20 Ağustos 2017 Pazar

Dilek Türker "Avucumda Çimen İzi"




www.yenicikanlar.com.tr için Sevgili Dilek Türker'le yaptığımız röportaj

http://www.yenicikanlar.com.tr/her-oykum-aldigim-bir-nottan-cikti-73469


Hep Kitap, yeni, yalın, duru kalemiyle Dilek Türker’i öykü severlerle buluşturdu. “Avucumda Çimen İzi”, 16 öyküden oluşuyor. Dilek Türker’le, ilk kitap heyecanını, yazma serüvenini konuştuk.

 -İlk öykü kitabın, daha önce dergilerde yayınlanmış öykülerin var. Nasıl başladın yazmaya?
Mektuplarla iletişim kuran biriyim. Sıkı dostlarımla, sevdiklerimle hep mektuplaştım. Gündelik mektuplaşmaların ötesine geçen yanları olmuştur. Onları yazınsal çabamın ilk ürünleri olarak sayabilirim. Daha sonra senaryo denemeleri, senaryoya varmayan sinopsisler, kısa anlatılar yazdım… Hikaye anlatmak istiyor, aklımdaki hikayelere uygun bir biçim arıyordum; öyküler çıktı sonunda ortaya.
-Kendinden biraz bahseder misin? Nerelerde eğitim aldın, ne iş ile uğraşıyorsun?
1984, Adana doğumluyum. Hukuk Fakültesi mezunuyum. Böyle şeyler yazabilirim ama bir arkadaşımın 11 yaşındaki ikizleri “Şiirce” diye bir kitap çıkardı ve onların otobiyografilerini okudukça kendi yazdıklarımı çok sıkıcı buluyorum. Mesela Utku Erkman diyor ki: “Bu capcanlı dünyanın sahipleri kimi zaman iyilik, kimi zaman kötülük, kimi zaman da konuşan sinekler ve kuşlardır.” Kardeşi Ece de kendinden bahsederken, “Bu kitaptaki çizimler bana ait. Hayallerimi çizmeyi seviyorum. Beni bir çizer gibi değil de bir arkadaşınız olarak kabul edin” diye yazmış. Ben onlar kadar müthiş şeyler yazamam ama şöyle söyleyeyim madem: Bir daha dünyaya gelsem ağaç olmak isterim. En çok annemin bana fal bakarken anlattığı hikayeleri severim. Coğrafyam iyi değildir ama yeni şehirlere ve ülkelere dair içimde hep güzel duygular beslerim. Yine de çocukluğum bu topraklarda geçtiği için en sıkı bağım burayladır. Tabii bu, neden bu ülkeden bir Kafka çıkmadığına dair şaşırmama engel değildir.
 -“Hüznün yanı sıra umudun da yeşerdiği hayatlara pencere açan öyküler” diye yorumlanmış yazıların. Neler düşünüyorsun, ilk kitabı yeni çıkmış genç bir yazar neler yaşıyor bugünlerde?
En önemsediğim şey yaşama sevinci. Bunu kaybedersek çuvalda çürüyen patateslerden bir farkımız kalmaz. Bu dönemde ise şansımız var ve hala hayattaysak, en zor şey yaşama sevincini koruyabilmek. İşte bunun için uğraşıyorum; içimde bir kırıntı bile kaldıysa bulup çıkartıyorum ve çoğaltmaya çalışıyorum iyilikle, güzellikle.  Ritüellere önem veriyorum; eşimle, annemle, sevdiklerimle sohbet ederek, kızımla oyunlar oynayarak, uzun yürüyüşler yaparak, okuyarak, yeni öyküler için notlar alarak geçiriyorum zamanı.  Bugünlerde yaptığım bu.
-Kitabının arka kapağında “Dilek Türker’in öykülerinde bocalayan, düşen; kalktıklarında avuçlarında gördükleri çimen izlerinin karmaşıklığında kaybolan insanlar var. Aniden duran dönmedolap, hafifçe esen rüzgâr, rüzgârı hissetmek için koşan çocuklar. Bir daha dönmeyecek kadar uzağa giden göçmen kuşlar... Evler var, evlerin içleri, iyi yürekli hayatlar... Avucumda Çimen İzi yeni bir yazarı keşfetme hazzı veriyor” diye anlatılmış kitabın. Var mı buna eklemek istediğin bir cümle, kelime?
Arka kapak yazısını çok sevdim ben. O yüzden eklemek istediğim bir şey yok.
- Biz yeni bir yazarı keşfettik, sen yeni okurlar keşfederken neler hissediyorsun?
Şaşırtıcı ve heyecan veren bir süreç. Kitabın basılacağını haber aldığımda ve sonrasında daha soğukkanlıydım ama kitabı raflarda gördükten sonra biraz afalladım. Ara sıra kitapçıları geziyorum, bazen yerini bulamıyorum, yine de utanıp soramıyorum görevlilere. Bazen hiç tanımadığım biri ya da çoktandır tanıdığım insanlar kitapla ilgili paylaşımlarda bulunuyor. Mutluluk ve mahcubiyet arasında bir yerde okuyorum yazdıklarını. Güzel, iyice duyumsayarak yaşamaya çalıştığım zamanlar.
-Öyküler yazıyorsun, yola öykücü olarak mı devam etmek istiyorsun? Neden öykü?
Anlatmak istediğim hikayelerin bir tür olarak öykü kalıbında var olabileceğini görmüş olmam, neden öyküyü seçtiğime dair bir yanıt olabilir. Bir roman dinamiği, izlekleri, biçimi içinde anlatmayı düşlediğim bir hikayem yok. Öykü türü içinde akıl yürütme çabası içinde olmak, bu zanaatı geliştirmek benim için daha çekici. Başka bir türde yazacak olsam da cevabım aynı olurdu aslında. Bir tür seçip yola çıkmıyor, anlatmak istediğimize en uygun türü seçip ona göre bir ürün veriyoruz sanırım.
-Türkiye’de öykünün yeri hakkında neler düşünüyorsun?
Türkiye’de öykünün gördüğü değerden memnunum. Evet, büyük kitlelere romanlar daha çabuk ulaşıyor ve daha çok okunan hep romanlar oluyor ama bunda şikayet edecek bir yan görmüyorum. Bence önemli olan okuyanın hangi algı düzeyinde okuduğu ve okuduğuna ne derece kıymet verdiği. Bu açıdan bakarsak Türkiye’de öykünün çok seçkin bir okur kitlesi var. Üstelik bu seçkinlik bir avuç insanı ifade etmiyor. Öykücüler biliniyor, konuşuluyor, takip ediliyor. Bir yazar sırf öykü yazarak edebiyat dünyasında var olabiliyor. Öykü çok ciddi bir kitlece okunuyor ve değer görüyor. Satış rakamları ve istatistikler ne der bilemem. Benim kişisel deneyimim ve yakın çevremden edindiğim gözlem böyle.
-Seni etkileyen, benim yazarlarım dediğin kimler var?
Sevdiğim birçok yazar ve kitap var. Bir kitabı bitiriyorsam muhtemelen onun dünyasına dalmışım ve yazarın kaleminden etkilenmişim demektir. Her zaman başucumdaysa, Sait Faik, Cemal Süreya ve Didem Madak var.
- Yekta Kopan’ın atölyesinde beraber derslere katıldık. Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri hakkında neler söylersin?
Benim yolum Yekta Kopan atölyeleriyle kesişmeseydi, muhtemelen yine yazardım, günlük tutmaya, mektuplar yazmaya, kart atmaya ve senaryo denemeleri yazmaya devam ederdim ama öykülerin o güzelim dünyasını ya keşfedemezdim ya da böyle erken keşfetmezdim. Kurtarılmış zamanlar olarak görüyorum o atölyede geçirdiğimiz zamanları. Hem Yekta Bey’in hocalığı, enerjisi, dostluğu hem de diğer atölye katılımcılarının kalemleri, eleştirileri ve önerileri benim kendimi geliştirmemde çok etkili oldu.  Yazarlığın, yaratıcı yazının öğrenilemeyeceği gibi bir savla bu atölyelere burun kıvıranlara, buralarda kimsenin yazarlığı öğretme çabası içinde olmadığını söylemek lazım. Öncelikli amaç her zaman edebiyata çok yakın ilgi duyan bir grup insanın, bir tür kardeşlik duygusuyla bir araya gelip fikirlerini paylaşması, birbirinden ilham alması.
Ve tabii sırası gelmişken Yekta Kopan ve İpekli Mendil’in yazı hayatındaki yerleri nedir?
İpekli Mendil yazarlarından bir kısmını eşim başka bir yazı atölyesinde tanımıştı ve aralarında güzel bir etkileşim olmuştu. Sonra da beni tanıştırdı onlarla. İçlerinden biri, sanırım Betül, Yekta Bey’in yazma atölyesine katılmamı önerdi. Güzel tesadüfler, öyle bir akşamüstü, hoş bir sohbette karşınıza çıkabiliyor. Yukarıda bahsettiğim kardeşlik duygusunu orada tanıdığım insanlarla da yaşıyorum. Bana ilham veriyorlar.
Mehmet Tutar ve Hüsne Tutar’a da değinmem gerek burada. Gerçek bir öykü kahramanı iki öğretmen. Çok güzel hayalleri var, hayata öyle bir yerden bakıyorlar ki umutsuz olmaya hakkımız yok gibi geliyor onları düşününce. Yekta Bey ve İpekli Mendil yazarları Antakya Narlıca Anadolu Lisesi’nde İpekli Mendil Kütüphanesi’ni kurdular. O süreçte ben de onların yanında olma ve onları daha yakından tanıma fırsatı buldum. Oradaki öğrencilerin coşkusunu, öğretmenlerin onlara ve hayallerine olan inançlarını ve hepimizin bir an için de olsa içimizde hala umudumuzu koruduğumuza dair hissettiklerimizi unutamam.
-Ağaçların, köknar ağacının öykülerine etkisi, sendeki çok özel değilse hikayesi nedir?
Babam bir köknar ağacının gölgesinde uyuyor. Yalnızca bunu söyleyebilirim.
- “Elişi ödevimi çilek reçeliyle yapıştırdı. (…) Bir şey oldu sanırsın ama olmaz.” Kitabında bu ve buna benzer içten, okuyanda geçmişe dönüp ben de yapmış mıydım diye düşündüren, samimi cümleler, bizden hikayeler var. Bunun için öncelikle sana teşekkür ediyorum. Bunu nasıl yapıyorsun? Notlar alarak mı çalışıyorsun, nasıl yazıyorsun?
Bence sen de bu ve bunun gibi tatlılıklar yapmışsındır. Hatta yapmaya devam ediyorsundur. Bu eşim Alpay’ın bir anısı. Zaten onun çocukluk anılarından çok etkileniyorum ve öykülerde bir şekilde anlatıyorum. Bazen kendisine hiç hikaye bırakmadığımdan şikayet ediyor bu sebeple.
Not aldığım doğru. Bazen babaannem bir şey anlatırken, annem biriyle konuşurken, bir arkadaşım çocukluk anısından bahsederken ya da bir belgesel izlerken bir not alıyorum ve o aldığım not beni bir öyküye başlamaya teşvik ediyor. Sonunda belki aldığım not o öyküde geçmez, bambaşka bir şey vardır ortada ama o not görevini yapmıştır. Bana bir duyumsayış vermiştir o öyküye başlamak için. Bir oturuşta baştan sona yazıp bitirdiğim bir öykü yok. Her öyküm -ister kağıda ister aklımın bir köşesine olsun- aldığım bir nottan çıktı.
Son olarak küçük bir kızın var. Anne olmak seni nasıl etkiledi, öykülerine etkisi oldu mu?

