14 Aralık 2017 Perşembe

Jale Sancak'la Röportaj

Haldun Taner Öykü Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü gibi ödüllerin  sahibi Jale Sancak son kitabı Uyayan Güzel’le geçtiğimiz günlerde okurlarıyla buluştu. İçten, samimi uslubuyla umut dolu bir hikâye anlatan  Sancak’la son kitabı, yazı serüveni ve edebiyat  üzerine konuştuk. 

                                                 



-5 Şubat 1994 yılında Saraybosna’daki Pazaryeri Katliamı’nda sol bacağını kaybeden akordeon ustası, sokak çalgıcısı Romanyalı Adrian’ın yolu, 1980 darbesiyle sevdiği elinden alınan, terzilik yaparak yatalak babası Azim Bey ve yeğeni Deniz’e bakan Vahide ile Beyoğlu’nda kesişir. Savaşın, darbenin, kentsel dönüşümün, doğal felaketlerin etrafında yaşanan hayatlar. Nasıl başladı Vahide ve Adrian’ın hikâyesi?
-Bir süredir ana karakterin adım adım olumlu yönde değiştiği bir oluşum romanı yazmayı planlıyor, bir uyanışı hikâye etmeyi kuruyor, öte yandan bugünün can alıcı meselelerinden çarpık kentleşme, kâbusa dönüşen betonlaşma, çevre sorunları ve küresel felaketlerden söz etmek istiyordum. Gezi direnişiyle birlikte, son yıllarda yaşanan dönüşümler de etken oldu. Bu iki farklı ucu birbirine nasıl bağlayacağımı bulunca da karakterlerle birlikte masa başı hayatımız başladı.
-Bu topraklarda kadın olmanın zorluğunu anlatıyorsunuz, bu topraklarda kadın yazar olmanın zorlukları daha doğrusu yazar, sanatçı olmanın sıkıntıları neler?
-Bu topraklarda her şey zor. Öncelikle kadın olmak evet, ama erkek olmak, çocuk olmak, sanatçı olmak da öyle. Sanat hâlâ insanların ilgi alanlarının dışında ne yazık ki. Onu bir ihtiyaç kılamadık. Bir avuç okur, bir avuç seyirci var, gerçeklik bu. Üstüne de sanatın, sanatçının sevilmediği, özellikle de edebiyatın, tiyatronun, sinemanın öteden beri tehlikeli bulunduğu, sansürlendiği bir yerdeyiz. Baskılar, hapisler, sürgünler kapıda bekler. Zorluklara özgür ifadeyi de ekleyelim. Öte yandan yaşamak için para kazanmak, evi barkı geçindirmek zorundasınız. Okur, seyirci, sponsor vb. desteği olmadan sanatınızı icra etmeyi becerebilmeniz, sürdürebilmeniz gerekmekte. Tabii nasıl olacaksa? Yük ağır, imkânlar sıfır. Sanatçı kadınsanız, sanatçı erkeğin lükslerine sahip olmamanız da cabası. İşte böyle, açtırma kutuyu söyletme kötüyü derler ya.
-Toplumsal olayları ve insan psikolojisini ustalıkla işliyorsunuz. “Uyanan Güzel”de de Vahide ve Adrian’ın yaşadıkları sıkıntılar içinde aşkla uyanışlarını içten, samimi anlatmışsınız. Aşkın masalı, şehrin masalı diyebilir miyiz “Uyanan Güzel” için ve eklemek istedikleriniz var mı?
-İnsanın yeryüzündeki yolculuğundan bir kesit de denilebilir. Aşk, acıyla birlikte güzellikleri, sevinci, değişimi ve umudu barındırıyor içinde. Ne var ki üçüncü dünya ülkelerindeki şehirlerin masalları ya da gerçekleri yıkımlardan, yitimlerden oluşuyor. Bilim adamlarının söylediklerine dikkat kesilir, deneyimlediklerimiz üzerine düşünürsek dünyanın hikâyesinin pek de mutlu sonla noktalanmayacağını kavrayabiliriz kanımca.
-Selim İleri sizin için yazısında “yola çıkarken kırık hayatlar’dan söz açmayı yeğlemişti; şimdilerde daha acı, daha ezgin söylemleri dile getiriyor” diyor. Bu söylemleri dile getirirken umut, ümit her zaman var “Uyanan Güzel”de olduğu gibi. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
-“Uyanan Güzel” sizin de belirttiğiniz gibi umutlu bir anlatı. Çünkü olumsuzdan olumluya giden bir değişim romanı. Bu nedenle de içerikle söyleme biçiminin, dilin bir bütünlük oluşturması, birbirini tutması gerekiyordu. Böyle bir dengeyi hedefledim yazarken.
-Olaylar kısa bir zaman diliminde geçiyor ama karakterlerin kendi kendine konuşmalarından geçmişlerini öğreniyoruz. Dil ve anlatımdaki ustalık bu oluyor galiba?
-Evet durumun içinde kalarak, karakterlerin iç monologlarıyla geçmiş hayatlarını, bir başka deyişle özel tarihlerini, onları o noktaya getiren nedenleri ve toplumsal meseleleri anımsama biçiminde anlatmayı yeğledim. Kısa, dar zaman anlatısı için güzel bir imkân sağladığını düşünüyorum bu tür bir biçimlemenin. Okurun karakteri daha iyi anlamasını kolaylaştırdığını da düşünüyorum.
-Öykücü olarak tanımlanmanız için neler söylemek istersiniz? Edebiyatınızda veya şöyle sorayım, hayatınızda öykünün yeri nedir?
-Çok uzun yıllar boyunca ağırlıklı olarak öykü yazdım, halen de yazmaktayım. Ara ara söyleşi kitapları hazırladım, radyo ve tiyatro oyunları da yazdım. Sonra da son iki roman, ne var ki en çok sevdiğim, yazmaktan vazgeçemeyeceğim tür öykü.
-“Büyülü gerçeklik vardır” öykülerimde diyorsunuz biraz açar mısınız, nedir “büyülü gerçeklik”?
-Büyülü gerçekçilikte düşsel ile gerçek iç içe geçer, masalsı bir atmosfer yaratılır, tuhaf veya gerçekdışı olan normalleştirilir. Bir başka deyişle olağanüstü olaylar veya durumlar gerçekliğin tam ortasında, gündelik hayatın içinde doğalmışcasına yer alırlar. Ben de bazen daha yaratıcı bir metin oluşturabilmek için büyülü gerçekçilik türünde yazıyorum. İnsanın muhteşem düş gücünün, yaratıcılığının ürünü olan bu tür yapıtları okumaktan da keyif alıyorum.

