Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Psikoloji mezunusunuz,
sinema ile ilginiz nasıl başladı?
Aslında çok küçükken, 13 yaşında yönetmen olmak istiyorum
demiştim. İlkokuldan itibaren çocukluğum, oyunlar yazıp, arkadaşlarımı
toplayıp, bunları küçük gösterilere dönüştürmekle geçti. Sonra biraz dolambaçlı
bir yol izledim. Psikoloji okuduktan sonra Film Kuramı üzerine yüksek lisans
yaptım. Yola sinema yazarlığı ile başladım. Film dağıtımcılığı yaptığım dönem
sektörün farklı yönlerini tanıma fırsatım oldu. Aslında hep esas isteğim film yapmaktı;
insanın kendini içinde kaybettiği o "oyun kafası"nı yaşayabileceğim
alanlar yaratmaktı.
Kısa film çekme, kısa film yönetmenliği yapma
nedenleriniz, bu yola giriş sebebiniz
neydi?
İlk kısa filmimiz "Doğum"u Uygar Şirin ile
birlikte yazıp yönetmiştik. Bunun eğitimini almadığımız ve sektörde fiilen
çalışmadığımız için film yapma sürecini deneyimlemenin bir yolu olarak göründü
bir kısa film yapmak. Bir Film'in de yapımcı olarak ilk deneyimiydi. Hepimiz
için bir öğrenme süreci olsun istedik. Hem de gerçekten bu işi yapmak isteyip
istemediğimizi anlamanın bir yolu... Gerçekten de sette olmaktan büyük mutluluk
duydum. O setin ilk gününü hayatımın en mutlu birkaç gününden biri olarak
hatırlıyorum. Hem süre hem de bütçe açısından yapılması daha olanaklı olduğu
için kısa film ile başlamayı seçtik.
“Doğum” ve “Ölüm” adlı iki kısa filmde Uygar Şirin ile
senaristlik ve yönetmenlik yapmışsınız. Ortak çalışmanın kısa film projelerinde
avantaj ve dezavantajları var mı?
Uygar'la sinemaya bakışımız, senaryoya yaklaşımımız,
aklımızdaki sinema dili çok yakın olduğundan sorun yaşamadık. Bilakis,
deneyimsiz olmanın dezavantajlarının üstesinden biraz bu sayede geldik.
Yönetmenlik ve senaristliğin farklı görev alanlarını paylaşabildik. Kendimize
güvendiğimiz kısımları daha çok üstlendik. Biraz da birlikte yaptığımız için
yapmaya cesaret edebildik gibi geliyor bana.
Kısa film hazırlık ve çekim sürecinde sizi neler
zorladı? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız?
Bir fikrin ortaya çıkışından itibaren yapılan, çekime
hazırlık çalışmasını çok seviyorum. Senaryonun her kelimesi üzerinde durup,
diyalogları yeniden yazmayı ve mümkün olduğunca ayrıntılara yer vermeyi tercih
ediyorum. Mutlaka referans filmler, fotoğraflar ve tablolar oluyor. Bunları da
yazım sürecinden başlayarak topluyorum. Senaryoyu birlikte çalıştığım
arkadaşlarıma okutup fikir alıyorum. Senaryo bittiğinde, dekupaj çalışmasını
yaparken mutlaka eklenenler, çıkanlar olur. "Ablam" için 52 sayfalık
bir storyboard çalışması yapmıştım. İyi çizemesem ve çöp adamlar kullansam da, aklımdaki
kadrajlar ve kamera açılarına dair fikir veriyordu. Genellikle yazım sürecinin
başından itibaren hayalimde bir oyuncu olur. Aklımda biriyle yazmayı seviyorum.
Oyuncu fotoğraflarını da görsel referans panolarına ekliyorum. Hayalimdeki
kostüm, obje ve mekanlara yakın fotoğraflar toplarım, ekibe tam olarak anlatabilmek
için. Filmde kaynağı belli olan müzik kullanmayı seviyorum. Yazarken bir yandan
da o şarkıyı ararım, filmin duygusunu yansıtan en iyi şarkı ne olabilir diye.
En büyük zorluk, istediğimiz kadar zamana sahip olamamak.
Çok daha fazla tekrar alabileceğimiz bir zamana sahip olmayı dilerdim. "Ablam"da
Eylül ortasında, İstanbul'da, yazın geçen kumsal sahneleri çekmek durumunda
kaldık. Hava şartları çok zorladı bizi. Hatta bir gün eklemek durumunda kaldık
çekim takvimine.
Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı,
neler düşünüyorsun bu konuda?
Ben okullu olmadığım için, benim için biraz öyle oldu. Ne
kadar film izlesem, yapım süreçlerine dair söyleşi okusam, araştırsam da film
yapmadan öğrenilebilecek bir şey değil. Deneyim işin çok önemli bir parçası.