Hamileyken bir dergide Patti Smith’in bir röportajında rastlamıştım, annelik için şiirsel demişti. Ben sevdim anne olmayı, bence de çok şiirsel. Zorluklarına, kadını yıpratan ve yoran süreçlerine ya da dünyanın gidişatına bakıp anne baba olmanın nasıl riskli bir karar olduğuna değinmeden şunu söylemek istiyorum, kızımın yüzüne bakınca çok güzel günleri düşlüyorum hep. Sonra da oturup yazmaya başlıyorum. Bir de anne olduktan sonra sanırım çocukların dünyasına daha da daldım ve masalsı bir yeri keşfetmiş oldum böylece. İşte incecik iple uçan balonu bileklerine falan bağlıyorlar, kuşları sevinçle besliyorlar, bilmediğim ve hayran olduğum bir dilde konuşuyorlar. Ben de onların peşine düşüyorum bazı öykülerde.

José Sancho “Erotik Doğa” Sergisi



Kosta Rika’nın en önemli heykeltıraşlarından olan José Sancho, Pera Müzesi’nde, sanat tarihçisi ve eleştirmen Maria Enriqueta Guardia Yglesias küratörlüğündeki “Erotik Doğa” sergisinde hayvan ve figür temalarına odaklanmış.

Picasso, Brancusi gibi sanatçılardan  ilham almışsa da soyuta fazla yönelmeyen sanatçı, doğduğu topraklardaki Hispanik ve Kolomb öncesi sanattan etkilenip bu etkiyi yeni bir okumayla, kopyalamadan, yaratıcı içgüdüyle, gerçeği kendi doğrultusunda dönüştürerek sunmuş. Doğadan esinlendiği eserlerini yerleştirdiği mekanlar ile sürekli diyalog halinde olan José Sancho’nun eserleri bu sayede mekana kök salmış olarak yorumlanmış. 