                                                                   

-“Uyanan Güzel”de “Gri Şehir Masalı” ile başlayan ve aralarda devam eden çift katmanlı bir anlatım hakim. Bu kurguyu özellikle mi tercih ettiniz? Bununla birlikte sormak istediğim diğer soru, önce konu ve o konuya uygun anlatım şeklini mi tercih ediyorsunuz?
-Her zaman böyle bir sıralama olmuyor ama diyelim ki temayı, ana çatışmayı belirledim, hemen ardından peki nasıl anlatmalıyım sorusu geliyor. Bu durumda da anlatım biçimi ve olay örgüsü üstüne düşünüp bir karar veriyorum. Tabii ki yazma sürecinde bu karar değişebilir de. Söz ettiğiniz paralel kurguyu ise, hem şehrin romanda önemli kahramanlardan biri oluşu, hem de şehir ile kahramanların ruhsal ve fiziksel durumların benzerliği nedeniyle oluşturdum.
-Yazma serüveniniz nasıl başladı?
-Epeyce erken yaşlarda, kitaba düşkün aile ortamının ve çocukluk döneminde okuduğum kitapların etkisiyle şiir yazmaya başladım. İlk gençlik dönemimde ise yazma konusunda kararımı vermiştim bile. Bir süre şiirle uğraştıktan sonra da öykü ile devam ettim.
- Yazı, yazma üzerine atölyeler yapıyorsunuz. Bu atölyeler bazen çok tartışılıyor. Neler düşünüyorsunuz?
-Tartışmanın haklı ve haksız yanları var. Atölye bolluğundan geçilmiyor, hemen herkes atölye açıyor, çünkü az ya da çok para kazanılıyor. Özgürler elbette açabilirler, ne var ki atölye yürütücülerinin bir kısmı ehil değiller. Bu noktada sahtecilik mevcut. Katılımcılara pek bir yarar sağlamıyor bence. Öte yanda eğer atölyeyi yazıya emek vermiş, nitelikli ürünler yaratmış edebiyatçılar açıyorsa hayli yararlı olacağını düşünüyorum. Atölyeler katılımcıların edebiyatla hemhal olmalarına, teknik meseleleri kavramalarına, okunabilir metinler yazılmasına ve iyi okur olmalarına katkı sağlıyorlar.
- Nasıl yazıyorsunuz, yazma rutininiz var mı? Yazmak isteyenlere neler söylersiniz?
-Ben bu konuda epeyce disiplinliyimdir. Ara ara değil hemen her gün, düzenli yazarım. Daha çok geceleri çalışırım. Yazmak isteyenlere devamlılığın çok yaralı olduğunu, okudukça ve yazdıkça gelişilebileceğini söyleyebilirim ancak.
-Nelerden esinlenirsiniz? Sizi etkileyen filmler, müzikler, kitaplar, yazarlar hangileri?
-Hayat, insan, mekân, atmosfer, resim başlıca esin kaynaklarımdır. Pek çok kitap, yazar, film olmuştur etkilendiğim. Zeki Demirkubuz, Angelopoulos sineması, Fellini’nin kimi filmleri, Ettore Scola’nın Özel Bir Gün’ ilk aklıma gelenler. Gene Bachmann, Thomas Bernhard, Christa Wolf, Tabucchi, Faulkner de öyle. Türkçe edebiyattan uzun bir liste olur yazarsam. Schubert, tüm saz semaileri, Joan Baez, Bob Dylan, birçok dünya müziği. Güzellikler, değerler öyle pek de az değil çünkü.
-Galapera Sanatevi’nin kurucususunuz. Tiyatro Kara Kutu’da yazdığınız tek kişilik oyunu yönetip oynadınız. Yeni projeleriniz var mı?
-Şimdi bir oyun yazıyorum Tiyatro Kara Kutu için. Onu bitirdikten sonra da yazılmayı bekleyen öykülere gelecek sıra.






