30 Ocak 2018 Salı

Fuat Sevimay'la röporatj


Fuat Sevim’yla  son kitabı “Kapalıçarşı” ve çevirisini yaptığı James Joyce’un “Finnegans Wake”i  üzerinden  çeviri, edebiyat ve yazı serüvenini konuştuk.

                                                          



-James Joyce’un 1939 tarihli çevrilemez denilen eseri “Finnegans Wake”i “Finnegan Uyanması” olarak çevirerek, “Finnegans Wake”in geceye ve düşlere açılan, dilleri ve tarihleri bir araya getiren cümlelerini Türkçe söylemekteki yaratıcılığı, cesareti ve oyunculuğu gerekçesiyle İstanbul Kültür Vakfı’nın Talat Salman Çeviri Ödülü’ne layık görüldünüz. Öncelikle sizi tebrik ediyorum ve sorularıma bu konuyla ilgili başlamak istiyorum. Süreci ve duygularınızı anlatır mısınız, nasıl karar verdiniz, neden bu eseri seçtiniz?
Ben seçmedim de Finnegan kafası kıyakken dönüp dolaşıp beni buldu belki de. Joyce’un birkaç eserini çevirmiş ve “Finnegans Wake” dışında tüm külliyatını birkaç kez okumuştum. Nedir bu okunamaz, anlaşılamaz, çevrilemez Finnegan diye başlayan okuma serüveni içinde, bir süre sonra kendimi metni çevirirken buldum. James Joyce’un eşsiz dehasının kıvrımlarında dolaşmak ve onun kurduğu olağanüstü yapıyı Türkçede karşılamak öyle keyifli, öyle zor, öyle kışkırtıcıydı ki nasıl sürdü nasıl bitti, şimdi geriye dönüp baktığımda rüya gibi geliyor. Bakiye kalan duygu, dünya edebiyatının en sıra dışı metninden aldığım olağanüstü haz ve okurların beğenisinin verdiği mutluluk.
- “Kapalıçarşı” romanınızı 2012 yılında yazmışsınız, 2015 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’nda ödül almış ve 2017’de de basılmış. Taşların dile geldiği, farklı on dört insanın yolunun kesiştiği, Oğuz Atay, Latife Tekin, İhsan Oktay Anar, Ahmet Hamdi Tanpınar’a uzanan birçok önemli ustanın izlerini bulduğumuz “Kapalıçarşı”yı yazmaya nasıl karar verdiniz? Ne kadar zamanda yazıldı, kaynak olarak neler okudunuz, araştırma yaparken karşılaştığınız ilginç bilgiler oldu mu?

Kapalıçarşı’yı aslında ilk önce, toy zamanımda, öykü olarak yazmıştım ama içimde hep öyle bir kurgunun aslında, zaman aralığı ve zenginliği nedeniyle romanı hak ettiği fikri vardı. Öykü değersizdir değil kastım, ama hani öykü daha ana dair bir şeydir ya. Kapalıçarşı gibi asırları ruhuna sindirmiş bir mekânın roman formunda kendini daha iyi ifade edeceğini düşündüm. Bende kaba metnin yazılma süreci genelde çok kısadır ve “Kapalıçarşı”yı da iki ayda yazdım ama sonra tabii defalarca dönüp dönüp bakma şansım oldu.
Kapalıçarşı Derneği’nin sağladığı çarşıya dair kaynaklardan çok yararlandım. Esnaf örgütlenmesi ve Ahiliğin tarihçesi için Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Fütüvvet Teşkilatı” eserini inceledim. Daha birçok dönem metniyle hemhal oldum ama kurgunun oluşmasındaki ana temel kişisel tarih bilgimdi. Ben o resmi tarihi alıp, bize yani insana değen eğlenceli bir tarih haline getirmeye çalıştım. Öylece Kristof Kolomb’un kardeşiyle Baba İlyas’ın torunu buluştu. Öylece Civan oldu Giovanni.

 -Hayatınızda yazdığınız ilk öykü de Kapalıçarşı üzerineymiş. Ne zaman yazmıştınız? Sizi Kapalıçarşı’ya bağlayan özel bir anınız, hikâyeniz var mı?
Öyküyü 2010 yılında yazmıştım. Ortaokul ve lise yıllarında, yaz aylarında Kapalıçarşı’da çalışmışımdır. Ta o zamandan gelen bir gönül bağı var ama kişisel bağın ötesinde, Kapalıçarşı gibi sembol mekânların, toplumsal birlikteliğin saçma sapan siyasi hesaplar yüzünden büyük erozyona uğradığı günümüzde, toplum olma ve ortak paydaların tadını çıkarma gibi unutmaya yüz tuttuğumuz değerlerin hatırlatılması için çok uygun birer imge olduğunu düşünüyorum. Kapalıçarşı’yı romanın merkezine koymamın sebebi de buydu.
-Tarihi olmayan ama tarihte geçen bir roman olarak özetliyorsunuz “Kapalıçarşı”yı. Romanda bir mekân olarak değil, anlatıcı olarak kitabın merkezinde Kapalıçarşı. “Kapalıçarşı”daki edebiyat mekân ilişkisi hakkında neler söylersiniz?