Hayvan veya bitki heykellerini doğal ortamlarında ve doğayla diyalog halinde tasavvur eden sanatçının  heykellerinde çiftler, annelik, anne ile yavru arasındaki bağ, bazende bu ikisi tek bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Annelik sanatçının ilgisini çeken bir temadır ve bu da neden sık sık gebe gövdeler yaptığını açıklar. 

Eserlerinde erkek-dişi ikiliğini de gördüğümüz sanatçı, aynı anda hem bütünleyici hem de çelişik olarak algılanan zıtlara duyduğu ilgiyi vurguluyor: “Onlar yüz yüze gelmiş Hermes ve Afrodit’tir.”   
   
Ahşap, granit, mermer, bronz, demir levha ve buluntu nesneler gibi pek çok malzeme ve kullandığı  tekniklerle şaşırtıcı çalışmalar ortaya çıkaran sanatçının eserlerindeki  kaide, figürün ayrılmaz bir parçasıdır. Yarattığı kadın gövdelerinin şehvetli niteliğini gizlemek yerine ön plana çıkarır ve saydam etkiler yaratır. Cilalı ve neredeyse saydam yüzeye uyguladığı işlemle, malzemeyi bambaşka bir esere dönüştürür. Bazı eserleri ilginç bir ikilik yaratır; figür bir bütün olarak yaprağa benzese de dişilik organı olarak da yorumlanabilir. 

18 Nisan 1935’te, Kosta Rika, Puntaneras’ta dünyaya gelen José Sancho, İktisat Bölümü’nden mezun olur. Resim ve heykele olan ilgisi 1970’lerin başında profesyonel ilişkiye dönüşür ve 1974’te heykeli seçerek aralarında ayrılmaz bir bağ kurulur. Anıtsal heykelleri Kosta Rika’nın kamusal alanlarında sergilenen sanatçı, Escazu şehrindeki aynı zamanda evi olan atölyesinde çalışmalarına devam etmektedir.

Küratör Yglesias’ın, köklerini doğadan alırken aynı zamanda evrensel bir dil kullanan ve “yüzyıllar boyunca tekrarlanan temalar onun yaratıcılığı sayesinde yepyeni bir anlam kazanır” dediği José Sancho’nun eserleri 6 Ağustos 2017 tarihine kadar Pera Müzesi’nde gezilebilir. 

"Günlerin Tortusu" Sergisi



Küratörlüğü Dr. Necmi Sönmez’in yaptığı “Günlerin Tortusu” sergisi güncel tavırların şekillendirmiş olduğu farklı sanat eserlerini bir araya getirmeyi hedeflemiş. David Abir, Ruby Anemic, George Barber, Olaf Otto Becker, Boomonn, Eelco Brand, Herbert Brandl, Laurent Bolognini, Kwan Sheung Chi, U-Ram Choe, David Drebin, Univesal Everyting, Beverly Fishman, Thomas Glassford, Peter Halley, Pascal Haudressy, Allard van Hoorn, Başak Kaptan, Michael Kenna, Ola Kolehmainen, Ellen Kooi, Sıtkı Kösemen, James Lecce, Renee Levi, MARCK, Domingo Milella, François Morellet, Ali İbrahim Öcal, David Allen Peters, Andrew Rogers, Paul Schwer, Keith Sonnier, Frank Thiel, Peter Vogel, Charles Xelot, Miao Xiaochun, Ekrem Yalçındağ, Jerry  Zeniuk, Zimoun, Beat Zoderer, Marina Zurkow , kendi kültürleri, yaşadıkları çevre içinde günlerin getirdiğine karşı tavır alan bir sanat eseri oluşturmuş.
“Günleri n Tortusu”, adını yazar Tomris Uyar’ın aynı adla yayımlanmış olan kitabından almış. Tomris Uyar, Günlerin Tortusu adlı kitabında 1980-1984 arasını kapsayan güncelerini yayımlamış. Günlükler, yaşanan  zamanın izdüşümleri olarak, hem tarihsel hem sosyolojik açıdan oldukça değerli belgeler. Uyar’ın Günlerin Tortusu kitabı, Borusan Contemporary’deki aynı adlı serginin çıkış noktası olarak, 2016’dan bu yana Perili Köşk’de düzenlenen etkinliklerde hedeflenen yaratıcı edebiyat ve çağdaş sanat birlikteliğinin, yeni bir noktasına gönderme yapmış. Daha önce Leylâ Erbil, Tezer Özlü, ilhan Berk’in kitaplarından yola çıkarak hazırlanan  koleksiyon sergilerinin devamı olarak hazırlanmış  “Günlerin  Tortusu”.
“Günlerin Tortusu” sergisi, 2011 yılında açılan Borusan Contemporary’nin altncı  yılına denk  gelen bir sunum. Sergi için hazırlanan kitapçıkta,” Tomris Uyar, açıkyüreklilikle yazan, bunu da samimiyetle yaptığı için abartıya yer vermeden kendisine, topluma, dünyaya bakabilen bir yazardı. Onun günlüklerini okuduğumuzda, aradan geçen onca  zamana rağmen tazeliğini yitirmemiş bir sesi, soluğu duymamızın nedeni bu samimi olma halidir. Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nda bulunan eserlerin çıkış noktası olarak bu samimiyetin şeçilmesi yadırganmamalı. Önemli bir bölümü son beş yılda üretilmiş güncel sanat eserlerini bir araya getiren bu koleksiyon, yaşadığımız zaman karşısında, video, fotoğraf, ışık gibi teknikleri kullanarak tavırlarını, duruşlarını geliştiren sanatçıların deneysel çalışmalarından oluşuyor” diye açıklanmış.

Borusan Holding’in ve koleksiyonunun ev sahipliğini yapan Perili Köşk’ün yapımına 1910 yılında başlanmış. Köşk yapısı itibariyle teraslar hariç dört buçuk katlı olmakla birlikte, bitirilemeyen inşaattan dolayı ikinci ve üçüncü katı boş kalınca rüzgârın yarattığı uğultu, çevre sakinleri tarafından binanın “Perili Köşk” adıyla anılmasına neden olmuş. Diğer bir söylentiye göre de, binada peri gibi güel bir kız yaşadığı ve burada hayatını kaybettiği için bu ismi almış.
Binanın yenileme çalışmaları 1995-2000 yılları arasında mimar Hakan Kıran tarafından gerçekleştirilmiş ve Borusan Holding, köşkü 2030 yılına kadar kiralamış. 17 Eylül 2011’den itibaren bina haftasonları halkın ziyaretine açık çağdaş sanat mekânı olarak kullanılmaya başlanmış.
Borusan Contemporary, etkinliklerini yeni medya sanatı üzerinde yoğunlaştırmış. Yeni medya sanatı, dijital olarak üretilmiş imgeleri izleyiciye sunar. Video, fotoğraf, heykel ve ışık gibi birbirinden farklı tekniklerle üretilen çalışmaların en önemli özelliklerinden  biri de izleyicinin katılımına açık olmasıdır. İzleyici pasif bir rolü terk ederek katılımıyla sanat eserini şekillendirdiğinde, yaratıcı sürecin br parçası olur. Borusan Contemporary, yaratıcı süreci destekleyen davrını iki alanda yoğunlaştırmış Bunlardan ilki kişisel sergilerde, diğeri yse sanatçılara verilen proje siparişleri ve alımlarla oluşturulan koleksiyonlarda.
“Günlerin Tortusu”, “Sinan Projesi”, “Uvertür: Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’dan Yeni Eserler” sergisi ile binanın ana girişden üst kattaki terasına kadar binanın tamamımda gösterilen çalışmalar, koleksiyonun gövdesel bütünlüğünü izleyiciye sunuyor.

