Fuat Sevim’yla son kitabı “Kapalıçarşı” ve çevirisini yaptığı James Joyce’un “Finnegans Wake”i üzerinden çeviri, edebiyat ve yazı serüvenini konuştuk.
-James Joyce’un 1939 tarihli çevrilemez denilen eseri “Finnegans Wake”i “Finnegan Uyanması” olarak çevirerek, “Finnegans Wake”in geceye ve düşlere açılan, dilleri ve tarihleri bir araya getiren cümlelerini Türkçe söylemekteki yaratıcılığı, cesareti ve oyunculuğu gerekçesiyle İstanbul Kültür Vakfı’nın Talat Salman Çeviri Ödülü’ne layık görüldünüz. Öncelikle sizi tebrik ediyorum ve sorularıma bu konuyla ilgili başlamak istiyorum. Süreci ve duygularınızı anlatır mısınız, nasıl karar verdiniz, neden bu eseri seçtiniz?
Ben seçmedim de
Finnegan kafası kıyakken dönüp dolaşıp beni buldu belki de. Joyce’un birkaç
eserini çevirmiş ve “Finnegans Wake” dışında tüm külliyatını birkaç kez
okumuştum. Nedir bu okunamaz, anlaşılamaz, çevrilemez Finnegan diye başlayan
okuma serüveni içinde, bir süre sonra kendimi metni çevirirken buldum. James
Joyce’un eşsiz dehasının kıvrımlarında dolaşmak ve onun kurduğu olağanüstü
yapıyı Türkçede karşılamak öyle keyifli, öyle zor, öyle kışkırtıcıydı ki nasıl
sürdü nasıl bitti, şimdi geriye dönüp baktığımda rüya gibi geliyor. Bakiye
kalan duygu, dünya edebiyatının en sıra dışı metninden aldığım olağanüstü haz
ve okurların beğenisinin verdiği mutluluk.
- “Kapalıçarşı”
romanınızı 2012 yılında yazmışsınız, 2015 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Roman
Yarışması’nda ödül almış ve 2017’de de basılmış. Taşların dile geldiği, farklı
on dört insanın yolunun kesiştiği, Oğuz Atay, Latife Tekin, İhsan Oktay Anar,
Ahmet Hamdi Tanpınar’a uzanan birçok önemli ustanın izlerini bulduğumuz “Kapalıçarşı”yı
yazmaya nasıl karar verdiniz? Ne kadar zamanda yazıldı, kaynak olarak neler
okudunuz, araştırma yaparken karşılaştığınız ilginç bilgiler oldu mu?
Kapalıçarşı’yı
aslında ilk önce, toy zamanımda, öykü olarak yazmıştım ama içimde hep öyle bir
kurgunun aslında, zaman aralığı ve zenginliği nedeniyle romanı hak ettiği fikri
vardı. Öykü değersizdir değil kastım, ama hani öykü daha ana dair bir şeydir
ya. Kapalıçarşı gibi asırları ruhuna sindirmiş bir mekânın roman formunda
kendini daha iyi ifade edeceğini düşündüm. Bende kaba metnin yazılma süreci
genelde çok kısadır ve “Kapalıçarşı”yı da iki ayda yazdım ama sonra tabii
defalarca dönüp dönüp bakma şansım oldu.
Kapalıçarşı
Derneği’nin sağladığı çarşıya dair kaynaklardan çok yararlandım. Esnaf
örgütlenmesi ve Ahiliğin tarihçesi için Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Fütüvvet
Teşkilatı” eserini inceledim. Daha birçok dönem metniyle hemhal oldum ama
kurgunun oluşmasındaki ana temel kişisel tarih bilgimdi. Ben o resmi tarihi
alıp, bize yani insana değen eğlenceli bir tarih haline getirmeye çalıştım.
Öylece Kristof Kolomb’un kardeşiyle Baba İlyas’ın torunu buluştu. Öylece Civan
oldu Giovanni.