Tarihi değil, çünkü resmi tarihin soğuk tarafıyla bir ilintisi yok romanın. Sağdan soldan gelip yolu Kapalıçarşı’ya düşenlerin eğlenceli hikâyesi bu. Bir anlamda kendi tarihini yaratan bir metin. Yukarıda da belirttiğim gibi, bizi bir araya getiren mekânların edebiyatta seyrek işlendiği fikrinden hareketle yazıldı bu roman. Neden bir arada olduğumuzu ve birlikte, her türlü fikre saygıyla nasıl daha huzurlu yaşayacağımızı hatırlamamız için, bu birlikteliği sağlayan mekânların edebiyatta daha çok işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ve sadece Kapalıçarşı gibi albenili mekânlar değil kastettiğim. Fabrika, mahalle, okul, meydan gibi olguların edebiyatın merkezinde olmasını arzularım. Seyrek örnekleri dışında mekânı göremiyoruz. Gezi Parkı’nın ele gelir bir romanı halen yazılmadı sanırım. Mekân önemli. Çok önemli.

- O dönemin dilini okuyucunun zorlanmadan okuyabileceği bir dile nasıl çevirdiniz? Bunun için özel bir çalışmanız oldu mu? Ayrıca ironi ve mizah bir arada “Kapalıçarşı”da. Nasıl bir yol izlediniz, konuya uygun anlatım dili mi, yoksa tekniğe uygun konu mu?

Romanın genel dili büsbütün günümüz Türkçesi. Ağdalı bir dile kaçmak istemedim hiç, çünkü derdim, okurun romanı, romandaki kişiler gibi yaşayıp hissetmesi idi. Günlük, samimi, mizahi bir dil tutturmaya çalıştım. Araya serpiştirdiğim kimi dönem terimlerinin de okumayı aksatmamasına özen gösterdim. Bunu İhsan Oktay nefis yapar. Arada dönem jargonundan birkaç kelime okuruz ama hiç de bölmez okumamızı o kelimeler. Sanki hayatın içindendir tüm cümleler. Dönem dilini tutturma konusunda, çok sevdiğim İhsan Oktay’ın yaptığını yapmaya çalışmışımdır olsa olsa. Becerebildiysem ne mutu bana.

-Nelerden, kimlerden esinlenirsiniz?

Hep söylediğim bir şey vardır. Edebiyatla haşır neşir olmadan önce hayatım hep plazalarda, şirketlerde geçti ama bana bir plaza metni yaz deseniz yazamam. Çok iyi bilirim oraları ama duygusunu içselleştirmemişimdir. Öte yandan beden gücüyle çalışmadım hiç ama bir sürü işçi öyküsü yazdım, çünkü oradaki duygu, insanın sömürülmesi, alın teri gibi şeyler yüreğime dokunuyor. Yazdıklarıma esin kaynağı işte bu duygu. Çeviri için Dublin’de kaldığım sürede bir öykü yazdım. O da evsiz bir Dublinli hakkında. Yani esin kaynağım hep bana değen şeyler. Kimlerden esinlenirim? Oğuz Atay’dan, anneannemden, Neşet Ertaş’tan, köy kahvelerinden, Leyla Erbil’den, bütün kuşlardan ve Şeyh Bedrettin’den.

- Türk edebiyatı ve çeviri üzerine dersler veriyorsunuz. Atölyelerde incelediğiniz kitapları, yazarları nasıl seçiyorsunuz? Türk edebiyatının günümüzdeki durumu hakkında, yeni yazarlar, kitaplar hakkında neler söylersiniz?

Çeviride işim biraz daha kolay. Bildiğim yerden yani James Joyce’tan anlatıyorum. Örneklerim çoğu zaman ondan ama tabii çevirinin mantığını falan da konuşuyoruz.
Ama benim daha çok konuşmayı sevdiğim şey Türk edebiyatı çünkü Türkçe edebiyat, birçok ülkenin edebiyatı gibi korkunç bir kültür emperyalizmi baskısı altında. O nedenle, çok sevmeme rağmen önceliği yabancı yazarlara değil, Türkçe yazarlara veriyorum. Çoğu zaman da postmodern yazarlarımız, kadın yazarlarımız, Köy Enstitülü yazarlarımız vesaire gibi bir başlık altında anlatmayı tercih ediyorum.
Çağdaş Türk edebiyatı bence olağanüstü başarılı. Harika metinler geliyor. Hem öyküde hem romanda. Elbette çok değerli yabancı yazarlar var ve keyifle okuyoruz ama öte yandan kıyamet gibi fasarya çeviri de burnumuza dayatılıyor. İyi yabancıları bir yana ayıralım ve mutlaka takip edip okuyalım. Ama dandik yabancıların bokunda boncuk aramak, sırf kapakları janjanlı diye peşlerine düşmek yerine okur çağdaş Türk yazarların izini sürse, müthiş lezzetli kalemlerle ve kitaplarla tanışabilir.