Ben bu sette olma süresini daha uzun yaşayabilmek, uzun metrajlı bir film
yapmak istiyorum. "Doğum" ve "Ölüm" biraz bu motivasyonla,
uzuna hazırlık olarak yapılan filmlerdi. Ama "Ablam", Elif
Türkölmez'in müthiş öyküsünün beni çarpmasıyla ortaya çıktı. O sırada, kısa
film yapma planım yoktu aslında. Fakat öykünün gerektirdiği format kısa film
idi, dolayısıyla öyle oldu. Kısa film tabii ki sadece bir aşama değil. Bir ömür
boyu sadece kısa film de yapılabilir, bambaşka bir alan.
Kısa filmin, Burcu
Aykar’ın meslek hayatında nasıl bir yeri var?
Şu an için, ülkemizde, benim istediğim türde uzun metrajlı filmler
yapmak, fikir sürecinden itibaren ortalama 4-5 yıl sürebiliyor. Uzun ve zorlu
bir yolculuk. Şartları sağlamak da her zaman mümkün olmuyor. Kısa film yapmak, bu
uzun yola girmeden önce, bana isteklerimden emin olma imkanı sundu. Her film
müthiş bir öğrenme alanıydı. Setteki herkes benden daha deneyimliydi sonuçta.
Tüm ekiplerimizden, oyunculardan çok şey öğrendim. Set nasıl işliyor, bunu
görmüş oldum. Aradığım sinema dilini bulma yolunda benim için önemli deneme
fırsatlarıydı. İleride de birlikte çalışmak isteyeceğim ekip arkadaşlarımı
bulduğum yer oldu. Hepsi de üzerine düşündüğüm, beni rahatsız eden meseleler
üzerine olduğundan, bu filmleri yapmanın sağaltıcı bir yanı da var muhakkak.
Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?
Bu soruya cevap verecek kadar takip edemiyorum ne yazık ki
kısa film yapımını. Görebildiğim kadarıyla, Türkiye Sineması dahilinde üretilen
uzun metraj filmlere kıyasla, kısalarda konu açısından daha fazla çeşitlilik
var. Form ve sinema dili açısından da daha fazla cesaret var. Yönetmeni kadın
olan filmlerin sayısı çok daha fazla. Yeniliğe daha açık bir özgürlük alanı
olarak görüyorum. Yeni yönetmenlerin kendilerini tanıtabilecekleri bir alan,
mutlaka olabildiğince desteklenmeli.
Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin
tanıtımı ve devamı için?
Festivaller izleyicilerle bir araya gelme, filmin nasıl algılandığı üzerine fikir sahibi olma, başka yönetmenlerle tanışma imkanı sunuyor. Bu açıdan çok değerli. Festivaller içinde yapılan proje geliştirme atölyeleri yapımlara destek oluyor ve çoğalmalı muhakkak. Kısa filmleri kütüphanelerine katan dijital platformlar olmaya başladı. Bu yaygınlaşırsa hem maddi bir destek olur, hem de filmlerin daha fazla insana ulaşmasını sağlar. Aslında tabii olması gereken, kısa filmlerin de sinemalarda biletli gösterimlerinin olması. Bu konuda da tek tük adımlar oluyor ama tabii şu an pandemi sebebiyle her şey askıda. Her şey normale döndüğünde tüm bunları yeniden değerlendirmek gerekecek muhtemelen.
“Dünyada kısa filme bakış açısı” ile “Türkiye’de kısa filme bakış açısı” arasında farklar var mı? Varsa bunun nedenleri neden olabilir, bu nedenleri nasıl ortadan kaldırabiliriz?
Bu konuda fikir sahibi olacak derecede takip edemiyorum kısa
film dünyasını, söylediğim gibi. Hissiyatım şu, Türkiye'de kısa film hala
çoğunlukla öğrencilerin çalışmaları olarak görünüyor. Ticari bir boyut da
kazanmasına, sanat eseri olarak ciddiye alınmasına hala yolumuz var. Büyük
festivallerdeki kısa film bölümlerinin seçkilerine, gösterim ve sunum
şartlarına önem verildiğini gözlemledim son yıllarda.
Çektiğiniz kısa
filmlerin senaryolarında çıkış nedenleriniz neler oluyor, daha doğrusu neler
size bu senaryoları yazdırıyor?
Bana çekici gelen, sadece sinemayla anlatılabilecek, muğlak
anları yakalamak ve atmosfer yaratmak. Gündelik hayatta çok da üzerinde
durulmayan ayrıntılara odaklanmayı, bu anları büyüterek, o anlar içinde
derinleşmeyi seviyorum. O yüzden yola çıkarken beni kamçılayan bir ruh hali
oluyor. Gri, gölgeli alanlar, kelimelerle ifade edildiğinde büyüsünü ve
cazibesini kaybeden ve tanımlanmaktan daha da uzaklaşan duygu halleri...
