29 Aralık 2020 Salı

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN "KISA FİLM" SÖYLEŞİLERİ "BURCU AYKAR"

                                                              


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Psikoloji mezunusunuz, sinema ile ilginiz nasıl başladı?

Aslında çok küçükken, 13 yaşında yönetmen olmak istiyorum demiştim. İlkokuldan itibaren çocukluğum, oyunlar yazıp, arkadaşlarımı toplayıp, bunları küçük gösterilere dönüştürmekle geçti. Sonra biraz dolambaçlı bir yol izledim. Psikoloji okuduktan sonra Film Kuramı üzerine yüksek lisans yaptım. Yola sinema yazarlığı ile başladım. Film dağıtımcılığı yaptığım dönem sektörün farklı yönlerini tanıma fırsatım oldu. Aslında hep esas isteğim film yapmaktı; insanın kendini içinde kaybettiği o "oyun kafası"nı yaşayabileceğim alanlar yaratmaktı.

Kısa film çekme, kısa film yönetmenliği yapma nedenleriniz,  bu yola giriş sebebiniz neydi?

İlk kısa filmimiz "Doğum"u Uygar Şirin ile birlikte yazıp yönetmiştik. Bunun eğitimini almadığımız ve sektörde fiilen çalışmadığımız için film yapma sürecini deneyimlemenin bir yolu olarak göründü bir kısa film yapmak. Bir Film'in de yapımcı olarak ilk deneyimiydi. Hepimiz için bir öğrenme süreci olsun istedik. Hem de gerçekten bu işi yapmak isteyip istemediğimizi anlamanın bir yolu... Gerçekten de sette olmaktan büyük mutluluk duydum. O setin ilk gününü hayatımın en mutlu birkaç gününden biri olarak hatırlıyorum. Hem süre hem de bütçe açısından yapılması daha olanaklı olduğu için kısa film ile başlamayı seçtik.

 “Doğum” ve “Ölüm” adlı iki kısa filmde Uygar Şirin ile senaristlik ve yönetmenlik yapmışsınız. Ortak çalışmanın kısa film projelerinde avantaj ve dezavantajları var mı?

Uygar'la sinemaya bakışımız, senaryoya yaklaşımımız, aklımızdaki sinema dili çok yakın olduğundan sorun yaşamadık. Bilakis, deneyimsiz olmanın dezavantajlarının üstesinden biraz bu sayede geldik. Yönetmenlik ve senaristliğin farklı görev alanlarını paylaşabildik. Kendimize güvendiğimiz kısımları daha çok üstlendik. Biraz da birlikte yaptığımız için yapmaya cesaret edebildik gibi geliyor bana.

 Kısa film hazırlık ve çekim sürecinde sizi neler zorladı? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız?   

Bir fikrin ortaya çıkışından itibaren yapılan, çekime hazırlık çalışmasını çok seviyorum. Senaryonun her kelimesi üzerinde durup, diyalogları yeniden yazmayı ve mümkün olduğunca ayrıntılara yer vermeyi tercih ediyorum. Mutlaka referans filmler, fotoğraflar ve tablolar oluyor. Bunları da yazım sürecinden başlayarak topluyorum. Senaryoyu birlikte çalıştığım arkadaşlarıma okutup fikir alıyorum. Senaryo bittiğinde, dekupaj çalışmasını yaparken mutlaka eklenenler, çıkanlar olur. "Ablam" için 52 sayfalık bir storyboard çalışması yapmıştım. İyi çizemesem ve çöp adamlar kullansam da, aklımdaki kadrajlar ve kamera açılarına dair fikir veriyordu. Genellikle yazım sürecinin başından itibaren hayalimde bir oyuncu olur. Aklımda biriyle yazmayı seviyorum. Oyuncu fotoğraflarını da görsel referans panolarına ekliyorum. Hayalimdeki kostüm, obje ve mekanlara yakın fotoğraflar toplarım, ekibe tam olarak anlatabilmek için. Filmde kaynağı belli olan müzik kullanmayı seviyorum. Yazarken bir yandan da o şarkıyı ararım, filmin duygusunu yansıtan en iyi şarkı ne olabilir diye.

En büyük zorluk, istediğimiz kadar zamana sahip olamamak. Çok daha fazla tekrar alabileceğimiz bir zamana sahip olmayı dilerdim. "Ablam"da Eylül ortasında, İstanbul'da, yazın geçen kumsal sahneleri çekmek durumunda kaldık. Hava şartları çok zorladı bizi. Hatta bir gün eklemek durumunda kaldık çekim takvimine.

                                                            


Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı, neler düşünüyorsun bu konuda?

Ben okullu olmadığım için, benim için biraz öyle oldu. Ne kadar film izlesem, yapım süreçlerine dair söyleşi okusam, araştırsam da film yapmadan öğrenilebilecek bir şey değil. Deneyim işin çok önemli bir parçası. Ben bu sette olma süresini daha uzun yaşayabilmek, uzun metrajlı bir film yapmak istiyorum. "Doğum" ve "Ölüm" biraz bu motivasyonla, uzuna hazırlık olarak yapılan filmlerdi. Ama "Ablam", Elif Türkölmez'in müthiş öyküsünün beni çarpmasıyla ortaya çıktı. O sırada, kısa film yapma planım yoktu aslında. Fakat öykünün gerektirdiği format kısa film idi, dolayısıyla öyle oldu. Kısa film tabii ki sadece bir aşama değil. Bir ömür boyu sadece kısa film de yapılabilir, bambaşka bir alan.

Kısa filmin,  Burcu Aykar’ın meslek hayatında nasıl bir yeri var?

Şu an için, ülkemizde, benim istediğim türde uzun metrajlı filmler yapmak, fikir sürecinden itibaren ortalama 4-5 yıl sürebiliyor. Uzun ve zorlu bir yolculuk. Şartları sağlamak da her zaman mümkün olmuyor. Kısa film yapmak, bu uzun yola girmeden önce, bana isteklerimden emin olma imkanı sundu. Her film müthiş bir öğrenme alanıydı. Setteki herkes benden daha deneyimliydi sonuçta. Tüm ekiplerimizden, oyunculardan çok şey öğrendim. Set nasıl işliyor, bunu görmüş oldum. Aradığım sinema dilini bulma yolunda benim için önemli deneme fırsatlarıydı. İleride de birlikte çalışmak isteyeceğim ekip arkadaşlarımı bulduğum yer oldu. Hepsi de üzerine düşündüğüm, beni rahatsız eden meseleler üzerine olduğundan, bu filmleri yapmanın sağaltıcı bir yanı da var muhakkak.

Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

Bu soruya cevap verecek kadar takip edemiyorum ne yazık ki kısa film yapımını. Görebildiğim kadarıyla, Türkiye Sineması dahilinde üretilen uzun metraj filmlere kıyasla, kısalarda konu açısından daha fazla çeşitlilik var. Form ve sinema dili açısından da daha fazla cesaret var. Yönetmeni kadın olan filmlerin sayısı çok daha fazla. Yeniliğe daha açık bir özgürlük alanı olarak görüyorum. Yeni yönetmenlerin kendilerini tanıtabilecekleri bir alan, mutlaka olabildiğince desteklenmeli.

Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin tanıtımı ve devamı için?

Festivaller izleyicilerle bir araya gelme, filmin nasıl algılandığı üzerine fikir sahibi olma, başka yönetmenlerle tanışma imkanı sunuyor. Bu açıdan çok değerli. Festivaller içinde yapılan proje geliştirme atölyeleri yapımlara destek oluyor ve çoğalmalı muhakkak. Kısa filmleri kütüphanelerine katan dijital platformlar olmaya başladı. Bu yaygınlaşırsa hem maddi bir destek olur, hem de filmlerin daha fazla insana ulaşmasını sağlar. Aslında tabii olması gereken, kısa filmlerin de sinemalarda biletli gösterimlerinin olması. Bu konuda da tek tük adımlar oluyor ama tabii şu an pandemi sebebiyle her şey askıda. Her şey normale döndüğünde tüm bunları yeniden değerlendirmek gerekecek muhtemelen.

“Dünyada kısa filme bakış açısı” ile “Türkiye’de kısa filme bakış açısı” arasında  farklar var mı? Varsa bunun nedenleri neden olabilir, bu nedenleri nasıl ortadan kaldırabiliriz?

Bu konuda fikir sahibi olacak derecede takip edemiyorum kısa film dünyasını, söylediğim gibi. Hissiyatım şu, Türkiye'de kısa film hala çoğunlukla öğrencilerin çalışmaları olarak görünüyor. Ticari bir boyut da kazanmasına, sanat eseri olarak ciddiye alınmasına hala yolumuz var. Büyük festivallerdeki kısa film bölümlerinin seçkilerine, gösterim ve sunum şartlarına önem verildiğini gözlemledim son yıllarda.

 Çektiğiniz kısa filmlerin senaryolarında çıkış nedenleriniz neler oluyor, daha doğrusu neler size bu senaryoları yazdırıyor?

