle uçan kaçan efektler yoktur filmlerinde. İşte tam da bu nedenle bu yönetmenleri öneririm öğrencilerime. Onların algılarını farklı çalıştırmak ve sabrederek film izlemelerini sağlamak için bu bana daha uygun gelir.

-Kısa film çekmek isteyenlere ne önerirsiniz?

Çaba-zaman-para üçlüsü önemli. Zaman ayırıp çabalamak iyi bir filme giden ilk adım bence ve şu da bir gerçek ki hiç para harcamadan film çekmek biraz hayal kurmak olur. Çok büyük paralar olmasa da her filmin bir maliyeti mutlaka olacaktır, bunu unutmamak gerekir. Ve en önemlisi güvendiğiniz bir ekip. Sette ya da kurguda ne yapması gerektiğini bilen birkaç kişi işinizi çok kolaylaştıracaktır. Sinema kolektif bir sanattır, sizi tanıyıp size güvenen ve filmin iyi olması için sizin kadar çabalayan bir ekiple çalışmak ve en sonunda çıkan filme BİZİM filmimiz diyebilmek kadar büyük bir mutluluk kaynağı olamaz bence.