31 Mart 2014 Pazartesi

FRİDA: Resimden Dışarıya Çıkmaya Çalışan Kadın

                                                Frida Kahlo, Dikenli Kolyeli Otoportre, 1940, masonite üzerine yağlıboya



                                                             Canlandırma: Mine Söğüt, Fotoğraf: Niko Guido


Gökyüzü tıpkı onun iç dünyası gibi bulutluydu. Artık bıkmıştı mücadele etmekten. Hayat devam ediyordu ama o yaşamayı ne kadar severse sevsin tüm yeşilliklere arkasını dönmüştü.  Saçına taktığı kopartılmış, ölü çiçekler, arkasını dönmüş olduğu yerden değildi. Çok eskiden, her şeyin çok ama çok öncesine aitmiş gibiydiler.  Ama aynı zamanda şimdiye ait bir can(sız)lı. Başka bir yolu var mıydı hayatının? Bilemedi… Bilemezdi… Sadece hayatın sürprizlerine karşı çıkmaya çalışmıştı. Her şeyin eskisi gibi olmasını istiyordu. Sağlığını istiyordu. Çocuk doğurmak istiyordu. Her gün dünyanın herhangi bir yerinde milyonlarca kadın doğum   yapıyorken,  o yapamıyordu. Onun gökyüzü   bulutluydu. Griydi. Sağa doğru meyil etmişti. Birazdan arkasını dönüp o gri gökyüzü  altında, arkadaki neredeyse boyunu aşan yeşilliklerin arasında kaybolacaktı. Şehirden kaçıyordu. Hayattan kaçmak istemiyor ama bir yanıyla da kaçmak zorunda kalıyordu.  Arkasını dönüyordu.  Dönmeden son bir kez baktı. Ne düşündüğü tam olarak anlaşılmasa da yaşadığı hayal kırıklığı gözlerinde hissediliyordu. Çıkmak istiyordu buradan, uzaklara gitmek istiyordu. Nasıl bir günah işlemişti de bunları yaşıyordu? Arkasını döndü. Gri gökyüzünün altında yeşilliklere doğru yürümeye başladı. Başka hiçbir şey görülmüyordu. Her yer boyunu aşan yeşilliklerle doluydu. Kimisi öyle büyüktü ki yürümesine engel oluyordu. Ama o arkasına bakmadan ilerlemeye devam ediyordu. Kaç saattir yürüdüğünü bilmiyordu. Herhalde akşam olmak üzereydi. Sonra birdenbire açık bir alana geldi. Galiba sonunda başka bir yere gelmişti. Yeni bir şehir? Belki de yeni bir dünya?  Derin nefesler alırken, durdu.  Yorulmuştu da. Sonra birdenbire dikkatini bir şey çekti. Açık alanın orta bölümünde bir şey vardı ama tanımlayamıyordu. Yavaşça yaklaşmaya başladı. Ürkek adımlarla neler olduğunu anlamaya çalışırken, birden olduğu yerde donakaldı. Aynı yere gelmişti. Saatler boyu yürümüştü ama işte yine aynı yerdeydi. Çıkamıyordu, gidemiyordu buradan. Resim, onun hem kaçışı hem de kaderi olmuştu. Ama inatçıydı o. Yine deneyecekti. Bir kez daha arkasını dönmeye hazırlanıyordu. Birazdan uzaklaşacağı alan doğru bir kez daha baktı. Hızla, yeşillikten başka bir şey görünmeyen resmin içine doğru yola koyuldu.


Hülya Küpçüoğlu

Sanat Objesi Olarak Sanatçı, YKY Kültür Sanat Kataloğu 

25 Mart 2014 Salı

İSTANBUL KIRMIZI





Yeni bir yazarla tanışmak her zaman mutlu etmiştir beni. Bu sefer durum daha değişikti benim için evet yeni bir yazarla tanışacaktım ama ben bu yazarı filmlerinden zaten çok iyi tanıyordum. “Cahil Periler” , “Serseri Mayınlar”, ”Karşı Pencere”, “Hamam”, “Harem Suare” başta olmak üzere pek çok “benim filmlerimin" yönetmeni, senaristi Ferzan Özpetek'di yeni yazarım.

Tanımışlık ruhuyla yeni bir yazarı okumak Ferzan Özpetek’in “En son ne zaman bir şeyi ilk kez yaptın?” sorusuna benim cevabım oluyordu.

