Sevr Yolu, 1855, tuval üzerine yağlıboya, 34x49cm
7 Nisan 2020 Salı
Çalıntı Eserler- Jean- Baptiste- Camille Corot
6 Nisan 2020 Pazartesi
Çalıntı Eserler-Paul Cézanne
Auvers-sur-Oise Yakınında 1879-1882 tuval üzerine yağlıboya, 46x55 cm
1 Ocak 2000 tarihinde İngiltere'de Oxford'daki Ashmolean Muzesi'nden çalındı.
Hırsızlar İngiltere'nin halka açık en eski müzesine milenyum öncesinde cam çatıdan girdiler; aşağıdaki galeriye halat merdivenler sarkıttılar. Bu resim 19. yüzyıl sanatının önemli bir örneğidir. Cézanne'nın bir zamanlar çalıştığı ve yaşadığı küçük bir kasabayı tasvir ettiği söylenir.
5 Nisan 2020 Pazar
Çalıntı Eserler-Gustav Klımt
Kadın Portresi, 1916-1917 civarı, tuval üzerine yağlıboya
18 Şubat 1997'de İtalya'da Piacenza Galleria Rico Oddi'den çalındı.
18 Şubat 1997'de İtalya'da Piacenza Galleria Rico Oddi'den çalındı.
Bu resim 18Şubat'ta çalınmasına rağmen 22'sine kadar fark edilmedi. Galeri tadilat için kapatılmış ve bazı resimler taşınmıştı. Bu nedenle güvenlik görevlileri resmin depoya kaldırıldığını sandılar. Soruşturma sonucunda hırsızın çatıya tırmanıp, bir tavan penceresi açtıktan sonra bir olta kullanarak çekerek aldığı anlaşıldı. Çerçevesi çatıda bulundu.
22 yıl sonra Aralık 2019'da İtalya'da Ricci Oddi Modern Sanat Galerisi'nde bir bahçıvan galerinin duvarındaki sarmaşıkları temizlerken bulduğu paket için şunları söylüyor: "İlk önce siyah bir torbanın içinde bir kutu buldum ve çöp zannettim. Sonra içine baktığımda tabloyu gördüm ve galerinin sahibine haber verdim.
Emniyet yetkilileri hırsızların daha sonraki bir tarihte almak için galeri duvarının arasına koyduklarını ancak bir sebepten geri gelemediklerini söylüyor.
Eserin çalınmış olduğu tarihte o dönem bütün galeri çalışanları soruşturma geçirmiş ve eserin kaybolmasına ilişkin dava kanıt yetersizliği nedeniyle düşmüştü.
Böylece 22 yıl 9 ay boyunca çalınan tablonun bu süre boyunca sanat galerisinde olduğu ortaya çıktı.
22 yıl sonra Aralık 2019'da İtalya'da Ricci Oddi Modern Sanat Galerisi'nde bir bahçıvan galerinin duvarındaki sarmaşıkları temizlerken bulduğu paket için şunları söylüyor: "İlk önce siyah bir torbanın içinde bir kutu buldum ve çöp zannettim. Sonra içine baktığımda tabloyu gördüm ve galerinin sahibine haber verdim.
Emniyet yetkilileri hırsızların daha sonraki bir tarihte almak için galeri duvarının arasına koyduklarını ancak bir sebepten geri gelemediklerini söylüyor.
Eserin çalınmış olduğu tarihte o dönem bütün galeri çalışanları soruşturma geçirmiş ve eserin kaybolmasına ilişkin dava kanıt yetersizliği nedeniyle düşmüştü.
Böylece 22 yıl 9 ay boyunca çalınan tablonun bu süre boyunca sanat galerisinde olduğu ortaya çıktı.
Tuğba Doğan ile Röportaj
Sevgili Tuğba Doğan'la mürekkephaber için yaptığımız röportaj
-Klasik bir soruyla başlamak istiyorum. Sizi tanıyabilir miyiz? Yazıyla yolunuz nasıl kesişti, nasıl başladı yazı yolculuğunuz?