"Doğum"da, doğum sonrası depresyonu yaşayan bir kadının ruh halinin
gündelik hayattaki izlerini sürmeye çalışmıştık. Daha ketum, üzerine düşünmeyi
gerektiren, bakıldıkça, kazıldıkça kendini biraz daha ele veren sahneler
yaratmayı seviyorum. Çok net tanımlar, cevaplar yok hayatta benim için. Her şey
biraz sisli puslu görünüyor. Bu karmaşıklığı, kolay idrak edilememe halini
taşımaya çalışıyorum filme de. "Ölüm"de de, ölüm fikriyle ilk kez
karşılaşan 7 yaşında bir çocuğu takip etmiştik. Onun oyunlu, naif dünyasına bu
his nasıl sızar, bu sızma halinin izlerini nerelerde görebiliriz, bunun üzerine
çalışmıştık. "Ablam" için ise öyküyle kurduğum bağ, hissettiğim yakınlık,
çıkış noktası oldu.
Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat
ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu?
Oyuncular konusunda çok şanslıydım. Benim birlikte çalışmak
istediğim oyuncular senaryoyu beğenip filmlerde rol almayı kabul ettiler
genellikle. Çok değerli, deneyimli, hayranı olduğumuz oyuncularla çalıştık.
Tecrübesizliğimizi hiç sorun yapmadılar. Onların destekleri ve inanmaları
sayesinde yapılabildi filmler. Senaryoyu yazarken aklımda belli oyuncular
oluyor. Filmlerde izleyip beğendiğim, oyunlarını takip ettiğim oyuncuları
tercih ediyorum. Oyuncu tanımak için çok sık gidiyorum tiyatroya. Çocuk
oyuncuları bulmak içinse görüşmeleri hep kendim yaptım bugüne kadar. Yüz yüze
görüşüp, filmin konularına dair sohbet ediyorum. Kısa bir çekim yapıyorum. Ama
deneme çekimindense, o doğal sohbetin kaydı daha belirleyici oluyor benim için.
Cast ajanslarının önerileri de çok değerli oluyor tabii. Zorluk olarak da, halihazırda
devam eden bir dizide oynayan bir oyuncuyla çalışmak riskli olabiliyormuş, bunu
gördüm. Çünkü her koşulda dizi kısa filmden daha önemli oluyor.
Yeni projeleriniz, uzun metraj film çekme planınız var mı?
Evet, var. Uyarlamak istediğim, bana çok heyecan veren bir
roman var. Ama daha yolun çok başındayım, bahsetmek için biraz erken.
Film eleştirileri yazıyorsunuz. Türkiye’de bu konudaki
eksiklikler neler, film eleştirileri yazmaya nasıl karar verdiniz? Bu alanda
zorluk yaşıyor musunuz?
Film yapmak gibi, filmler üzerine yazmak da anlam arayışının
bir yolu olarak görünüyor bana. 2000 yılından bu yana, giderek yoğunluğu benim
için çok azalsa da, film eleştirileri yazıyorum. Eleştiri yazmanın ve okumanın,
nasıl filmler yapmak istediğime karar vermek konusunda çok yardımcı olduğunu
söyleyebilirim. Filmler üzerine yazmak ve film yapmak, birbirini besleyip zenginleştiriyor.
Ne yazık ki meslek hayatım içinde, çalıştığım iki sinema dergisinin kapandığına
tanık oldum. Sinema yazarı olarak hayatını kazanmak imkansız hale geldi. Hayatı
algılayış ve yaşayış şeklimiz öyle değişti ki, birkaç cümlelik izlenimler ya da
youtube videoları, büyük ölçüde sinema yayıncılığının yerini aldı. Pek iç açıcı
değişimler değil haliyle, ben hala elime dergi alıp okumayı tercih ediyorum. Elimizde
kalanları korumak için çaba harcamalıyız diye düşünüyorum. İyi bir eleştiri
kurumunun varlığı, daha iyi filmler yapılmasının önünü açacak en önemli
etkenlerden biri.
Son olarak sevdiğiniz yazarlar, yönetmenler kimler?
Sevdiğim, filmlerini referans aldığım, dönüp dönüp izlediğim
yönetmenler Lucrecia Martel, Lynne Ramsay, Andrea Arnold, Kelly Reichardt, Jane
Campion. Céline Sciamma, Alice Rohrwacher, Joanna Hogg ve Maren Ade bana ilham
veriyorlar. Daha bir film çekmiş olan Carla Simón'a da hayran oldum. Yazar
olarak da Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Sevim Burak'ı sayabilirim. Elif Türkölmez,
Cahide Birgül ruhsal ortaklık hissettiğim yazarlar. Nurdan Gürbilek ve Umut Tümay
Arslan'ın denemeleri, yazma süreçlerinde yeniden döndüğüm, ilham veren
metinler.