- Henüz çevrilmemiş hangi kitabı çevirmek istersiniz?
Benim at koşturduğum alan İngilizce veya İtalyancadan Türkçeye çeviri ve bu alanda açıkçası, “Finnegan Uyanması” ve “Ulysses”i çevirmişken, üstüne aman şunu da çevireyim diye bir tutkuya sahip değilim. Öte yandan, bugün değil ama belki ilerde Türkçeden İngilizceye roman çevirebilirsem çok mutlu olurum. Çağdaş Türkçe metinlerin dünyada da daha çok okunmasını arzularım.

- Çeviri yaparken geçirdiğiniz süre sizin öykü, roman yazmanızı nasıl etkiliyor, daha doğrusu etkiliyor mu?

Tabii ki etkiliyor. Hem çeviri hem de yazarlıkla uğraşıyorsanız, bu iki meşgale birbirlerine kuma gözüyle bakıyor. O nedenle ben, son beş yılımı bolca çeviriye adamışken, artık oturup uzun süredir aklımda dönen romanımı yazmak istiyorum. Elimdeki işleri halledip yaz sonu romanın başına oturabilirsem benden güzeli yok şu dünyada.

- Son olarak, yazar adaylarına ve iyi okuyucu olmak isteyenlere önerileriniz nelerdir?
Yazar adaylarına okumalarını ama öyle laf ola beri gele değil, metnin nedenini niçinini didik didik ederek okumalarını, önemli yazarların metinlerinde kişileri, mekânları, dili, olay örgüsünü nasıl ele aldıklarını anlamaya çalışmalarını tavsiye ederim.
İyi okur olmak isteyenlere de yazar, çevirmen ve yayınevi takip etmelerini öneririm. Teşekkürler.



7 Ocak 2018 Pazar

Biraz Ağır Olmuştu

                                                                                                                        Albert Camus'ya...


