5 Nisan 2020 Pazar

Çalıntı Eserler-Gustav Klımt

                              Kadın Portresi, 1916-1917 civarı, tuval üzerine yağlıboya
18 Şubat 1997'de İtalya'da Piacenza Galleria Rico Oddi'den çalındı. 

Bu resim 18Şubat'ta çalınmasına rağmen 22'sine kadar fark edilmedi. Galeri tadilat için kapatılmış ve bazı resimler taşınmıştı. Bu nedenle güvenlik görevlileri resmin depoya kaldırıldığını sandılar. Soruşturma sonucunda hırsızın çatıya tırmanıp, bir tavan penceresi açtıktan sonra bir olta kullanarak çekerek aldığı anlaşıldı. Çerçevesi çatıda bulundu.

22 yıl sonra  Aralık 2019'da İtalya'da Ricci Oddi Modern Sanat Galerisi'nde bir bahçıvan galerinin duvarındaki sarmaşıkları temizlerken bulduğu paket için şunları söylüyor: "İlk önce siyah bir torbanın içinde bir kutu buldum ve çöp zannettim. Sonra içine baktığımda tabloyu gördüm ve galerinin sahibine haber verdim.
Emniyet yetkilileri hırsızların daha sonraki bir tarihte almak için galeri duvarının arasına koyduklarını ancak bir sebepten geri gelemediklerini söylüyor.
Eserin çalınmış olduğu tarihte o dönem bütün galeri çalışanları soruşturma geçirmiş ve eserin kaybolmasına ilişkin dava kanıt yetersizliği nedeniyle düşmüştü.
Böylece 22 yıl 9 ay boyunca çalınan tablonun bu süre boyunca sanat galerisinde olduğu ortaya çıktı.  

Tuğba Doğan ile Röportaj


                                             
                          Sevgili Tuğba Doğan'la mürekkephaber için yaptığımız röportaj

-Klasik bir soruyla başlamak istiyorum. Sizi tanıyabilir miyiz? Yazıyla yolunuz nasıl kesişti, nasıl başladı yazı yolculuğunuz?

Sanırım çok erken yaşlarda yazı yazmanın dilediğimce yalnız kalabilmenin bir yolu olabileceğini keşfettim. Bu keşifte babamı gözlemlememin büyük etkisi olmuş olmalı. Çoğu zaman defterini alıp bir köşeye çekildiğini, yüzünde başka zamanlarda pek rastlamadığım türden bir ifadeyle bir şeyler karaladığını  hatırlıyorum. Ne yapıyor ve bu şeyi yaparken ne hissediyor acaba diye anlamak gayretiyle onu izlerdim. Defterlerini aşırıp içindeki dünyaya ilk kez girdiğimde şaşırmıştım. Farklı metin parçalarının oluşturduğu bir tür kolajdı bu defterler. Bir günlüğe ait olduğu düşünülebilecek pasajlar, şiir denemeleri, kısa öykü denebilecek metinler, daha büyük bir anlatıya –belki bir romana- ait giriş denemeleri, sevdiği bir şiiri alıntılayıp ona dair yazdığı yorumlar vs. Babamın tanıdığım kişiden çok daha fazlası olduğunu görmüştüm. İstediği zaman kaçabileceği bir dünya yaratmış gibiydi. Ben de var olan oyunlardan sıkılan, sıkıcı bir çocuktum. Kendime başka oyunlar yaratmak istiyordum ama bunu nasıl yapabileceğimi de bilmiyordum. Babamın mesleği dolayısıyla çocukluk yıllarım farklı şehirlerde geçti ve arkadaşlarım sürekli değişmek durumundaydı. Öyle olunca kitaplar kalıcı arkadaşlara, yazı da içinde sıkılmadığım tek oyun alanına dönüştü. Hala da benim için sıkılmamayı mümkün kılan tek şey yazmak.


-Sosyolog, çevirmen, senaristsiniz. Yaptığınız işlerin yazılarınız üzerinde etkisi oldu mu, oluyor mu?

Mutlaka. Sosyoloji her şeyden önce size bir okuma disiplini kazandırıyor. Bireyi, toplumu ve tarihi; en genel manada da hayatı ve kendinizi okumaya dair bir disiplin bu. Çeviri yaparken ve senaryo yazarken de kelimelerin farklı kudretlerine aşinalık kazanıyorsunuz. Bütün bunlar kaçınılmaz olarak yazıyla kurduğunuz ilişkiye katkı sağlıyor. 


-Yazma süreciniz nasıl oluyor? Önce konu mu çıkıyor yoksa karakterlerden mi yola çıkıyorsunuz?

Benim için her zaman önce bir mesele oluyor. Üzerine düşünmek ve tartışmak istediğim bir mesele, bir soru. Sonra bu sorunun etrafında gezinecek karakterler kuruyorum ve onları bu meselelerle cebelleşmek üzere çeşitli yaşantıların, durumların içine atıyorum.


-Hangi yazarları okuyorsunuz, en sevdiğiniz yazarlar kimler?

Devamlı yeniden okuduğum bazı yazarlarım var. Dostoyevski, Kafka, Bachmann, Tournier, Tanpınar ilk aklıma gelenler. Sadece kurmaca değil, kuram ve felsefe alanında da aynı şey geçerli. Baruch Spinoza, Walter Benjamin, Gilles Deleuze, Friedrich Nietzsche’yi sayabilirim. Eski-Yeni Ahit ve Kur’an’ı da devamlı yeniden okuduğum metinlere dahil edebilirim. 
                                                                  



-İlk kitabınız “Musa’nın Uykusu” ile ikinci kitabınız “Nefaset Lokantası” arasında Tuğba Doğan’ın kaleminde neler değişti? Yeni kitap çalışması var mı? Bu süreçte neler yaşıyor Tuğba Doğan?

Kalemimdeki değişimleri benim tespit edebilmem mümkün değil. Bu soruya sağlıklı cevabı okur verebilir gibi geliyor bana. Evet, şu ara yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Başka bir şeye pek de vakit kalmıyor. Yeni kitabın meselelerine dair araştırmalar, okumalar yapıyorum. Bu meselelerden ikisini söyleyeyim; dostluğun ve cimriliğin doğası üzerine düşünüyorum.


-Türkiye’de çevirmen olmanın zor yanları var mı?

Türkiye’de kültürel alanda üretim yapan biriyseniz işiniz çok zor. Çok yoğun bir adanmışlık ve zamanınızın bütününü isteyen işlerle uğraşmayı ve bunun karşılığında maddi-manevi çok az takdir görmeyi göze almış olmanız gerekiyor. Çeviri yaparak ya da yazarak hayatta kalabilmeniz için maddi motivasyonlardan öte gerçekten yaptığınız şeyi tutkuyla sevmeniz gerek. 