Sergi, Perili Köşk Borusan Contempory’de Cumartesi-Pazar  günleri 10:00- 19:00 saatleri arasında 3 Eylül 2017 tarihine kadar gezilebilir. 

Fahrelnissa Zeid

                                                         

Bir dönem Abdülhamid’in sadrazamlığını yapmış olan Cevat Paşa’nın kardeşi, asker, diplomat, fotoğrafçı ve tarihçi, edebiyat düşkünü, dönemin entelektüellerinden Şakir Paşa ile Giritli Sare İsmet Hanım’ın kızı olan Fahrelnissa Zeid, 20. yüzyılın hemen başında, 1901 yılında, İstanbul Büyükada’da dünyaya gelir. O sıralarda, Osmanlı İmparatorluğu oldukça zor günler yaşamakta, bir yandan bağımsızlık savaşları sürerken, diğer yandan Abdülhamid döneminin baskıcı iktidarı her yerde hissedilmektedir.
Fahrelnissa Zeid, Halikarnas Balıkçısı yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı ve ressam Aliye Berger’in kardeşi, seramik sanatçısı Füreya Koral’ın teyzesidir. Yazar İzzet Devrim ile evliliğinden olan çocukları ise ressam Nejad Devrim ve yönetmen, tiyatro sanatçısı Şirin Devrim’dir.
Kabaağaçlı ailesi, çocuklarının resim ve müzikle olan bağını, özel dersler aracılığıyla da sürdürür. Edebiyat, müzik ve resim, Şakir Paşa Ailesi’nin neredeyse tüm bireyleri için vazgeçilmez bir uğraştır. Zeid, resme 4 yaşında ağabeyi Cevat Şakir’e öykünerek başlar.
–Ağabeyi resim defterinden bir yaprak koparır, bir de kalem verir Nisa’ya, içinden ne geliyorsa çizmesini söyler. O gün oturma odasındaki neredeyse her şeyin resmini çizer.”Aferin Nisa, cesur kalem vuruşlarına bayıldım. Hele yaşına göre insana hayret veren bir görüş ölçün var. Yeteneklisin yavrum, her zaman yanında defter, kalem bulundur, hoşuna giden şeyleri durmadan çiz.” diyerek yüreklendirir onu ağabeyi Cevat-
18 yaşında, Sultan V. Mehmed Reşad’ın kurduğu İnas Sanayi-i Nefise Mekteb-i  Âlisi’ne girer. Daha sonra Paris’te Ranson Akademisi’nde Stalbach ve Bissiere’nin yanında; 1929-30 yıllarında da İstanbul’da Namık İsmail’in yanında resim derslerine devam eder.  1920 yılında, dönemin entelektüellerinden, romancı ve Reji İdaresi Umum Müdürü İzzet Melih Devrim ile evlenir. 1921’de ilk çocukları Faruk, 1923’de Nejad doğar. Faruk 1924’de vefat eder. Bu olaydan derinden etkilenen Fahrelnissa acısını hafifletmek için eşi ile birlikte Avrupa seyahatine çıkar. Değişik Avrupa kentlerine yaptığı gezilerde, Avrupa sanatını, sanatçılarını yakından tanıma olanağı bulur. En sevdiği sanatçının Brugel olduğunu keşfeder. 1926’da kızı Şirin Devrim’i dünyaya getirir. 1928’de Latin harflerinin kabulüyle ilgili Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonu’nda yapılan konferasta Atatürk’ün yanında oturur. Türkçe’nin seslendirmesi konusunda hangi harflerin kullanılacağının bütün gece süren tartışmalarının sonucunda sabaha karşı Atatürk’ün yeni Türk harfleriyle yazdığı ilk kelime “Fahrünissa” olur.
1934 yılında eşinden ayrılıp, Irak’ın Ankara elçisi Emir Zeid ile evlenir ve yeni görev yerleri olan Almanya’ya taşınırlar. Rilke ve Nietzche’ye hayran olur. 1936’da oğlu Raad doğar. 1942 yılında D Grubu’na ve sergilerine katılır. İlk kişisel sergisini 1944’de Maçka’daki evinde açar. 1946’da uzun yıllar yaşayacakları Londra’ya yerleşirler. 1947’de Londra’da St. George Galerisi’nde o kentteki ilk sergisini açar. Bu sergiyi Kraliçe Elizabeth’de gezer.
1947’de yaptığı “Soyuta Karşı Mücadele” adlı tablo sanatçının kariyerindeki yeni bir gelişmenin habercisi olan önemli bir resimdir. Bu resimde sanatçı ne tam anlamıyla soyut ne de tam anlamıyla figüratiftir, bir anlamda soyutla figüratifin mücadelesidir. Paris, Londra, New York, Brüksel ve daha birçok şehirde yapıtlarını sergiler.  
Eşi Emir Zeid’in 1970 yılındaki ölümü Fahrelnisa üzerinde derin bir iz bırakır. Portreler çizmeye başlar. Portre yapmak Fahrelnissa için yalnızlıktan kurtulmanın bir başka yoludur. 1976’da Amman’a yerleşir. 1991’de Amman’da 90 yaşında vefat eder ve oraya defnedilir.
Zeid, döneminin diğer birçok Türk sanatçısından farklı olarak resmin ideolojik yanı ile hiç ilgilenmemiş dünya siyasetinin hep içinde olduğu, tarihsel dönüşümlere tanıklık  ettiği, Doğu ve Batı dünyasında gerçek gelgitler yaşadığı halde özgünlüğünü korumuştur. Aynı zaman dilimini, değişik sanatçılarla paylaşmış, onlardan etkilenmiş, onları etkilemiş, benzer tartışmalara, modalara değişik sanatsal yanıtlar vermiştir. Zeid,  Batı modernizmini Doğu lirizmi ile birleştiren ender sanatçılardandır. Zeid’in sanat pratiği; minyatür kurgusuna uygun şekilde inşa edilmiş figürlü kompozisyonlarıyla erken dönem, vitray yüzeylerini anımsatan geometrik ve serbest soyutlamacı çalışmalarıyla olgunluk dönemi ve çoğunlukla portrelerden oluşan ve psikolojik anlatının ön plana çıktığı geç dönem olarak sınıflandırılabilir.