Kahvemi alıp, çantamdan kitabımı  ve not defterimi çıkardığım sırada ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Sakin, sessiz  ve klimalı  yerde kitabımı okuyup, notlar alacaktım. Bir anda yan masadaki adamı fark ettim. Bu masa boş değil miydi? O sırada adamın da  elimdeki kitaba baktığını gördüm. “Sisifos Söyleni”.  İşte en sinir olduğum şey başıma gelmişti. - Bakın ben kitap okuyorum, hatta böyle kitaplar.-
Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya düşecekti hep” diye yan masadan konuşmaya başladı adam.  Ama böyle sahneler genellikle dizilerde olur. Esas kız veya oğlan kafası dalgın sahile gider, orada bir balıkçı veya yaşlı bir adam ders ve bilgi dolu sözlerle kahramanımıza doğru yolu gösterir birkaç cümle söylemeye başlar. “Evet bu arada sadece festival filmleri ve belgesel seyretmiyorum,  dizi de seyrediyorum.”
“Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi.  Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.  Sisifos yeryüzüne dönmek için Pluton’dan izin alır. Ama bu Dünya’nın yüzünü yeniden görünce, suyu ve güneşi, sıcak taşları ve denizi tadınca, ruhlar ülkesinin karanlığına dönmek istemez artık. Çağrışımlar, öfkeler, gözdağları, hepsi boşa gider. Daha birçok yıllar, körfezin eğrisi, pırıl pırıl deniz ve yeryüzünün gülümsemeleri  karşısında yaşar. Tanrıların bir karar vermesi gerekmektedir. Mercure gelip pervasızın yakasına yapışır, sevinçlerinden kopararak zorla ruhlar ülkesine götürür onu, burada kayası hazırdır.” Adam anlatmaya devam ediyordu. O anda da aklıma Woody Allen’ın “Paris’te Gece Yarısı” filmi gelmişti. Gece yarısı Paris sokaklarında da değildim. -Bu arada Woody Allen filmleri seyrettiğimin de altını çizmiş oldum.-
“Tanrıları hor görmesi,  ölüme kin duyması, yaşam tutkusu, tüm varlığı hiçbir şeyi bitirmemeye yöneltildiği  bu anlatılmaz işkenceye mal olur. Yeryüzünün tutkuları için ödenmesi gereken pahadır bu” diyerek devam etti adam.
“Sisifos en uyumsuz kahramandır.” Diyerek cevabı verdim ben de. Oh be! Biz de kitabı okuyorduk herhalde, elimizde süs olarak taşımıyorduk. Ezbere daha uzun cümle gelmemişti aklıma ama olsun.
“Sisifos bu dönüş, bu duruş sırasında ilgilendirir beni. Böylesine taşlarla baş başa didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! Bu adamın ağır, ama eşit adımlarla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor. Bu saat, bir soluk alışı andıran, tıpkı yıkımı gibi şaşmaz bir biçimde geri gelen bu saat, bilincin saatidir. Tepelerden ayrıldığı, yavaş yavaş tanrıların inlerine gömüldüğü saniyelerin  her birinde, yazgısının üstündedir. Kayasından daha güçlüdür.”
Bu ağır olmuştu ama. Allah’ım adam Sisifos Söyleni’ni ezbere biliyordu. Şaka mıydı acaba bu olanlar? Kim bana böyle bir şaka yapar, ya da yapabilir?  Buraya geleceğimi, bu kitabı okuduğumu ve onun üzerine çalıştığmı kimler biliyordu? Kim bilir, diyerek ardından da reklam içerikli espiri yapacaktım ama neyse. Ayrıca böyle bir adamı tanıyan ve beni tanıştırmayan birileri varsa  onlarla ilgili de arkadaşlığımızı gözden geçirmem gerekecek.
“Gene Sisifos’u kayasına dönerken getiriyorum gözlerimin önüne, acı başlangıçtaydı. Yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, mutluluğun çağrısı fazla ağır bastığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir; kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir.”
Hayır, adam susmuyordu.  O anda kitabı açıp en uzun paragrafı nefes almadan yüksek sesle okumak istedim. Ayrıca kitabın neden sadece Sisifos Söyleni’nden cümleler söylüyordu, bir işaret miydi?
 “Sisifos Söyleni üzerine kurmaca yazmaya çalışıyorum” dedim. Niye söylediğimi de bilmiyorum ama.
Hafif bir gülümseme ile yüzüme baktı.  Bu gülümseme de ağır olmuştu. Masadan kalktı, sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi, paltosunun yakasını havaya kaldırıp kapıya doğru ilerledi.
Bu yakışıklı adam, bu sıcakta neden palto giymşiti ve sigara içilmeyen mekanda nasıl sigara içiyordu?

Ömür






1 Ocak 2018 Pazartesi

BANA BAK!

                           
                                                             
                                               
                                   