Bana çekici gelen, sadece sinemayla anlatılabilecek, muğlak anları yakalamak ve atmosfer yaratmak. Gündelik hayatta çok da üzerinde durulmayan ayrıntılara odaklanmayı, bu anları büyüterek, o anlar içinde derinleşmeyi seviyorum. O yüzden yola çıkarken beni kamçılayan bir ruh hali oluyor. Gri, gölgeli alanlar, kelimelerle ifade edildiğinde büyüsünü ve cazibesini kaybeden ve tanımlanmaktan daha da uzaklaşan duygu halleri... "Doğum"da, doğum sonrası depresyonu yaşayan bir kadının ruh halinin gündelik hayattaki izlerini sürmeye çalışmıştık. Daha ketum, üzerine düşünmeyi gerektiren, bakıldıkça, kazıldıkça kendini biraz daha ele veren sahneler yaratmayı seviyorum. Çok net tanımlar, cevaplar yok hayatta benim için. Her şey biraz sisli puslu görünüyor. Bu karmaşıklığı, kolay idrak edilememe halini taşımaya çalışıyorum filme de. "Ölüm"de de, ölüm fikriyle ilk kez karşılaşan 7 yaşında bir çocuğu takip etmiştik. Onun oyunlu, naif dünyasına bu his nasıl sızar, bu sızma halinin izlerini nerelerde görebiliriz, bunun üzerine çalışmıştık. "Ablam" için ise öyküyle kurduğum bağ, hissettiğim yakınlık, çıkış noktası oldu.

 Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu?

Oyuncular konusunda çok şanslıydım. Benim birlikte çalışmak istediğim oyuncular senaryoyu beğenip filmlerde rol almayı kabul ettiler genellikle. Çok değerli, deneyimli, hayranı olduğumuz oyuncularla çalıştık. Tecrübesizliğimizi hiç sorun yapmadılar. Onların destekleri ve inanmaları sayesinde yapılabildi filmler. Senaryoyu yazarken aklımda belli oyuncular oluyor. Filmlerde izleyip beğendiğim, oyunlarını takip ettiğim oyuncuları tercih ediyorum. Oyuncu tanımak için çok sık gidiyorum tiyatroya. Çocuk oyuncuları bulmak içinse görüşmeleri hep kendim yaptım bugüne kadar. Yüz yüze görüşüp, filmin konularına dair sohbet ediyorum. Kısa bir çekim yapıyorum. Ama deneme çekimindense, o doğal sohbetin kaydı daha belirleyici oluyor benim için. Cast ajanslarının önerileri de çok değerli oluyor tabii. Zorluk olarak da, halihazırda devam eden bir dizide oynayan bir oyuncuyla çalışmak riskli olabiliyormuş, bunu gördüm. Çünkü her koşulda dizi kısa filmden daha önemli oluyor.

Yeni projeleriniz, uzun metraj film çekme  planınız  var mı?

Evet, var. Uyarlamak istediğim, bana çok heyecan veren bir roman var. Ama daha yolun çok başındayım, bahsetmek için biraz erken.

Film eleştirileri yazıyorsunuz. Türkiye’de bu konudaki eksiklikler neler, film eleştirileri yazmaya nasıl karar verdiniz? Bu alanda zorluk yaşıyor musunuz?

Film yapmak gibi, filmler üzerine yazmak da anlam arayışının bir yolu olarak görünüyor bana. 2000 yılından bu yana, giderek yoğunluğu benim için çok azalsa da, film eleştirileri yazıyorum. Eleştiri yazmanın ve okumanın, nasıl filmler yapmak istediğime karar vermek konusunda çok yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Filmler üzerine yazmak ve film yapmak, birbirini besleyip zenginleştiriyor. Ne yazık ki meslek hayatım içinde, çalıştığım iki sinema dergisinin kapandığına tanık oldum. Sinema yazarı olarak hayatını kazanmak imkansız hale geldi. Hayatı algılayış ve yaşayış şeklimiz öyle değişti ki, birkaç cümlelik izlenimler ya da youtube videoları, büyük ölçüde sinema yayıncılığının yerini aldı. Pek iç açıcı değişimler değil haliyle, ben hala elime dergi alıp okumayı tercih ediyorum. Elimizde kalanları korumak için çaba harcamalıyız diye düşünüyorum. İyi bir eleştiri kurumunun varlığı, daha iyi filmler yapılmasının önünü açacak en önemli etkenlerden biri.

Son olarak sevdiğiniz yazarlar, yönetmenler kimler?

Sevdiğim, filmlerini referans aldığım, dönüp dönüp izlediğim yönetmenler Lucrecia Martel, Lynne Ramsay, Andrea Arnold, Kelly Reichardt, Jane Campion. Céline Sciamma, Alice Rohrwacher, Joanna Hogg ve Maren Ade bana ilham veriyorlar. Daha bir film çekmiş olan Carla Simón'a da hayran oldum. Yazar olarak da Sevgi Soysal, Leyla Erbil, Sevim Burak'ı sayabilirim. Elif Türkölmez, Cahide Birgül ruhsal ortaklık hissettiğim yazarlar. Nurdan Gürbilek ve Umut Tümay Arslan'ın denemeleri, yazma süreçlerinde yeniden döndüğüm, ilham veren metinler.

 

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN "KISA FİLM" SÖYLEŞİLERİ "ONUR GÜLER"

 



Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Tiyatro eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?

1987 İstanbul doğumluyum. Haliç Üniversitesi Konservatuarı Tiyatro bölümü mezunuyum. Ali Poyrazoğlu ve BKM gibi kurumlarda çalışmalar yaptıktan sonra Küçükçekmece Belediyesinde Tiyatro çalışmalarımı sürdürdüm. Birçok tiyatro oyunu yönettim. Üniversitede ayrıca sinemayla ilgilenmeye başladım. Selim Evci’nin kısa film atölyesine gidip kendimi teknik olarak geliştirmeye başladım. Uzun metraj filmlerde, klip ve reklamlarda asistanlık yaptım. 2012 yılında yazıp yönettiğim ‘ BOŞLUK ‘ adlı kısa filmimle birçok festivalde yarışıp Altın Koza film festivalinde jüri özel ödülü aldım.

Tiyatro küçüklüğümden beri ilgi duyduğum bir alandı. Küçükken gizli gizli tek başıma çocuk oyunlarına giderdim. Kendi başıma kurslara kayıt olurdum. O şekilden üniversite döneminde de tiyatro eğitimi almaya karar verdim.

Kısa film çekme, kısa film yönetmenliği yapma nedenleriniz,  bu yola giriş sebebiniz neydi?

Sinemanın daha çok kişiye ulaşması, filminizin dünyanın hiç bilmediğiniz bir köşesindeki bir evde izleniyor olması benim en çok ilgimi çeken şeylerden biri oldu. Sinema zamanla tutkuya dönüştü. Maddi durumlardan ve tecrübesizlikten dolayı uzun metraj çekme imkanımda olmadığından kısa filmde kendimi geliştirmek bu alanda ilerlemek istedim.

Kısa film hazırlık ve çekim süreçlerinde sizi neler zorluyor? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız?

Maalesef bütçesel zorluklardan dolayı Türkiye’de kısa film yönetmeni yönetmenlik dışında herşey yapıyor. Yönetmen sadece filmin sanatsal dokusuna değil sette verilecek yemeği bile planlayan kişi oluyor. Bu durum maalesef filmin kalitesini düşürüyor. En çok zorlandığım durum bu oluyor. Yönetmen olarak sadece filme odaklanmam gerekirken bir bakıyorum set arasında elimde telefon yemek siparişi verirken buluyorsun. Son filmde bunu yaşamamak için daha planlı programlı ilerlemeye çalıştık fakat yine bu sorunlar peşimi bırakmadı.

Hazırlık anlamında önce senaryoyu tamamıyla kitleyip filme fon başvurularını araştırıyorum. Bu bakanlık olur veya başka olur farketmez. Ondan sonra oyuncu ve ekibi toparlamaya çalışıyorum. Teknik ekipman için destek arayışına giriyorum.  Fon bulma durumunu göz ardı etmemek gerek

                                                           


.

Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı, neler düşünüyorsun bu konuda?

Aslında Dünya’da kısa film bir sektör. 70 yaşında sadece kısa film yöneten yönetmenler var. Fakat ülkemizde 2. Hatta 3.sınıf olarak görülüyor. Zamanla bu algı yıkılmaya başladı. Daha da yıkılacak. Çünkü insanların ekrana odaklanma süreleri azaldı. Bu da daha kısa yapımlara itecek. Ben tabi kendimi geliştirmek daha özgür denemeler yapabileceğim bir alan Kısa film. Fakat böyle oldu diye de işimi özensiz değil tam tersi uzun metraja geçişte uzun metraj disipliniyle yürütmeye çalışıyorum.

 Kısa filmin,  meslek hayatınızda nasıl bir yeri var?

Türkiye’de bir yeri yok. Kısa film yönetmenler derneği olmasına rağmen ve güzel çalışmalar yapılmasına rağmen şu mesleki bir karşılığı yok. Çünkü kısa filmler gösterim konusunda telif alamama problemleri yaşıyor. Ödüller hariç maddi dönüşü olmayan bir alan biraz da bu yüzden uzun metraj öncesi bir geçiş yeri olarak görülüyor kısa film.

Türkiye’de veya Dünya’da sadece kısa film üzerine bir kariyer yapma şansı olabilir mi yönetmenlerin?

 Türkiye’de imkansız hatta imkansız az kalır mucize olur. Fakat Dünya’da önceden de dediğim gibi bir çok yabancı yaşlı yönetmen var sadece kısa filmden geçinen.

Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

2-3 yıla kadar kısa film bakış açısı bir öğrenci filmi veya youtube’da yayınlanan amatör hevesler olarak görülüyordu. Fakat zamanla usta yönetmenlerin bu süreçten geçtiğinin görülmesi ve ünlü oyuncuların kısa filmlerde oynamaya başlaması bu algıyı kırdı. Türkiye sinema tarihi anlamında ciddi bir yere gelemedi. Bunu hem festivaller hem de hocalarımız belki tam hakkıyla savunamadı. Ayrıca yapılan özensiz işlerde bunu sağlamış olabilir. Ben zamanla kısa filmin daha çok ilgiyle karşılanacağı düşüncesindeyim. Çünkü yabancı dizilerin bölümleri 30 dakikalara düştü. Odaklanma süremiz çok kısaldı. Seyirci hızlıca güzel ve kaliteli şeyler izlemek istiyor.

Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin tanıtımı ve devamı için?

İlgili festivaller var. Kısa filmi değerli göre festivaller var. Fakat bunun yanı sıra gösterim için az da olsa bir telif ödemekten çekinen veya filmin yönetmenini şehrine çağırmaktan kaçınan festivaller var. Festival yapıp filme dair hiç kimseyi davet etmeme durumunu çok anlayamıyorum.  Kısa film yönetmenini uzun metraj yönetmeninden ayırt etmediğimiz müddetçe sinemamız daha iyi yerlere gelecektir.

“Dünyada kısa filme bakış açısı” ile “Türkiye’de kısa filme bakış açısı” arasında  farklar var mı? Varsa bunun nedenleri neden olabilir, bu nedenleri nasıl ortadan kaldırabiliriz?

Kesinlikle büyük farklar var. Dünya’da bundan para kazanıyorlar. Televizyonlara kısa filmlere ciddi paralar ödüyorlar göstermek için. Fakat ülkemizde böyle satış ağları yok. Kısa filmini satacağı bir mecra yok. Maddi kazanç getirisi en büyük nedenlerden biri. Şu anda dijital platformlar kısa filmlere çok ilgililer umarım onların sayesinde daha iyi yerlere gelecek.

  Çektiğiniz kısa filmlerin senaryolarında çıkış nedenleriniz neler oluyor, daha doğrusu neler size bu senaryoları yazdırıyor?

 Toplumsal meseleler ve sosyolojik durumlar çok önemli benim için. Yaşadığım döneme uzak şeyler yazmayı yaşadığım hayata uzak kalmayı kabul edemiyorum. Tabi hadi bu dönem şu sorun var gel şunu yazayım değil. Ama dünyada ve ülkemizde onca olay sorunlar yaşarken duyarsız kalabilmeyi başaramıyorum. Didaktik ve özellikle bir mesaj algısıyla bir senaryo yazmaya da ayrıca uzağım.

Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu?

Yazdığım karaktere hem fiziksel hem de performans olarak en çok yaklaşacak kişiyi bulmaya çalışıyorum. Hatta bazen senaryo aşamasında şu kişi olur mu diye o kişiyi düşünerekte yazdığım oluyor. Bu seçimlerde tabi kısa film projesi olduğundan özellikle ünlü oyuncular bir adım uzaktan bakıyorlar. Fakat haklılar. Bazı kısa filmler ciddi amatörlükle yapılıyor. Özensiz bir senaryo ve ekiple yapılıyor. Projeniz iyiyse, kendinizi iyi açıkladıysanız ve profesyonelliğinizi ekibinizle gösterdiyseniz ünlü oyuncularda projenize evet diyor. Özellikle konservatuarda okuyan veya yeni mezun no-name oyuncular daha hevesli ve sıcak bakıyorlar.

Yeni projeleriniz, uzun metraj film çekme  planınız  var mı?

Tabi ki var. Yeni çektiğim kısa filmin uzun metrajı üzerine çalışıyorum. Aceleci davranıp uzuna hemen geçmek istemiyorum. Kısa filmde 1-2 hikaye daha anlatacağım var öyle uzun metraj yolculuğuna başlayacağım. Nisan 2021’de yeni bir kısa film çekmek için planlama yaptık.

“Boşluk”, “Sızı”, “Yara” sizin  yönetmenliğini yaptığınız ve ödülleri olan kısa filmleriniz. İlk filminizden bu güne kadar süreçte Onur Güler kendini nasıl değerlendiriyor? Bu dönemde sizi en çok zorlayan unsurlar neler oldu?

Boşluk amatör hislerle yola çıkılan sinemasal anlamda arayışta olduğum bir dönemin ürünüydü. Kısa filmin dinamikleri neler ? Oyuncuyla nasıl çalışılır ? Ekip nasıl yönetilir ? vs bunları deneyimlediğim bir filmdi. Bunlara rağmen önemli bir başarı elde ettim ilk kısa filmimle. Ondan sonra gelen Sızı filmimle de aynı süreç devam etti. Yara filmi ise benim uzun metraj için provalara başladığım bir süreçti. Tamamı profesyonel bir kadro ekip ve ekipmanlar neler yapabiliriz bunu görmek istedim. Bu filmlerle ben nasıl bir sinema yaratmak istiyorum. Seyirciye ne tür deneyimler yaşatmak istiyorum. Ekibi nasıl kurmam gerek gibi önemli detayları görüyorum. Kısa film bu konuda önemli bir alan. Önemli bir özgürlük alanı. Bunu filminiz ne kadar bağımsız şartlarda yapılıyor olsa da uzun metrajda asla bu kadar özgür olamazsınız.

Son olarak sevdiğiniz yazarlar, yönetmenler kimler?

Ben yazar olarak hariki murakami’nin kitaplarını çok seviyorum. Yönetmen olarak ise filmlerini merakla beklediğim diye söylemek isterim. Farhadi, Mungiu, Innaritu ve alfonsu cuaron diyebilirim.

 

 

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN "KISA FİLM" SÖYLEŞİLERİ " RAGIP TÜRK"

 

                                                           


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Sinema ve Televizyon okumaya nasıl karar verdiniz?

Çocukluk ve gençlik yıllarım İzmir de geçti. Ortaokul yıllarımda şiir yazarak edebiyata, lise yıllarımda  gitar çalarak müziğe başladım. İzmir'den sonra üniversite okumak için Eskişehir'e gittim ve burada müzik çalışmalarım devam etti. Müzik çalışmalarıma daha profesyonel bir biçimde devam etmek için İstanbul'a gelmek istiyordum ve üniversite okumak burada olmak için en iyi yöntemdi. Sinema Tv bölümünü sanatsal bağlamları olan bir alan olduğu için tercih ettim. Aklımda pek sinema yapmak yoktu aslında ben daha çok müzikle ilgileniyordum. Lakin üniversitede sinemayı keşfettikçe, sinemanın anlatım olanaklarıyla ve setlerle samimi oldukça benim için çok daha uygun bir ifade alanı olduğunu keşfettim ve sinemaya başlangıcım böyle oldu.

 Kısa film çekme, kısa film yönetmenliği yapma nedenleriniz,  bu yola giriş sebebiniz neydi?

Yönetmen olmak, sinema yapmak istiyorsanız bir yerden başlamanız gerekiyor ve kısa film bu iş için en uygun alan bence. Kendinizi denemek için kısa filmle başlamak doğru bir yol. Anlatı oluşturmayı, stil geliştirmeyi, dil kurmayı, sinematografik öğeleri ve tekniği algılamayı böyle öğrenebilir ve geliştirebilirsiniz. Çünkü sinema yaptıkça geliştiğin bir sanat dalı. Ayrıca batma kayısı, becerememe kaygısı ve beklentiler düşük olduğu için yanılsanız bile büyük zararlar görmezsiniz. Eksiklerinizi geliştirerek tekrar deneme şansınız olur.

 Kısa film hazırlık ve çekim sürecinde sizi neler zorladı? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız?     

Açıkçası hazırlık sürecinde insanı en çok zorlayan şey bütçe oluşturmak. Eğer bütçeyi oluşturduysan daha rahat düşünebiliyor ve hayata geçirebiliyorsun. Bunun dışında sektörde aktif çalışan biri olduğum için ekip kurmakta veya ekipman bulmakta pek zorlandığımı söyleyemem. Genelde istediğim imkanları sağlayabildim. Hazırlık süreçlerim hep keyifli geçmiştir. Provaları, mekan gezilerini, araştırmayı çok severim. Çekim sürecinde ise her zaman zorluklar oluyor. Set her an, her sürprizin karşınıza çıkabileceği bir alan. Her şey bir anda bütün planınızı bozmak için bir araya gelmiş gibi görünebilir. Bu yüzden yönetmenliğin yanı sıra yöneticiliği, çözümsel yaklaşmayı, pratik aklı iyi kullanmayı öğrenmek ve olaylara soğukkanlılıkla yaklaşmayı bilmek gerekiyor.

Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı, neler düşünüyorsun bu konuda?

Bu konu çok tartışılıyor. Bir gelişme süreci olduğunu düşünenler var olduğu gibi, kısa filmin kendine has bir sinema biçimi olduğunu düşünen ve uzun metraja geçiş için bir aşama olarak görülmesine karşı çıkanlarda fazlasıyla var. Ben bu tartışmalara pek girmek istemiyorum açıkçası. Önemli olanın üretim olduğu kanısındayım. Sadece kısa film bir sektör haline gelmeden, ekonomik olarak bir değer yaratmadan uzun metraja geçiş için bir aşama olarak görülmeye devam edecektir bunu söyleyebilirim. Çünkü eğer tüm festivalleri domine edecek bir film yapmadıysanız, kısa filmler ekonomik olarak hiç bir geri dönüş sağlamıyor. Sonuçta sinema pahalı bir sanat ve geri almaksızın sürekli veremezsiniz.

