11 Ekim 2018 Perşembe

GÜNDÜZ GÖLÖNÜ – KAZI RESİM


                                                

Gündüz Gölönü (1937-2014) bu sergide; hayatı, sanat yaşamı, Türkiye’de ve ABD’ de yaptığı yaptığı özgün baskı ağırlıklı yapıtlarından ve art booklarından, serginin küratörü Marcus Graf tarafından önemli bir kesit seçilerek hazırlanan kapsamlı bir içerikle 22 Kasım 2018 tarihine kadar izleyici ile buluşuyor.
 Marcus Graf sergiyi kısaca şöyle değerlendirmekte.”Kazı resim, Gündüz Gölönü’nün 1960’ların sonundan 1990’ların ortasına kadar ürettiği baskı işlerine odaklanıyor. Bu retrospektif sergi, sanatçının süsleme ile anlatı, gelenek ile çağdaşlık, geleneksel İslam sanatı ile Minimalizzm, Op-Art gibi Batı’daki modern hareketlerde bulunan dekoratif unsurları biribirine anasıl bağladığına dair muazzam bir hikâye anlatıyor.”
                                                        

Evrim Altuğ ise yazısında sanatçının yapıtlarıyla ilgili şunları söylemekte: “Gündüz Gölönü (1937-2014) yapıtlarını birer taşıyıcı araç-medium olarak görmekten hiç vazgeçmez. İmgeye bu sorumlulukla yaklaşır, ilettiği bilginin çok sesli ve mümkün olan en derin ve uzun ömürlü imasını, sanatın çoksesli anlatım olanaklarıyla, esnek bir tavırla araştırır. Sanatçı  dilin ve ele aldığı kavramların semantik arkeolojisini Sümer ve Latin, Eski Yunan, Arapça ve Eski Türkçe, Osmanlıca, İngilizce gibi birçok dili akustik ve yazınsal refkatiyle, plastik olarak da heterojen karakterdeki eserlerinin tabakalarına sindirir. Çalışmalarında yer, deniz ve gök haritalarının o evrensel kâşif-karakteri de varlık gösterir. Hem siyasi, hem coğrafi anlam haritalarıdır bunlar.
Sergi, 3 Ekim – 22 Kasım 2018 tarihleri arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde sanatseverler tarafında izlenilebilir.
Gündüz Gölönü’nün sanatı tarihe dayalı bilimsel araştırmalardan yola çıkar. Dil ve etimoloji ile ilgilidir.Gölönü’nün yaptığı sanatta görsel elemanların çoğunluğu amblemler ve harflerden meydana gelir.
                                                  

GÜNDÜZ GÖLÖNÜ: 1937’de Çanakkale’de doğdu. 1961 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun oldu. Devlet bursu ile 1968’de Paris’e gidip William Stanley Hayter atölyesinde renkli gravür teknikleri öğrendi. Aynı sene, New York’un Pratt Grafik Enstitüsü’nde burs alarak ipek baskı teknikleri çalıştı. 1974 yılında İstanbul’a döndü ve profesörlük ünvanı aldı ve 1979 yılına kadar Akademide ders verdi. 19792da Amerika’ya tekrar gitti . St. Catherine Üniveristesi’nde davetli sanatçı olarak çalıştı. Sonraki yIl California’ya taşınıp, Atelier 17’den yetişen sanatçılar kurduğu Kala Art Enstitisü’nün üyesi oldu ve orda renkli baskı teknikleri öğretti. 25 yıl sonra Türkiye’ye dönerek Yeditepe ve Işık Üniversitesi’nde ders verdi.


10 Ekim 2018 Çarşamba

Hikmet Hükümenoğlu ile "Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri" üzerine

                                                

“Kar Kuyusu”, “Küçük Yalanlar Kitabı”, “47 Numaralı Kamara”, “04:00” ve “Körburun”isimleri romanlarından ardından ilk öykü kitabı “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”  ile edebiyatseverleri ile buluşan Hikmet Hükümenoğlu ile mini bir röportaj gerçekleştirdik.
-“Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”; “Arıların Yön Duygusu”, “Mersedes 80”, “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”, “Sumru, Cemre ve Ben”, İki Kişi Bir Bavula Sığmak Zor”,”Hudut”, “Siyah Atlarla Geldiler” ve her hikâyeden sonra yer  alan Aşk Öyküleri- No.1, No.2, No.3, No.4, No.5,No.6  olarak adlandırdığınız altı kısa metinden oluşuyor ve sizin ilk öykü kitabınız. Tema olarak aşka ağırlık verme ama aşkın sonu mutsuzluğa giden tarafını tercih etme nedenlerinizi öğrebilir miyiz?
Böyle bir tema seçmemin sebebi kendimi biraz zora sokmaktı aslında. Romantik edebiyat, okur olarak da yazar olarak da çok ilgimi çeken bir tür değil. Romantik olmayan aşk öyküleri yazmak nasıl olur, onu denemek istedim. Sorunuzun ikinci kısmı ile ilgili şöyle bir düşüncem var: Aşkın sonu mutluluk olsa, aşkın sonu olmazdı.
-“Körburun” adlı romanınızı öykü olarak  yazmaya başladınız ama sonrasında bayağı hacimli bir roman olarak okuyucunun karşısına çıktı. “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”için nasıl bir yazma süreci gerçekleşti?
Çok daha kısa sürdü ama çalışma temposu olarak pek farklı değildi. Ancak öykülerin romanlara kıyasla farklı bir ruh hali var, daha yalın, daha az matematiksel. Bu da elbette yazma sürecine yansıyor. Kendimi daha özgür hissettiğimi söyleyebilirim. Öyküyle novella arasındaki sınırı zorluyor ama bence Alice Munro, müthiş yetenekli bir yazar.
                                                               