                “la Caixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Portreler ve Diğer Kurmacalar
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, çağdaş sanat alanında dünyanın önemli koleksiyonlarından birine sahip olan “la Caixa” Vakfı işbirliği ile Bana Bak! “la Caixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Portreler ve Diğer Kurmacalar sergisini ülkemiz sanatseverleriyle buluşturuyor. Küratörlüğünü  Nimfa Bisbe Molin’in üstelendiği sergi, son derece insani ancak psikanaliz, psikiyatri ve felsefe bağlamında  bir o kadar da gizemli ve karmaşık bir alan olan portre sanatı ile kimlik ve temsiliyet sorunsalına, aralarında Basquiat, Boltanski, Nauman, Sherman, Muñoz, Wearing ve Tàpies gibi isimlerin de yer aldığı dünyaca ünlü 22 sanatçının, resimden fotoğrafa, heykelden videoya uzanan geniş bir yelpazede üretilmiş 30’u aşkın ilginç yapıtı üzerinden yeni ışıklar tutuyor.
Sergide “la Claixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan seçilerek bir araya getirilen eserler, toplumsal bir ayna gibi bakışlarımıza karşılık veriyor. Bu aynada, ezelden beri kafamızı kurcalayan sorular sorarken buluyoruz kendimizi: Bunlar da kim? Onlar hakkında ne düşünüyorum? Ben kimim? Onlar benim hakkımda neler düşünüyor?
Bakışların, izleyiciyi gözlem yapmaya davet etmek, aynı zamanda bu toplumsal aynada, yani portrede yansımasını sağlamak maksadıyla bir araya geldiği bir kavşak olarak tasarlanmış sergi ve Bana Bak! başlığı altında “la Caixa” Koleksiyonu’na ait resim, fotoğraf, heykel, video çalışmalarından oluşan bir seçki aracılığıyla çağdaş sanat içindeki portre türünü inceliyor. Sanatçıların öznelliği ve zamanımızın farklı insan kimliklerini ele almak üzere kullandığı çeşitli temsil stratejilerini ortaya koyuyor. Koleksiyon otuz yılda günümüz toplumuna ait bilinci artırmak ve eleştirel bir bakış sunmak üzere çağdaş sanat yapıtları arasından derlenmiş. 
Sergi, portreyi ele almak üzere, farklı ilgi alanlarını ve biçimleri birbirinden ayıran dört tematik bölümden oluşuyor.
Sahnelenen Duygular; Gözler ruhun aynasıdır derler. En mahrem düşüncelerimiz gözlerimizden okunur; sahici ya da sahte, kendiliğinden ya da denetlenmiş tüm duygularımız gözlerimize yansır. Tarih boyunca sanatçılar duygularımızı öylesine incelikli bir şekilde sınıflandırdılar ki şimdi her birinin kendine ait bir görsel tarifi var. Fotoğraf ve video, içebakışa yönelik ilginin yerine, insan ifadesinin bir yapıntısı olarak imgenin büyüleyiciliğini koyarak portre deneyiminde değişimin önünü açtı. Benzer bir şekilde, şimdilerde gündelik hayat bizi farklı toplumsal roller benimsemeye sevk ederek simulakrum’u (doğası gereği yan yana gelemez olduğu düşünülen iki ayrı şeyin birarada durabilir olmasında kendini gösterir) teşvik ediyor. Bu durum, Roni Horn ve Esther Ferrer gibi sanatçıları, çoğul kimlikli çağdaş öznelerin metaforu olarak geniş bir duygu dağarcığını aynı yüzde canlandırmaya yönlendiriyor.
Kimliğe İlişkin Uzlaşımlar; Bu başlık altında yer alan çalışmalar, toplumsal cinsiyet ve ırka ilişkin kültürel uzlaşımları sorguluyor. Portrecilikte kullanılan teknik yelpazesini ve bireyleri toplumsal olarak tanımlayan sembolleri gözler önüne seriyor. Bu yapıtların çoğu, tıpkı daimi değişimde kök salmış çağdaş dünyamız gibi, sabit ve önceden belirlenmiş bir şey olmaktan çıkarak akışkan ve muğlak bir hal alan kimliğin ve temsilin karmaşık yapılarını ele alıyor.
Maskeler ve Diğer Kurmacalar; Maskeler yüz hatlarını eşsiz ve özgül imgelerde sabitler. Bu noktadan hareketle bütün portrelerin birer maske olduğu sonucuna varabiliriz. Aradaki fark, maskelerin kişisel özellikleri silerek yüzleri arketiplere indirgemesidir. Maskeler, yüzü gizleyerek ona taşıyabileceği yeni bir imaj sunar. Bazen bu, teşvik edilen ve toplumsal olarak kabul edilen yegâne imajdır.
Yüzün Hafızası; Portrecilik antik  zamanlardan beri hafızayla ilintili olmuştur.  Bu sanata yapılan erken dönemli göndermelerden biri Plinius’un Korintli kız ve nişanlısı hakkındaki hikâyesinde yer alır – hikâyede, genç kız uzun bir deniz yolculuğuna çıkmaya hazırlanan nişanlısının duvara yansıyan gölgesini ana hatlarıyla resmeder. Portre, bir imge tarafından temsil edilen bir geçmişi kaydeder ve onaylar. Bu imge de, karşılığında bir kimlik yaratır ve onu zamanın akışına ve bedensel hafıza yitimine karşı korur. Birer hatıra olarak hayatlarına başlayan başlayan portreler zaman içinde bu ilkel anlamlarını yerinden eden ve ortadan kaldıran yeni bir gerçeklik yaratırlar.

Sergide yer alan sanatçılar arasında arasında Janine Antoni, Eduardo Arroyo, Juan Navarro Baldeweg, Jean-Michel Basquiat, Christian Boltanski, Rineke Dijkstra, Marlene Dumas, Esther Ferrer, Günther Förg, Curro González, Stefan Hablützel, Roni Horn, Sharon Lockhart, Pedro Mora, Vik Muniz, Óscar Muñoz, Bruce Nauman, Carlos Pazos, Cindy Sherman, Antoni Tàpies, Gillian Wearing, Sue Williams bulunuyor.
Sergi 4 Mart 2018 tarihine kadar ziyaret edilebilir.