Louıs Khan’a Yeni/den Bakış

                                                        Louıs Khan’a Yeni/den Bakış
                                       Cemal Emden’in Fotoğrafları- Çizimler ve Resimler

                                            


Pera Müzesi, 7 Aralık 2017 – 4 Mart 2018 tarihleri arasında küratörlüğünü mimar N. Müge Cengizkan’ın, tasarımını Bülent Erkmen’in üstlendiği, mimar ve fotoğraf sanatçısı Cengiz Emden’in belgelediği, 20. yüzyıl dünya mimarlığının önemli isimlerinden Amerikalı mimar, düşünür ve sanatçı  Kahn’ın yapıtlarına ve sanatsal çalışmalarına odaklanıyor. Sergi, Kahn’ın tüm yaşamını geçirdiği, çalıştığı ve eğitmenlik yaptığı Pensilvanya’nın yanı sıra Dakka ve Ahmedabad’da bulunan mimari yapıtlarına ait çizim ve fotoğraflar ile Avrupa seyahatlerinde gerçekleştirdiği karakalem, pastel ve suluboya ile ürettiği eskizleri bir araya getiriyor. “”Işıkla tektonik”, “Yeri kurmak”, “Programı yoğurmak” temaları çerçevesinde kurulan sergi kapsamında, bir dönem  Amerika’da öğrencisi olmuş Orta Doğu Teknik Üniversitesi kökenli mimar-eğitimcilerin deneyim ve düşüncelerini paylaştıkları kısa filmler ile Kahn’ın yazdığı veya Kahn üzerine yazılan kitaplardan bir seçki de sunuluyor.
Mimar ve fotoğrafçı Cemal Emden, Kahn’ın tüm yaşamını geçirdiği, çalıştığı ve eğitmenlik yaptığı Pensilvanya’dan, Dakka ve Ahmedabad’a önemli yapı ve yerleşkeleri, Kahn yapılarına yeniden ve yeni bir gözle bakmak için fotoğrafladı. Sergi, Kahn’ın yapılarına yeniden bakan fotoğrafı merkezine alıyor ve sanatseverlere sunıyor.
Louis Kahn ismi 20. Yüzyıl dünya mimarlığının önemli aktörleriye birlikte anılan, ancak üretimi ve söylemini kategorize etmesi görece zor bir mimar, düşünür, sanatçı, bir  “mimarlık gurusu”. Amerika’da 1950’ler ile 1970’ler arasında sürdürdüğü görece “geç parlayan erken yaşta biten” mimarlık kariyeri, ardında yoğun ve etkili bir miras bırakır. Mimari yapıtlarında, kendine özgü deyişlerinde ve resimlerinde, amansız biçimde başlangıçların, ebedi gerçeklerin ölçülebilen ve ölçülemeyen değerlerin, yani kendi sözleriyle ışık ve sessizliğin izlerini sürer. Mimarlık ürünleri kadar karakalem ve suluboya ağırlıklı resim ve eskizleri de kaydadeğer bir bütün oluşturur.
                                                   