-Öykü yazma nedenlerinizi  ve yazar olarak öykünün hayatınızdaki yerini, en sevdiğiniz yazarları ve öyküleri öğrenebilir miyiz?
Öykü yazmayı, roman yazmaktan ayrı tutmuyorum. Birini neden yapıyorsam diğerini de aynı sebeple yapıyorum: Çok sevdiğim için. En sevdiğim öykü yazarları, Sait Faik Abasıyanık, Mahir Ünsal Eriş, Behçet Çelik ve Alice Munroe. Daha onlarca isim sayabilirim.
-Hikâyelerinizdeki gizli mizah, altı kalın kalın çizilmeyen ama hiçbir fırsatın da kaçırılmadığı minik dokundurmalar okuyucuyu etkisi altına alıyor. Eski kocasını bir kafede yanında bir kadınla görüp çok önemli bir toplantıya geç kalan gizemli bir kadın, iki oğluna arı izleme görevi veren çapkın bir baba, yabancı bir kadın gazeteciyi sınır kentindeki bombalanmış otel odasında alıkoyan bir adam, siparişle yaptığı pastaların içine minik yazılar koyan Faik Bey, kullandığı Mercedes’e takıntılı bir şoför öykülerinizdeki  kahramanlardan bazıları. Aşkın farklı yönlerini farklı karakterlele anlatıyorsunuz. Sizin için nasıl bir öykü kitabı “Aşka İnamayanlar İçin Aşk Öyküleri”? Hikâyelerin aralarına koyduğunuz kısa metinlerin hikâyesini de öğrenebilir miyiz?
Başından sonuna kadar bir ilişkiyi anlatırken metni ne kadar kısaltabileceğimi merak ediyordum. O minyatür ‘aşk öyküleri’ öyle ortaya çıktı.
-Aşktan devam edersek sizi en çok etkileyen edebi aşklar hangileri?
Anna Karenina. Rakipsiz. 

8 Ekim 2018 Pazartesi

Burhan Sönmez "Labirent"



                                 
 
Burhan Sönmez, KuzeyMasumlar  ve İstanbul İstanbul  ile Türkçe edebiyatın içinde kendine yer edinmiş önemli yazarlarımızdan.  Dördüncü kitabı Labirent, İletişim Yayınları etiketiyle okurlarıyla buluştu. İntihar etmek isteyen bir müzisyenin hikâyesini konu edinen Labirent’te geçmişle bugün içiçe geçiyor, toplumsal bellekle kişisel bellek birbirine karışıyor. Kendine has edebi dili ile okura yeni bir dünya kuran, yurt içi ve yurt dışında bir çok ödül kazanan  Burhan Sönmez’le son kitabı”Labirent” ve edebiyat üzerine söyleşi gerçekleştirdik.
-Ana karakter Boratin’in, hafızasını kaybetmesiyle başlayan roman ilerledikçe diğer karakterler de teker teker romana dahil oluyor. Boratin’in hikâyesi nasıl başladı, yazma sürecinde neler yaşadınız?
Yeni her kitapta olduğu gibi, ana fikrin peşinden gitmenin heyecanı, yavaş yavaş ayrıntılara yoğunlaşmaya dönüşür. Her ayrıntıda değişen fikirler, romanın akışını da değiştirir. Bu açıdan, Labirent, yazmayı istediğim roman olarak başladı ve yeni bir roman olarak bitti. Bu iki yan –bir paradoks halinde- iç içe geçer.
-Romanda geçmişle bugün içiçe geçiyor. Okur hem Boratin’in geçmişini, hem de kendi vicdanını arıyor. Hatıra, hafıza ve  vicdanın izinin sürüldüğü bir bulmaca olarak değerlendirebilir miyiz “Labirent” i, neler söylersiniz?
Herkes farklı yorumla okuyabilir, ama sizin sorduğunuz soru, benim aklımdan geçenlere yakın. Bunun muhasebesini yazar olarak tabii ki ben yapamam, çünkü yarattığım karakter (Boratin), birçok açıdan benden farklı biri. Ben daha çok onu tanımaya ve onu göstermeye çalıştım, pek çok yerde onunla aynı duygulara sahip olmasam da.
-“Labirent”te de diğer kitaplarınızda olduğu gibi karakterleriniz değişik isimlere sahip. Bu isimleri seçme nedeniniz nedir?
Bunun belirgin bir nedeni olduğunu söyleyemem. Sadece, nedenini bilmediğim bir istek bu, her romanda isim yaratmayı  seviyorum.
                                                          