Porte resmi, bir karakterin imgesini yaratmak ve bu imgeyi toplumun geri kalanından ayrıştırmak için kullanılmış, portresi yapılan kişiye sadakat ve benzerlik, her zaman bu sanatın temelini oluşturmuştur. Portrelerin nihai amacı ise resmi yapılan kişinin kimliğini yansıtmaktır. Ve sanat üretiminin hiç de kolay olmadığını anladığımız yer tam da burasıdır: resim yapmak, fotoğraf çekmek, veya kara kalem resim yapmak, bir kişiliği yeniden üretmek veya ifşa etmek değil, bir imge yaratmaktır. Bugünlerde sürekli olarak kendi fotoğraflarımızı çekiyoruz, Roland Barthes'in sözlerini özetleyerek söylemek gerekirse, bir kameranın lensine baktığımızda bir başkasıymışız gibi davranıyoruz. Popüler söylemde “Kamera yalan söylemez” şeklinde bir deyiş vardır, ancak hepimiz portrelerin aslında bir kişiliğin temsilini yaparken bir miktar kurmaca içerdiğini biliriz. Portreler, portre resminin tanımını genişleterek ulaşmıştır günümüze. Yeni sanat eserleri, yeni kavramlar, teknikler ve diller aracılığıyla, insanlık durumunun imgelerini yaratmak ve kimlik ve onun toplumsal anlamlarının karmaşıklığını incelemek için çeşitli olasılıklar olduğunu gösterir bize.
                                                           

Rineke Dijkstra’nın Voldenpark, Amsterdam, 12 Mayıs 2006, isimli fotoğrafı, farklı şehirlerin parklarındaki çocuk ve gençlerin portrelerinden oluşan Park Portreleri serisine ait. Bu son derece dengeli kompozisyonda, genç bir erkek rahat bir şekilde karşımızda oturur; ancak bu uyum izleyicide bir tür huzursuzluk yaratır. Bu temsildeki sadelik yanıltıcıdır. Çünkü herkes bilir ki, doğallık diye bir şey yoktur, yalnızca katışıksız yapıntılar vardır. Baktığımız genç adam figürü, en ince ayrıntılarına kadar tasarlanmış bir kompozisyonda çerçevenin içine kapatılmıştır. Klasik bir portre niteliğinde olan figür geleneksel manzara resminin içine yerleşerek yeni bir bağlam yaratır. Modelin talepkar bakışı, tıpkı Hollanda resimlerindeki gibi izleyiciyi gözleriyle takip eder.
                                                              

Eduardo Arroyo, Ressam, 1975, Zımpara kağıdından kolaj,Eduardo Arroyo, üretken kariyenin başlarında 1960’larda ortaya çıkan yeni figürasyona yakın bir stil benimsedi. Portreciliği bir düzmece olarak tanımlar. Sanatçıın külliyatında hem tarihi şahsiyetlerin hem de hayali karakterlerin resmedildiği pek çok portre yer alır. Bu takım elbise ve şapkalı adam portresini zımpara kağıdı parçalarını kesip yapıştırarak kabatma bir figür elde etmiştir. Karakterin yüzü, renkli kağıt parçalarından yapılma bir mozaiğin ardında gizlenmiştir. Yapıt, sanatçının mesleğiyle ilgili kişiel fikirlerini ifade etmek için 1960’larda yaptığı Kör Ressamlar serisine aittir: Bu mesleği icra edenler eninde sonunda boya ve renklerden kör olurlar.

*Sergi kataloğu kaynak olarak kullanılmıştır.

Şahin Paksoy'la Röportaj

NG İletişim Ajansı'nın  "Ofiste Sanat" projesinden yola çıkarak Keten Grup işbirliğinde gerçekleştirdiği Şahin Paksoy "Kavuşma" sergisinde sanatçının resim ve heykelden oluşan birçok eseri yer alıyor. 29 Aralık 2017 tarihine kadar ziyaret edilebilecek olan sergisi ve eserleri üzerine Şahin Paksoy'la mini bir söyleşi gerçekleştirdik.
                                                              