Kahn, 1901 yılında, tüm yaşamını geçireceği, âşık olacağı ve yaşama veda edeceği Philadelphia’dan uzakta, Rusya’nın Pärnu kentinde Yahudi bir aileye doğar. Beş yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika’ya göç ederler. Pensilvanya Üniversitesi, Güzel Sanatlar  Okulu’nu üstün başarı ödülü ile 1924’te tamamlar. 1950’lerde Kahn mimarlığının kırılma noktası Trenton Hamamı oluştursa da, kendisine uluslararası tanınırlık kazandıracak olan  Alfred Newton Richards Tıbbi Araştırmalar Binası’dır. Ahmedabad’dan Philadelphia’ya dönerken, New York Tren İstasyonu’nda geçirdiği kalp krizi sonucu 1974 yılında hayatını kaybeder. Yaşama veda ederken ardında üç çocuk ve 50’li yaşlarında geç başlayan, kısa ama verimli mimarlık üretiminin en aktif döneminde kaybının yarattığı hüzün kalır.
Kahn, zamanın ötesinde bir mimarlık arayışında, yapılarının içinde yaşayanları olduğu kadar ışığı, strüktürü, malzemeyi de onurlandırması gerektiğine inanır. “Neredeyse konuşan” çizimleri onun zihnine bir yolculuğa izin verir. Kahn iyi bir mimar olduğu kadar iyi bir eğitimcidir, birinin diğerinden bir adım öne çıkmadığı söylenir.
                                                 


Sergiye eşlik eden, editörlüğünü N. Müge Cengizkan’ın, tasarımını Bülent Erkmen’in yaptığı katalog, N.Müge Cengizkan, Jale Erzen, Ahmet Gülgönen, Gönül Aslanoğlu Evyapan, Neslihan Dostoğlu, Cengiz Yetken, Yıldırım Yavuz, Orhan Özgüner’in makalelerinin yanı sıra, Kahn’ın Türkçe’ye ilk kez çevrilen kült metinlerinden “Sessizlik ve Işık”, “Oda, Sokak ve İnsanlığın Uzlaşısı” ve “ Mimarlıkta Kanun ve Kural”ı içeriyor.

Sergi 4 Mart 2018 tarihine kadar ziyaret edilebilir. 

1 Aralık 2017 Cuma

Füreya Koral Retrospektif Sergisi



                                       