-Bir insanın intiharının başarısız olması ve uyandığında neden intihar ettiğini hatırlamaması yeni bir başlangıç şansı olarak değerlendirebilir mi? Hafıza insanın zindanı olabilir mi?
İşte bunun cevabını bilmiyorum. Siz buna bambaşka bir cevap verebilirsiniz. Ben ise kendi cevabımı makale gibi yazmak yerine, Boratin adındaki birinin cevabını aramaya ve anlamaya çalıştım.
-Romanda baskın olarak kullandığız bir de müzik türü var, Blues. Buna nasıl karar verdiniz?
Düşünüp farkı tercihler arasından seçmedim blues’u. Daha baştan o vardı zaten. Blues sesi taşıyan bir roman yazmayı eskiden beri istiyor, tasarlıyordum.
-Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2011 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne değer görünen en genç yazar ünvanı sizin. Ödül almak, ünvanlar yazı yolunuzu nasıl etkiliyor?
Tek etkisi, herhalde, yazara daha çok çalışma isteği aşılaması. Başka bir etkisi olduğunu sanmıyorum.
-Son olarak sormadan bitirmek istiyorum röportajımızı, İstanbul’un, edebiyatın ve coğrafyamızın durumunu ve romanlarınız üzerlerindeki etkilerini öğrenebilir miyiz?
Gizli başkentler vardır hayatta. İstanbul da bu toprakların gizli başkentidir, hem edebiyatta, hem de sanatın diğer alanlarında. Yollar buraya çıkar. Herkes ona kendini rengini vermeye çalışır. Ben de kendimce öyle yapıyorum.


Daniele Sigalot "İmparatorluklar Öncesi"


Daniele Sigalot’un İstanbul’daki ilk solo sergisi,  “İmparatorluklar  Öncesi”  Anna Laudel Contemporary’de açıldı. Kağıt algısı yaratan alüminyumdan yapılmış uçak enstalasyonları ile tanınan Sigalot, çalışmalarında gerçek-imge arasındaki zıtlığı yansıtmayı amaçlıyor.
                                                       

Roma doğumlu olan sanatçı, İstanbul ve Roma arasında –ikisininde tepe üzerinde kurulmuş olması, imparatorluk köklerinin olması- gördüğü benzerliklerden, bağlardan yola çıkarak serginin ana temasını belirliyor ve bu tema üzerinden, bu fikirle ürettiği işlerinden oluşan sergiyi hazırlanmaya başlıyor. Serginin sanatçı için diğer bir önemi de İstanbul’da ürettiği işlerin sergide yer alması. Bu sanatçı için çok önemli. Çünkü burada üretirken işle farklı bir bağ kuruyor. Diğer türlü atölyede üretiyor ve sergilenecek olan ülkeye, mekâna gönderiyor.  İstanbul’da yaptığı işlerde galeri ile kurduğu güzel iletişimin de olumlu etkisinin çok fazla olduğunu belirtiyor Sigalot.
Barcelona, Amerika, Berlin,Londra başta olmak üzere pek çok ülke ve şehirde yaşamış olan sanatçı uzun yıllar, profesyonel olarak uluslararası reklam sektöründe çalışmış ve  reklam dünyasının dilini ustaca kullanarak, son on bir yıldır zamanımızın duygularını yansıtan, süprizli işler üretiyor.
                                                 

Tamamını İstanbul’daki atölyesinde iki ayda ürettiği büyük ölçekli enstalasyonlarından biri olan “Olabilecekken Olmayan Her Şey Şimdi Oldu”  da sanatçı, alüminyum malzeme kullanılmış ve buruşturulmuş kağıt görüntüsünde 350 kg ağırlığında. Uzun süre reklem ajansında çalışan Sigalot, işi gereği pek çok kötü fikir üretmiş. Yarattığı kötü fikirleri temsilen yarattığı iş olarak değerlendiriyor eserini ve eserin devamı niteliğilinde olan işlerini de  başarısızlığı başarıya dönüştüren işler olarak anlatıyor.
                                         