19 Ağustos 2017 Cumartesi

René Magritte - Aykırı Resssam

                                                   
www.yenicikanlar.com.tr için yazdığım yazı
http://www.yenicikanlar.com.tr/profesyonel-kahramanliktan-hoslanmiyorum-72274

Benim resimlerim” der, “hiçbir şey saklamayan görsel imgelerdir, merak uyandırırlar. Resimlerimden birini gören kişi kendisine basit bir soru sorar: “Bu ne anlama geliyor?”  Aslında hiçbir anlama gelmiyor, çünkü gizemin de bir anlamı yoktur, sadece bilinmezdir.”
René Magritte, gerçeküstü sanatçıların önde gelen temsilcilerinden biridir. Yirminci yüzyıl sanatı üzerinde büyük etkisi olan René, kendisini bir sanatçıdan çok düşünür olarak görür. “Kendi zamanıma ait olmak istemiyorum... veya herhangi bir zamana” diyen  Magritte, 1898 yılında Belçika’nın Lessines kasabasında dünyaya gelir. Babası kumaş tüccarı ve terzi, annesi kadın şapkacısıdır. Annesi depresif ve melankolik  yapıya sahiptir ve  René 13 yaşındayken köprüden atlayıp  hayatına son verir. Annesinin sudan çıkarılışını seyreden René, yüzünü örten geceliğin görüntüsünden çok etkilenir ve ilerleyen yıllarda eserlerinde kullandığı yüzü örtülü figürlerde bu anın etkisi görülür.
1916 yılında Brüksel’de Académie Royale des Beaux-Arts’a başlar. Okulda sınıf arkadaşlarından çok edebiyat dünyasından arkadaşları vardır ve ilerleyen yıllarda çevresinde daima  yazarlar, şairler ve felsefeciler olacaktır. Gerçeküstücülükle ilgilenmeden önce çeşitli sanat arayışlarına girer. Düşsel resimleri dehşet, tehlike, mizah ve gizem unsurları taşır. Gerçeklik ile hayal arasındaki sınırı bulandıran eserlerinin masalsı sembolleri arasında kadın gövdesi, elma, “küçük burjuva adam”, melon şapka, taş ve pencere gibi şeyler vardır.  Pop, minimalist ve kavramsal sanata ilham kaynağı olan sanatçının popüler kültür üzerindeki etkilerini (“The Thomas Crown Affair” filmindeki melon şapkalı adamlarda, Apple bilgisayarların logosunda)  sayısız sanat eseri, film ve video kliplerinde görmek mümkün. Magritte’in yapıtlarında ön plana çıkan diğer tema da gençliğe kadar uzanan deniz ve engin gökyüzüdür. Uzay, zaman ve ölçü gibi çeşitli unsurları altüst etmek onun eselerinin ayırt edici özelliklerinden biridir.
Hayatının dönüm noktalarından biri yazar arkadaşı Marcel Lecomte’nun  İtalyan sanatçı Giorgi de Chirico’nun “The Song of Love” eserinin röprodüksiyonunu göstermesi olur. O resimle  gözlerinin ilk defa gerçeği gördüğünü söyler, gördüğü ise “şiirsel düşüncenin  ideal ifadesidir.” Mimari arka plana sahip eserde, kırmızı plastik bir eldiven, Apollon büstü ve yeşil bir küre yer alır. Chirico’nun eserini   gördükten sonra aslında her imgenin gerçeğin bir soyutlaması olduğunu düşünen Magritte, 1926 yılında ilk sürrealist eseri olarak tanımladığı “The Lost Jockey”i çizer. Eser çok eleştiri alır ve bu yüzden depresyona girer. Bu olay üzerine  Paris’e  gider . Paris’te kaldığı üç sene içinde; objenin kendisi, imgesi  ve adı arasındaki ilişkiyi inceleyen 40 tane “yazı –imge resim” üzerinde çalışır.
Sözcük ve temsil ettiği kavram üzerine düşündüğü yazı-imge resimlerinin en ünlüsü Los Angeles County Museum of Art’ta sergilenen The Treachery of Images” (İmgelerin İhaneti) tablosudur. Dev bir piponun altında el yazısıyla “Ceci n’est pas une pipe” ( Bu bir pipo değildir) yazan dünyaca ünlü eser, sanat tarihinin en önemli eserlerinlerinden ve kilometre taşlarından biri olur. Esere bakan seyirci bir resmin karşısında olduğunun farkında olsa da, piponun altında yazan metni okuduğunda kafası karışır. Yazı, seyirciye gördüğünün sadece bir tasvir olduğunu hatırlatmaktadır. Bir imge ne kadar bir objenin aslına gönderimde bulunsa da asla tamamen kendisi olamaz. Burada söz konusu olan bir pipo değil, onun görüntüsüdür. Magritte eseri hakkında şöyle der: “Meşhur pipo. İnsanlar onun yüzünden beni ne kadar kınadılar! Gene de, pipomu doldurabilir misiz? Hayır, o sadece bir tasvir değil mi? Şayet resmin altına “Bu bir pipodur” diye yazmış olsaydım, işte o zaman yalan söylemiş olurdum...” Resim daha sonraki  yıllarda önemli  düşünür Fransız felsefeci Michel Foucault’un “Bu bir Pipo değildir” kitabına konu olur. Foucault, eserin çözümlemesini yaptıktan sonra kendi düşüncelerine yer verir.
Belçika’ya tekrar geri döndüğünde Belçikalı Sürrealistlere katılır. Bu dönemde Max Ernst’in kolajlarından etkilenmiş, gazete kupürleri ve müzik defterleriyle otuza yakın kolaj yapmıştır. Geleneksel ifade biçimlerini geride bırakan Magritte; kolajlar, fotomontajlar ve buluntu objeler kullandığı yeni bir dönme başlar. 2. Dünya Savaşı’nda Almanlar Belçika’yı istila edince insanların neşelenmeye ihtiyacı olduğunu düşünerek yeni bir tarz üzerinde çalışır. Savaşın, fakirliğin yarattığı karamsarlığı  renkli ve masum eserlerle hafifletmek ister ama iyi tepkiler almaz. 1940’ların sonund a eski tarzına döner ve hiçlik konusu üzerinde çalışmaya başlar. Edebiyata büyük ilgi duyan René’nin çalışmalarında Lewis Carrol’un “Alice Harikalar Diyarında” eserinin önemli yeri vardır. Ayrıca edebiyatta Edgar Poe, Apollinaire’nin, resimdeyse Picasso, Max Ernst ve Chirico’dan etkilenmiştir.
Kendini, “Kendi geçmişimden ve başkalarının geçmişlerinden hoşlanmıyorum. Teslimiyetten, sabırdan, profesyonel kahramanlıktan ve tüm zorunlu duygulardan hoşlanmıyorum.  Ayrıca dekoratif sanatlardan, folklordan, reklamcılıktan, radyo spikerlerinin seslerinden, aerodinamikten, izcilerden,neft kokusundan, haberlerden ve sarhoşlardan  da hoşlanmıyorum. Beni eleştirel mizah, çiller, kadınların dizleri, uzun saçlar, oyun oynayan kadınların kahkahaları ve sokakta koşturan kız çocuğu mutlu ediyor. Coşkulu bir aşk ümit ediyorum;  imkansız, hayali. Kendi sınırlarımı net olarak bilmek ödümü koparıyor.” diyerek anlatan Magritte 1967’de 68 yaşında pankreas kanserinden ölene kadar gerçeküstü imgeleri resmetmeye devam etmiştir.