Sanırım çok erken yaşlarda yazı yazmanın dilediğimce yalnız kalabilmenin bir yolu olabileceğini keşfettim. Bu keşifte babamı gözlemlememin büyük etkisi olmuş olmalı. Çoğu zaman defterini alıp bir köşeye çekildiğini, yüzünde başka zamanlarda pek rastlamadığım türden bir ifadeyle bir şeyler karaladığını hatırlıyorum. Ne yapıyor ve bu şeyi yaparken ne hissediyor acaba diye anlamak gayretiyle onu izlerdim. Defterlerini aşırıp içindeki dünyaya ilk kez girdiğimde şaşırmıştım. Farklı metin parçalarının oluşturduğu bir tür kolajdı bu defterler. Bir günlüğe ait olduğu düşünülebilecek pasajlar, şiir denemeleri, kısa öykü denebilecek metinler, daha büyük bir anlatıya –belki bir romana- ait giriş denemeleri, sevdiği bir şiiri alıntılayıp ona dair yazdığı yorumlar vs. Babamın tanıdığım kişiden çok daha fazlası olduğunu görmüştüm. İstediği zaman kaçabileceği bir dünya yaratmış gibiydi. Ben de var olan oyunlardan sıkılan, sıkıcı bir çocuktum. Kendime başka oyunlar yaratmak istiyordum ama bunu nasıl yapabileceğimi de bilmiyordum. Babamın mesleği dolayısıyla çocukluk yıllarım farklı şehirlerde geçti ve arkadaşlarım sürekli değişmek durumundaydı. Öyle olunca kitaplar kalıcı arkadaşlara, yazı da içinde sıkılmadığım tek oyun alanına dönüştü. Hala da benim için sıkılmamayı mümkün kılan tek şey yazmak.
-Sosyolog, çevirmen, senaristsiniz. Yaptığınız işlerin yazılarınız üzerinde etkisi oldu mu, oluyor mu?
Mutlaka. Sosyoloji her şeyden önce size bir okuma disiplini kazandırıyor. Bireyi, toplumu ve tarihi; en genel manada da hayatı ve kendinizi okumaya dair bir disiplin bu. Çeviri yaparken ve senaryo yazarken de kelimelerin farklı kudretlerine aşinalık kazanıyorsunuz. Bütün bunlar kaçınılmaz olarak yazıyla kurduğunuz ilişkiye katkı sağlıyor.
-Yazma süreciniz nasıl oluyor? Önce konu mu çıkıyor yoksa karakterlerden mi yola çıkıyorsunuz?
Benim için her zaman önce bir mesele oluyor. Üzerine düşünmek ve tartışmak istediğim bir mesele, bir soru. Sonra bu sorunun etrafında gezinecek karakterler kuruyorum ve onları bu meselelerle cebelleşmek üzere çeşitli yaşantıların, durumların içine atıyorum.
-Hangi yazarları okuyorsunuz, en sevdiğiniz yazarlar kimler?
Devamlı yeniden okuduğum bazı yazarlarım var. Dostoyevski, Kafka, Bachmann, Tournier, Tanpınar ilk aklıma gelenler. Sadece kurmaca değil, kuram ve felsefe alanında da aynı şey geçerli. Baruch Spinoza, Walter Benjamin, Gilles Deleuze, Friedrich Nietzsche’yi sayabilirim. Eski-Yeni Ahit ve Kur’an’ı da devamlı yeniden okuduğum metinlere dahil edebilirim.
-İlk kitabınız “Musa’nın Uykusu” ile ikinci kitabınız “Nefaset Lokantası” arasında Tuğba Doğan’ın kaleminde neler değişti? Yeni kitap çalışması var mı? Bu süreçte neler yaşıyor Tuğba Doğan?
Kalemimdeki değişimleri benim tespit edebilmem mümkün değil. Bu soruya sağlıklı cevabı okur verebilir gibi geliyor bana. Evet, şu ara yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Başka bir şeye pek de vakit kalmıyor. Yeni kitabın meselelerine dair araştırmalar, okumalar yapıyorum. Bu meselelerden ikisini söyleyeyim; dostluğun ve cimriliğin doğası üzerine düşünüyorum.
-Türkiye’de çevirmen olmanın zor yanları var mı?
Türkiye’de kültürel alanda üretim yapan biriyseniz işiniz çok zor. Çok yoğun bir adanmışlık ve zamanınızın bütününü isteyen işlerle uğraşmayı ve bunun karşılığında maddi-manevi çok az takdir görmeyi göze almış olmanız gerekiyor. Çeviri yaparak ya da yazarak hayatta kalabilmeniz için maddi motivasyonlardan öte gerçekten yaptığınız şeyi tutkuyla sevmeniz gerek.