-“Nefaset Lokantası”nda  varoluş, coğrafya, zaman ve ölüm ana temalar. Tuğba Doğan için ne ifade ediyor bu temalar?

Bu temalar kendisi ve hayat üzerine düşünen her insan için temel kavramlar. Ben onları romanın, edebiyatın içinde çalışıyorum, anlamak ve anlatmak için.


-Nefaset Lokantası’nın ana karakteri Salih’in “uzaklara gitme isteği” üzerinden günümüzde çok görülen şehirden ayrılma, yurtdışına veya kasabalara gitme isteğini sosyolog-yazar olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Romanın başkarakteri Salih  neden gitmek istediğini sorgulayan arkadaşlarına “kalamayan gider.” diyordu. Ben de onun gibi düşünüyorum sanırım. Mesele basitçe bir şımarıklık, çıktığı kabuğu beğenmemek ya da memleketi terk edip kendini kurtarmaya çalışmak değil. Kendini dışlanmış hissedenin, kalamayanın bir tür kaçışa zorlanması ve beyinlerin değil, ruhların göçü.


-Son olarak Cemil Meriç yaşasaydı oy kullanır mıydı?

Kitapta bu soruya Metin “Benim bir fikrim var ama kendime saklayacağım, yerin kulağı var. Hem zaten bu zamanda kimseye kefil de olmamak lazım” diye cevap veriyordu . Benim ne düşündüğüme gelince. Bence Cemil Meriç yaşasaydı oy kullanırdı ama oyunu çok büyük bir kitlenin şaşıracağı bir partiye verirdi.




Tuğba Gürbüz ile Röportaj



                                                       
                            Sevgili Tuğba Gürbüz ile mürekkephaber için yaptığımız röportaj

Klasik bir soru ile başlamak istiyorum, sizi tanıyabilir miyiz? Yazı ile yolunuz nasıl kesişti?

Çanakkale’de büyüdüm. Lise ikiye geçtiğim yaz, babamın işi nedeniyle Kayseri’ye taşındık. Kerameti kendinden menkul, uzaklara derin derin bakan yazar pozlarını ilk kez orada verdim. Kendimi bütünüyle ait hissettiğim bir kentten Kayseri’ye taşınmak benim için duygusal anlamda zorlayıcı bir deneyimdi. Yazmak orada başladı, memlekete gönderilen mektuplarla, özlemle, üniversitede yeniden kavuşma hayalleriyle… Yazmak, o günlerden bu yana, duygularımı, düşüncelerimi tasnif etmek, izlemek, kendimi anlamak için sıkça başvurduğum bir eylem.

Sağa sola yaptığım karalamaların, iç dökmelerin bir adım ötesine geçmem ise, katıldığım bir Yaratıcı Yazarlık Atölyesi ile başladı. Mario Levi’den ders almak,  yazma cesareti kazanmama, yayımlanana kadar metinlerimin tek okurunun ben olduğumu kavramama ve yazarken beni izleyen gözlerden kurtulmama olanak sağladı. Ödülün kendisinin yazmak olduğunu unuttuğum, omzuma oturmuş her yazdığıma kaşını kaldıran, gözlerini deviren içimdeki mükemmeliyetçi seslere fazlaca aldırdığım, bu nedenle kendime kötü ilk taslaklar yazma izni vermediğim bir dönemde, tanıştığım Yeşim Cimcoz’dan ise yazının zanaatkârı olmadan sanatkârı olunamayacağını öğrendim. Mükemmeliyetçilik baskısı nedeniyle yitirdiğim oyuncu yanımla yeniden tanıştım. Tüm bunların yanı sıra diş hekimiyim ve Deniz’in annesiyim.

“Kendisiymiş Gibi” ikinci öykü kitabınız. Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata karşı anlam arayışı öykülerinizdeki belirgin temalar. Okuyucuyu neler bekliyor “Kendisiymiş Gibi”de?

Kendisiymiş Gibi’de yer alan öyküler Batı’yı anlatıyor, giderek yalnızlaşan, çevresine, ailesine, kendisine yabancılaşan, içine kapanan bireyi. Okuru, zihnimizin bize oynadığı oyunlara, hatırlama biçimlerimize, gerçekle hatırlanan arasındaki tutarsızlıklara bakmaya, yavaşlamaya, yüzleşmeye ve en nihayetinde silkinmeye, değişime davet ediyor.

İçinden geçtiğimiz, gözle görülmeyen bir virüs tarafından yola getirildiğimiz şu günler, hem bireylere hem de devletlere aynı daveti sunuyor; insanlığın bildiği, alışageldiği yöntemlerle devam edemeyeceğini, daha adil, sosyal bir dünya düzeninin el birliğiyle ve ivedilikle inşa edilmesi gerekliliğini açıkça ortaya koyuyor. Umarım hepimiz üzerimize düşen kıssadan hisseyi alır ve harekete geçeriz.

2015 yılında çıkan ilk öykü kitabınız “Lodos Çarpması” ile ikinci kitabınız “Kendisiymiş Gibi” arasında geçen süreçte Tuğba Gürbüz’ün kaleminde nasıl değişlikler oldu?

Lodos Çarpması’ndaki öyküler, daha çok bir olayın, deneyimin aktarıldığı, anlatmaya dayalı hikâyelerdi. Bir kitap bütünlüğünde elime alıp okumak, öykü yazarı arkadaşlarımdan gelen geri bildirimleri işitmek, beni hikâye etmenin yanı sıra, gözetmem gereken diğer unsurlara, özellikle de dilin kullanımına kafa yormaya, dilin imkânlarını çoğaltmanın yollarını aramaya yöneltti. Bu anlamda benim yazarlıktan muradım, okurda daha canlı ve kesintisiz bir düş yaratmak, ilk kitabın üzerine çıkmaktı. Dolayısıyla Kendisiymiş Gibi “yeniden yazma” sürecinin daha uzun sürdüğü, okurluğuna güvendiğim arkadaşlarımdan bir dış göz olarak daha çok yararlandığım bir sürecin verimi olarak okurun karşısına çıktı. 
                                                     


On sekiz öyküden oluşuyor “Kendisiymiş Gibi”. Öykülerinizdeki kahramanlarınızdan bahseder misiniz? En sevdiğiniz kahramanınız kim?

Benim öykü tanımım “Geçerken gördüğüm şey” şeklinde. Kitapta yer alan öyküler, bu tanımı doğrular nitelikte, kısa bir an içinde, bir durumu, olayı öykü kişileri aracılığıyla aktarıyor. Dolayısıyla çabam, akılda kalır kahramanlar yaratmaktan ziyade, öykü kişileri aracılığıyla bir duruma, olaya dikkat çekmek, modern bireyi eleştirmek, okuru kendisiyle yüzleşmeye davet etmek. Öykülere baktığımda çok belirgin kahramanlar yerine, flu yüzler, okurun kendi suretinin üzerine düşeceği boşluklar görüyorum.