                                                                 


Kısa filmin,  Ragıp Türk’ün meslek hayatında nasıl bir yeri var?

Sektörde bir çok filmde, dizide ve belgeselde reji ve yapım alanlarında çalıştım. Bir çok projenin gelişiminin ve üretiminin neredeyse her evresinde yer aldım. Lakin benim bir sinemacı ve yönetmen olduğumu öncelikle bana ve daha sonra sektöre ve izleyiciye gösteren şey kısa filmlerimdi. Bu yüzden benim meslek hayatımda kısa film önemli bir yer teşkil eder.

Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

Türkiye'de kısa film, sinema sektöründeki insanlar ve sinemayı iyi takip eden insanlar dışında genellikle amatör işler ve denemeler olarak görülüyor. Yönetmen olmak isteyenlerin ilk basamağı, öğrencilerin çalışma alanı gibi. Çünkü kısa filmler son dönem gelişmelerini baz almazsak bazı istisnalar dışında derme çatma yapılmış işlerdi. Bu işler genellikle bütçe ve imkanlar olmadığı için amatörce kotarılmış olarak karşımıza çıkıyordu. Son dönem de bu bakış açısı kırılmaya başladı çünkü dijital gelişmeler kısa filmlerinde kalitesini artırdı. Artık kısa filmlerde teknik olarak bütünlüklü duruyor ve profesyonel ve tanınmış oyuncular da kısa filmlerde yer alıyor. Sinema tarihimizde ise kısa film yeni yeni kendine yer bulmaya  başladı diyebiliriz. Artık kısa filmlerin de sinema için büyük potansiyeller taşıdığını sektör bileşenleri ve izleyiciler görmeye başladı. Kısa filmin geleceği için ise şunu söyleyebilirim, zaman kavramının büyük önem ve ivme kazandığı çağımızda, kısa filmler sinemanın ana biçimine doğru evrilirse kimse şaşırmasın. Artık insanları bir şeyin karşısında ilgisini ve algısını kaybetmeden uzun soluklu olarak tutmak gittikçe zorlaşıyor.

Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin tanıtımı ve devamı için?

Bir yönetmene festivaller sayısal olarak asla yeterli gelmez. Yönetmen her gün festival olsun, filmim her zaman gösterilsin ister:) Festivallerin kısa filmler için yarattıkları değer anlamında ise güzel gelişmeler var. Artık kısa filmcilerde festivallerce değer görmeye başladı diyebiliriz. Elbette kısa filmcileri ekonomik olarak da destekleyebilecekleri bir hale daha fazla bürünebilirler. Mesela kısa filmlere gösterimler için telif ödeyebilirler. Zamanla yapmak zorunda kalacaklar zaten. Çünkü pandemi sürecinde gelişen online izleme kültürü festivallere büyük bir alternatif olacak gibi görünüyor. Festivallerin de filmlerin direkt olarak dijital dünyaya kaymaması için kendilerini çok daha geliştirmeleri ve üreticinin çıkarlarını daha çok koruyan bir yapıya bürünmeleri gerekiyor. Festival kültürünü daha yukarı taşımaları artık elzem görünüyor. Birde kısa filmcilerin sürekliliklerini sağlayabilmeleri için onlara imkan ve olanak sağlama konusunu festivallerinde, sinema oluşumlarının da, fon sağlayan kuruluşlarında ciddi olarak ele alması gerekiyor.

“Dünyada kısa filme bakış açısı” ile “Türkiye’de kısa filme bakış açısı” arasında  farklar var mı? Varsa bunun nedenleri neden olabilir, bu nedenleri nasıl ortadan kaldırabiliriz?

Bu bakış açısı Dünya'nın her yerinde değişiyor. Gelişmiş ülkelerde kısa film sektörleşebildiği için bütçe ve fon bulunuyor ve çok daha kaliteli içerikler üretiliyor. Böylece de izleyicisi oluşabiliyor. İzleyicisi oluşabildiği içinde ekonomik olarak değer yaratıyor ve döngü tamamlanmış oluyor. Avrupa da, Amerika da, Asya'nın bazı bölgelerinde kısa film sektör olarak var. Yani bakış açısını oluşturan şey üretimin, içeriğin kalitesi ve ekonomik değer yaratması. Bizde henüz bu konuda sektörel bir gelişme olmadığı içinde bizim bakış açımız genellikle üretilen çoğu işler gibi amatör düzeyde kalıyor. Sanatsal da olsa üretilen herhangi bir şey ekonomik bir değer yaratamadığı sürece gelişemiyor. Bu durum bir anda bir şey yaparak ortadan kaldırılabilecek bir durum değil diye düşünüyorum. Kısa filmin arz ve talep dengesinin oturabilmesi ve gelişebilmesi için kendi bileşenleri dışında da  bir çok etmen var çünkü. Kültürel ve sosyolojik olarak gelişmişlik, eğitim seviyesi, sanatsal anlayışın gelişmesi vs. gibi.

  Çektiğiniz kısa filmlerin senaryolarında çıkış nedenleriniz neler oluyor, daha doğrusu neler size bu senaryoları yazdırıyor?

Aslında her filmimin senaryosunun çıkış noktası birbirinden çok farklı. Bir kelebeğin intihar denemeleri tesadüf eseri önümüze çıkan bir mekanda, bir sahne çekerek başladı. Sonrasında o sahne üzerinden sürreal bir anlatım geliştirerek, yaşamla ölüm arasına sıkışmış bir aşk hikayesi ortaya çıkardık. Harun diye bir adam, daha çok babamın yaşamından izler taşıyor. Babamın anısı için bir film yapmak istedim ve onun hayatı çerçevesinde düşünerek başlangıcı oluşturdum. Tor ise kafamda hep izlediğim, rüzgarlı ve yağmurlu bir havada bir kurt köpeğiyle yürüyen kadın imajının, bir arkadaşımın köpeğinin hastalanması ile bütünleşmesi ile başladı. Ama üç filmim de ölüme beş kala filmlerdir. Sanırım farkında olmadan kısa filmlerimde hep ölüm olgusunun çevresinde dolaşmışım. Bunu çok sonraları fark ettim.

 Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu? “Bir kelebeğin intihar denemeleri”  filminizde   oyuncu olmak size neler hissettirdi?

Oyuncu seçimi konusunda rahat çalışabileceğim ve sette her yönden uyum yakabileceğim oyuncuları seçmeye dikkat ediyorum. Bağımsız sinema setleri imkansızlıkların çok olduğu bir alandır. Böyle durumlarda anlayışlı olabilecek ve zorluk çıkarmayacak kişilerle çalışmak çok daha doğru diye düşünüyorum. Genellikle de karakterlerimi tanıdığım oyuncu arkadaşlarım üzerinden düşünmeye başlıyorum. Çalışacağım oyuncu ile iletişim olarak iyi uyum yakalayabilmek benim için çok önemli. Bu sebeple set öncesi vakit geçirmiş olmak, arkadaş olabilmek önceliklerim arasında hep bu da sette işimizi çok kolaylaştırıyor. Elbette kafamda kurduğum karaktere görsel olarak uygunluk ve oyuncunun işine olan tutkusu ve tecrübesi de önemli bir etken. Bunlar zaten olmazsa olmazlar. Ben filmlerim için oyuncuları ikna etme konusunda hiç zorlanmadım ama bazı tanınmış oyuncuları kısa film için ikna etmek zor olabiliyor. Bir kelebeğin intihar denemeleri henüz ortada bir senaryo olmadan final sahnesinin çekimi ile başladı. Nemrutta bir program çekiyordum. Ağacı görünce burada bir şey çekmeliyim dedim ve o sahneyi benden başka oynayacak kimse yoktu. Sonrasında filmde de ben oynamak zorunda kaldım. Oyunculuk, yönetmenlikten çok farklı bir olgu. Benim için zor ve değişik bir tecrübeydi. Ama hislerim hep isteseydim ve çalışsaydım iyi bir oyuncu olabilirdim der bana.

“Bir Kelebeğin İntihar Denemeleri”, “Harun diye bir Adam” ve “Tor” filmlerinizden sonra yeni projeleriniz var mı?

Evet şuan uzun metraj bir proje üzerine çalışıyorum. İşimiz rast ve şansımız yaver giderse ilk uzun metraj filmimi çekmek istiyorum. Çalışmalarımız ve hazırlıklarımız yolunda gidiyor.

 Son olarak sevdiğiniz yazarlar, yönetmenler kimler?

Bela Tarr'ı çok severim. Benim için tüm yönetmenler içinde yeri çok ayrıdır. Edebiyata ve felsefeye en çok yaklaşan yönetmen gibi gelir bana hep. Eskilerden Bresson, Sokurov, Ozu, Tarkovsky, Bunuel, Leone, Cassavates, Kieslowski, Kiorastami çok sevdiğim yönetmenler. Son dönem Romanya sinemasından Cristi Piui, Corneliu Poromboui ve Meksika'dan Carlos Reygadas'ı çok beğeniyorum. Yeni kuşaktan Kantemir Balagov iyi iki film yaptı. Jarmush, İnnaritu, Nuri bilge Ceylan filmlerini merakla beklediğim yönetmenler. Yazar olarak dünya klasiklerini sürekli çevirir dururum. Çehov, Turgenyev, Dostoyevski, Saramago, Sartre, Dickens, Yaşar Kemal çok beğendiğim yazarlar. Gudjieff ve Krishnamurti'nin yaklaşımları çok ilgimi çeker. Felsefeden Nietzche ve Kierkegaard'a daha fazla zaman ayırırım.