“İnandığın yolda yürü, yürü ve kendine kavuş. Gösteriş meraklılarının duvarlarını süslemek için gariplikler üretme, kendi dünyan içinde yoluna devam et. İnan ve o yolda devamlı yürü. Bıkma ve usanma ve yürü ve asıl yapacaklarına kavuş...” diyorsunuz.  Son serginiz de “Kavuşma”. Bu kavuşmada, yürüdüğünüz yolda nelerle karşılaştınız, zorlandığınız dönemler oldu mu?
Dünyanın modernleşme sürecinde ortaya çıkan sanat akımlarının ne zaman bayatlayacağını şimdiden fark edemeyiz, yaptığınız işin kalıcı olması için kendi inandığınız yolda inançla devam etmelisiniz. Tabii önünüze çıkacak zorlukları da göze almalısınız.
Bu günün beğenisine ürün üretmek yerine, manipülasyonlardan uzak durup bana ait eserler üretiyorum. Amacım marka peşinden koşanların beğenisine uygun garipliklerle uğraşmak değil. Yaptığım işi önce ben beğenmeliyim, önce ben sevmeliyim. Böyle bir beğeniye eser sunmak hem hoş değil, hem de geleceğimi bitirir. Eğer kendiniz olup kendi kültür yapınıza uygun işler yapıyorsanız, sanat tarihi sizi hak ettiğiniz yere koyacaktır. Aslolan sanat tarihinin acımasız eleğinden geçmektir. Şişirilmiş bir balonsanız, o balon patladığında ortada hiçbir şey kalmaz.
Tabii ki kolayı paraya çevirenler sizi çağdışı ilan edeceklerdir. Benim asıl hedefim keseyi doldurmak olmadığı için konuşulanlara kulağımı hep tıkadım. Ayrıca bu tip insanlar yaptığım işi beğenirlerse yanlış yolda olduğumu düşünürüm.
 “İçinde hayat olmayan hiçbir şey eser değildir” düşüncesinden yola çıkarak son dönemde ürettiğiniz yapıtlarınız sergileniyor “Kavuşma” serginizde. İçinde hayat olan eserlerinizi anlatır mısınız, bir araya nasıl geldiler?
Kendi geleneklerinizden, kendi kültür miraslarından yararlanarak ürettiğiniz eserlerin içinde rengiyle, dokusuyla, konusuyla bir hayat olmalıdır diyorum. Kendi yaşam biçiminizin dahi ürettiğiniz esere yansıması bir hayat emaresidir. Ama ürettiğiniz eserler bir dekorasyona süs olsun diye yapılıyorsa onun onun içinde hayat aramak yanlış olur. Sanatın da kendi içinde kulvarları vardır. Dekoratif sanat, illüstratif sanat, turistik sanat vs gibi. Eserlerim benim hayatımın ötesinde yaşadığım toprakların renkleridir, duygularıdır, biçimleridir, acılarıdır, sevinçleridir. Dolayısıyla bu sergideki eserler kendi kendilerine bir araya geldiler.
 “Önemsiz insanların önemli ressamı” deniyor sizin için. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bu söz beni gururlandırıyor ama şu da bir gerçek ki herkesin bir önemi vardır. Sadece fırsat eşitliği olmayan toplumlarda kimin önemli, kimin önemsiz olduğunu yine maalesef sanat ayarcıları tayin ediyor. Çok varlıklı insanların sadece satın alma gücü onları en önemli kılmaz. Sanatın dili çok zor bir dildir. Çince film seyrederek Çince öğrenilmez. Sanatın dilini önemsiz olduğunu düşündüğünüz insanlar daha iyi bilirler merak etmeyin. Benim eserlerimi sanatın dilini bilen veya anlayan, zevk sahibi, duyarlı insanlar, araştırmacı ve bilgili sanat severler beğensin ve anlasın.
 Çalışmalarınızda geleneksel Anadolu halkının izlerini görüyoruz. Kendi kültüründen beslenen sanatçısınız.  Sanat geleneğiniz ve sanata bakışınız hakkında neler söylemek istersiniz?
Benim de anlatmak istediğim en önemli unsur sorunuzda. “Kendi kültüründen beslenen sanatçı”.
Geçmiş dönemlere bakarsanız yaşam süreleri içinde pek öne çıkmamış sanatçılar var, bunlar  arasında hiçbir eser satamadan ölenler mevcut. Bunun örnekleri mesela, Nazmi Ziya Bey, Avni Lifij Bey, Osman Hamdi Beylerdir. Hatta Osman Hamdi Beyi,  döneminde çağdışı ve etnografik olarak nitelendirenler de vardır. Daha fazla örnek de verebilirim. O dönemde batıdan gelen akımların, özellikle kübizm akımının öne çıkmasıyla, hem hocalar, hem öğrenciler kübist ve daha sonra abstrak resimler üretmeye yönelmiş. Ancak bugün, bu akımlara yönelenlerin eserlerinin çoğu ortada bile yokken, ödün vermeyen sanatçılar milyon TL’ler ile anılıyorlar. Daha sonraki kuşağın en önemlilerinden Bedri Rahmi Eyüboğlu ki bana göre bir ekoldür, ülkemizde kendi geleneğinden, kültüründen beslenen en önemli sanatçıların başında gelir. Böyle bir sanatçı ancak bugünlerde gereken önemi görmeye başladı.
Bence dünyanın ilk soyutlamaları, Anadolu kilimleri ve Osmanlı Hat Sanatıdır. Batılı bir çok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur ama biz bakmıyoruz bile.
Seramik eğitimi aldınız, resim ve heykel aynı anda devam ediyor çalışmalarınızda. Bazen öne çıkanlar oluyor mu, nasıl dengeliyorsunuz?
Sergilerimi resim, heykel veya seramik sergisi diye adlandırmam, Şahin Paksoy sergisi olarak adlandırırım ve bir sergi ismi koyarım. O sergiye çalışırken bir ses sanatçımızı seçerim ve hep o sanatçıyı dinleyerek üretirim. Bazı sergilerde Müzeyyen Senar olur, bazılarında Kazancı Bedii olur, Barış Manço olur, Müslüm Gürses, Neşet Ertaş olur. Seçtiğim sanatçılar da resimlerimi benimle yaparlar, katkıları büyüktür. Böyle bir bütünlükte eserlerimdeki tiplemeler bazen heykel olur, bazen seramik, bazen de resimde kalır sıralarını beklerler. O çeşitliliği birlikte sergilerim. Sergilerime renk katarlar.
                                                                       