Sergide dikkat çeken diğer bir eser, dijital bir zaman sayacı olan “ENOUGH- YETER”.  Günümüze ulaşmış tüm ölümsüz yapıtlara atıfta bulunuyor sanatçı bu eserle. Sigalot, Berlin’deki atölyesinin  etrafında diğer sanatçı atölyelerininde bulunduğu ve arkadaşlarının zaman konusunda çok endişeli olduğunu söylüyor. “Boyanın ömrü 2-3 “ diyorlar mesala, “sen ürettiğin işin ne kadar yaşamasını istiyorsun” diye soruyorum ben de diye ekliyor sanatçı ve genelde ölümsüz olmak istedikleri için bu soruya cevap vermediklerini belirtiyor. Sonra bu soruyu kendine sormuş Sigalot ve alçak gönüllü olarak “bin yıl yaşasın” diyerek cevaplamış sorusunu.  O esnada ne üretebilirim diye düşünmüş ve bin seneden geriye doğru sayan sayım enstelasyonunu tasarlamış.  Sanatçının espirili bir yaklaşımla, kendi sanatının ölümsüzlüğü için kafi gördüğü, 3016 yılından günümüze dek, geri sayıma devam edecek bu çalışma. Bu hikâye bilinmezse izleyici eseri gördüğünde “Yeter” onun için neyi ifade ifade edeceğini merak ediyor Sigalot.
                                                 

Sanatçı da ayrı bir yeri olan sergide  satılık olmayan tek iş ”Bu kalemin yalnızca iyi fikirleri vardı” çalışması. 2010 yılında hayatında pek çok şeyin kötü gittiği bir yılmış. İş görüşmeleri yapmaya devam ettiği bir gün farklı bir mağaza görmüş. Eski tarz özel olan bu mağazada çeşitli kağıtlar ve kalemler satılıyormuş. Tezgahın arkasında duran yaşlı adama “iyi fikirler üreten bir kaleminiz var mı” diye sorduğunda bu kalemi göstermiş yaşlı adam. Gerçekten de öyle olmuş, iyi fikirler üretmiş bu kalemle. Çok iyi işler almış, yedi kere başka şehirlerde kalemi kaybetmiş Sigalot ama her defasında geri gelmiş kalem.
Çok farklı şehirlede yaşayan sanatçı, şehirlerin insanlar üzerinde çok etkisi olduğunu ve bunu da işlerine yansıtmak istemiş Sigalot. Paslanmaz çelik üzerine işlenmiş ayna efekti yaratmış  sanatçı. Ayna efektini haritalarla birleştirerek , şehirlerin insanlar üzerindeki etkisini vermiş. Eserin önüne geldiğinizde Roma’da, İstanbul’da portreleriniz beliriyor. İnsanın, geçmişinde ve bugününde kültüre bıraktığı izlerden yola çıkan sanatçı, şehirlerin silüetini, altın kaplama ve paslanmaz çelik haritalarda görselleştirir.  Haritalar, şehirlerin ne gerçek hafızalarıdır.Şehirlerde kendi yansımalarımızı gördüğümüz gerçeğinden yola çıkan sanatçı, ayna etkisi verecek şekilde işlenmiş İstanbul ve Roma haritalarında, kendi portrelerimizi izlemeye davet eder. Kimliğimiz ve yaşadığımız yer arasındaki bağı sorgular.
Sergide yer alan alüminyumdan yapılmış “kağıt uçaklar” sanatçının adeta imzası niteliğinde. Bu uçaklar her kıtada her çocuğa ait olabilecek, düş gücü ve yaratıcılığa ait bir simge olarak düşünülebilir. Çocukça görünen bir sembol ciddi bir işe dönüşür.
 Daniele Sigalot’un malzeme seçimi, izleyiciyi oyuna davet eden sezgisel bir keşif içerir. Kartondan alüminyuma, mozaikten dijital gösterimlere, çizimden resme, geniş bir yelpazede malzeme ve benzersiz teknik kullanımıyla, Sigalot’un günümüzün zıt duygularını yansıtan 30’da fazla çalışması 26 Ekim 2018 tarihine kadar Anna Laudel Contemporary’de sanatseverler tarafından izlenilebilir.