Tanıtım yazınızda pek de duygusal olmayan bir dille yazdığınız belirtilmiş. Ne söylersiniz yazı dilinizle ilgili?

Okuduğumuz her metin bizde birtakım duygular uyandırır. Bizde uyanan duygular, yazarın yaratmak istediği düş dünyasına daha kolay girmemize, o düşün kesintisiz sürmesine de olanak sağlar. Bununla beraber duygu uyandırayım derken aşırıya kaçmayı, duygu sömürüsüne yaslanmayı, okurun dikkatini çekmek ve sempati yaratmak için şoke edici şeyler yazmayı, kolaycılığa kaçmak olarak görüyor, özellikle kaçınıyorum. İyiyle kötü, haklıyla haksız arasındaki ayrımın altını kalın çizgilerle çizmeden, olanı olduğu gibi aktarmak, yalın ve akıcı bir dil kurmayı önemsiyorum.

Öykülerinizde yazarken ön hazırlık yapıyor musunuz? Yazma sürecinde neler yaşıyorsunuz?

Öykülerin yazılma anı çok uzun ve büyük hazırlıklar gerektirmiyor, benim için. Gündelik hayatın içinde dikkatimi çeken, beni rahatsız eden bir durumla başlayıp çalakalem yazıyorum. Her defasında bu kadar gelişigüzelliğin içinden değerli bir şey çıkar mı diye endişeleniyorum ama sabırlı bir bahçıvan gibi tohumları serpmeye, sulamaya devam ediyorum. Kelimeler çoğaldıkça, karakterler beliriyor, üzerinde çalışmaya değer bir yönü işaret eder hâle geliyor. O zaman kaybolma korkusu olmaksızın ipin ucunu tutup labirentin derinliklerine dalıyor ve yazının getireceği sürprizlerden keyif almaya başlıyorum. İşin asıl eğlenceli yanı da bu olsa gerek. Sonra ince işçilik de diyebileceğimiz yeniden yazma süreci başlıyor. Bu aşama da, metni bekletmek, kelimelerin yerlerini değiştirmek, anlam zenginliği katacak şekilde çoğaltmak ya da eksiltmek, defalarca okumak, metni imla hatalarından temizlemek, nihayet bir öykü bittiğinde bütün bunları yeniden yapabileceğini ummaktan geçiyor.

İki öykü kitabınız var. Üçüncü kitabınız roman olabilir mi? Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz?

Pek çok kadın yazar gibi benim de okumaya ve yazmaya ayırdığım zaman kısıtlı. Çalışma hayatım, kızımın bakımı ve evle ilgili sorumluluklardan arta kalan sürenin el verdiği oranda üretmeye çabalıyorum. Bu da beni daha oylumlu metinler yerine öyküye yöneltiyor. Zamanımın el verdiği ölçüde parçaların çıkmasına izin vermek, aralarda geri dönmek, kısa sürede metnin tamamını okuyarak kaldığım yerden rahatça içine girmek ve yeniden yazmak bu koşullar altında ancak öykü ile mümkünmüş gibi geliyor.

Daha oylumlu metinler yazmak için daha geniş zamanlara ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Günün birinde sabrım, soluğum ve zamanım bir roman yazmaya yeter mi emin değilim. Bununla beraber kızım büyüyor, giderek daha kalın kitapları deviriyor ve benden eğlenceli, maceralı bir çocuk romanı bekliyor, dahası çocuklar için yazmak konusunda yeterince istekli ve çalışkan olmamakla suçluyor. Evdeki yoğun baskıyı göz önüne alırsam, bir sonraki kitabın bir çocuk romanı olmasını canı gönülden istiyorum.

Tuğba Gürbüz, hangi yazarları okuyor?

Öykü yazdığım için daha çok öykünün ustalarını okumaya çalışıyorum. Sait Faik, Tomris Uyar, Selçuk Baran, Murathan Mungan, Fikret Ürgüp, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Yekta Kopan, Murat Özyaşar severek okuduğum yazarlar arasında. Bunun yanı sıra elimden geldiğince yeni çıkan öykü kitaplarını da takip etmeye çalışıyorum. Yazmanın incelikleriyle ilgili kitaplar başucumda duruyor. Oradan edindiğim bilgilerle kendi metinlerimin editörü olmayı öğreniyorum. Ve elbette çocuk kitapları! Uzun yıllar kızıma birbirinden nefis çocuk kitapları okudum. Kızım şimdi dokuz yaşında ve tam bir kitap kurdu. Artık o bana sevdiği kitapları ve yazarları öneriyor. Onun önerdiği çocuk kitapları da severek okuduklarım arasında yer alıyor.

Uzun süredir “Kurmacabiyografiler” adlı bloğunuz var. Blog yazarlığının yazılarınıza etkisi nasıl oldu?

Blog tutmaya başladığımda ilk amacım yazdığım metinleri paylaşmak, “Ben de buradayım, varım” diyerek kendime bir alan açmak ve yazma disiplini sağlamaktı. Ancak yıllar içinde merak ettiğim, ilgi duyduğum, öğrenmek istediğim alanların her birine açılan bir kapı hâline gelerek ‘iyi ki başlamışım’ diye düşündüğüm bir nevi oyun ve keşif alanına döndü.


Mustafa Delioğlu ile Röportaj


Türkiye’nin figüratif ressamlarından, her çalışmasında yeni teknik ve tavır geliştiren  ressam- illüstratör Mustafa Delioğlu’ile  “Eskiden-Yeniden” resim sergisi  ve çalışmaları üzerine mürekkephaber için  konuştuk.

                                                       


-“Eskiden – Yeniden” resim serginiz Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde 26 Ocak’a kadar devam ediyor. Sanatseverleri neler bekliyor sergide?

Sergide 15- 20 yıllık çalışmalarım, işlerim var. Hatta 2020’de son fırça darbesini vurduğum işimde var. Toplamda burada 65 adet resim sergileyebildik. Sanatseverler, izleyiciler benim yirmi yıllık çalışmalarımın bir kısmını toplu halde bu sergide görebilirler.

 Benim çalışmalarımı dışavurumcu eserler. Her zaman samimi olmaya ve bunu tuvalime yansıtmaya çalıştım. Kitaplardan, resimlerden öğrenerek, iç güdülerimle, çok çalışarak, kendimi tekrar etmeyerek resim yaptım. Sanatseverlerde bu sergide çabamı, samimiyetimi, sevgimi göreceklerdir diye düşünüyorum.

-Resim yapmaya nasıl başlıyorsunuz?  Ön hazırlık yapıyor musunuz?