Paralel iki öyküyü aynı anda anlatmış Ferzan Özpetek. Sinema yönetmeni İstanbul’a ailesinin yanına geliyor. İtalyan kadın, kocası ve arkadaşları ile İstanbul’a geliyor. İki şehir, iki hayat, kadın-erkek, gerçeklik ve sırlar, yaşam ve ölüm. Otobiyografik göndermeler olduğunu ve kapaktaki fotoğrafın annesinin gençlik fotoğrafını olduğunu okumuştum kitapla ilgili olarak. Kendisini ve yakın çevresini filmlerinden tanıdığım sanatçıyı bu romanla daha iyi tanıma ve filmlerini yeni bir gözle izleme fırsatım oldu.

Kitabı okurken yine pek çok cümleyi not aldım, belki biri benim öykülerimin giriş cümlesi olur diye düşünerek. “İnsanda uçurtma olma arzusu yaratan kimi günlerin gökyüzü mavisi”, “Uçurtma uçurmayı bilmeyen bir erkek, bir kadını mutlu edemez”, ”İstanbul sadece Boğaz’ın bazı günbatımlarında birbirlerinde erimeye başlayan kırmızı ve mavidir. “, “Kahverengi gözlerinin derinliklerinde farklı bir ışık vardı. Sadece sevgi armağan eden o ışık.”, “Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın var olduğudur.”, “Kışı andıran bir yürektense bir yangın yeğdir.”, “Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim.” Birbirinden güzel cümleler ne güzel yakışmış sanatçının kalemine.



“Öykü Hırsızı” değil ama belki “Cümle Hırsızı” olurum Ferzan Özpetek izin verirse.

8 Mart 2014 Cumartesi

Aramızda Kelimelerden Doğan Bir Bağ Var Artık

                                              

                                                   AYFER TUNÇ VE DÜNYA AĞRISI
17 Şubat’ta   Aynalıgeçit’te  Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un  “Aşk Çığrından Çıkınca” etkinliğine katıldım.  Ayfer Tunç’un coşkulu konuşmasına hayran kaldım ve çıkışta neden daha önce Ayfer Tunç kitabı okumadım diye hayıflanarak soluğu kitapçıda aldım. Son kitabı Dünya Ağrısı yeni çıkmış. Biraz ters olacak ama “son kitabından okumaya başla” diyen iç sesimi dinledim ve onu aldım, Ne iyi yapmışım, bir solukta okudum. Coşkulu konuşmasına hayran kaldığım Ayfer Tunç ‘un yazı dili, kelimeleri, cümleleri, karakterleri beni sıkı bir Ayfer Tunç okuyucusu yaptı.

Can Yayınlarından çıkan diğer kitaplarından şimdi sırada "Suzan Defter" var. Dünya Ağrısı kapak tasarımı da  Can Yayınlarının klasik kitap tasarımdan farklı. Neden olduğu bilmiyorum ama bazen kitap tasarımları da beni çok etkiliyor. Bu kitap da kapak tasarımı  ve arka sayfasında tanıtım yazısı ile beni içine çekti.

Okudukça cümleler not aldım.  Bu cümlelerden biri de ” Hikayeler  insanı kendi kuyusundan çıkarır, başkalarının kuyularına atar”dı. Bu kitap beni  Mürşit ve Madencinin kuyusuna attı. Okudukça Delidağ’ı ,  otelin camından görür oldum.  Madenciye ve  Mürşit’e  bağlandım, Pehlivan’ı, Özgür’ü , Kibar’ı , Şükran’ı,  Elvan’ı, Bahar’ı, Arzu’yu tanıdım. Mürsel,Peynirci,  Cuma, Beyazıt ve oteli, Muhsin’le tanıştım kimini çok sevdim kimine sinir oldum. Atlantik ‘de rakı içtim.

Elvan’ın

-Baba.. Neyin var?

-Hiç kızım.. İçim ağrıyor

-Benim de ağrıyor baba, herkesin az çok ağrıyor içi , yaşamak böyle bir şey değil mi zaten baba.. dinmeyen  bir ağrı. Ama senin ilacın bana uymaz, benimki de sana.  Benim için üzülme ben mutluyum .

Dediği yerde kaldım, babamın elini tutmak istedim.