-“Nefaset Lokantası”nda varoluş, coğrafya, zaman ve ölüm ana temalar. Tuğba Doğan için ne ifade ediyor bu temalar?
Bu temalar kendisi ve hayat üzerine düşünen her insan için temel kavramlar. Ben onları romanın, edebiyatın içinde çalışıyorum, anlamak ve anlatmak için.
-Nefaset Lokantası’nın ana karakteri Salih’in “uzaklara gitme isteği” üzerinden günümüzde çok görülen şehirden ayrılma, yurtdışına veya kasabalara gitme isteğini sosyolog-yazar olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Romanın başkarakteri Salih neden gitmek istediğini sorgulayan arkadaşlarına “kalamayan gider.” diyordu. Ben de onun gibi düşünüyorum sanırım. Mesele basitçe bir şımarıklık, çıktığı kabuğu beğenmemek ya da memleketi terk edip kendini kurtarmaya çalışmak değil. Kendini dışlanmış hissedenin, kalamayanın bir tür kaçışa zorlanması ve beyinlerin değil, ruhların göçü.
-Son olarak Cemil Meriç yaşasaydı oy kullanır mıydı?
Kitapta bu soruya Metin “Benim bir fikrim var ama kendime saklayacağım, yerin kulağı var. Hem zaten bu zamanda kimseye kefil de olmamak lazım” diye cevap veriyordu . Benim ne düşündüğüme gelince. Bence Cemil Meriç yaşasaydı oy kullanırdı ama oyunu çok büyük bir kitlenin şaşıracağı bir partiye verirdi.
Labels:
Musa'nın Uykusu,
Nefaset Lokantası,
öykü,
röportaj,
Tuğba Doğan,
YKY Yayınları
Tuğba Gürbüz ile Röportaj
Klasik bir soru ile başlamak
istiyorum, sizi tanıyabilir miyiz? Yazı ile yolunuz nasıl kesişti?
Çanakkale’de
büyüdüm. Lise ikiye geçtiğim yaz, babamın işi nedeniyle Kayseri’ye taşındık.
Kerameti kendinden menkul, uzaklara derin derin bakan yazar pozlarını ilk kez
orada verdim. Kendimi bütünüyle ait hissettiğim bir kentten Kayseri’ye taşınmak
benim için duygusal anlamda zorlayıcı bir deneyimdi. Yazmak orada başladı,
memlekete gönderilen mektuplarla, özlemle, üniversitede yeniden kavuşma
hayalleriyle… Yazmak, o günlerden bu yana, duygularımı, düşüncelerimi tasnif
etmek, izlemek, kendimi anlamak için sıkça başvurduğum bir eylem.
Sağa
sola yaptığım karalamaların, iç dökmelerin bir adım ötesine geçmem ise,
katıldığım bir Yaratıcı Yazarlık Atölyesi ile başladı. Mario Levi’den ders
almak, yazma cesareti kazanmama,
yayımlanana kadar metinlerimin tek okurunun ben olduğumu kavramama ve yazarken
beni izleyen gözlerden kurtulmama olanak sağladı. Ödülün kendisinin yazmak
olduğunu unuttuğum, omzuma oturmuş her yazdığıma kaşını kaldıran, gözlerini
deviren içimdeki mükemmeliyetçi seslere fazlaca aldırdığım, bu nedenle kendime
kötü ilk taslaklar yazma izni vermediğim bir dönemde, tanıştığım Yeşim
Cimcoz’dan ise yazının zanaatkârı olmadan sanatkârı olunamayacağını öğrendim.
Mükemmeliyetçilik baskısı nedeniyle yitirdiğim oyuncu yanımla yeniden tanıştım.
Tüm bunların yanı sıra diş hekimiyim ve Deniz’in annesiyim.
“Kendisiymiş Gibi” ikinci öykü
kitabınız. Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata
karşı anlam arayışı öykülerinizdeki belirgin temalar. Okuyucuyu neler bekliyor
“Kendisiymiş Gibi”de?
Kendisiymiş Gibi’de
yer alan öyküler Batı’yı anlatıyor, giderek yalnızlaşan, çevresine, ailesine,
kendisine yabancılaşan, içine kapanan bireyi. Okuru, zihnimizin bize oynadığı
oyunlara, hatırlama biçimlerimize, gerçekle hatırlanan arasındaki
tutarsızlıklara bakmaya, yavaşlamaya, yüzleşmeye ve en nihayetinde silkinmeye,
değişime davet ediyor.