7 Ekim 2018 Pazar

Güdü/El Autor


                                                           



Yönetmenliğini Manuel Martin Cuenca’nın yaptığı Güdü/ El Autor,  İspanya- Meksika ortak yapımı. Hikâye 2017 yazında Sevilla’da geçiyor. Noterde çalışan-avukat  Alvaro, üç yıldır yazarlık atölyelerine katılmaktadır  ve en büyük hayali edebi bir kitap yazmaktır. O büyük bir çaba içerisinde yazmaya çalışırken eşi Amanda bestseller  kitap yazar ve ödüller alır. Hayal gücünden yoksun olarak tanımlayabileceğimiz Alvaro, eşi tarafından aldatılınca başka bir daireye taşınır. Devamlı yazma halinde olan ve diğer büyük edebi eserlerden ilham almaya çalışan  yazar adayına atöye hocası şu cümleyi kullanır:
“Kitaplar okumak için yazılır. İlham almanız için yapmanız gereken yaşamak, kahrolsun yaşayın! Gözlemleyin, dileyin.”
“Dışarı çık, hikâyeler ara” diyen hocasının yönlendirmesi ile işe yaşadığı apartmandaki komşuları ile başlar. Ama yaptığı onları gözlemlemekten çıkar ve yazacağı romana ilham sağlamak için onların hayatlarını istediği gibi yönlendirmeye başlar.
Atölyeden yazarlık üzerine notlar;
-Hikâyenin ana kısmı ne?
-Yaşamak, gözlemlemek, dinlemel, araştırmak, aramak
-Diyalog, ifadeler, sesler
-Karakter yazmanın ne kadar zor olduğu
-Doruk noktası – çatışma
Atölye hocasının, “yazar olacak kadar cesur değilsin” sözü üzerine Alvaro, bu uğurda taşındığı apartmanda kapıcılık yapan bayanla başlayan önce arkadaşlık sonra sevgililik ilişkisini kullanarak diğer komşularının -asker emeklisi ve Meksika’dan göç  eden çift- hayatlarını romanına malzeme olacak şekilde yönlendirmeye başlar. Sonu tam istediği gibi olmasa da iyi hikâyeler çıkarır.
Benim için filmin en güzel sahnelerinden biri yazdığı bölümü print olarak aldığı alda onları eline alıp koklaması oldu.
Javier Gutıérrez ve Maria Leon’un başrolerinde oynadığı film duyguları yansıtma, çekim açıları  açısından bir festival filmi izliyormuşsun etkisi veriyor.

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Bacon

                         "HER ŞEY ÇOK ANLAMSIZ. BARİ SIRA DIŞI OLALIM." Francis Bacon
                                       


1909’da Dublin’de beş kardeşin ikincisi olarak doğan Bacon, ağır astım hastasıdır. Konuşmayı çok seven bir adam olan Bacon, çocukluğu hakkında çok konuşmamıştır. Francis, on altı yaşındayken babası, annesinin iç çamaşırlarını giydiğini fark edip evden kovar ve annesinden aldığı haftalık üç sterlin  harçlık ile Londra’ya daha sonra Stefan Zweig’in deyimiyle “modern dünyanın Babili” olan Berlin’e gider. Bir süre sonra bir planı olmadan kendini Paris’e bulur. Paris’te şansı dönen Bacon’u Madam Baocquent  yanına alır. Ona kol kanat gerer,Fransızca öğretir, Paris’teki etkinliklere ve müzelere götürür.
Gördüğü her şey ona heyecan verir. Ancak ona ressam olmayı düşündüren şey, söylediğine göre, Picasso’nun çalışmaları olur. Picasso,Bacon’un büyük kahramanıdır. 1928’in sonuna kadar Paris’te kalır, tekrar Londra’ya gider. Bu dönemde Avustralyalı sanatçı Roy de Maistre ile epey zaman geçirir. De Maistre iç mimarlık da yapmış başarılı bir ressamdır.
Sanat okulunda eğitim alamayan Bacon,  insan davranışlarını gözlemlemeyi sever.  Zihni ve atölyesi farklı kaynaklardan topladığı görsellere doluydu; sinema, tıbbi literatür, sanat galerileri, günlük yaşam. Bu görsellerin bazıları , bazen bilerek bazen de farkında olmadan sanatçının tablolarının konusu olmuştur. “Her şeye baktığımı unutmayın” derdi. “Gördüğüm her şeyi çok iyi özümsüyorum. Nihayetinde tablolarımdaki imgelerin nerden geldiğini kimse bilmiyor, ben bile.”
“Resim yapmak hem zahmetli bir iş hem de şans gerektiriyor” derdi. Bazen istediği sonucu alıyordu, ama genellikle hiçbir şeye benzemiyorlardı. Ona göre başarılı resimler “duyuları harekete geçiren”, zihni atlayarak doğrudan “sinir sistemine” hitap edenlerdi.
Bacon’ın ilk sergileri ve sergilerinin içeriği ile ilgili halen net bir bilgiye ulaşılamıyor. İlk gerçek çıkışını, Herbet Read’ın kitabı Art Now’da yer alan Çarmıha Geriliş isimli tablosuyla yapmıştır.
Bir Çarmıha Gerilişin Kaidesi Üstündeki Üç Figür Çalışması,  1944 yılında tamamlanıp sonraki yılın ilkbaharında Londra’da karma sergide yer alır. Eser, görenleri dehşete düşürüp Bacon’ın ressam olarak tanınmasını sağlar.O sırada orada olan eleştirmen John Russell’in deyimiyle, “imgeler öyle rahatsız edici korkunçluktaydı ki onları görür görmez aklınız yerinden çıkıyordu”. Russel, “Ne bu yaratıkları ne de bize hissettirdiklerini anlatmaya kelimeler yetmez” diye yazmıştı. Bu tabloda tamamıyla hayvan olamayacak kadar insani, hepsi sülük gibi kör ve uzuvsuz biçimde, yaralı, engelli, dişsiz, tuhaf üç figür bulunur; onlara yaklaşan ya da tehdit eden her neyse saldırmaya hazır gibi görünürler. İsa’nın çarmıha gerilişinin geleneksel temsillerinde azizlerin ya da kederli annenin durduğu yerde, görülmeyen bir çarmıhın altındadırlar.
                                                     