Defterime bakıyorum kaç sayfa not almışım kitapla ilgili, bu cümleler belki gün gelir benim hikayelerim de ilk cümlesi olur.

Bazen içim ağrıdı, bazen asitli sözlerin altında kaldım, yaşama alışkanlığı kazandım, pasif uyku uyudum, hamuruma umut kondu mu?  diye düşündüm, acı masumiyeti, saf aşkı istedim, insanların utanmaya alıştıklarını gördüm. Eskimiş sevgiyi hayatımdan çıkarmak istedim,"ben öpen miyim, yanağını uzatan mı? " diye sordum kendime, etrafımda ruhu kanser olmuş insanlar olduğunu gördüm.

Dünya ben de ağrı yapıyor mu? diye sormalı bence insanlar ve kelimelerine, cümlelerine ,bu güzel  romana binlerce teşekkür Ayfer Tunç diyorum.

25 Şubat 2014 Salı

SAMED BEHRENGİ "KÜÇÜK KARA BALIK"



Maillerime bakarken arkadaşımın İran gezisinden gönderdiği bu fotoğraf yine içime cemre düşürdü. Samed Behrengi “Küçük Kara Balık”

Ben biraz geç tanıştım Küçük Kara Balık’la. Belki de en iyi zamandı. “Cemrenin suya düştüğü ilk geceydi.” İlk okuduğumdu da, sonrasında her okumamda da cemre yüreğime düşüyor, küçük kara balık aklıma düşüyor.

Behrengi belki çocukluğum masalcısı olmadı ama dünümün, bugünümün ve yarınımın masalcısı oldu.

İranlı fakir bir ailenin çocuğu olan Samed Behrengi, 1939’da Azerbaycan’da doğdu. Yaşadığı toplumu çok iyi anlayan ve kavrayan Behrengi, çocuklar için yazdığı hikaye ve masallarında İran toplumunun gerçeklerini anlattı. 1968’de kayboldu, cesedi  Aras nehri kenarında bulundu. Behrengi,” Çocuklar bu toplum babalarınızın size miras bıraktığı toplumdur. Yaramazlıklarınızı aza indirmelisiniz hatta bırakmalısınız. Toplumun sorunlarının üstesinden gelecek çözüm arayışları bulmalısınız. Toplumu tanımanın birkaç yolu vardır. Bu yollardan biri de kitap okumaktır. Kitapların hem en iyisi seçmeliyiz hem de sorunlarımıza yanıt verenleri. Öyküler, bizlere toplumumuzun gerçek resmini çizebilir; sorunları ve nedenlerini açıklayabilir. Öyküler okuyucuları yalnızca eğlendirmez. Bu yüzden ben de akıllı çocukların öykülerimi yalnızca hoş vakit geçirmek için değil, öğrenip bilgilenmek için okumalarını istiyorum.”