İçinden
geçtiğimiz, gözle görülmeyen bir virüs tarafından yola getirildiğimiz şu
günler, hem bireylere hem de devletlere aynı daveti sunuyor; insanlığın
bildiği, alışageldiği yöntemlerle devam edemeyeceğini, daha adil, sosyal bir
dünya düzeninin el birliğiyle ve ivedilikle inşa edilmesi gerekliliğini açıkça
ortaya koyuyor. Umarım hepimiz üzerimize düşen kıssadan hisseyi alır ve
harekete geçeriz.
2015 yılında çıkan ilk öykü kitabınız
“Lodos Çarpması” ile ikinci kitabınız “Kendisiymiş Gibi” arasında geçen süreçte
Tuğba Gürbüz’ün kaleminde nasıl değişlikler oldu?
Lodos Çarpması’ndaki
öyküler, daha çok bir olayın, deneyimin aktarıldığı, anlatmaya dayalı
hikâyelerdi. Bir kitap bütünlüğünde elime alıp okumak, öykü yazarı
arkadaşlarımdan gelen geri bildirimleri işitmek, beni hikâye etmenin yanı sıra,
gözetmem gereken diğer unsurlara, özellikle de dilin kullanımına kafa yormaya,
dilin imkânlarını çoğaltmanın yollarını aramaya yöneltti. Bu anlamda benim
yazarlıktan muradım, okurda daha canlı ve kesintisiz bir düş yaratmak, ilk
kitabın üzerine çıkmaktı. Dolayısıyla Kendisiymiş
Gibi “yeniden yazma” sürecinin daha uzun sürdüğü, okurluğuna güvendiğim
arkadaşlarımdan bir dış göz olarak daha çok yararlandığım bir sürecin verimi
olarak okurun karşısına çıktı.
On sekiz öyküden oluşuyor
“Kendisiymiş Gibi”. Öykülerinizdeki kahramanlarınızdan bahseder misiniz? En
sevdiğiniz kahramanınız kim?
Benim
öykü tanımım “Geçerken gördüğüm şey” şeklinde. Kitapta yer alan öyküler, bu
tanımı doğrular nitelikte, kısa bir an içinde, bir durumu, olayı öykü kişileri
aracılığıyla aktarıyor. Dolayısıyla çabam, akılda kalır kahramanlar yaratmaktan
ziyade, öykü kişileri aracılığıyla bir duruma, olaya dikkat çekmek, modern
bireyi eleştirmek, okuru kendisiyle yüzleşmeye davet etmek. Öykülere baktığımda
çok belirgin kahramanlar yerine, flu yüzler, okurun kendi suretinin üzerine
düşeceği boşluklar görüyorum.
Tanıtım yazınızda pek de duygusal
olmayan bir dille yazdığınız belirtilmiş. Ne söylersiniz yazı dilinizle ilgili?
Okuduğumuz
her metin bizde birtakım duygular uyandırır. Bizde uyanan duygular, yazarın
yaratmak istediği düş dünyasına daha kolay girmemize, o düşün kesintisiz
sürmesine de olanak sağlar. Bununla beraber duygu uyandırayım derken aşırıya
kaçmayı, duygu sömürüsüne yaslanmayı, okurun dikkatini çekmek ve sempati
yaratmak için şoke edici şeyler yazmayı, kolaycılığa kaçmak olarak görüyor,
özellikle kaçınıyorum. İyiyle kötü, haklıyla haksız arasındaki ayrımın altını
kalın çizgilerle çizmeden, olanı olduğu gibi aktarmak, yalın ve akıcı bir dil
kurmayı önemsiyorum.
Öykülerinizde yazarken ön hazırlık
yapıyor musunuz? Yazma sürecinde neler yaşıyorsunuz?