Bacon’un belki de bilindik tek tekniği, figürlerini sınırları ince çizgilerle belirlenmiş bir çeşit saydam “kutu” içine koymasıdır. Bu bazen “uzay çerçevesi” bazen de “kafes” olarak adlandırılır. Bacon bu kutuları 1940’ların sonlarında kullanmaya başlayıp kariyeri boyunca devam etmişti. Bu tekniği neden kullandığı ile ile ilgili – görsele odaklanıp onu daha iyi görebilmek amacıyla tuvalin ölçeğini azaltmak için kulandığı- açıklamasını yapmıştı.
1950’lerin sonlarında her yılın bir bölümünü Kuzey Afrika şehri Tanca’da geçirdi. 1961 yılı sonbaharında hayatının sonuna kadar yaşayacağı Reece Mews, numara 7, Güney Kensington adresine taşındı. Bacon’un yaşam ve çalışma ortamı sefilliğin lüksle birleşimiydi.
1960 ve 70’lerde giderek daha fazla portre çalışmaya başlar. Modelleri genellikle yakından tanıdığı insanlardı. Onları iyi tanıdığı için resimlerini yaparken orada olmalarına ihtiyaç duymuyordu. Hafızasına ya da fotoğraflarına dayanarak resmetmeyi tercih ediyordu.
                                               

1963 yılında en bilinen ve en iyi eserlerinden bazılarının modeli haline dönüşecek olan George Dyer ile tanıştı.  Yarık ağzı, düzgün fiziğiyle zayıf bir karaktere sahip olan Dyer’ı Bacon, tanıştığı en güzel adam olarak tasvir ediyordu. Dyer’ın portreleriyle dolu sergileri büyük beğeni topluyordu, öldüğünde  ölümünü resmederek onu “sisteminden çıkarmak” istediğini söylemiştir. Ölümü takip eden yıllarda, 70’lerin başında yaptığı otoportrelerde ise Bacon tek başına sandalyede oturur. Bu eserlerde odanın sade donanımı- lavabo, muşambalar, elektrik düğmesi, tavandan sarkan lamba, yerdeki gazete- varoluşsal anlamsızlığa kinaye yollu ir gönderme yapıyordu. 70’lerin ortelerına doğru Bacon, John Edwards’la tanıştı ve arkadaşlık sanatçının yaşamına bir sakinlik getirdi. 70’lerin sonu ve 80’lerin başında manzara resimleri yapmayı denedi. 1984’te Paris’te gerçekleşen bir sergisi hayranlarının akınına uğramıştı. Evinin duvarlarında “SENDEN DAHA İYİ OLAN TEK KİŞİ FRANCIS BACON” yazıyordu. 80’lerin sonunda sağlığı bozulmaya başladı. 1992 yılının Nisan ayında Madrid’de yaptıkları gezi sırasında hastalandı ve kalp krizi sonucu öldü.
Bacon’ın kendi resminden söz ederken her zaman kullandığı sözcüklerin (kaza, hamlık, lekeler) çiftanlamlılığı hatta belki kendi isminin taşıdığı çift anlam, sanki bir saplantının, büyük olasılıkla kendinin bilincine varmaya ilk başladığı zamana denk düşen bir deneyime ait sözcük dağarcığının bir parçasıdır. Bacon’un yapıtlarının, Batılı adamın acılı yalnızlığının ifadesi olduğu söylenir. Resimlerindeki figürler, cam sandıklarda, saf renkten oluşan geniş alanlarda, hatta kendi içlerinde yalıtılmıştır.
Kaynak:
-İşte Bacon, Kıtty Hauser,  Hepkitap, 2017
-Portreler, John Berger, Metis,2018


Nazlı Gürkaş'la "Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan"


                                                    