22 Şubat 2014 Cumartesi

KESİKBAŞ DANSI


Sanki elinde sıradan bir nesne tutuyormuşçasına sakin kendinden emin ve özgüveni tam bir kadın:Salome. Diğer yanda kılıktan kılığa girebilen yetenekli bir oyuncu:Serra Yılmaz. Her ikisi de bize bakıyor ve bir tepside kanlar içinde kesilmiş bir baş gösteriyor; bu Vaftizci Yahya'nın başı. Salome çok mutlu ve sakin,  Serra Yılmaz ise tedirgin çünkü Kral  Hirodias'ın üvey kızı Salome'nin gizli ve hain bir plan içinde olduğunu biliyor. Bu plan dahilinde Salome; aşkını geri çeviren, kadınlığını reddeden, aleyhinde durmadan konuşan, atıldığı zindanda kralın kendisini kurtarmayı bekleyen Vaftizci Yahya'nın kafasının uçurulması için annesiyle birlikte gerekli talimatları vermiştir.Salome yaptığı plana göre; üvey babası Kral Hirodias altın sarayının büyük salonunda güzeller güzeli  üvey kızının yapacağı erotik dansı seyrederken, Yahya'nın katli gerçekleşecekktir. Salome hiçbir erkeğin kendisini reddetmesine alışık değildir. Oysa Yahya onu aşağılamış ve reddetmiştir. Bu küstah hareket cezasını bulmalıdır. Hangi erkek olursa olsun, ister üvey baba, ister kardeş, isterse Vaftizci Yahya hepsi onun cinsel cazibesine ,çekiciliğine kapılmak zorundadır. Onu ölümsüz yapan da budur. O İncil'in anlattığı efsanevi kadın mitlerin eşsiz kadınıdır. Tarih öncesinin en baştan çıkarıcı demonik kadını olarak ön Rönesans ve yüksek Rönesans'ın ustaları tarafından İncil çıkışlı resimlerin baş figürüdür. Barok üslubun öncüsü Paola Veronesse onu yeniden yaratırken yeşil rengi özenle kullanmış, aralara serpiştirmiş ışığın lekelerine göre, gölgenin karattığı bölgelere doğru stratejik bir kullanım gerçekleştirmiştir. Salome'nin gökkuşağı tül giysisi dalgalandıkça zindanda zindanda akan kanın erki onu daha da şehvetli hale getirmiş ve kral Hiredos kendinden geçerek olup biteni hiç anlamamıştır. Bu sırada Serra Yılmaz da kuliste 'Veronesse Yeşili' bir kostüm giyerek Salome'nin hemen yanı başında oldukça kaygılı, O gibi olmadan, ama Oymuş gibi bize bakmaktadır.
Serra Yılmaz çağlar sonra zamanın akışında dönüşen ve değişen ne varsa onu temsil etmektedir. Kadim zamanlardan ihtiraslı bir kadın Salome ve 21. Yüzyıldan bilinçli bir kadın Serra Yılmaz; insan bilincinin evrim geçirmesi için bu kadar çağ mı geçmesi gerekmiştir!
Tabloda dişi ihtirasın taç yaprakları modelin göğsünde filizlenirken, Serra Yılmaz Veronesse yeşillikler koyulaşan bakışlarını okuyucuya çevirip birazdan olacakları bize haber veriyor. Ve Salome eğilip Yahya'nın kesik başını ölü dudaklarından uzun uzun öpüyor.
Kesikbaş Dansı. Güneşli Inal,Sanat Objesi olarak sanatçı, YapıKredi Yayınları

23 Temmuz 2013 Salı

“Olabilir, ayrıca bir de kuru ot yüklü, iki atın çektiği,ırmağı geçen araba vardı, Sol tarafta da bir ev, Evet , Öyleyse o ressam bir İngiliz , Olabilir,” José Saramago – Körlük – Can Yayınları Sayfa 148


JOHN CONSTABLE
İngiltere’de Suffolk köyünde bir değirmencinin oğlu olarak dünyaya geldi. Burası ressamın sanat hayatının büyük bir kısmında başvurduğu cennet görünüme sahip yerdir. Yeteneği ve geçirdiği mutlu çocukluktan edindiği görsel birikimle 19. Yüzyılda yetişmiş en iyi manzara ressamlarından biridir.
Kendisinden önce gelen sanatçıların gerçeği pek yansıtmayan resimlerine karşın, çevresini ve doğayı olduğu gibi ve canlı resmetmeyi başardı.
Bulutlara neredeyse hareket kazandırdığı ve kullandığı renklerin sıcaklığı ile adeta gerçekmiş gibi algılanan tabloları ününün yayılmasında etkili oldu.
1799 yılında Kraliyet Akademisine girdi. Aldığı eğitimi, kendi tarzında boyadığı kesik fırça darbelerini ve renk karışımını da birleştirerek kendi üslubunu yakaladı. Genellikle yüksek tepeler, bulutlu dağlar, ot yığınlarıyla kaplı alanlar gibi İngiltere’nin kırsal alanlarını resmetmeyi tercih etti.
SAMAN ARABASI, 1821, 130.5X185.5 cm, Ulusal Galeri ,Londra
Sanatçı birçok ressam ve düşünüre esin kaynağı olan Paris Salonunda sergilenen Saman Arabası serisiyle Kraliyet Akademisi üyeliğine getirildi.
Gerçeklikten başka hiçbir şeye aldırmayan sanatçı, sıcak bir yaz gününün öğleden sonrasının hissedilebilir varlığını bu tablosunda çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bir gün köy sahnesi, bir nehri geçen saman arabası.

Tablonun içinde kendimizi kaybetmek, bayırlara düşen güneş lekelerini görmek, başıboş bulutları seyretmek, içtenlik,abartısızlık ilk gözümüze çarpan noktalar.