Öykülerin
yazılma anı çok uzun ve büyük hazırlıklar gerektirmiyor, benim için. Gündelik
hayatın içinde dikkatimi çeken, beni rahatsız eden bir durumla başlayıp
çalakalem yazıyorum. Her defasında bu kadar gelişigüzelliğin içinden değerli
bir şey çıkar mı diye endişeleniyorum ama sabırlı bir bahçıvan gibi tohumları
serpmeye, sulamaya devam ediyorum. Kelimeler çoğaldıkça, karakterler beliriyor,
üzerinde çalışmaya değer bir yönü işaret eder hâle geliyor. O zaman kaybolma
korkusu olmaksızın ipin ucunu tutup labirentin derinliklerine dalıyor ve
yazının getireceği sürprizlerden keyif almaya başlıyorum. İşin asıl eğlenceli
yanı da bu olsa gerek. Sonra ince işçilik de diyebileceğimiz yeniden yazma
süreci başlıyor. Bu aşama da, metni bekletmek, kelimelerin yerlerini
değiştirmek, anlam zenginliği katacak şekilde çoğaltmak ya da eksiltmek,
defalarca okumak, metni imla hatalarından temizlemek, nihayet bir öykü
bittiğinde bütün bunları yeniden yapabileceğini ummaktan geçiyor.
İki öykü kitabınız var. Üçüncü
kitabınız roman olabilir mi? Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir
miyiz?
Pek
çok kadın yazar gibi benim de okumaya ve yazmaya ayırdığım zaman kısıtlı.
Çalışma hayatım, kızımın bakımı ve evle ilgili sorumluluklardan arta kalan
sürenin el verdiği oranda üretmeye çabalıyorum. Bu da beni daha oylumlu
metinler yerine öyküye yöneltiyor. Zamanımın el verdiği ölçüde parçaların
çıkmasına izin vermek, aralarda geri dönmek, kısa sürede metnin tamamını
okuyarak kaldığım yerden rahatça içine girmek ve yeniden yazmak bu koşullar
altında ancak öykü ile mümkünmüş gibi geliyor.
Daha
oylumlu metinler yazmak için daha geniş zamanlara ihtiyaç olduğuna inanıyorum.
Günün birinde sabrım, soluğum ve zamanım bir roman yazmaya yeter mi emin
değilim. Bununla beraber kızım büyüyor, giderek daha kalın kitapları deviriyor
ve benden eğlenceli, maceralı bir çocuk romanı bekliyor, dahası çocuklar için
yazmak konusunda yeterince istekli ve çalışkan olmamakla suçluyor. Evdeki yoğun
baskıyı göz önüne alırsam, bir sonraki kitabın bir çocuk romanı olmasını canı
gönülden istiyorum.
Tuğba Gürbüz, hangi yazarları okuyor?
Öykü
yazdığım için daha çok öykünün ustalarını okumaya çalışıyorum. Sait Faik,
Tomris Uyar, Selçuk Baran, Murathan Mungan, Fikret Ürgüp, Murat Gülsoy, Ayfer
Tunç, Yekta Kopan, Murat Özyaşar severek okuduğum yazarlar arasında. Bunun yanı
sıra elimden geldiğince yeni çıkan öykü kitaplarını da takip etmeye
çalışıyorum. Yazmanın incelikleriyle ilgili kitaplar başucumda duruyor. Oradan
edindiğim bilgilerle kendi metinlerimin editörü olmayı öğreniyorum. Ve elbette
çocuk kitapları! Uzun yıllar kızıma birbirinden nefis çocuk kitapları okudum.
Kızım şimdi dokuz yaşında ve tam bir kitap kurdu. Artık o bana sevdiği
kitapları ve yazarları öneriyor. Onun önerdiği çocuk kitapları da severek
okuduklarım arasında yer alıyor.
Uzun süredir “Kurmacabiyografiler”
adlı bloğunuz var. Blog yazarlığının yazılarınıza etkisi nasıl oldu?
Blog
tutmaya başladığımda ilk amacım yazdığım metinleri paylaşmak, “Ben de
buradayım, varım” diyerek kendime bir alan açmak ve yazma disiplini sağlamaktı.
Ancak yıllar içinde merak ettiğim, ilgi duyduğum, öğrenmek istediğim alanların
her birine açılan bir kapı hâline gelerek ‘iyi ki başlamışım’ diye düşündüğüm
bir nevi oyun ve keşif alanına döndü.
Labels:
hikaye,
kendisiymiş gibi,
notabene yayınları,
öykü,
röportaj,
Tuğba gürbüz
Mustafa Delioğlu ile Röportaj
Türkiye’nin figüratif ressamlarından, her çalışmasında yeni teknik ve tavır geliştiren ressam- illüstratör Mustafa Delioğlu’ile “Eskiden-Yeniden” resim sergisi ve çalışmaları üzerine mürekkephaber için konuştuk.