26 Aralık 2020 Cumartesi

Aslı Alpar ile "Emine Hanım'ın Romanı"

                                                          


Sizi tanıyabilir miyiz?

1987 doğumluyum. Sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya için karikatür çiziyorum.

“Emine Hanım’ın Romanı” anneannenizin hayatı. Emine Hanım’ın hayatını çizgi roman olarak anlatma fikri nasıl ortaya çıktı? Nasıl bir süreç geçirdiniz karar verdikten sonra?

Anneannemin hayatını anlatma fikri uzun süredir aklımdaydı ancak pandemi döneminde ev taşıdığımız sırada aile albümüyle yeniden yollarımızın kesişmesiyle anlatma cesareti buldum kendimde.

Fotoğraflara baktım, mutsuzluğunu, çevresini saran kalabalığa rağmen yalnızlığı, aklının başka yerde oluşunu gördüm. Bana anlattıkları ile örtüşen fotoğrafları dizdikçe ortaya Emine Hanım’ın Romanı çıktı.

Emine Hanım’ın Romanı”nda toplumsal cinsiyet eşitsizliğini görüyoruz.   Türkiye’de- Dünya’da  toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine neler söylersiniz?  Bu konuda neler yapılabilir?

Zor bir soru. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini diğer eşitsizlik biçimlerinden farklı düşünemiyorum. Haklar hiyerarşini kabul etmeyen biriyim. Gelir adaletsizliği, ücretli emek sömürüsü, türler arası eşitsizlik, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi hedef alan nefret… Biri bitmeden diğeri de bitmeyecek.

Eşitsizliğe her alanda bir arada mücadele vermek gerektiğini düşünüyorum. Sorunuz kadar zor bir yanıt…

                                               





Biyografik çizgi roman ülkemizde yaygın olmayan bir teknik. Metinler, çizimler ve fotoğraflardan oluşan  “ Emine Hanım’ın Romanı” için neler söylersiniz?

Yalnızca biyografik değil her ne kadar popüler bir türe dönüşüyor gibi görülse de çizgi romana yönelik önyargıların olduğu bir okur kitlesi olduğunu düşünüyorum Türkiye’de. Üstelik kadınların hikayeleri birçok alanda olduğu gibi çizgi romanda da oldukça az.

“Emine Hanım’ın Romanı” bir tanıklıktan, suç ortağı olmamaktan, “özel olan politiktir”den çıkan bir kitap. Emine Hanım’ın ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin değersizleştirdiği tüm hayatlar adına anlatılan bir hikaye.

Karikatür ve çizim hayatınıza nasıl girdi?      

Kendimi bildim bileli iyi bir karikatür okuruydum ama çizmeye 2006’da Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Maliye Bölümü’nde okurken başladım. Okulumuzun karikatür kulübü vardı ve usta çizer Mete Arif Tokmak’ın yürüttüğü atölyeler oluyordu. Bir defa katıldım devamı geldi.

Nelerden etkileniyorsunuz çizimlerinizi yaparken?

Her şeyden. Karikatür çelişkilere dair bir sanat, çelişkinin olduğu her alandan beslenmek mümkün.

Türkiye’de karikatürist olmak, kadın karikatürist olmak üzerine neler söylersiniz?

Düşünce ve ifade (sanatsal ifade de dahil) özgürlüğünün ayaklar altına alındığı günümüz Türkiyesi’nde karikatürist olmak çok zor. Çizerler sansür ve otosansürle baş ederken bir yandan da gelir elde etmeye çalışıyorlar. Başımızda Demoklas’in kılıcı… Kılıca bağlanan sicim koptu mu kopuyor mu kopacak mı diyerek üretmeye devam etmek kolay değil.

Diğer yandan içinde bulunulan bu hal karikatür camiasının mevcut halini eleştirmeye engel olmamalı. Özellikle 90’lı yıllarla birlikte cinsiyetçi komiğin izlerini de erkeklerin domine ettiği bir alan olarak camiayı da eleştirmek zorundayız, bu da karikatürün konusu. Karikatürün, mizahın egemene karşı duruşu mesele toplumsal cinsiyet eşitliği olduğunda komiğini muktedirden yana çeviren bir garabete dönüşüyor…

Nefret söylemi üretmeyen her iş elbette ifade özgürlüğünün koruması altında ancak eleştirmek de bizim hakkımız.

Kadın çizer olmanın değişik bir yanı yok sorun cinsiyetçi komikte. Çağdaşım olan çok sıkı çizerler var, hep birlikte çalışmaya, bununla da mücadeleye devam…

İsmet Değirmenci "Doğa Konuşur"

 Galeri Bu İsmet Değirmenci “Doğa Konuşur” Sergisi üzerine

                                                                     

-Güzel Sanatlar Heykel Bölümü mezunusunuz. Güzel Sanatlarda okumaya nasıl karar verdiniz?

Bir yandan 12 Eylül darbesinin yıkıntıları; düşlerimizin ve ideallerimizin değersizleştirilmesi bir yandan toplumsal statü baskıları, para kazanmak için meslek seçimi, bu bunalımlı dönemde hiç de kolay değildi karar vermek. İstanbul’a taşınıp yayınevinde çalışmaya başlamam, ardından  iktisat öğrenimi, tiyatro eğitimi hepsini bırakıp kendimi   daha yaratıcı ve özgür hissettiğim güzel sanatlar eğitimine yöneldim, vasat bir eğitim olmasına rağmen.

-Marmara Adası’nda doğup büyümüşsünüz? Adalı olmak eserlerinize nasıl etki ediyor?

Adalı olmak denizin ve ‘evcilleşmemiş bir yabaniliğin’  içinde karaya uzak bir coğrafyada zamansız yani günün döngüsüyle yaşamaktır bir anlamda; yani beni oluşturan, biriktiren yönelişimin en önemli yolu diyebilirim.

                                                              


-Serginizin ismi ”Doğa Konuşur”. Neydi size bu konseptte eserler yaptıran?

Bu sergiyi oluşturmamın temeli yürüyüş felsefemdir. Yaşadığımız kentin hızı, yetişme telaşı, gürültüsü, kaotik statülerinden uzaklaşıp doğanın saflığını, farkındalığını belki de unuttuğunuz kendi varoluşumuzu hissettirmek.

-Serginizdeki eserlerinizde şiirsel göndermelere başvuruyorsunuz. Sanat severleri sergide neler bekliyor? 

Sergimde bulunan küçük çalışmalar;  Japon yazınında 5/7/5 hece ölçüsüyle yazılmış, kısa şiir özelliği gösteren düzyazı olan haikulara karşılık, doğanın imgeleri üzerine şiirsel ritimle bir okuma düzeneğine dönüştürüyorum. İzleyicilere Romantizmin varlığını yani modaya sırt dönen bağımsız sanatçıları, aynı zamanda doğaya karşı olan sorumluluklarımızı; mesajlar vermeden tabii.

                                                


-“Doğa ve İsmet Değirmenci” diye sorsam neler söylersiniz bu kısa başlık için?

Doğa ve İsmet Değirmenci; Buradayım- Yükseliyorum.                                  

            İçime döktü

            Mayıs yalnızlığını-

            gümüş yapraklar.        İ. Değirmenci  / 2020

-Çalışmalarınızda nasıl bir yol izliyorsunuz? Bir konu üzerinden mi başlıyorsunuz çalışmaya?

Proje üzerinden çalışan kavram merkezli biri değilim; yönelimim ve niyet ettiğim yolda içselleştirdiğim imgeler, biriktirdiğim tinsellikle sürdürüyorum arayışlarımı.

-Eserlerinizde farklı teknikler kullanıyorsunuz. Kullanacağız malzeme ve konu arasında nasıl çalışma yapıyorsunuz?

Sanat üretimimde farkı malzemeleri denemeyi ve kullanmayı seviyorum. Daha önce açtığım ‘’Bir Yerde’’ sergimde kentin hızı ve hafızası ifade etmek için gazeteden kolajlar eklemiştim. Doğa resimlerimin bazlarında ise; saflığı sessizliği keçi yünleri bitki liflerini ekleyerek tamamladım. Benim için önemli olan uygulanabilirliği ve bütünlüğüdür resmime kattığı.

 

Deniz Doğruyol "Benimle Başlamadı"

 Deniz Doğruyol  Galeri Bu Pavilion "Benimle Başlamadı" Sergisi üzerine

                                            


-“Benimle Başlamadı” isimli kişisel serginiz kolaj ve asamblaj diliyle meydana gelen eserlerden oluşuyor. Serginizin  çıkış noktasını öğrenebilir miyiz?

Toplumsal cinsiyet, aile, aidiyet, toplumsal norm gibi kavramları odağıma alarak; biriktirdiğim trajedileri ironik bir dille plastikleştiriyorum ve ‘‘Benimle Başlamadı’’ ama seninle de baslamadı diyorum.

-Sergide yer alan işlerinizden bahseder misiniz? Sergide sanatseverleri neler bekliyor?