Eskiz yapmıyorum. Tuvalim hazır duruyor. Benim bir işimde çocuk kitapları resimlemek. 2.000’den çocuk kitabı resimlemişimdir. Planlamıyorum resim yaparken. O anda tuvalin karşısında çıkıyor her şey. Başlıyorum, resim beni nereye götürürse oraya kadar gidiyorum.  Resim bitince de o serüven bitiyor. O bitti anını yakalamak irade gücü istiyor. O anı kaçırdığınızda resim de bozuluyor. O anı iyi yakalamak, o anı tespit etmeye dikkat etmek gerekiyor.

Resim yapmayı şöyle de düşünebiliriz. İçinizden resim yapma isteği geliyor ve resim yapıyorsunuz ve işte o zaman iyi resim ortaya çıkıyor. İstekle yapmak önemli.

-Resim yapmaya nasıl başladınız?

Ben okullu değilim. Çocukken kitaplarda gördüğüm resimleri yapardım. Onlar kadar iyi yapamadığım içinde çok üzülürdüm. Erzincan Paşağı Köyü’nde doğdum, 14 yaşında da İstanbul’a göç ettik Feneryolu’na. Eskiden köyden gelenler burada kasap- bakkal ve kömürcü çırağı olarak çalışırmış. Abilerimde öyle yapmış, ben de öyle yaptım ve abimin kasap dükkanında çırak olarak işe başladım. Ama bu arada resim yapmaya da devam ediyorum.  Bunlar olurken en çok yaptığım şey de okumaktı. Elime o zamanın şartlarında ne geçse okuyordum. Kitap okumak demek ufkumum açılması demek. 16- 17 yaşlarında ben bu işleri yapmayacağım dedim. O kasap dükkanına sığmıyorum. Gravürleri kopya ediyordum, onları camcının vitrinine koyuyordum.  Resimle ilgili sadece ilkokulda öğretmenimden öğrendiklerim vardı.  Ben devamlı okuyordum  ve bakıyordum. Tabi o zamanlar resimle ilgili fazla kitapta yoktu. Kasap dükkanında çalışırken de devamlı resim yaptım, hiç bırakmadım. 68’de ilk resim sergimi açtım Beyoğlu Şehir Galerisi’nde. Olgun resimler değil, tabi ama çabalıyorum resim yapmaya.

Bu arada para kazanmamda gerekiyor. Reklam ajansına girdim, tabela yaptım, filmlere fon yaptım. O dönemlerde film Bağdat’ta geçiyorsa panoramik Bağdat resmi yaptım film için. Geçinmem için para kazanıyorum, resim yapmaya da devam ediyorum  ve ressamlar tanıyorum, arkadaşlar ediniyorum. Ben mutlaka kitap okunması gerektiğini düşünüyorum. Eğer sanatçı iseniz daha çok okumanız gerekiyor. Beni buralara getiren kitap okuma tutkumdur.

-Çocuk kitaplarını resimleme dönemi nasıl gelişti?

Reklam şirketinde çalışıyorum. Cağaloğlu benim için çok önemli bir yer.  Taksitle kitap alabiliyorum, daha çok kitaba ulaşma ve alma şansım var. O dönemde en büyük isteklerimden biri kitap kapağı yapabilmek. Kitap dükkânı olan bir arkadaşım yayınevleri ile çalışıyor. Benim bu isteğimden bahsedince teklif geliyor. O dönem bu işi yapan çok kimse yoktu. Ustalarımız var tabi. Sait Maden, Ayhan Erel.

Ostrovski’in “Fırtına Çocukları” kitabı için yaptığın kitap kapağı tasarımım o dönem çok ilgi gördü 1970’lerin başında sonra da diğer siparişler gelmeye başladı. 1973’de de Erdal Öz’ün isteğiyle Truman Capote’nin “Para Dolu Damacana” adlı kitabının kapak tasarımını ve resimlerini yaptım ve böylece çocuk kitapları resimleme dönemi başladı benim için.

Sonrasında Cağaloğlu’na atölye açtım. Grafik işler de yapıyordum ama amacım, resim ve illüstratör olarak çalışmak ve onlardan para kazanmaktı.

-Çocuk kitapları resimlerken nasıl çalışıyorsunuz?

Elinizde bir metin var, onu ince ince okurum. O metni resimleyerek görsel hale getirirken her şeyin en iyisi olması için çabalıyorum. Yoğun boya kullanıyorum, desen tadını muhafaza etmeye çalışıyorum. Çocuklara elimden geldiğinde en iyisini sunmaya gayret ediyorum.  Çocuk kitapla beraber içinde görselle karşılaşıyor. İnsan bakarak algılar. İyi şeylerle karşılaşınca beğenisi de böylece gelişiyor. İnsan beğenisinin gelişmesi çok önemli ben öyle düşünüyorum.
                                                   

-Kitap kapağı yaptığınız dönemlerde yapmak isteğiniz kitap kapağı oldu mu?

Şöyle cevaplayabilirim. O dönemde aslında sevdiğim bütün yazarlara kitap kapağı yaptım. Maksim  Gorki, Jack London, Ernest Hemingway, Jack Steinbeck’in kitaplarına kapak yaptım.  Çağdaşlardan Paul Auster’in kitap kapaklarını çalıştım. Artık günümüzde kitap kapakları tasarımı farklı ilerlediğinden ben daha  çok çocuk kitapları resimliyorum. Yaşar Kemal’in kitap kapaklarını yaptım. Yusuf Atılgan’ın çocuk kitabı “Ekmek Elden Süt Memeden”i resimledim. Son olarak Azizi Nesin’in bütün kitaplarının kapaklarını yaptım.  Bir dönem “Kumbara Dergisi”nde resimli romanlar vardı. Bekir Yıldız, Tarık Buğra, Halikarnas Balıkçısı’nın resimli romanlarını yaptım dergiye.

Son olarak şöyle diyebilirim iyi resim yapan bütün ressamları, iyi yazan bütün yazarları çok seviyorum ve onlarla çalışmak çok güzeldi-güzel.


24 Ekim 2019 Perşembe

İntergalaktik Sergisi üzerine İpek Yeğinsu ile röportaj


                                             
      


İpek Yeğinsu küratörlüğünde Anna Laudel’de  3 Eylül - 20 Ekim 2019 ​tarihleri arasında, farklı disiplinler  yaklaşımlara sahip sanatçılar ​Beyza Boynudelik, Şafak Çatalbaş, Alper  Derinboğaz, Emin Mete Erdoğan, Horasan, Ekin Su Koç, Ali Miharbi, Ali  İbrahim Öcal, Özcan Saraç, Meltem Sırtıkara, Merve Şendil ​ve İrem Tok​’un  eserlerinden oluşan  ​“İntergalaktik” sergisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı ​16. İstanbul Bienali'​ne (14 Eylül - 10 Kasım) paralel olarak  düzenlendi. “    İntergalaktik” sergisi üzerine İpek Yeğinsu ile konuştuk.