-“Eskiden – Yeniden” resim serginiz Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde 26 Ocak’a kadar devam ediyor. Sanatseverleri neler bekliyor sergide?
Sergide 15- 20 yıllık çalışmalarım, işlerim var. Hatta 2020’de son fırça darbesini vurduğum işimde var. Toplamda burada 65 adet resim sergileyebildik. Sanatseverler, izleyiciler benim yirmi yıllık çalışmalarımın bir kısmını toplu halde bu sergide görebilirler.
Benim çalışmalarımı dışavurumcu eserler. Her zaman samimi olmaya ve bunu tuvalime yansıtmaya çalıştım. Kitaplardan, resimlerden öğrenerek, iç güdülerimle, çok çalışarak, kendimi tekrar etmeyerek resim yaptım. Sanatseverlerde bu sergide çabamı, samimiyetimi, sevgimi göreceklerdir diye düşünüyorum.
-Resim yapmaya nasıl başlıyorsunuz? Ön hazırlık yapıyor musunuz?
Eskiz yapmıyorum. Tuvalim hazır duruyor. Benim bir işimde çocuk kitapları resimlemek. 2.000’den çocuk kitabı resimlemişimdir. Planlamıyorum resim yaparken. O anda tuvalin karşısında çıkıyor her şey. Başlıyorum, resim beni nereye götürürse oraya kadar gidiyorum. Resim bitince de o serüven bitiyor. O bitti anını yakalamak irade gücü istiyor. O anı kaçırdığınızda resim de bozuluyor. O anı iyi yakalamak, o anı tespit etmeye dikkat etmek gerekiyor.
Resim yapmayı şöyle de düşünebiliriz. İçinizden resim yapma isteği geliyor ve resim yapıyorsunuz ve işte o zaman iyi resim ortaya çıkıyor. İstekle yapmak önemli.
-Resim yapmaya nasıl başladınız?
Ben okullu değilim. Çocukken kitaplarda gördüğüm resimleri yapardım. Onlar kadar iyi yapamadığım içinde çok üzülürdüm. Erzincan Paşağı Köyü’nde doğdum, 14 yaşında da İstanbul’a göç ettik Feneryolu’na. Eskiden köyden gelenler burada kasap- bakkal ve kömürcü çırağı olarak çalışırmış. Abilerimde öyle yapmış, ben de öyle yaptım ve abimin kasap dükkanında çırak olarak işe başladım. Ama bu arada resim yapmaya da devam ediyorum. Bunlar olurken en çok yaptığım şey de okumaktı. Elime o zamanın şartlarında ne geçse okuyordum. Kitap okumak demek ufkumum açılması demek. 16- 17 yaşlarında ben bu işleri yapmayacağım dedim. O kasap dükkanına sığmıyorum. Gravürleri kopya ediyordum, onları camcının vitrinine koyuyordum. Resimle ilgili sadece ilkokulda öğretmenimden öğrendiklerim vardı. Ben devamlı okuyordum ve bakıyordum. Tabi o zamanlar resimle ilgili fazla kitapta yoktu. Kasap dükkanında çalışırken de devamlı resim yaptım, hiç bırakmadım. 68’de ilk resim sergimi açtım Beyoğlu Şehir Galerisi’nde. Olgun resimler değil, tabi ama çabalıyorum resim yapmaya.
Bu arada para kazanmamda gerekiyor. Reklam ajansına girdim, tabela yaptım, filmlere fon yaptım. O dönemlerde film Bağdat’ta geçiyorsa panoramik Bağdat resmi yaptım film için. Geçinmem için para kazanıyorum, resim yapmaya da devam ediyorum ve ressamlar tanıyorum, arkadaşlar ediniyorum. Ben mutlaka kitap okunması gerektiğini düşünüyorum. Eğer sanatçı iseniz daha çok okumanız gerekiyor. Beni buralara getiren kitap okuma tutkumdur.
-Çocuk kitaplarını resimleme dönemi nasıl gelişti?
Reklam şirketinde çalışıyorum. Cağaloğlu benim için çok önemli bir yer. Taksitle kitap alabiliyorum, daha çok kitaba ulaşma ve alma şansım var. O dönemde en büyük isteklerimden biri kitap kapağı yapabilmek. Kitap dükkânı olan bir arkadaşım yayınevleri ile çalışıyor. Benim bu isteğimden bahsedince teklif geliyor. O dönem bu işi yapan çok kimse yoktu. Ustalarımız var tabi. Sait Maden, Ayhan Erel.