Nazlı Gürkaş’la Hepkitap etiketi ile çıkan ve roman gibi okunabilen seyahat anlatısı olarak değerlendirdiği “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan” üzerine konuştuk.
-Selanik’teki yakın arkadaşınız “Felis na fai olo o kozmos Nazli mou” demiş size; “Bütün dünyayı yemek istiyorsun Nazlım”. Bu, hayata karşı merakı, şevki, heyecanı hiç bitmeyen insanlar için kullanılan bir tabirmiş. Nasıl biridir Nazlı Gürkaş, tanıyalım sizi?
1988 yılında mutlu insanlar şehri Kırklareli’de doğdum. Uludağ Üniversitesi’nde İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdikten sonra yüksek lisansımı Barselona’da gazetecilik ve iletişimde araştırma üzerine yaptım. İtalya, Yunanistan ve İspanya’da yaşadım. 2013 yılında Türkiye’ye döndükten sonra Kalem Ajans’ta edebiyat ajanı olarak çalışmaya başladım. Bu, edebiyat ve seyahat tutkularımı birleştirebildiğim bir meslek olduğu için şanslı hissediyorum.  Son beş yıldır iyi kitaplar peşinde dünyanın çeşitli köşelerine seyahat ediyorum. Seyahatlerim yerel kültür, yemek, fotoğraf gibi birçok tutkumu birleştirme şansını veriyor bana. İzlenimlerimi ve deneyimlerimi de kısa hikâyeler yazarak Instagram üzerinden @seyahatsanati hesabımdan paylaşıyorum.
-Rodos’tan Santorini’ye gitmek üzere bindiğiniz feribotta tesadüfen tanıştığınız bir ailenin ani davetiyle Girit’teki bir köy düğününe uzanan ve orada geçirilen bir haftada bir köy dolusu dost ve “yeni bir aile” ile sonuçlanan rüya gibi anıların bulunduğu bir kitap “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”. Okuyucuyu neler, hangi maceralar bekliyor?
Okurları bir rehberden öte roman gibi okunabilen bir seyahat anlatısı bekliyor. Yunanistan’a attığım ilk adımdan itibaren ülkenin hayatıma katacağı sürprizlere açıktım. Böylece kendimi Girit’te bir köy düğününde de buldum, ailelerle Noel, Paskalya gibi özel günler de kutladım. Pek çok ada dolaştım; ancak en çok anakaradaki minicik köyleri sevdim. En güzel anılarım hep kimsenin yolunun düşmediği yerlere ait.  Okurlar, bu kitapta Yunanistan’ın adalardan, tavernalardan ve siestadan çok daha ötesine uzanan derinliğini bulacaklar. Mübadelenin getirdiği acıların yıllara direnen gözyaşlarıyla ortalığa döküldüğü anlara şahit olup hiç adı duyulmamış şehir ve kasabalardaki yaşantıya tanıklık edecekler. Bir sırt çantasına attığımız birkaç parça eşyayla rüzgârın götürdüğü yere gittiğimizde seyahatlerimizin ne kadar derinleştiğini ve bunların nasıl da hayatlarımızı dönüştürücü güce sahip olduklarını görecekler.
                                                      