"Feyhaman Duran - İki Dünya Arasında" Sergisi




www.yenicikanlar.com.tr için yazdığım yazı
http://www.yenicikanlar.com.tr/paristen-yurt-gezilerine-feyhaman-duran-70588

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi 15. yılında 1914 Kuşağı’nın önemli isimlerinden Feyhaman Duran’ı  “İki Dünya Arasında “ Sergisi ile ağırlıyor.
Emirgan’daki müzenin iki katında 1000’i aşkın eseri,  Güzin Duran’ın  dedesi ünlü hattat Yahya Hilmi Efendi’den kalan Beyazıt’taki mütevazi ahşap ev ve  bahçesine inşa ettikleri atölyeden eşyaları,  nefeslerini sanatla aldıkları özel dünyalarını  müzenin muhteşem atmosferinde görme ve tanıma  fırsatı   buluyoruz. 30 Temmuz’a kadar sürecek sergi de ayrıca  Feyhaman Duran’ın  yaşam öyküsü  yurtdışı kaynaklardan elde edilen belgesel filmlerle yansıtılıyor.
Müze 15. yılına kendi değerlerimize sahip çıkarak, bu topraklardan yetişen bir sanatçıyla başlamak istemiş. Sergi  Feyhaman Duran’ın  hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemi yaşamış bir sanatçı olması nedeniyle  sadece  sanatçıyı değil  ülkemizin geçmişi de yakından tanıma fırsatı sağlıyor.
Atlı Köşkün  muhteşem bahçesinden geçerek girdiğimiz serginin girişinde  ‘Osmanlı Geleneğinden Cumhuriyet Modernizmine’ başlığı altında Tanzimat Döneminden 2. Meşrutiyetin ilanına kadar olan dönem ve Feyhaman Duran’ın doğumundan ölümüne hayatının anlatıldığı pano yer alıyor.
-1886’da İstanbul’da savaşlar ve siyasi çalkantılarla dolu bir dönemde doğan sanatçının hayatında Tanzimat sonrası hayata geçirilen reformlarla modernleşme koşulları belirleyici olmuş. Kadıköy Osmanağa’da doğan sanatçının babası hattat  ve şair Süleyman Hayri Bey, annesi Fatma Hanım’dır. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettikten sonra dedesinin himayesinde Galatasaray Sultanisi’ne yazdırılarak müdür Abdurrahman  Şeref Efendi’ye emanet edilmiş ve II. Meşrutiyet’in edildiği yılda mezun olduğu okulda güzel yazı dersleri vermeye başlamış.  2. Meşrutiyet’in ilanı resim sanatı açısından da bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Halife Abdülmecid Efendi tarafından kurulunca  gruba Feyhaman Duran’da katılmıştır. Mezuniyetinden sonra Mısırlı  Hıdiv Ailesi’nden Abbas Halim Paşa ile karşılaşması (fotoğrafına bakarak kızının portresini yapan Feyhaman’ın yeteneğinden etkilenerek diğer kızlarının da portresini sipariş etmiş ve yeteneğinin değerlendirilmesini düşünerek Paris’e göndermiştir.)   dönüm noktası olmuş ve akademik resim eğitimi için Paşa tarafından Paris’e gönderilmiş. 1911 yılından  1914’de 1. Dünya  Savaşı başlayana kadar Paris’te kalan Duran’ın dönüşte  aralarında bulunduğu ressamlar , ‘1914 Kuşağı’ olarak adlandırılmış  ve 1914’de  49 sanatçının katılımıyla Galatasaray Sergileri’nin ilki gerçekleşmiş.  1922’de Sanayi-i Nefise Mektebi’nden öğrencisi Güzin Hanım’la evlenip, 1938’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin projesi olarak gerçekleşen ‘Yurt Gezileri’ çalışmalarına eşiyle birlikte Gaziantep’e giderek bir süre orada kalıp kenti ve insanları resimlemiş. 1939’da Milli Eğitim Bakanı’nın önerisiyle İbrahim Çallı ile birlikte Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün portresini yapmak amacıyla Ankara’ya davet edilmiştir.  1943-1948’de İstanbul Deniz Müzesi’nden aldığı siparişle Hikmet Onat’la Topkapı Sarayı’ndaki resimli el yazmalarının  tuval üzerine yağlıboya kopyalarını yapmıştır.  6 Mayıs 1970’de 84 yaşında hayata veda eden Feyhaman Duran ardında resim, minyatür ve hat çalışmalarından oluşan yüzlerce parçalık önemli bir miras bırakmıştır.-
Sanatçı sağlığında verdiği kararla intifa hakkı eşinde kalmak koşuluyla, evini içindeki tüm eşya ve diğer varlıklarla beraber koruması amacıyla İstanbul  Üniversitesi’ne bağışlamış ve bir süre sonra eşinin de vefatıyla  Üniversite uzun bir ömrün geride bıraktığı bir dünyanın sahibi olmuştur. Sergi  iki kurumu  bir araya getirmesi açısından da önem taşıyor.
Sergide ilerlerken, Feyhaman Duran’ın babası Şair Süleyman Bey’in çok güzel bir çerçeve içindeki fotoğrafı ve yanında 141 beyitlik “Pendi-i Hayri” (oğluna geleneklerinden kopmaması için yazdığı manzum öğüt- aynı zamanda sanatçının hayatında pusula görevi görmüş) panosunu görüyoruz.
“Mümkün olursa eğer evlenme
Böyle yazmış de peder, evlenme
Evlenirsen de ara ehlini bul
Ol kadar eyle gayret ki yorul”
Güzin Duran’la yaptığı mutlu evlilikten de anlıyoruz ki bu ilk satırlar sanatçının hayatındaki pusula görevini yerine getirmiş.
Paris’te yaşadığı dönem, o yıllarına ait not defteri  ve çeşitli çizimler, kalemler ayaklı panoda sergileniyor  ve bilgilendirme panoları halinde sergi devam ediyor. Diğer bölümlerde;
“Gaziantep”, proje dahilinde kaldığı şehirde halkın ve mekanların resimleri yaparak hem şehri tanıtmış hem de şehir resim sanatını benimsemiş.
“Topkapı Sarayı”, 1940’larda sarayın hazinelerini yakından inceleyebilmesini sağlayan siparişleri almış ve  el yazmalarının, minyatür ve portrelerin nüshasını yapmış.
 “Yeni Ülke, Yeni Başken, Yeni Sergiler”, Başkent Ankara artık İstanbul’da olan etkinliklerin yeni adresi olmuş.
“Güzel Yazılar ve Yazı-resimleri”,hat koleksiyonu, yazdığı hatlardan ve Osmanlı hattatlarının güzel yazılarından oluşuyor.
“Portreler”, portreler tek tek kişileri temsil etmesinin dışında Türkiye’nin modernleşme sürecine dahilde ipuçları veriyor.
 “Poşadları”, Paris dönüşü yapmaya başladığı ve hayatı boyunca üretmeye devam ettiği poşadlarında İstanbul’un çeşitli semtleri görülmektedir. Işığın belirli ve anlık etkilerini yakalayabilmek için aynı konuyu günün farklı saatlerinde, farklı hava koşullarında yapmış.   Sergiyi gezmeye devam ederken karşımıza çıkan kıpkırmızı oda ve odada 150’den fazla poşadın tek bir duvarda sergilendiği bölümü görmek  serginin tekrar ziyaret edilmesi için önemli nedenlerden biri olabilir.
“Natürmortları”, bu tablolarda üslup değişkenlik göstermektedir. Bazıları daha gerçekçi ve akademik bazıları ise daha kişisel üslup gösteren eserler.
 “Güzin Duran’ın eserleri”  Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk mezunlarından olan Güzin Duran kendi kuşağındaki pek çok başka kadın sanatçı gibi, büyük ölçüde unutulmuş bir figürdür. Karagöz figürlerinden yola çıkarak gerçekleştirdiği 281 parçalı bir suluboya resim dizisi ve yine bu figürlerden ilhamla ürettiği deri işleri vardır.
Yoğun toplumsal dönüşüm içinde olan bir ülkede, modern eğitim veren bir okulda okumasına ve dönemin önemli sanat merkezi  Paris’te  öğrenim görmesine rağmen, doğduğu Osmanlı dünyasının gelenekleriyle ilişkisini hiç koparmayan Feyhaman Duran sergisi aynı zamanda ülkemizin yaşadığı dönemleri yakından takip edebileceğimiz bir sergi. Duran’ın sanatının farklı dönemlerini irdeleyen makalelerin yanı sıra Paris’e gitmesine sebep olan Hıdiv Ailesi’nin Osmanlı’nın son döneminde kültür sanat alanında rolünün incelendiği bir araştırmanın yer aldığı katalogda (katalog fiyatı 100 TL) sergiye eşlik ediyor.