Ostrovski’in “Fırtına Çocukları” kitabı için yaptığın kitap kapağı tasarımım o dönem çok ilgi gördü 1970’lerin başında sonra da diğer siparişler gelmeye başladı. 1973’de de Erdal Öz’ün isteğiyle Truman Capote’nin “Para Dolu Damacana” adlı kitabının kapak tasarımını ve resimlerini yaptım ve böylece çocuk kitapları resimleme dönemi başladı benim için.
Sonrasında Cağaloğlu’na atölye açtım. Grafik işler de yapıyordum ama amacım, resim ve illüstratör olarak çalışmak ve onlardan para kazanmaktı.
-Çocuk kitapları resimlerken nasıl çalışıyorsunuz?
Elinizde bir metin var, onu ince ince okurum. O metni resimleyerek görsel hale getirirken her şeyin en iyisi olması için çabalıyorum. Yoğun boya kullanıyorum, desen tadını muhafaza etmeye çalışıyorum. Çocuklara elimden geldiğinde en iyisini sunmaya gayret ediyorum. Çocuk kitapla beraber içinde görselle karşılaşıyor. İnsan bakarak algılar. İyi şeylerle karşılaşınca beğenisi de böylece gelişiyor. İnsan beğenisinin gelişmesi çok önemli ben öyle düşünüyorum.
-Kitap kapağı yaptığınız dönemlerde yapmak isteğiniz kitap kapağı oldu mu?
Şöyle cevaplayabilirim. O dönemde aslında sevdiğim bütün yazarlara kitap kapağı yaptım. Maksim Gorki, Jack London, Ernest Hemingway, Jack Steinbeck’in kitaplarına kapak yaptım. Çağdaşlardan Paul Auster’in kitap kapaklarını çalıştım. Artık günümüzde kitap kapakları tasarımı farklı ilerlediğinden ben daha çok çocuk kitapları resimliyorum. Yaşar Kemal’in kitap kapaklarını yaptım. Yusuf Atılgan’ın çocuk kitabı “Ekmek Elden Süt Memeden”i resimledim. Son olarak Azizi Nesin’in bütün kitaplarının kapaklarını yaptım. Bir dönem “Kumbara Dergisi”nde resimli romanlar vardı. Bekir Yıldız, Tarık Buğra, Halikarnas Balıkçısı’nın resimli romanlarını yaptım dergiye.
Son olarak şöyle diyebilirim iyi resim yapan bütün ressamları, iyi yazan bütün yazarları çok seviyorum ve onlarla çalışmak çok güzeldi-güzel.
24 Ekim 2019 Perşembe
İntergalaktik Sergisi üzerine İpek Yeğinsu ile röportaj
İpek Yeğinsu küratörlüğünde Anna Laudel’de 3 Eylül - 20 Ekim 2019 tarihleri arasında, farklı disiplinler yaklaşımlara sahip sanatçılar Beyza Boynudelik, Şafak Çatalbaş, Alper Derinboğaz, Emin Mete Erdoğan, Horasan, Ekin Su Koç, Ali Miharbi, Ali İbrahim Öcal, Özcan Saraç, Meltem Sırtıkara, Merve Şendil ve İrem Tok’un eserlerinden oluşan “İntergalaktik” sergisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı 16. İstanbul Bienali'ne (14 Eylül - 10 Kasım) paralel olarak düzenlendi. “ İntergalaktik” sergisi üzerine İpek Yeğinsu ile konuştuk.
“İntergalaktik” sergisinin oluşum ve hazırlık aşamalarını öğrenebilir miyiz?
Yaklaşık bir yıl önce, sanatçılar
Meltem Sırtıkara ve Beyza Boynudelik ile birlikte bir proje yapma arzusu içine
girdik. Hepimizi aynı derecede heyecanlandıran ve ilgilendiren bir konudan
hareket etmeliydik. Uzun sohbetlerden sonra, benim yıllardır üzerine kafa
yorduğum, onların da sanatsal pratiklerinde farklı biçimlerde yer bulan bu tema
üzerine daha derin düşünmek istediğimize karar verdik. Onlar sergi için yeni iş
üretme sürecine girişirken, ben de bu son derece geniş konuyu birçok farklı
açıdan ele almaya çalışarak olgunlaştırdım ve başka sanatçıları da projeye
dahil etmeye başladım. Bu arada projeyi Anna Laudel’e sundum; onlar da sıcak
bakınca bugünlere gelmiş olduk. İstanbul Bienali’yle eş zamanlı olarak
gerçekleşebilmiş olması beni ayrıca çok mutlu etti; çünkü tartıştığımız konular
bienalin temasıyla da bağ kuruyor. Bu konuların güncel sanatta tam da bu dönemde
dünyanın birçok yerinde gündeme gelmesinin rastlantı olmadığını düşünüyorum.