Sergi, temelde kolaj ve asamblaj diliyle ortaya çıkardığım eserlerden oluşuyor. Sergi boyunca karşılaşacağımız eserlerde dünyanın pek çok yerinden topladığım nesnelerle bir dil ağı ördüğümü göreceksiniz.

Hatıramdaki gel-gitleri, hatırlamayı tetikleyen zihinsel ve fiziksel göçlerle biriktirdiğim nesneleri, anadilde/anakültürde normlarla şekillenen deneyimlerimi, kişisel mutluluk ve özgürlük sınırlarımın zorlandığı ajandami izlemeye açıyorum.

                                                               


-Serginizde de yer alan şiirinizde ifade ettiğiniz kavramları ve bunları kolajlarınıza nasıl yansıttığınızı, yansıtırken  kullandığınız ironik dili anlatır mısınız?

Sergide yer alan isler ; Anadilde düşünme ve anakültürde yaşamsal döngüde ödül ve ceza dilinin, şerginin siirinde de ifade ettiğim gibi insanın özgürlüğünü nasıl kısıtladığı, mutlu olmayı nasıl güçleştirdiği ile yüzleştiren bir tavır içinde\ ironik bir dil çünkü bu derdi çözmenin en iyi yolunun , beraber eğlenerek,  vedalaşmak olduğunu düşündüm, işlere de o şekilde yansıdı.

- Serginizde dünyanın pek çok yerinden toplanan nesnelerle bir dil ağı oluşturuyorsunuz. Eserlerinizde kendi dilinizi oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?

Anlatmak istediği derdini, en samimi hali ile ortaya koymalı işlerim. Samimiyeti dert ediniyorum ben.

Dolayısı ile ben bir fikrin üzerine çalışırken, önce yazarım, içimi dökerim , fikre dair tüm malzemelerim ortaya çıkar, sonra oturup içinde oynamaya başlarım ve bir bakmışım ortaya iş çıkmış. Benim dilim samimiyet, sonrasında iş kendini yaratıyor zaten.

                                                             


-“Benimle Başlamadı” serginizin hazırlık sürecinizi, bu süreçte yaşadıklarınız anlatır mısınız?

Uzun bir süreç aslında, karantina dönemi girdi araya ve 7 ay rotarli olarak açtık. Sergi, pandemi döneminde, atölyemde hazir bir sekilde açılmayı bekledi. Ben de o dönem üzerinde oynadım tabi ki, böylece işler de karantinadan nasibini alarak dönüştü ve gelişti. Eğlenceli ve keyifli bir süreçti. Ortaya çıkan sonuç beni çok mutlu etti.

-Çalışmalarınıza başlamadan önce konsepte mi karar veriyorsunuz?

Öncelikle fikir, sonra onu nasıl bir konsept ile sunmak istediğim ve tabi ki uygulama detayları...

Ben malzeme ağırlıklı çalıştığım için, uygulama detayları;  fikir ve konsepti doyurmak, onlardan onay almak, birebir dilini ortaya koymak zorunda, dolayısıyla üçü kol kola çalışıyor işlerimde.

-Sizi tanıyabilir miyiz? Sanatla yolunuz nasıl kesişti?

Ben Deniz Doğruyol, İzmir doğumluyum Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Tv Fotoğrafçılık bölümünde okudum. Benim malzemem yaşamın kendisi fikri ile çıktığım bir yol bu, dolayısı ile ben ilhamımı da, derdimi de , malzememi de yaşamdan alıyorum.  Los Angeles’da 6 sene kadar yaşadım, yaşadığım sürede Saddle Back Fine Arts’ dan resim üzerine eğitim aldim. Bu sürede Avrupa ve Amerika’ da bir çok solo ve karma sergide işlerim yer aldı. 2018 ‘de tutku ile bağlı olduğu İstanbul’a döndüm; Los Angeles’da Dadaistudio olarak Found object Art&Desing işler üzerine kurduğum atölye çalısmalarıma İstanbul’da devam ediyorum.

                                                                     


-Kendinizi istifçi, arşivci olarak tanımlıyorsunuz. “Aslında onun ruhunu satın alıyorum” diyorsunuz. Bu anlamda Deniz Doğruyol’u tanıyabilir miyiz?

Ben hem istifçiyim, hem arşivciyim, her ikisinin de hayatıma ve işlerime kattiği farklı roller ve değerler var.

Benim nesneler ile ilişkim biraz farklı, toplayıcılığım ve işlerimde malzeme ağırlıklı çalışmam da bundan

sebep, ben eşyaların ruhları olduklarına inanırım. 2-3 saniyede geldikleri yerlerin hikayesini fısıldarlar bana,

benim dünyama girerken yeni bir hikayenin parçası olmaya gelirler, bu benim onlarla oyunum.

Gelen, kimi zaman bende kullanabilir bir eşyaya , kimi zaman bir sanat serine dönüşürken , kimi zaman

enstelasyonumun bir parçası olur. Ve sürdürülebilir olur, zamansız olur.

-Güncel sanatı takip ediyor musunuz? Sizi etkileyen sanatçılar, sanat akımları hangileri?

Ben koyu bir Dadaist’ im diyebilirim,  dadaizimin o kural tanımayan duruşu, çağrışımlara dayanan anlatım yöntemleri, kuşkucu ve şaşırtmak isteyen tavrı , benim işlerim üzerine çalışırken en büyük motivasyonumdur. Deneysel bir dil ile isleri ortaya çıkarma halim ve isteğim ancak kuralsızlıkla kendini var edebilir çünkü.

Marcel Duchamp, Arman, Salvador Dali, Hans Bellmer,Man Ray, George Segal, Daniel Spoerri, Jean Tinguely, Otto Dix, Noah Purifoy beni etkileyen sanatçılar diyebilirim.

Ziya Gürel ile "Kaypak Yüzeyde " ve Sanat




 

Hukuk Fakültesi mezunusunuz. Resim ve seramik çalışmalarına nasıl başladınız?

Hukuk öğrenimi görmüş olmaktan çok mutluyum. Bu benim seçimim. Hukuk öğrenimi bana paylaşımı, birlikte yaşama duygusunu, toplum yapısını öğretti.  Çünkü biz "68'lilerin yetiştiği dönem, kargaşa ve kavga dönemiydi. Kavramlar yerine oturmamıştı. Sonra da darbeler sürdü. Ne var ki geçen zaman içinde özgürlüğü, haklara sahip çıkmanın ne olduğunu; sınıf çıkarları uğruna yayılmacılarla birlikte toplu öldürmelere nasıl giriştiğini, okuyarak, tartışarak öğrendik. Hukuk fakültesinde o yıllarda Üniversite özerkliğini yaşatmaya çalışan; kitaplıklarımızda kaynak sıkıntısı çekmememiz için biz öğrencileriyle iletişimi her an sürdüren hocalarımız vardı. 

Sanat çevresiyle ailemin kurduğu bağları, orta öğrenimim sırasında İzmir'de, sonrasında da  İstanbul'a  gittiğimde de sürdürdüm. Yazarlar, şairler yontucular, ressamlar hep dostlarım, yol göstericilerim oldu.  

Resim çalışmalarım ortaöğretimden bu yana sürüyordu. Seramik çalışmaya bir üçüncü boyut biçimlendirmeler yapmak gereksinimi duyduğum için başladım. Ne var ki, ben "sır" bilgisinin kimyasına erişemediğim için bir " toprak pişiricisiyim (terracottacıyım.). Yalnızca çamuru ve oksitleri kullanabiliyorum. Önceleri üçüncü boyutu, kağıt hamuru ve ahşapta denedim; ardından çamurda karar kıldım.

                          .

Öykü ile başlayan edebiyat yolculuğunuzun başlangıcını ve denemelere giden süreci öğrenebilir miyiz?

 Öykü, bu denli toplum sorunları için bir anlatım yolu olmaya yetmedi. Deneme ve günlük gazetelerde makaleler yazmaya başladım. Bir on yıl aradan sonra öykü ve düş anlatımlarına (tahkiye) döndüm. 

Deneme yazmak, sanat dillerinden birini kullanmaktan çok başka bir çalışma değildir. Çünkü her ikisi de birlikte düşünmeye içtenlikli birer çağrıdır. Aynı nedenle biçimlendirme isteği bir düşleme  ile başlar; kurgulanır ve sanat biçimine dönüşür.

 

 Çeşitli sanat dergilerinde yayımlanmış yazılarınızı bir kitapta bir araya getirme kararını size aldıran neydi?

Dergilerde yayımlanan denemelerimden seçkiler yaparak kitaplaştırmak isteği dayanılmaz olmuştu. Aldığım yaşlarla birlikte yaşanılanı bir zaman dizgisi bile gütmeden, bir ömrün belleğine sığdırmak, insanlığın yaşanılanlardan bir kıssa olarak kendine pay çıkarmak yerine, süregiden düzen içinde egemen olan kültüre yakasını kaptırarak yeni bir teslimiyet kültürü yaratmasıdır. Bu yeni kültür, zamanı bile kavun gibi dilimleyip, yeniden adlandırmış, her şeyi küresel birer buyruk haline sokmuştur.  Bu nedenle insanlığın, bilginin yerine konulanlarla; zamanın ve gerçeklik duygusunun yerine konulanlarla yapay bir matrix içinde kendisinin yeniden doğumunu beklemeye yargılı kılınması kaçınılmaz sayılmak istenmektedir. Bense, bu yazgı yerine tüm yeryüzü canlılığına yerküreye daha güvenle ayak basabilecekleri yepyeni bir toprak dilemek istedim.