Sabancı Üniversitesi Kurucu Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı’nın dediği gibi “Sanat birleştiriyor, iyileştiriyor güzelleştiriyor ve geçmişimizi, bugünümüzü anlamanın yeni yollarını gösteriyor.”  Feyhaman Duran Sergisi de  en azından bu nedenlerle gezilmesi gereken sergilerden.  Konsepti Sabancı Müzesi  Müdürü Dr. Nazan Ölçer’e, eş küratörlüğü   Prof. Dr. Gül İrepoğlu ve Dr. Nazan Ölçer’e  ait olan sergi Çarşamba günleri ücretsiz gezilebilir. Serginin sonunda  müzenin muhteşem manzaralı cafesinde  kahve içerek serginin tadı çıkarılabilir. 

Gümüşten Suretler Sergigsi


www.yenicıkanlar.co.m.tr için yazdığım yazı
http://www.yenicikanlar.com.tr/naya-kardesler-ve-daha-fazlasi-bu-sergide-73378

GÜMÜŞTEN SURETLER Ömer M. Koç Koleksiyonundan Erken Dönem Fotoğraflar:1843-60
Sadberk Hanım Müzesi’nde “Gümüşten Suretler” sergisinde, tamamı Ömer M. Koç Koleksiyonundan seçilen, 18. yüzyıldan minyatür tarzda yapılmış portrelerden elle renklendirilmiş portre fotoğraflar, dagereotipler ve kağıt üzerine ilk fotoğrafların gizemli dünyasından seçilmiş örnekler, kültür ve sanat tarihimize merak duyunların ilgisine sunuluyor. James Roberson, Felice Beato, Ernest de Caranza, Maxime du Camp ve Francis Frith gibi seyahat fotoğrafçılığının önde gelen isimlerinin fotoğraflarıyla çok az sayıda hazırlanan İstanbul, Atina, Malta, Athos Dağı, Mısır, Kırım konulu albümlere kadar fotoğraf tarihiyle ilgili çarpıcı ve nâdir eserlerden oluşan  serginin küratörlüğünü  Bahattin Öztuncay üstlenmiş.
Erken dönem tabir edilen ve fotoğraf tarihinin en önemli evresi sayılan,  1839-1860 yılları arasından günümüze kalabilmiş örnekler son derece azdır. Büyük bir buluş olarak kabul edilen ve fotoğraf tekniğinin pratikte kullanılabilen ilk yöntemi olan “dagereotip” tekniğinde elde edilmiş görüntüler “Gümüşten Suretler” sergisinin ana temasını oluşturmuş. Fransız sanatçı Joseph-Philibert Girault de Prangey’in İstanbul’da ve Batı Anadolu’daki seyahatlerine ait etkileyici dagereotiplerden günümüze ulaşmış çok az sayıdaki örnekde sergide önemli bir yer tutmaktadır. Sergide bulunan, Afrodisias’da iki katlı bir ahşap konağın gümüş ve buz mavisi renk tonları arasında gidip gelen büyüleyici kayıtı, fotoğraf sanatının taş devri sayılabilecek dönemden günümüze kalan son derece etkileyici örneklerdendir. İstanbul’da profesyonel anlamda faaliyet göstermiş olan en önemli dagereotip stüdyolarından biri, İtalyan asıllı Carlo ve Giovanni Naya kardeşler tarafından kurulmuştur. Naya kardeşler tarafından İstanbul’da çekildiği saptanan ve günümüze kadar kaydedilebilen üç dagereotip portre bulunmaktadır. Sergide yer alan dagereotiplerden iki tanesi hem fotoğraf tarihi, hem de görüntülenen kişilerin kimlikleri açısından öne çıkmakta. Eserler, Osmanlı resim sanatının büyük ustası Osman Hamdi Bey’i ve babası, dönemin Mabeyn-i Hümayun Feriki İbrahim Ethem Paşa’yı göstermektedir.