“İntergalaktik” sergisinin oluşum ve hazırlık aşamalarını öğrenebilir miyiz?

Yaklaşık bir yıl önce, sanatçılar Meltem Sırtıkara ve Beyza Boynudelik ile birlikte bir proje yapma arzusu içine girdik. Hepimizi aynı derecede heyecanlandıran ve ilgilendiren bir konudan hareket etmeliydik. Uzun sohbetlerden sonra, benim yıllardır üzerine kafa yorduğum, onların da sanatsal pratiklerinde farklı biçimlerde yer bulan bu tema üzerine daha derin düşünmek istediğimize karar verdik. Onlar sergi için yeni iş üretme sürecine girişirken, ben de bu son derece geniş konuyu birçok farklı açıdan ele almaya çalışarak olgunlaştırdım ve başka sanatçıları da projeye dahil etmeye başladım. Bu arada projeyi Anna Laudel’e sundum; onlar da sıcak bakınca bugünlere gelmiş olduk. İstanbul Bienali’yle eş zamanlı olarak gerçekleşebilmiş olması beni ayrıca çok mutlu etti; çünkü tartıştığımız konular bienalin temasıyla da bağ kuruyor. Bu konuların güncel sanatta tam da bu dönemde dünyanın birçok yerinde gündeme gelmesinin rastlantı olmadığını düşünüyorum. İnsanlığın ortak bilinci artık buna odaklanmış durumda.



Nasıl karar verdiniz konsepte, sizi neler etkiledi?

Türümüzün bu gezegende ya da şayet varsa uzayın başka bir yerindeki geleceğinin nasıl olacağı sorusu, özellikle son yirmi yılda yaşanan ekolojik felaketlerle birlikte hepimizi yakından ilgilendiren bir konuya dönüştü. Bence bunun yarattığı kaygıların ve sorunları çözme adına gösterilen çabanın, insanlığı yeniden ortak bir paydada birleştiren temel unsur haline geldiği bile söylenebilir. Öte yandan hem gezegendeki doğal yaşam ve ekolojik dengeyle ilgili meseleler, hem de uzayda bizimkinden farklı yaşam biçimlerinin ya da bizlerin yaşamını sürdürebileceği alternatif habitatların olma ihtimali beni her zaman çok heyecanlandırdı.
                                   



Katılan sanatçıları nasıl belirlediniz?

Katılan sanatçıların bazılarıyla daha önce, bazılarıyla ise ilk kez bu sergi vesilesiyle çalıştım. Çok büyük bir kısmını yıllardır tanıyorum ve çalışmalarını yakından takip ediyorum. Her biri kendi kuşağının önemli, değerli isimleri. Katılımcı listesinin son haline gelmesinde birçok faktör rol oynadı: sanatçıların konu üzerine daha önce çalışmış olması ya da bununla ilgili düşünüp üretmeye açık olması; etkinlik takvimlerinin buna el vermesi ve tabii ki projeye katılmaya istekli olmaları bunlardan bazıları.



Sergide sanatseverleri neler bekliyor, nasıl bir sergi “İntergalaktik”?

Anna Laudel’in üç farklı katına yayılan sergide, izleyiciler resim, heykel, video ve yeni medya gibi birçok farklı teknikte üretilmiş eserleri bir arada görebilecekler. En alt kata daha varoluşsal sorgulamalar hakimken, yukarıya çıktıkça bu eğilimler farklı açılımlara uğramaya başlayacak; kimlik/yabancılaşma, insan-doğa ilişkisi, mitler, ritüeller ve bilgi üretme pratiklerimizin sorgulanması devreye girecek. Günün sonunda amacımız, izleyicileri bizimle birlikte insan olmanın tanımını ve gezegenle kurduğumuz ilişkiyi yeniden gözden geçirmeye davet etmek. Her açıdan en büyük gereksinimimizin bu olduğuna inanıyorum.





Sizi tanıyabilir miyiz? Türkiye’de küratör olmanın zorlukları var mı?

Uluslararası İlişkiler ve Müzecilik okudum. Yaklaşık on iki yıldır güncel sanat alanında çalışıyorum ve bağımsız küratörlük yapmaya 2013’te başladım. Küratörlüğün tanımı son yıllarda çok değişti ve tabii ki bir miktar erozyona da uğradı; ancak bu durum, aynı zamanda çoktandır ele alınması gereken disiplinler arası yaklaşımların önünü açtı. Kısacası hiçbir gelişmeye salt olumlu ya da olumsuz olarak bakmamak gerektiği kanısındayım. Mesleğin zorluğuna gelirsek, yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada zor bir iş alanı olduğunu söyleyebilirim. Birçok farklı parametreyi gözetmek, hem kağıt üzerinde, hem de sahada çeşitli çözümler üretmek, kurumlar ve sanatçılar arasındaki iletişimin sağlıklı ilerlemesini sağlamak zorundasınız. Bu da ciddi bir odaklanma ve çaba gerektiriyor. Ancak tüm bunlar, aynı zamanda mesleği bu denli sevmeme neden olan temel faktörler.

Piraye Şengel ile röportaj


                                                          



Sizi tanıyabilir miyiz? Piraye Şengel’in edebiyatla yolu nasıl kesişti?  Yazmaya nasıl başladınız?

Köy Enstitülü öğretmen anne-babanın çocuğu olarak kütüphanesi olan bir evde büyüdüm. O öğretmenler klasik romanları okuyarak eğitim almışlar. İnanılmaz bir eğitim Köy Enstitüleri. Hala onların yetiştirdiği insanlarla bu ülke ayakta duruyor. Tabii bunun etkisi olmakla birlikte ben yazarlığın sonradan oluştuğunu düşünmüyorum. Bir dürtü ile doğuyor insan, yazma dürtüsü bu… Yazmalıyım, yazmalıyım diye seni sürekli rahat bırakmayan bir duygu. Bu dürtü ya da yetenek varsa daha önemlisi şu, onun üzerine gitmek, çalışmak, okumak. Bütün bunlar o yeteneği yola sokuyor. Evdeki ortam ve bu dürtüyle beraber lisede edebiyat öğretmenimin de yazıya yönlenmem de desteği olmuştur.  Üniversite yıllarına geldiğimde, bizim dönemimizde tercih yapılır, puana göre de bir bölüme girilirdi. İktisadi- Ticari İlimler Akademisi’ni kazandım, isteksiz okula devam ettim, bu arada evlendim, kızım dünyaya geldi ve bu sürede edebiyat biraz geri planda kaldı.