-Hayatınızda yazdığınız ilk öykü de
Kapalıçarşı üzerineymiş. Ne zaman yazmıştınız? Sizi Kapalıçarşı’ya bağlayan
özel bir anınız, hikâyeniz var mı?
Öyküyü 2010
yılında yazmıştım. Ortaokul ve lise yıllarında, yaz aylarında Kapalıçarşı’da
çalışmışımdır. Ta o zamandan gelen bir gönül bağı var ama kişisel bağın
ötesinde, Kapalıçarşı gibi sembol mekânların, toplumsal birlikteliğin saçma
sapan siyasi hesaplar yüzünden büyük erozyona uğradığı günümüzde, toplum olma
ve ortak paydaların tadını çıkarma gibi unutmaya yüz tuttuğumuz değerlerin
hatırlatılması için çok uygun birer imge olduğunu düşünüyorum. Kapalıçarşı’yı
romanın merkezine koymamın sebebi de buydu.
-Tarihi
olmayan ama tarihte geçen bir roman olarak özetliyorsunuz “Kapalıçarşı”yı. Romanda
bir mekân olarak değil, anlatıcı olarak kitabın merkezinde Kapalıçarşı. “Kapalıçarşı”daki
edebiyat mekân ilişkisi hakkında neler söylersiniz?
Tarihi değil,
çünkü resmi tarihin soğuk tarafıyla bir ilintisi yok romanın. Sağdan soldan
gelip yolu Kapalıçarşı’ya düşenlerin eğlenceli hikâyesi bu. Bir anlamda kendi
tarihini yaratan bir metin. Yukarıda da belirttiğim gibi, bizi bir araya
getiren mekânların edebiyatta seyrek işlendiği fikrinden hareketle yazıldı bu
roman. Neden bir arada olduğumuzu ve birlikte, her türlü fikre saygıyla nasıl
daha huzurlu yaşayacağımızı hatırlamamız için, bu birlikteliği sağlayan mekânların
edebiyatta daha çok işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ve sadece Kapalıçarşı
gibi albenili mekânlar değil kastettiğim. Fabrika, mahalle, okul, meydan gibi
olguların edebiyatın merkezinde olmasını arzularım. Seyrek örnekleri dışında
mekânı göremiyoruz. Gezi Parkı’nın ele gelir bir romanı halen yazılmadı
sanırım. Mekân önemli. Çok önemli.
- O dönemin
dilini okuyucunun zorlanmadan okuyabileceği bir dile nasıl çevirdiniz? Bunun
için özel bir çalışmanız oldu mu? Ayrıca ironi ve mizah bir arada
“Kapalıçarşı”da. Nasıl bir yol izlediniz, konuya uygun anlatım dili mi, yoksa
tekniğe uygun konu mu?
Romanın genel
dili büsbütün günümüz Türkçesi. Ağdalı bir dile kaçmak istemedim hiç, çünkü
derdim, okurun romanı, romandaki kişiler gibi yaşayıp hissetmesi idi. Günlük,
samimi, mizahi bir dil tutturmaya çalıştım. Araya serpiştirdiğim kimi dönem
terimlerinin de okumayı aksatmamasına özen gösterdim. Bunu İhsan Oktay nefis
yapar. Arada dönem jargonundan birkaç kelime okuruz ama hiç de bölmez okumamızı
o kelimeler. Sanki hayatın içindendir tüm cümleler. Dönem dilini tutturma
konusunda, çok sevdiğim İhsan Oktay’ın yaptığını yapmaya çalışmışımdır olsa
olsa. Becerebildiysem ne mutu bana.
-Nelerden,
kimlerden esinlenirsiniz?
Hep söylediğim
bir şey vardır. Edebiyatla haşır neşir olmadan önce hayatım hep plazalarda,
şirketlerde geçti ama bana bir plaza metni yaz deseniz yazamam. Çok iyi bilirim
oraları ama duygusunu içselleştirmemişimdir. Öte yandan beden gücüyle
çalışmadım hiç ama bir sürü işçi öyküsü yazdım, çünkü oradaki duygu, insanın
sömürülmesi, alın teri gibi şeyler yüreğime dokunuyor. Yazdıklarıma esin
kaynağı işte bu duygu. Çeviri için Dublin’de kaldığım sürede bir öykü yazdım. O
da evsiz bir Dublinli hakkında. Yani esin kaynağım hep bana değen şeyler.