Minyatür portreler 16. yüzyıldan itibaren özellikle Fransa ve İngiltere’de elit tabaka ve hanedan üyeleri arasında büyük rağbet görmüş ve minyatürlerin renkli dünyası fotoğrafta da etkisini göstermekte gecikmemiş. Portre fotoğraflarının elle renklendirilmeleri fotoğrafın bulunuşunun ilk yıllarında başlamış. Minyatür ve resim sanatından gelen ve fotoğrafçılığa geçiş yapan birçok sanatçı renklendirme konusundaki yeteneklerini bu yeni teknoloji ile birlikte kullanmak istemişler. Fotoğrafçılık tekniği konusunda kendisini geliştirmiş fakat resim ve boyama konusunda becerileri olmayan kişiler de müşteri istekleri doğrultusunda ressamları yardımcı olarak işe almaya başlamış. Çoğu 1850’li yıllardan kalan bu türden renklendirilmiş fotoğraflar günümüzde de çekiciliklerini korumaktadır.
Osmanlı sultanları, yabancı hükümdarlar ve devlet ileri gelenleri portre fotoğraf çekimine çok önem vermiş. Hanedan üyelerinin portreleri çekiliyor ve büyük özenle hazırlanmış çerçeveler veya albümler içerisinde yıldönümlerinde veya seyahatlerde karşılıklı olarak hediye ediliyormuş. Hanedan üyeleri,devlet adamları, birkaç istisna dışında, bu fotoğrafların dükkânlarda satışına kısıtlama getirmemişler, sade yaşam süren insanlar da, kral ve kraliçelerinin ve çocuklarının portrelerini evlerinde bulundurmaktan son derece mutluymuşlar.
1860’lardan itibaren fotoğrafçılık profesyonel anlamda bütün dünyada iyice yaygınlaşır. İlerleyen teknolojiler, optik ve kimyasal alanlarında yeni buluşlar üretimi da daha kolay hale getirir. Ard arda açılan stüdyolarda fotoğrafçılar portre çalışmalarının yanı sıra yaptıkları dış mekân seri çekimlerle şehrin günlük yaşamını, mimari eserlerini ve doğal güzelliklerini kayda geçirmeye başlarlar.
Fotoğrafın 1839 yılında icadından ve yaygınlaşmaya başlamasından itibaren Osmanlı coğrafyası ve Doğu Akdeniz metropolleri, Girault de Prangey, Maxime de Camp, Auguste Salzmann, Felix Teynard, John Shaw Smith, Alfred Nicholas Normand, Francis Frith ve Claude-Marie Ferrier başta olmak üzere seyahat fotoğrafçılığın önde gelen  isimleri tarafından bir cazibe merkezi olarak kabul edilmiş ve bu fotoğrafçıların önemli bir bölümü seyahatleri sırasında İstanbul’a da uğramışlar ve mimari yapıları, günlük yaşamı belgeleyen çekimler yapmışlar.

Minyatür tarzda yapılmış 8 adet portre, 46 adet fotoğraf ve 11 adet albüm yanında fotoğraf tarihi ile ilgili 19. yüzyıla ait kitaplar, teknik malzemeler ve Rahmi M. Koç Müzesi koleksiyonuna ait 2 adet fotoğraf makinesi 10 Ekim 2017 tarihine kadar ziyaret edilebilecek.

Dagereotip; ilk önce yüzeyi gümüş kaplı ve parlatılmış ince bakır bir plaka, iyot buharına tutularak ışığa duyarlı hale getiriliyordu. Fotoğraf kamerasında, 3’le 30 dakika arası, ilerleyen tekniklere bağlı olarak daha sonraları ışık durumuna göre on saniyeye kadar düşürülmüş poz süreleri uygulanıyordu. Kamerada pozlandırmadan sonra gümüş plakanın, en geç bir saat içinde kapalı bir kutuya yerleştirilerek, 45 derece eğik açıda ve yaklaşık 60 derece ısıda civa buharına tutulmasıyla görüntü ortaya çıkmaktaydı. Daha sonra bu görüntü, hiposülfit banyosunda sabitleştirilerek kalıcı hale getiriliyordu. En son işlem olarak da dagereotip plaka bir cama  alınarak, kapalı, koruyucu bir çerçeveye yerleştirilmekteydi. Negatif kullanılan bir yöntem olmadığı ve dolayısıyla görüntüyü çoğaltma imkânı bulunmadığı için her dagereotip, kendi başına, bir eşi daha olmayan bir fotoğraf eseri niteliği taşımaktaydı.
 Daha sonra dagereotip yöntemi yerini kalotipe bırakmıştır. Kağıt üzerine kamerada negatif olarak alınan görüntü, daha sonra kontak çoğaltma yoluyla, tıpkı negatiflerde kullanılan kâğıtlar gibi ışığa duyarlı hale getirilmiş başka bir kâğıda, bu sefer pozitif olarak aktarılıyordu. Dagereotiplere göre bu yöntemin en büyük avantajı, elde edilen görüntünün çoğaltılabilir olmasıydı. 1850’lerin ortalarından itibaren “cam negatifli ıslak kolodyon” yöntemine geçilmesiyle fotoğrafçılara yeni ufuklar açıldı.
Sadberk Hanım Müzesi: 14 Ekim 1980’de Sarıyer-Büyükdere’de Azaryan Yalısı olarak adlandırılan yapıda Vehbi Koç’un eşi Sadberk Koç’un anısına, O’nun kişisel koleksiyonunu sergilemek üzere açılmış, Türkiye’nin ilk özel müzesidir.

Geleneksel kıyafet, işleme, tuğralı gümüş ve porselen gibi eserlerden oluşan müze koleksiyonu zaman içerisinde hibe ve satın alma yoluyla zenginlemiş. Önemli koleksiyoner Hüseyin Kocabaş’ın vefatından sonra, koleksiyonu Sadberk Hanım Müzesi koleksiyonuna katılmıştır. Hüseyin Kocabaş koleksiyonunda yer alan arkeolojik eserlerin sergilenebilmesi için mevcut binanın hemen yanındaki 20. yüzyılın başında inşa edildiği sanılan yalı satın alınmış ve “Sevgi Gönül” adıyla ek müze binası olarak hizmete açılmış. Sergileme düzeni bakımından çağdaş bir müze uygulamasına örnek olarak değerlendirildiği için 1988 “Europa Nostra Ödülü”ne layık görülmüştür.