Sonra edebiyata devam kararı aldım. Okulu terk ettim. Daha sonra Babıali’de “Sanat Olayı” Dergisi ve Atilla İlhan’la tanışmam benim için dönüm noktası oldu. Derginin editörü Ülkü Karaosmanoğlu benim çocukluk arkadaşım. Gazetede çalışıyordu. Atilla Bey’de Karacan Yayınlarında bir sanat dergisi çıkartmaya karar verince Ülkü ile tanışıklığı oluyor, kadro oluşturmaya karar veriyorlar. Meraklı yeni çocuklarla çalışalım deyince Ülkü benim bu işlere merakım olduğunu bildiği için bana söylüyor ve Atilla Bey’le böyle tanışıyorum. Sanat Olayı Dergisi yazı kurulunda metinleri yazıp, röportajlar yapıyorduk.  İlk röportajlarımdan birini de Can Yücel’le yapmıştım.

O dönem sayısız yazar Atilla İlhan’ın masasının etrafında toplanıyoruz. Bu yazarların çoğu bugün edebiyat dünyamızın önemli insanlarıdır. On yıl çalıştım Atilla Bey’le. Bizi yönlendirirdi. İçimizdeki ışığı bulmamıza yardım etti. Daha sonra bizleri televizyona da yine Atilla Bey yönlendirmiştir.    

Ve ben o ara bir roman yazdım. Ama yazabildim mi hiç emin değilim, bir toplantı öncesi çok çekinerek Atilla Bey’e uzattım.  “A çocuğum ne zaman yazdın?’ diye sordu. “Okur musunuz fikrinizi merak ediyorum” deyince, “okurum” diyerek aldı. Hatta arkadaşlarımda çok şaşırdılar. Derken bir aydan fazla zaman geçti ama Atilla İlhan’dan kitap ile ilgili ses çıkmadı.  Bir gün dedim ki “Herhalde o kadar kötü yazmışım ki yüzüme söyleyemiyor. Atilla Bey’in yüzünü görmeden telefonda sorayım.” Aradım, telefona Atilla Bey çıktı. Romanı sordum. “Okudum” dedi. “Çok mu kötüydü” dedim. “Olmuş çocuğum hem de iyi bir roman olmuş” dedi. Fransızcada koşan roman, kaslı roman diye bir tür vardır, benim tarzımın öyle olduğunu belirtti.  Daha çok diyalog yazmalısın diye de yol gösterdi.

O an, benim kızımın doğumundan sonraki ikinci büyük mutluluğumdur. O sıralarda da Varlık Dergisi’ne yazılar yazıyorum. Enver Ercan, Filiz Nayır vardı Varlık Dergisi’nde. Enver Ercan’a romandan bahsettim. “Yeni kadın yazarların kitaplarını basıyoruz” dedi. Romanı okudu ve bir hafta sonra arayıp “basıyoruz” dedi.   1994’te ilk kitabım Varlık Yayınlarından “Gölgesiz Bir Kadın” ismiyle yayımlandı. Polisiye/ Casus romanları dokusunun içinde görüldü. Ben aslında polisiye yazarı değilim. Bir kurgu kullanıyorum, bulmaca gibi çözülmesi gerekiyor. İlk kitabım o dönem içinde güzel de ilgi gördü. Kitap üzerine Ömer Türkeş’in çok güzel yazısı çıktı. Marka Yayınlarından 2008 de tekrar basımı yapıldı.  



“Sarışınım Diye Acı Çekmez miyim Sanıyorsunuz” son kitabınız. Düşünce partikülleri, monologlar ve diyaloglardan oluşan bir anlatı kitabı. Okuyucu olarak da zor bir tür. Nasıl başladınız, süreci öğrenebilir miyiz?

Ben yazı türlerinin hepsini seviyorum ve deniyorum. Deneme kitabı yazabilir miyim düşünmeye başladım. Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi ‘ yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şeyler vardı.’ Bunlardan nasıl bir metin çıkarırım da okuyanlar için yol gösterici olurum, belki kendilerinden bir parça bulurlar, duygularımı, düşüncelerimi kristalize ederek az kelime ile çok şey nasıl anlatabilirim diye kafamın içinde yöntem arayıp durdum. Yaklaşık 5 yılın sonunda bu 80 sayfalık metinler çıktı. Ama tabi düzenli bir yazma süreci değildi. Farklı zaman ve yerlerde gelen düşünceleri notlar şeklinde tuttum. Bunlar kısa, şiirimsi metinler oldu. İçerikleri yaşamla ilgili meseleler, erdemler, kavramlar gibi… Yaklaşık yirmi tane olunca Feridun Andaç’la paylaştım. Beğendi ve daha çok başlık olabilir dedi. Tabi onun söylediği kadar olamadı. Ben biraz aceleci bir kadınım aslında gerçi ayrıntılarda çok boğulmayı da sevmem buna rağmen son olarak yazdığım aşk romanında da 320 sayfa yazarak sabrımı zorlayarak bu aceleciliğimi yenmeye çalıştım. Dediğim gibi metinleri şiirimsi vermek istedim. Sonra bir kitap haline dönüşmeye başladı. Kitaplarım arasında da en sevdiklerimden biri oldu. Kavram ve erdemler üzerine bir bakış. Atilla İlhan’ın; “Herkes pişman ölür” dizesinde dediği gibi ben bu kavramlar üzerinden yola çıkarak kendimden hareketle başkalarının da altını çizeceği cümleler kurmaya çalıştım. Kitapla ilgili çalışırken facebookta Köksal Erdenoğlu ile tanıştım. Paylaştığı metinler çok hoşuma gitti beni adeta çarptı.  Karşı duran metinleri vardı. Hemen mesaj attım Köksal’a. Okuyucuya, senin metinlerin ile arada soluk aldırmak istiyorum dedim ve o da çok memnun oldu.  Seçtiğim metinleri böylece aralara yerleştirdim. Köksal’ın tanımı ile ‘insana kızgın ama bir o kadar da sevgi ve şefkat dolu’ metinlerle Köksal’ın metinleri arasındaki güzel uyumla son halini aldı.
                                                         

İsmine nasıl karar verdiniz?

“Bir nefes insandı” önce ismi. Etrafımdaki insanlar, dostlarım başka ismi olsun istediler, kızım kitabın içindeki bir cümle olsun dedi. Sonra bir akşam kitap okuyorum. Uykuya yakın bir zamanda. Ben gerçek sarışınım, bizim gençlik dönemimizde gerçek sarışın çok azdı. Sarışınlar sanki zengin olur, rahat bir hayat sürer diye düşünüyorlardı. Ben acılarımı, sıkıntılarımı çok dışarıya yansıtmam. Baktım ki bu durum içime dert olmuş, yaşadığımız kayıplar, hayatta kalma savaşı, yazarlık mücadelesi, var olma mücadelesi, anne babadan öğrendiğimiz erdemleri yaşatma mücadelesi. Sonra arkadaşım öykü yazmış. Orada hiç derdi olmayan karakterin adı Piraye! O ismi sevdiği için kullandığını söyledi ama, Piraye halleder, acı çekmez diye düşündükleri için, O akşam birden “Sarışınım diye acı çekmez miyim sanıyorsunuz” dedim ve öyle çıktı kitabın adı.