İlk çağdaş seramik sanatçılarından Füreya Koral’ın aramızdan ayrılışının 20. yılı anısına, 60. yılını kutlayan Kale Grubu,  Füreya’yı “anmak kadar anlamak” gerektiğininde önemini vurgulayarak  Füreya’ya özgü bir bakış açısı ile sanatçıyı Akaretler’deki Sıraevler’de sanatseverlerle buluşturuyor.  
Karoly Aliotti, Nilüfer Şaşmazer ve Farah Aksoy küratörlüğünde gerçekleşen en kapsamlı retrospektif sergide, sadece Füreya’nın ürettiği seramik nesneler, tabaklar, porselenler ve duvar panoları değil; aynı zamanda fotoğrafları, kişisel eşyaları ile aile bireylerine dair bilgi ve belgelerde sunuluyor.
Sanatı müzelere “hapsetmeye” karşı çıkan sanatçının ölümünden sonra birçok üretimi Türkiye’nin dört bir yanına dağılsa da bu sergide farklı kaynaklardan toplanarak bir araya getirilen eserler, Füreya Koral sanatı ve seramik anlayışı hakkında ziyaretçilere kapsamlı fikir veriyor.
Füreya Koral, dağılan bir imparatorluğun ve yeni açılan bir çağın çocuğu olarak 2 Haziran 1910 tarihinde Şakir Paşa ailesinin üyesi olarak  Büyükada’da doğar. Hem Osmanlı yaşam kültürünü, hem de Cumhuriyet kültürünü benimser.
Kuşaktan kuşağa aktarılan sanat, tarih, edebiyat, müzik sevgisi içinde büyür.Teyzeleri Fahrelnisa ve Aliye ile beraber evde keman dersleri almaya başlar, daha sonra Notre Dame de Sion  Fransız Lisesi’nin ilkokuluna kaydolur. 1929 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne başlayan Koral babasının hastalığı  nedeniyle ailenin maddi durumu kötüleşince mezun olmadan okuldan ayrılır. 1930’da Bursalı Selahattin Karacabey ile Büyükada’da evlenir ve Bursa’ya taşınır. Kısa sürede boşanarak İstanbul’a ailesinin yanına taşınır. 1935’de kendisinden yaşça büyük olan Kılıç Ali ile evlenen Füreya, Ankara, Yenişehir’de yaşamaya başlar. 1938’e kadar Mustafa Kemal’in yakın çevresinde bulunur. Mustafa Kemal’in vefatının ardından tekrar İstanbul’a taşınır. Füreya’ya 1947 yılında verem teşhisi konur. İsviçre’deki sanatoryumda Polonyalı bir sanatçıdan resim dersleri alır, daha sonra teyzeleri Fahrelnisa ve Aliye’nin gönderdiği malzemelerle seramik denemelerine başlar. Böylece  sanatoryumda, benliğinin tüm parçalarını bulup  onu iyileştirecek olan seramikle tanışır. İsviçre’deki tedavisinin ardından gittiği Paris’te, Fransız eleştirmen Jacques Lassaigne ile tanışan Füreya, daha sonra yakın dostu olan eleştirmenin kaleme aldığı hikayelerin bulunduğu defterlere  çoğu gece temalı desenleriyle katkıda bulunur.  1951’deki ilk seramik çalışmalarından biri olan kitap formundaki  eserde, Baudelaire’nin “Şu yıldızlar olmasa, ey Gece! Işıkları/ Bildik bir dille konuşan, bayılırdım sana!/ Tutkunum ben çünkü boş, kara , çıplak olana! (çeviri:Sait Maden) mısralarını yazar.
Paris’te bulunduğu dönemde seramik çalışmaları yapmanın yanı sıra bir litografi atölyesine  de devam eden Füreya, burada 1950-51 tarihli bir dizi eser ürettir ve bu eserlerini 1951’de Galerie M.A.I.’ de açtığı ilk sergide sergiler. Daha sonraları ise teyzesi  Ali’ye Berger’in litografileriyle adını duyurmaya başlamasının üzerine litografi yapmayı bir kenara bırakarak seramiğe yoğunlaşır.
Paris dönüşü Kılıç Ali ile Harbiye’ye yerleşir. 1954 yılında sanat üretiminin bir parçası olan bohem hayatını kabul edemeyen Kılıç Ali ile boşanır.
1950’li yılların ortalarından 1970’lerin sonuna uzanan süreçte, Füreya aile ve arkadaş çevresine özel olarak tabaklar, kaseler, vazolar ve kahve fincanları başta olmak üzere günlük hayatta kullanılan çeşitli objeler tasarlar. 1950’lerin sınırlı imkanlarıyla üretim yaptığı dönemde Göksu’da konumlanan Hasan Togay Çömlek Atölyesi’nden temin ettiği malzeme ve teknik yardımla sayısız ev içi objesi üretir. Farklı teknik ve sır denemelerinin de görüldüğü objeler, aynı zamanda sanatçının maddi geçim kaynaklarından birini oluşturur. Füreya için tabaklar, resim-seramik ilişkisi bağlamında sınırların araştırıldığı başlıca formlardan biridir. Sanatçı, 1200-1300 derece ısıda fırınlanan çamurun kırınganlığını kaybederek dirençli ve az gözenekli hale geldiği tekniğe verilen ad olan gre(stoneware) ile 1970’lerin sonunda balık, kuş, çiçek, ağaç gibi doğa figürlerine sahip tabaklar tasarlamanın yanı sıra, soyut kompozisyonlu tabaklar da ürettir. “.. Bu tabakları, yemek tabağı olarak düşledim. Duvar tabağı olarak düşledim. Gre tekniğiyle gerçekleştirdiğim içinde bu tekniğin gereği yüksek ateş dolayısıyla çok az renk kullandım. Üçü beşi bir duvarda bir araya geldiğinde değişik pano görüntüsü verdiler. Böylece seramiği evlerin içine, duvarlarına sokmuş oldum.” diyerek düşüncelerini dile getirir.
                                                         