-İlk seyahatinizi hatırlıyor musunuz ya da şöyle sorayım hatırladığınız ilk seyahatiniz hangisi ve neler var aklınızda o seyahate dair?
Hayatımdaki ilk seyahat anım sekiz yaşıma uzanıyor. Ailemle birlikte minibüsten bozma bir karavanla 10 günlük bir Akdeniz turuna çıkmıştık. Kırklareli’den Ege ve Akdeniz sahil şeridini takip ederek Antalya’da Adrasan’a kadar seyahat etmiştik, sonra da Pamukkale üzerinden dönüşe geçtik. Restoranlarda yemek yediğimizi pek hatırlamıyorum, kamp sandalyelerimizi en güzel manzaralı yere kurup yiyeceklerimizi kendimiz hazırlıyorduk çoğunlukla. Her sabah farklı bir şehirde, köyde açıyorduk gözümüzü. Bu seyahate çıkmadan önce babam bana minik bir defter verip gezip gördüğümüz yerlere dair notlar tutmanı istemişti. O karavan seyahati beni o yaşta öylesine etkiledi ki her gün en az bir saatimi yazmaya ayırdığımı hatırlıyorum. Serbest kompozisyon yazma derslerimizde de sürekli o seyahati anlatır hale gelmiştim. Daha o zamanlar bu tutku içime girmiş demek ki, bir daha hiç terk etmedi beni.
-“Neden Yunanistan” diye bölüm var kitabınızda ama yine de öğrenmek isterim neden Yunanistan?
Yunanistan, bir Trakyalı olarak çok eskiden beri aşina olduğum bir ülkeydi ancak orada 1 yıl yaşama fikri karşıma çıkan öğretmenlik projesi sayesinde oldu. Bir Amerikan tarım okulunda Yunan öğrencilere Türkçe öğrettim; onlardan Yunanca öğrendim. Okulun uygulamalı tarım derslerine birlikte katıldık, bahçeleri ekip biçtik, birlikte yemekler yaptık, yerel dansları öğrendik. Katılma şansı bulduğum bu proje sayesinde Yunanistan’da hayatımın en güzel yıllarından birini yaşadım, ömürlük dostlar edindim.
-33 yeri anlatıyorsunuz kitabınızda. Nasıl çizdiniz bu rotayı, nasıl ortaya çıktı?
Aslında ben Yunanistan’a ilk adım attığımda hiçbir rota çizmemiştim kendime; sadece öğretmenlik yapmaya başlamadan önce birkaç farklı yer görmek istiyordum. Nitekim iyi ki net bir plana sadık kalmamışım. Bu sayede bir kitaba dönüşmesi gerektiğini düşündürecek harika şeyler yaşadım.  Selanik’te çalışırken öğrencilerim beni hafta sonunu birlikte geçirmek için aile evlerine davet ettiler. Bu sayede turistlerin aklına gelmeyecek şehirlere, köylere gittim. Türkçe derslerinden kazandığım harçlıklarla her fırsatta seyahat ettim ve böylece kocaman bir harita çıktı ortaya.
- Hazırlık sürecinde 2.987 adet kahve fincanının dolup taştığını biliyoruz. Ne kadar sürede yazıldı “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”? Başka neler yaşandı bu süreçte?
Bu kitap 1,5 yılda yazıldı. Karşımıza çıkan çok güzel bir fırsat sayesinde eşimle birlikte birkaç yıllığına Türkiye’nin en güneyine, İskenderun’a taşınma şansımız oldu. Orada bahçesinde limon ve zeytin ağaçları olan bir evde yaşadık. Kahve kokusuyla dolu evimizde huzur içinde anılarıma gömülüp yazma fırsatım oldu. Bahçemizde bakımını üstlendiğimiz çok sayıda kedi vardı. Onlar çimenlerde mutlulukla zıplayıp oynarken ben limon ağacının altında kitabımı yazdım, oya ağacına kurulu hamağımda Yunanistan’a dair kitaplar okudum. Yunanca şarkılar o ruh haline bürünmemde en önemli yardımcılarım oldu elbette. Bazı geceler yüksek sesli Yunanca şarkılar eşliğinde evimiz tavernaya döndü, anılar sel olup aktı.
-Kitabı yazarken 4.987 adet Yunanca şarkı dinlemişsiniz ve her bölümün başında bir şarkı var. Hazırladığınız şarkı listesine internet üzerinden de ulaşılabiliyor. Seyahat, müzik ve özellikle Yunanistan ve Yunan müziği ile ilgili neler söylersiniz?
Müzik, Yunan kültürünün vazgeçilmez bir parçası. Bölüm başlarındaki şarkıları seçerken o şehirde doğup büyümüş müzisyenleri göz önünde bulundurdum. Sakız Adası ve Theodorakis nasıl ayrılamazsa Glykeria ve Kavala da birlikte gelmeli. O melodileri yaratan kişilere doğup büyüdükleri şehrin mutlaka etkisi olmuştur. “Zeytin ağacının gölgesinde Yunanistan” adında bir Spotify listesi hazırladım, yani bölümleri okurken şarkıları tek tek araştırmanıza gerek yok, listeyi açıp kitabın akışına bırakabilirsiniz kendinizi.
-Sizin hayatınızda seyahatin yerini öğrenebilir miyiz? Nerelere gitmekten hoşlanır Nazlı Gürkaş?
Seyahatler, hayatımın ana taşlarından biri. Seyahat derken sadece farklı şehirlere ya da ülkelere gitmekten bahsetmiyorum. Fotoğraf çekmek için evden çıkmak, akşam yemeğini evde yemek yerine bir piknik sepeti hazırlayıp en yakın parka, bahçeye ya da sahile gitmek bile bir seyahat benim için. Yeter ki iki gün art arda aynı şekilde geçmesin, her günü farklı kılan, diğerlerinden ayıran bir şey olsun.  Ancak farklı coğrafyalardan bahsedecek olursak, ruhuma en çok dokunan şehirler çoğunlukla Akdeniz ülkelerinde ve Latin Amerika’da.
-Seyahat edebiyatı hakkında neler söylersiniz?
Seyahat edebiyatını yakından takip etmeye çalışıyorum. Mesleğim gereği daha çok seyahat kitabının da dilimize kazandırılması için çaba harcıyorum. Yayınevlerinin de son zamanlarda listelerinde bu tarz kitaplara daha çok yer vermeleri umut verici.
-Yeni projeleriniz, bu ülkeyi de yazmak istiyorum dediğiniz yerler var mı?
Elbette! Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan, Akdeniz üçlemesinin ilk kitabı; seri İspanya ve İtalya ile devam edecek.