Kimlerden esinlenirim? Oğuz Atay’dan, anneannemden, Neşet Ertaş’tan, köy
kahvelerinden, Leyla Erbil’den, bütün kuşlardan ve Şeyh Bedrettin’den.
- Türk edebiyatı
ve çeviri üzerine dersler veriyorsunuz. Atölyelerde incelediğiniz kitapları,
yazarları nasıl seçiyorsunuz? Türk edebiyatının günümüzdeki durumu hakkında,
yeni yazarlar, kitaplar hakkında neler söylersiniz?
Çeviride işim
biraz daha kolay. Bildiğim yerden yani James Joyce’tan anlatıyorum. Örneklerim
çoğu zaman ondan ama tabii çevirinin mantığını falan da konuşuyoruz.
Ama benim daha
çok konuşmayı sevdiğim şey Türk edebiyatı çünkü Türkçe edebiyat, birçok ülkenin
edebiyatı gibi korkunç bir kültür emperyalizmi baskısı altında. O nedenle, çok
sevmeme rağmen önceliği yabancı yazarlara değil, Türkçe yazarlara veriyorum.
Çoğu zaman da postmodern yazarlarımız, kadın yazarlarımız, Köy Enstitülü
yazarlarımız vesaire gibi bir başlık altında anlatmayı tercih ediyorum.
Çağdaş Türk
edebiyatı bence olağanüstü başarılı. Harika metinler geliyor. Hem öyküde hem
romanda. Elbette çok değerli yabancı yazarlar var ve keyifle okuyoruz ama öte
yandan kıyamet gibi fasarya çeviri de burnumuza dayatılıyor. İyi yabancıları
bir yana ayıralım ve mutlaka takip edip okuyalım. Ama dandik yabancıların
bokunda boncuk aramak, sırf kapakları janjanlı diye peşlerine düşmek yerine okur
çağdaş Türk yazarların izini sürse, müthiş lezzetli kalemlerle ve kitaplarla
tanışabilir.
- Henüz
çevrilmemiş hangi kitabı çevirmek istersiniz?
Benim at
koşturduğum alan İngilizce veya İtalyancadan Türkçeye çeviri ve bu alanda
açıkçası, “Finnegan Uyanması” ve “Ulysses”i çevirmişken, üstüne aman şunu da
çevireyim diye bir tutkuya sahip değilim. Öte yandan, bugün değil ama belki
ilerde Türkçeden İngilizceye roman çevirebilirsem çok mutlu olurum. Çağdaş
Türkçe metinlerin dünyada da daha çok okunmasını arzularım.
- Çeviri
yaparken geçirdiğiniz süre sizin öykü, roman yazmanızı nasıl etkiliyor, daha
doğrusu etkiliyor mu?
Tabii ki
etkiliyor. Hem çeviri hem de yazarlıkla uğraşıyorsanız, bu iki meşgale
birbirlerine kuma gözüyle bakıyor. O nedenle ben, son beş yılımı bolca çeviriye
adamışken, artık oturup uzun süredir aklımda dönen romanımı yazmak istiyorum.
Elimdeki işleri halledip yaz sonu romanın başına oturabilirsem benden güzeli
yok şu dünyada.
- Son
olarak, yazar adaylarına ve iyi okuyucu olmak isteyenlere önerileriniz
nelerdir?
Yazar
adaylarına okumalarını ama öyle laf ola beri gele değil, metnin nedenini
niçinini didik didik ederek okumalarını, önemli yazarların metinlerinde
kişileri, mekânları, dili, olay örgüsünü nasıl ele aldıklarını anlamaya
çalışmalarını tavsiye ederim.