“Kaypak Yüzeyde” kitabınız ana başlığı. Bu başlığın bir hikayesi var mı?

Kaypak Yüzey yeni kuşağın tutsak alındığı bir yoksunluk alanıdır. Yeni kuşak için her şey bir yeryüzü egemeni güç tarafından tüketmesi için sunuluyor. “esimulatio” yöntemi öylesine ileriye götürüldü ki “Postmodernizmden” sonra ”Post truth” dönemi başlatıldı. Artık gerçeğin yerine konulmuş olanla yaşamı sürdüreceğiz.

 

Kitabınızı hazırlarken daha önceki yazılarınız üzerinde bir güncelleme yaptınız mı?  Hazırlık sürecinizde neler yaşadınız?

Çoğu yayımlanmış yazılarımı düzenlerken arada bir anlatıma şimdiki zamandan katılma ihtiyacı duydum. Bu nedenle de denemelerimin yayımlanma tarihlerini belirtmenin gereksiz olacağını anladım. Bir ömrün çerçevesine sığan yaşamış olduklarımın izleri bu kitapta yer alan tarihsiz denemelerim, aynı ömrün geçmişle şimdiki zaman arasında gezinen bilincimin gölgesidirler.

 

Sanat üzerine denemeler yazan bir ressam olarak Ziya Gürel Türkiye’de deneme yazmak üzerine neler söyler?

Geçmişten bugüne bakınca yazdığım hiçbir denemede yaptığım ya da yapamadığım resimden söz etmediğim gibi resimlerimde de, seramik biçimlendirmelerimde de betimlemelerin ya da anlatım tuzağına düşmediğimi görmek bana güven veriyor. Olguları, olayları anımsatmaya, kaynakları yeni kuşaklara aktarmaya özen gösterdim.

 

Yeni eserlerinizi görebileceğimiz sergi ve yeni yazılarınız okuyabileceğiz kitap çalışmanız var mı?

Yılda birkaç kez sergi düzenlemelerim covit-19 salgınına karşın sürüyor. Yayın olarak sırada Öyküler Kitabım " Sessizliği Dinlerken ile Düşler Kitabım " ve Gezi Notlarım var.

19 Eylül 2020 Cumartesi

Auguste Renoir- Kırda Dans





 

Renoir’ın birçok dans resmi vardır. 1883 tarihli Kırda Dans’ın havası oldukça farklıdır, kavalye diğer dans resimlerindekilerle aynıdır, fakat bu kez havası daha rahat resmedilmiştir, güler yüzlü ve doğal dam  ise Aline Charigot’un (kendi eşi) yüzüne sahiptir.

Güneşli bir gün, mutlu bir kadın yakışıklı bir adam bir bahçede dans ediyor. Yerde adamın düşmüş şapkasını görüyoruz. Elinde yelpazesi olan kadın, adamın kulağını fısıldadığı şeylere gülümsüyor. 

Usta sanatçı resimde bizimde müziğin sesini ve o atmosferi hissetmemizi sağlıyor. 

4 Ağustos 2020 Salı

Çalıntı Eserler -Renoir

                                                        
                                                              Renoir, Parisli Genç Kız
 Aralık 2000'de Stockholm'deki Ulusal Müze'nin kapanma saatine yakın üç adam müzeye girer. Adamlardan biri makineli tüfeğiyle güvenlik görevlisini etkisiz hale getirirken diğer ikisi, bakır üzerine yapılmış bir Rembrandt otoportresi ve iki tane Renoir tablosu- Sohbet ve Parisli Genç Kız- nu alırlar. Üç soyguncu arkalarından takibi önlemek için de yere çiveler serperek kaçarlar ve kendilerini bekleyen deniz motoruna atlarlar. Onlar kaçarken diğer suç ortakları da şehrin diğer bölgelerinde dikkat çekmek için arabalara yerleştirdikleri bombaları patlatırlar. Ama atladıkları önemli şey Robert Wittman'ın dediği gibi" Sanat soygununda esas hüner, çalmak değil satmaktır" oldu. Soyguncularda resimleri kolayca satamayacaklarını anladılar ve fidye karşılığında müzeye vermeye denediler. Ve olaydan sorumlu sekiz adam tutuklandı. 

24 Temmuz 2020 Cuma

Jean- Honoré Fragonard, Kilit

                                                                       Kilit, 1777
Yataktan fırlayarak kapıya doğru uzanan iki figürden kadının kilide ulaşmaya çalıştığını, erkek figürün ise onu engellemeye çalıştığını görüyoruz. Koyu kırmızı cibinlikli büyük yatak, odada  ön planda. Sevgilisinin ya da eşinin kolları arasında çaresizce duran kadın odadan çıkabilmek için kilidi açma çabasındadır. Adam, güçlü kollarıyla kadının kilide ulaşmasını engellemeye çalışmaktadır. Kadın bir birliktelik sırasında  odadan kaçmayı istemektedir. Bunu dağınık yatak, kadının buruşuk elbisesi ve adamın yarı çıplak, iç çamaşırları ile olmasından anlıyoruz. Bazı yorumlarda, Fragonard'ın  kutsal aşk, günah ve kurtarılmanın aksine dünyevi olanı resmettiğini öne sürülür.

14 Temmuz 2020 Salı

William John Hennessy, Samimi Konuşma

                                                             Samimi Konuşma, 1879


Hennessy, resme önce ünlü şairlerin şiirleri resmetmekle başladı. Teras ve oturan çifte baktığımızda önce şiirsellikle karşılaşıyoruz.
 Güneş yavaşça batıp, hava serinlerken, bej rengi elbisesinin üzerine şal atmış, elinde yelpaze tutan   kadın terasta otururken, yanında şık giyimli adamla çay içmekte. Duruşları sevgi dolu bir ilişkileri olduğunu gösteriyor. Hennessy, ışığı resmetme şekliyle çiftin arasındaki duygusallığı betimlemeyi başarmış.

9 Temmuz 2020 Perşembe

Jean- Auguste- Dominique Ingres

                                               Jean-Auguste-Domique Ingres (1780- 1867)
                                              Francesca da Polenta ile Paolo Malatesta, 1819 

Francesca, Ravenna Lordu ve onu sakat Gianciotto  Malatesta'ya veren Guido da Polenta'nın kızıdır. Bu birlikteliğin bu iki aile arasındaki gerilime son vermesi bekleniyordu. Francesca, düğünün ardından Rimini'ye taşınır ve kocasının küçük kardeşi Paolo'ya aşık olur. Paolo'da evli olmasına rağmen yıllarca romantik bir ilişki yaşarlar. Ama bir gün eşi Gianciotto onları yakalar ve o öfkeyle ikisini de öldürür. 
Dante  Alighieri bu hikayeyi İlahi Komedya'nın ilk kantosunda anlatır. 

Resimde, Paolo öpünce elinde okuduğu kitabı elinden düşüren, tutkulu biçimde birbirine sarılan bir çift görsek de bu aşk mutlu sonla bitmez. 

6 Temmuz 2020 Pazartesi

Çalıntı Eserler-Rose Dugdale


                                                       
     Wermeer, "Mektup Yazan Hanımefendi ve Hizmetçisi", 1670 civarı, İrlanda Ulusal Galerisi

Rose Dugdale, İngiliz varlıklı bir ailenin Oxford'da iyi almış kızı. Babası ile arası açılınca önce İrlanda Kurtuluş Ordusu'na katılır, IRA'ya destek sağlarken parası bitince 1973'de üç suç ortağı ile birlikte ailesinin bağ evine girdi. .Resimleri, gümüşleri, porselenleri çaldı. Ama suç ortaklarının taraf değiştirmesi üzerine yakalandı. Rose'un cezası ertelenir ama Rose bir yıl sonra başka üç arkadaşı ile tekrar çalmaya başlar. Elmas ticareti yapan aile Sir Alfred Beit ve eşi Leydi Clementine Beit'in malikasine girerler. Çifti ve hizmetçilerini bağlayıp Goya, Vermeer, Rubens'in bulunduğu ondokuz eseri alıp giderler. Kısa bir süre sonra yetkililere fidye ve İngiliz hapishanelerinde açlık grevinde olan dört siyasi tutuklunun Belfast'a gönderilmesini talep eden bir yazı ulaşır. Bu not ciddiye alınmaz ve Dugdale bir hafta sonra Atlas Okyanusu sahilinde bir kulübede bulunur.

3 Temmuz 2020 Cuma

Eugéne Delacroix "Romeo ve Juliet'in Vedası"


                                                        Romeo ve Juliet'in Vedası, 1845

William Shakespeare tarafından yüzyıllar önce  anlatılan trajik hikâye sayısız sanatçıya ilham kaynağı olmuştur. Ferdinand Victor Eugéne Delacroix'de  aşıkların şafak vakti ayrılışlarını resmetmiştir. Üçüncü perde, beşinci sahnede geçen bölümde iki sevgili Mantova'ya girmeden önce son gecelerini birlikte geçirirler. Günün ilk ışıklarını gören çift, bu buluşmanın bitmesinden dolayı üzgündürler ama Jüliet yakalanmaktan korktuğu için Romeo'yu gitmeye zorlar. Romeo ise o anı son dakikaları olduğunu hissetmiş gibi uzatmaya çalışmaktadır. Jüliet'in annesin odaya geldiğini haber veren hizmetçi ile o romantik anları bozulur. Romeo, balkonun dışında, Jüliet'i tutkuyla kavrar ve gitmeden önce son bir kez öpüp şöyle der:
"Hoşça kal sevdiğim, elveda! Bir öpücük daha ver, ineyim aşağıya."
Jüliet, o an, sevgilisinin mezarda olduğu korkunç bir hayal görür. 
Zaman, bu imgenin, hayalin ne kadar isabetli bir kehanet olduğunu gösterecek, çünkü aşıklar bir daha kavuşamayacaktır. 