2006 yılından itibaren polisiye ağırlık vererek önce “Ay Çöreği”, “Cenin ve Ceset” yazdınız. Ve son olarak 2014 yılında “Miralay Çıkmazı” ile polisiye üçlemenizi tamamladınız. Polisiye yazma kararını nasıl aldınız?

Şebnem Atılgan’ın “sizin romanlarınızda çok güzel bir kurgu var, çözülmesi gereken, neden polisiye yazmıyorsunuz” diye sordu bir gün. Aklımın bir köşesine takıldı, çok güzel bir tespitti. O dönem televizyonlardaki dedektif tiplemeleri de beni etkiliyordu. Biraz düşünmeye başladım, saf polisiye olmasın, toplumsal ayağı da olsun diye.  Aklıma mahallelerdeki meraklı kadın tipleri geldi. Azade böyle ortaya çıktı. Kim gelmiş, kim gitmiş, kim kaybolmuş hepsini bilirler. Zekidirler de… Camda dururlar devamlı. Erkek dedektifim de Türk bir dedektif olsun diye düşündüm. Sonra gazetede polis akademili bir çocuğun okuldan atılma haberini okudum. Ondan sonrası da geldi zaten. Bunların ikisini aynı mahalleye koydum. Çocuğun polis akademisinden atıldığından ailesinin haberi yok, her sabah evden çıkıyor. İkisi dedektiflik bürosu kuruyorlar. Aslında birazda komedi gibi başladı. Azade hamur işlerini de çok iyi yaptığı için ismi de ortaya çıktı. “Ay Çöreği”. Ben aslında birazda eğlenmek istedim, okuyucuda eğlensin istedim.  Ömer Türkeş, çok iyi bir eleştirmendir ve yazarları her zaman destekler. Yine bir yazısında birinci kitabında dedektiflik bürosunu kuran Şengel, ikinci kitabında polisiyeye yeni geçmiş ama üçüncü kitapta tam olmuş diye yazınca o noktadan sonra o defteri kapattım. Çünkü günümüz dünyasında O kadar çok parmak ısırtan, dehşete düşüren polisiye olay yaşanıyor ki benim yazacağım bunların üzerinde olmalı diye düşündüm.

 Kimleri okuyorsunuz?

Lise yıllarında bizden yazarları, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, lise yıllarında Ahmet Hamdi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu , Nazım Hikmet, Attila İlhan daha öncesinde zaten yerli ve yabancı klasiklerin çoğunu okumuştum. Daha sonraki dönemlerde Atilla Bey’in masasının etrafında toplandığımız bütün yazar arkadaşlarımın kitapları da dahil, Attila İlhan’ın önerdiği yazarların eserlerini okudum. Romain Gary bunlardan biridir. Ayrıca modern dünya edebiyatından romanları da takip ettim. Marguez bunlardan biri. Klasiklerden Dostoyevski’yi çok severim. Şimdilerde ise Amerikan edebiyatı ve bizden yeni arkadaşları okumaya onları tanımaya çalışıyorum.

Son okuduğunuz kitap nedir?

Türkiye Polisiye Yazarları Birliği Kristal Kelepçe 2019 jürisindeyim. On altı polisiye kitap okudum ve oyumu kullandım.

Düzenli yazıyor musunuz?

Her zaman düzenli yazdım. Her gün bilgisayarın başında çalıştım. Son olarak bu kitabım ve teslim ettiğim bir aşk romanı var. Artık biraz kenara çekilip dışardan bakmak istiyorum.

Yazmaya nasıl başlıyorsunuz?

Önce kafamda yazıyorum. Bir süre kafamda onunla dolaşıyorum. Bir olay örgüsü ile başlıyorum. Gözlem, gazetelerin üçüncü sayfa olayları, yakın çevremde olanlar hepsinden etkilenebiliyorum. Bir olayla başlıyorum, sonra kendimden kattıklarımla kahramanlar ete kemiğe bürünüyor. Kahramanlar önemli ama asıl romanda kurgu çok önemli.  

Aşk romanı yazdım dediniz. Neler bekliyor okuyucuyu bu aşk romanında, nasıl başladı bu süreç?

Annem beni, kitaplarımı çok desteklemiştir. Mutludur yazar olmamdan. “Bir aşk romanı yaz” diyordu. Bende “Anne ben aşk romanı yazarı değilim.” diye takılıyordum. Hayatın farklı yönlerini çok işledim kitaplarımda. Bu arada annemin hayatı da hem bir anı roman oldu. Hem de ‘Yarım Kalan Mucize’ diye Biket İlhan tarafından filme alındı. Şebnem Atılgan’ın kaleme aldığı romanın ismi ise “Yarım Kalan Mucize/ Nahide’dir.  Annemin bana “bir aşk romanı yaz, içinde ben de olayım” telkinleri üzerine sonunda kitabı kaleme aldım. 1915’te başlıyor, 2106’ta bitiyor. Bir çeşit Cumhuriyet panoraması ve üç kuşak kadının aşk hikayleri… Şimdi romanı Anneme okumaya başladım, çok büyük bir mutlulukla dinliyor ve beğeniyor. O beğendiyse tamamdır.

Şimdi biraz dışardan bakmak istiyorum dediniz ama var mı Piraye Şengel’in okuyucuya sürprizleri?

Aslında bir projem daha var. Beni çok heyecanlandıran, mutlu eden bir proje. Çocuk kitabı. Torunum Fırat’ın maceralarından hareketle yazdım. Adı “Neşeli Günler” olacak. Ben yazdım, resimleri de torunum Fırat çizdi. Yeni yılda yayınlanacak.






6 Eylül 2019 Cuma

Mevsim Yenice ile Söyleşi


                                                           


Üniversitede fizik eğitimi almışsınız. Yazı ile ilişkiniz nasıl başladı? Neydi sizi bu yola yönlendiren?

Edebiyata bu kadar ilgili olmama rağmen, bir şansım daha olsa akademik bir sıkıntıya dönüşmesinden korktuğumdan üniversitede edebiyat eğitimi almak istemezdim. Bu nedenle üniversitede fizik eğitimi almış olmaktan hiç pişmanlık duymadım, kendim, hayata ve olaylara başka bir boyutta bakabilme ve yapabileceklerimin sınırıyla ilgili çok şey öğretti fizik eğitimim.