İnsanlığın ortak bilinci artık buna odaklanmış durumda.
Nasıl karar verdiniz konsepte, sizi neler etkiledi?
Türümüzün bu gezegende ya da
şayet varsa uzayın başka bir yerindeki geleceğinin nasıl olacağı sorusu,
özellikle son yirmi yılda yaşanan ekolojik felaketlerle birlikte hepimizi
yakından ilgilendiren bir konuya dönüştü. Bence bunun yarattığı kaygıların ve
sorunları çözme adına gösterilen çabanın, insanlığı yeniden ortak bir paydada
birleştiren temel unsur haline geldiği bile söylenebilir. Öte yandan hem
gezegendeki doğal yaşam ve ekolojik dengeyle ilgili meseleler, hem de uzayda
bizimkinden farklı yaşam biçimlerinin ya da bizlerin yaşamını sürdürebileceği alternatif
habitatların olma ihtimali beni her zaman çok heyecanlandırdı.
Katılan sanatçıları nasıl belirlediniz?
Katılan sanatçıların bazılarıyla
daha önce, bazılarıyla ise ilk kez bu sergi vesilesiyle çalıştım. Çok büyük bir
kısmını yıllardır tanıyorum ve çalışmalarını yakından takip ediyorum. Her biri
kendi kuşağının önemli, değerli isimleri. Katılımcı listesinin son haline
gelmesinde birçok faktör rol oynadı: sanatçıların konu üzerine daha önce
çalışmış olması ya da bununla ilgili düşünüp üretmeye açık olması; etkinlik
takvimlerinin buna el vermesi ve tabii ki projeye katılmaya istekli olmaları
bunlardan bazıları.
Sergide sanatseverleri neler bekliyor, nasıl bir sergi “İntergalaktik”?
Anna Laudel’in üç farklı katına
yayılan sergide, izleyiciler resim, heykel, video ve yeni medya gibi birçok
farklı teknikte üretilmiş eserleri bir arada görebilecekler. En alt kata daha
varoluşsal sorgulamalar hakimken, yukarıya çıktıkça bu eğilimler farklı
açılımlara uğramaya başlayacak; kimlik/yabancılaşma, insan-doğa ilişkisi,
mitler, ritüeller ve bilgi üretme pratiklerimizin sorgulanması devreye girecek. Günün sonunda amacımız, izleyicileri bizimle birlikte
insan olmanın tanımını ve gezegenle kurduğumuz ilişkiyi yeniden gözden
geçirmeye davet etmek. Her açıdan en büyük gereksinimimizin bu olduğuna
inanıyorum.
Sizi tanıyabilir miyiz? Türkiye’de küratör olmanın zorlukları var mı?
Uluslararası İlişkiler ve
Müzecilik okudum. Yaklaşık on iki yıldır güncel sanat alanında çalışıyorum ve
bağımsız küratörlük yapmaya 2013’te başladım. Küratörlüğün tanımı son yıllarda
çok değişti ve tabii ki bir miktar erozyona da uğradı; ancak bu durum, aynı
zamanda çoktandır ele alınması gereken disiplinler arası yaklaşımların önünü
açtı. Kısacası hiçbir gelişmeye salt olumlu ya da olumsuz olarak bakmamak
gerektiği kanısındayım. Mesleğin zorluğuna gelirsek, yalnızca Türkiye’de değil,
tüm dünyada zor bir iş alanı olduğunu söyleyebilirim. Birçok farklı parametreyi
gözetmek, hem kağıt üzerinde, hem de sahada çeşitli çözümler üretmek, kurumlar
ve sanatçılar arasındaki iletişimin sağlıklı ilerlemesini sağlamak
zorundasınız. Bu da ciddi bir odaklanma ve çaba gerektiriyor. Ancak tüm bunlar,
aynı zamanda mesleği bu denli sevmeme neden olan temel faktörler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)