20 Haziran 2020 Cumartesi

Çalıntı Eserler- Johannes Vermeer "Konser"

Boston'da Isabella Stewart Gardner Müzesi'nde Vermeer'in bilinen otuz altı eserinden biri olan "Konser"  kalın bir kumaşla örtülü şövalenin üzerinde asılı olarak sergileniyordu. Hollanda Salonu'nda şövalenin önünde, geniş sırtlı açık yeşil Viktoryen dönemi kumaşla döşenmiş bir sandalyede izleyicinin resmin ışıltılı güzelliği ve pek çok gizemini düşünmesine olanak sağlayacak bir mola vermesi için yerleştirilmişti.
1990 yılında iki soyguncu müzeyi yağmaladılar. 12 değerli hazineyi alıp kaçtılar. Ve artık "Konser"in en büyük gizemi nerede olduğundadır.  

Jale Sancak ile "Tanrı Kent" ve edebiyat yolculuğu



                                                            

                                Sevgili Jale Sancak'la mürekkephaber sitesi için yaptığımız röportaj.
On sekiz İstanbul semtini on sekiz öykü ile anlattığınız  “Tanrı Kent”in hikâyeleri nasıl çıktı, neydi size bu öyküleri yazdıran?

-Yazdığımız her şeyde sorgulanmasını, tartışılmasını, görülmesini istediğimiz meseleler vardır. İşte bu meseleleri anlatabilmek için biçilmiş kaftandı mega kent. Böylece birbirlerine çok yakınken çok uzak durmayı yeğleyenleri, görmezden gelinen, hep dışarıda bırakılmak istenen ötekileri, imkânları ve imkânsızlıkları, göçü, dönüşüm ve rantı, vahşi düzenin açtığı yaraları,  bunların yanısıra bozulan dokuyu, dünden bu güne değişimleri ve yitirilenleri ve şehrin binbir yüzünü aktarabilecektim. ‘Tanrı Kent’ öykülerini yazmamın nedeni bu.

2009’da yazdığınız  “Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar” ve 2020’de yazdığınız  “Tanrı Kent” arasında  geçen zaman içinde  Jale Sancak ve İstanbul’da neler değişti?

-Değişimden ziyade çoğalma var. Daha çok yoksulluk, daha çok ayrımcılık, eşitsizlik, daha çok yıkım, betonlaşma, rant, daha çok karbon monoksit ve doğanın tüketilişi. Ben de daha keskin, daha öfkeliyim.

 Öyküleriniz başında o semtlerle ilgili afişler, yazılar var. Nasıl bir hazırlık süreci  geçirdiniz on sekiz öyküyü yazarken?

-O semtlerde gördüğüm afişler, yazılar semtin karakteristiğini veriyor, onun için kullandım. Semtin sosyal yaşantısının birer özeti gibi hepsi de.  Sözgelimi modern mi muhafazakâr mı hemen anlamak mümkün. O nedenle afişlerin yanı sıra semtin tüm dekorunu, hatta restoranları, kafeleri, mağazaları, güzellik merkezleri ve bu tür şeyleri özellikle kullandım öykülerde. Hepsi bize bir şey söylüyor. Orada kimler, nasıl yaşar. Çünkü ‘Tanrı Kent’in dile getirmek istediği  asıl şey bu günün insanlık halleri. Yaşadığım, sık bulunduğum, çok iyi bildiğim yerlerin dışında özellikle yazmak üzere gittiğim birkaç semt var. Hacı Hüsrev, Sulukule, Çarşamba gibi. Yazmadan önce oraları seyrettim bir süre, yanı sıra insanlarla konuştum, sorular sordum, bazen de fotoğraflar çektim. Böyle böyle oluştu.

Jale Sancak İstanbul’u üç kelime ile anlatsa, hangi kelimeleri kullanır?

-Üç kelime… Peki, üç kelimeyle tanımlamak hayli zor olsa da çirkin, güzel ve vahşi diyebilirim.

Öykülerinizde Tarlabaşı, Etiler, Bağdat Caddesi, Sulukule gibi birbirinden farklı semtler var. Sizin İstanbul’unuz hangi semt?

-Ruhunu tümüyle yitirmemiş tarihi semtler daha çok.  Galata, Fener, Samatya, Beyoğlu gibi. Çocukluğum Tarlabaşı ve Beyoğlu’nda, o güzelim tarihi dokunun içinde geçti. Uzun yıllar boyunca Boğaz’da Bebek’te yaşadım. Şimdi de Erenköy’de oturuyorum. Ne var ki Bebek yahut betonlaşmış, kentsel dönüşüme teslim olmuş, estetik atmosferi kaybolmuş Erenköy benim İstanbul’um değil.   

İstanbul’dan başka şehirleriniz var mı sizi etkileyen, yazılarınıza etki eden?

-Bazen anlatacağınız mesele belirler coğrafyayı. Bir etkilenmeden ziyade gereklilik ya da mecburiyettir bu. Elbette başka şehirlerde, mekânlarda geçen öykülerim de var. Sözgelimi Mardin bunlardan biri. Antep de öyle. Ülkenin doğusunda geçen bir  roman yazdım daha sonra. Hatta  bazen gerçekte var olmayan şehir ya da mekânlar yaratırız. Düş ürünüdür onlar bütünüyle. Çünkü ana konuyu aktarmak için en elverişli yer orasıdır.
                                                             

Öykülerinizde toplumsal olayları farklı karakterlerle yazıyorsunuz. Nasıl bir yol izliyorsunuz yazarken ve yazmaya başlamadan önce? Karakter, olay örgüsü süreci nasıl başlıyor?

-Konu ve temayı önceden belirlediysem, onları en iyi biçimde aktarabileceğime inandığım karakter ya da karakterleri seçip üzerinde çalışmaya başlıyorum. Sözgelimi ‘Tanrı Kent’te, Hacı Hüsrev öyküsünde biri hırsız diğeri tam tersi iki karakter oluşturdum çatışmayı yaratabilmek için. Üstelik bu hırsız karakter oradaki gerçekliği gösterebilmem için gerekliydi. Daha sonra da  bazen en başında bazen de yazarken bu karakterlerin neler yaşayacaklarını, olup bitecekleri, başka bir deyişle olay örgüsünü oluşturuyorum. Kimi zaman da tam tersi olabiliyor, bir karakter beliriyor önce, tersine bir işleyişle yazılıyor o zaman öykü ya da roman.

Yazı hayatınızda öykünün yerini öğrenebilir miyiz?  Öykü yazmak - roman yazmak  tanımı Jale Sancak’ta nasıl?

-Roman yazmama rağmen Sabahattin Ali gibi ben de öykücü addederim hep kendimi.  Üzerinde çalıştığım tür ne olursa olsun bir öykücü gibi düşünür, metne öyle yaklaşır, öyle davranırım. Bu hem türün özelliklerini sevmemden, benimsememden hem de çok uzun yıllar boyunca sadece öykü yazmamdan kaynaklanıyor olabilir. Öykü her zaman önceliklidir. Roman ise   kafamdaki meseleleri anlatmaya ancak roman izin verebilir diye düşündüğümde yazı yolculuğuma dahil oluyor.

 Yazmakla, edebiyatla tanışmanız nasıl oldu? Yazmalıyım diye bir karar anınız oldu mu?

-Çocuk yaşta, ne olduğunu pek de bilmeden verilmiş bir karardı. Bazen ben bile şaşırıyorum. Gene çocuk yaşta okuduğum kitaplar beni öylesine güzel zehirlemiş  -iyi ki zehirlemiş- ki kararım hiç değişmedi. Tabi bu durumun nedeni içine doğduğum ortam, sanatsever, kitap kurdu bir ailem olması ve  bu erken tanışma diye düşünüyorum.

Yazmak isteyenlere, yeni başlayanlara neler önerirsiniz?

-İlk sırada klasik önerimiz çok okumak, çok yazmak var. İkincisi, okunan  tüm usta işi yapıtların, anlatma biçimlerine, olay örgüsüne,  karakterlerin,  dilin nasıl yaratıldığına, epeyce dikkatli, hatta biraz da ders çalışır gibi bakılmalı. Üçüncüsü her dönemde moda olan konular, ilgi gören temalar vardır.  Bunlara takılmadan sadece heyecanlandıran, kışkırtan, mesele edinilen konular yazılmalı özgürce. Yazma yolculuğunda süreklilik önemlidir. Hiç değilse çalışılan metne her gün birkaç cümle, birkaç satır yahut bir paragraf eklemek, onunla bağı kopartmamak çok iyi olur. Kimi zaman da metni tekrar tekrar okuyup tartmak, eklemek, çıkartmak yol alınmasına katkı sağlayacaktır. Son olarak da başka sanat dallarıyla, sözgelimi müzik, sinema, resim, mimari ile ilgilenilmesini öneririm. Farklı görme biçimleri, anlatma teknikleri, bir kılavuz misali yazarken  yaratımı kolaylaştıracaktır.