Seramiğin evlere dahil olması ve günlük yaşamda kullanılabilmesi gayesini savunan Füreya, sehpa üzerine ve şömine etrafına özel pano tasarımları da gerçekleştirir. İstanbul ve Ankara’da çarşı, han ve diğer kamusal mekanların içinde bulunduğu çok sayıda mimari yapı için büyük panolar üretir. 1954-1975 yılları arasında ürettiği büyük ebatlı seramik duvar panolarının bazılarının izi bugün sürülemiyor.
1973 yılında Arif Paşa apartmanının girişine taşınır. Bu süreçte gerekli masrafları karşılamak için elinde kalan birçok mobilya ve eşyayı satışa çıkarır. Burada dairesinin penceresinden gördüğü sıra evlerden aldığı ilhamla yeni bir seriye başlar. Seramik sanatının doğası gereği üretmiş olduğu evlerin formunda var olan iç-dış ayrımı, yaşamının son evresinde  artık bir parçası olmadığını fark ettiği yeni toplumun  hız ve yapısına dair gözlemleriyle, ‘içi boş’ insan figürlerinden oluşacak bir heykel serisinin de temelini oluşturur.  1980-85 yıllarında en çok bilinen çalışmalarından olan “Evler” serisini üretir. 1990 yılında “Yürüyen İnsanlar” adlı pişmiş toprak heykelcikleri üretir.
                                                   

 Füreya, 1964 yılında teyzesi Fahrelnissa’ya yazdığı mektubunda,”Tüm bunları yapmış olduğuma hâlâ şaşırıyorum. Bu cesaretten de ötesi...” diye yazar ve ekler: “Bir iki ay önce Osmanbey’deki yeni bir bankanın küçük duvarını seramikle süslememi istediler, duvara çizmek gerekiyordu; ben de iskelelerin üstüne çıktım ve yanımda işçilerle orada işimi yaptım. Uzun zaman önce Londra’da ya da Paris’te iken bana ‘Seni yanında mimarlar ve işçilerle birlikte büyük binaların üstündeki iskelelerde görüyorum’ dediğin günü hatırladım. O zamanlar söylediklerin o kadar imkansız, uzak görünmüştü ki... Bunu yapabilecek miyim, demiştim kendi kendime. İyi tahmin etmişsin, bugün neredeyse sadece hep çok arzuladığım ve uğruna büyük fedakarlıklar yaptığım bu tür çalışmaları yapıyorum. 1951’de, İstanbul’daki ilk sergimde ressamlar bana seramiği mimariye tekrar dahil etme fikrinizi asla kabul ettiremezsiniz demişlerdi; işte oldu; artık büyük bir bina olduğu anda duvarlara seramik yaptırmaya başladılar.”
1992 yılında Yavuz Turgul’un “Gölge Oyunu” adlı filminde Şener Şen ve Şevket Altuğ ile birlikte kısa bir sahnede rol alır. İlk evliliği sırasında iki kere hamile kalır, iki çocuğunu da kaybeder. İçinde kalan çocuk özlemini  kardeşinin kızı Sara ile giderir. Onu nüfusuna geçirir ve seramik dışında kalan hayatını ona ayırır.

                                      

1997, 25 Ağustos’ta vefat eder. Arif Paşa Apartmanı’ndaki evinde, büyük amcası Sadrazam Cevat Şakir Paşa’dan kalan koltukta, elinden hiç düşürmediği sigarası ile. Şimdi yaşama başladığı yerde, Büyükada’nın çamları altında, büyük babası Şakir Paşa’nın yaptırdığı Müslüman Mezarlığı’ndaki aile kabristanında yatıyor.
Doğu ile batı kültürünü eşsiz bir şekilde sentezleyen, Akdeniz turkuazına tutkun bir seramikçi olan Füreya’nın 200’e yakın eserinin bir araya getirildiği sergi 18 Kasım 2017- 18 Ocak 2018 tarihleri arasında ziyaret edilebilir.

*Sergi metinleri kaynak olarak kullanılmıştır.