“Yazmak” hayatımda ilk-orta okul dönemlerinden bu yana hep vardı aslında. Fakat her şeyi bir kenara bırakıp buna odaklanma fikri bir türlü mümkün olmuyordu. Daha sonra 2014 yılının başında -birkaç yıldır çalışmıyordum- yıllardır çeşitli sebeplerle ertelediğim şeyi yapmak için yola koyuldum. En güçlü motivasyonum mevcut durumumu avantaja çevirmeye çalışarak yeni bir şeyler keşfetmekti.



“Bilinmeyen Sular” son öykü kitabınız.  Okuru neler bekliyor “Bilinmeyen Sular” da?

Aidiyet kavramını on öyküde, farklı farklı hikayeler ve karakterler, meseleler üzerinden inceleyerek, yıkıp tekrar inşa etmeye çalıştım. Hiçbir yere gidemeyeceğini bilmesine rağmen gidecekmiş gibi davranmayı sürdürenlerin, pes etmediği için başkalarına dönüşenlerin, kendini başka birinin fotoğrafına ait hissedenlerin kendince mevcut durumlarıyla başa çıkabilmek için oynadıkları oyunlara davet ediyorum okuyucuyu birlikte oynayabilmek adına...

 “Bilinmeyen Sular” on öyküden oluşuyor ve öykülerinizin müzik ve resimle olan bağları okuyucuda farklı bir etki yaratıyor. Her bölümün başında Pink Floyd’dan alıntılar var. Müzik ve resimle olan ilişkinizi ve bunların öyküleriniz üzerindeki etkilerini öğrenebilir miyiz?

Farklı sanat dallarından çok beslenen biriyim. Çok etkilendiğim bir tablonun karşısına geçip, orada etkilendiğim bir figür ya da ışık yansıması karşısında, ben bu duyguyu kelimelere nasıl dökerim diye düşünüyorum mesela. Bir şarkının aynı yerindeki tek bir kelimenin tonlaması beni yıllar yılı aynı yerden vurabiliyor, o hissin metindeki karşılığı nedir diye kafa yoruyorum. Bir  okur olarak da metnin içinde farklı sanat dallarının yansımasını görmeyi seviyorum.
                                                                  

2015 yılında “Açık Artırma” öykünüz altKitap Öykü Yarışması’nda birincilik ödülünü aldı. O tarihten itibaren yazılarında ve kaleminizde neler değişti?

Kendim adına bu tip sorulara cevap verebilmek epey zor, nelerin değiştiğini daha dıştan bakan bir gözün daha net tartabileceğini düşünüyorum. Öte yandan ben kendi adıma yapmak istediğim şeyi şöyle özetleyebilirim; yazdığım her yeni öyküde, bir önce yazdığım metnin üzerine yeni bir tuğla, katman inşa ederek ilerlemeye çalışıyorum. Becerebiliyorsam ne mutlu.

Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz? Mevsim Yenice’nin romanlarını da okuyacak mıyız?

Öykü okumayı çok seviyorum ve bunu her fırsatta da dile getiriyorum. Kısa sürede bir sürü değişik dünyaya buyur edilebildiğiniz bir evren beni çok heyecanlandırıyor. Kafamın olumsuzluklarla dolu olduğu bir günde mevcut durumu unutabilmek için öykü okuyorum mesela, bir yerde birilerini bekleyeceksem o gelene dek bir öykü okuyuveriyorum, okuyamayacak durumdaysam sesli kitap aracılığıyla öykü dinliyorum. Kısacası öykü sevdiğim bir tür. Kendi yazma serüvenimde öyküyle olan bağım nereye gidecek inanın ben de bilmiyorum. Kafamda bir novella fikri var ancak ilk kitabımdan sonra da vardı, yazdığım 4 bölümü daha sonra 4 ayrı öyküye çevirdim. Şu günlerde kafamdaki novella fikrinin büyüyüp serpilmesi için uğraşırken çok beğendiğim bir öykü kitabını okudum ve oturup öykü yazma isteği doğdu içimde. O nedenle ben de bilmiyorum öykü peşimi bırakacak mı J

Öykülerinizde kahramanlarınızı seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Ön hazırlık, okumalar yapıyor musunuz? Sizi etkileyen yazarlar ve kitapları da öğrenebilir miyiz? Kurgunuzu, tarzınızı neler etkiliyor, yazarken veya hazırlık aşamasında nelerden etkileniyorsunuz?

Öyküye başlarken kafamda genelde ufacık bir kesit, görüntü ya da karakterin bir eylemini gösteren sahne oluyor. Gerisi yol boyunca kendiliğinden açılıyor, beni heyecanlandıran kısım da burası zaten; karanlıkta iz bulmaya çalışmak ve yeni şeyler keşfetme anı. O nedenle karakter kendi kendini seçiyor diyebilirim. Ön hazırlık ve okuma yaptığım metinlerim oluyor ama karakter seçimi için değil, zaten var olan karakteri derinleştirebilmek adına. Örnek vermem gerekirse Bilinmeyen Sular kitabımdaki Bataklık Balığı öyküsü İngiltere bataklıklarında çizim için gözlem yapan İngiliz bir ressam ve İrlandalı yardımcısını konu alıyor. Bunun için İngiliz bataklıklarıyla ilgili araştırma yaptım, belgeseller izledim. Ve hatta öykünün adı da o araştırmalar sayesinde çıktı. Yine aynı sebepten İrlandalı yardımcının geçmişini kuvvetlendirebilmek için İrlanda mitleri okurken Azize Brigid ile karşılaştım ve öyküye müthiş hizmet etti kurgu açısından da. Bulduğum her ayrıntı öykünün gidişatı için yeni bir kapı aralıyor ve bu inanılmaz keyifli bir süreç.

2016 yılından bu yana altKitap ve altZine yayın kurulundasınız. Yeni öyküler, daha doğrusu belki de yeni yazarların öykülerini okumak sizi nasıl etkiliyor? Yeni genç yazar adaylarına neler söylemek istersiniz?

Altkitap ve altzine’in yayın kurulunda bulunmak her anlamda çok şey kattı bana. Kolektif bir çalışma içinde bulunmanın faydaları, birçok metin okumanın kendi okur süzgecimi daraltması ve daha güzeli kurduğum değerli dostluklar açısından benim için çok şey ifade ediyor bu.

Yazmak isteyenler için en güzel mutfak dergiler bence. Ben de Tekme Tokatlı Şehir Rehberi yayımlanmadan önce epey dergiye öykümü yollamış, kiminden red alarak üstünde tekrar çalışmam gerektiği konusunda hem fikir olmuş, bazı öykülerimin de yayımlanmasına şahit olup sevinmiştim. Bu nedenle bu tip platformları çok yararlı ve okurla dergilerin birlikte yürüttüğü ekip çalışmasını oldukça değerli buluyorum.