                                                             
 Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?  Kardeşleriniz de sanat camiasında.  Ortak çalışmalarınız var mı?
Orta öğrenim dönemimde resim hocalarımın hepsi bana ‘sen Güzel Sanatlar okumalısın’ diyerek hem cesaret, hem de bu yolu seçmemde özgüven verdiler. Ben de çok kararlı bir şekilde başka hiçbir okulda okumam diyerek Güzel Sanatlar Akademisi’ni kafama taktım ve orada eğitim gördüm. Ablam Gönül Paksoy, içimizde en iyi resim yapanımızdı ama o tasarımcı olmayı seçti. Doğru da yapmış. Benim küçüğüm Doğan Paksoy, ressamlığı dışında uzun yıllardır bir sanat dergisi çıkarıyor ve aynı zamanda Teşvikiye Sanat Galerisi olarak geçmiş yıllarda olduğu gibi ,genç sanatçıların, zaman zaman da eski ustaların eserlerini sergiliyor. İkisi ile de ortak çalışmalarımız oluyor.
 İyi bir koleksiyonersiniz.  Arkeolojik eser, halı-kilim ve Türk kahvesi objeleri koleksiyonunuz var.  Nasıl başladı koleksiyonerlik ve eserlerinize yansımaları oluyor mu?
Koleksiyonerlik sanat tarihine olan ilgimden kaynaklandı. İlk koleksiyonum hat sanatı ile başlar. Beşiktaş’taki bekar öğrencilik evimizin yolunda Tuz Baba isimli bir türbe vardı. Ziyarete açık olan bu türbede gördüğüm hat sanatı örneklerinden çok etkilendim. Sene 1974. Hat sanatı koleksiyonumun başlangıcı buna dayanır. Eserlerimde kompozisyon ve denge unsuru olarak hat sanatından yararlanırım.
Mekke ve Medine resimleri koleksiyonu yapma fikri ise 1976 yılında Yıldız Parkı’nın yanındaki Yahya Efendi Türbesi’nde görmüş ve çok beğenmiş olduğum Mekke Medine minyatürleri sayesinde oluştu. Bugün güzel bir koleksiyon sahibiyim. Bu koleksiyonum eserlerime Doğu Mistisizmi ve Osmanlı Minyatür Sanatı samimiyeti açısından büyük katkı sağlamıştır.
Halı ve Kilim Koleksiyonuna 80’li yıllarda başladım. Sanatımın gelişmesinde çok önemli bir yeri vardır. Renk kullanımı ve kompozisyon açısından bana yol gösterici olan, beni en çok etkileyen gruptur.
Türk Kahvesi Koleksiyonum ise, koruma amaçlı başladı. Türk adıyla anılan ve ülkemizde bir müzesi bile olmayan bu geleneksel lezzetin yapım aşamalarında kullanılan objelerden oluşan yaklaşık 10.000 parçadan oluşan bu koleksiyon, form anlayışımı besledi. Özellikle ahşap kahve dibekleri ve kahve kolları. Hepsi birer çağdaş heykel.
Mezopotamya’dan Avrupa’ya kadar, binlerce yıldır Anadolu’muzda üretilen her türlü objeye dokunma ve sahip olma duygusu insanı başka türlü zenginleştiriyor, ufkunu açıyor. Benim esin kaynağım Anadolu Medeniyetleri olduğundan, içinde yüzlerce yıllık enerji taşıyan bu eserler benim gözümü terbiye etmemde çok yardımcı oluyorlar.
Daha önce bahsettiğim gibi, bir sergiye hazırlanırken nasıl bir ses sanatçısı seçiyorsam, aynı şekilde o sergi için bir de kilim grubu seçerim. Bunlar benim yol gösterici hocalarımdır.
 Son olarak Türkiye’deki sanat piyasasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
80’li, 90’lı yıllarda sanatseverler ve koleksiyonerler galerilere gidip, sanatçılarla tanışırlar, sanat atölyeleri gezerlerdi. Sanatçılar kendilerini mağdur etmeyecek bir komisyon ve bir resim karşılığında sergi açma fırsatı bulurdu. Müzayedelerin sanat hayatına girmesi ile sanat dünyası manipülasyonla tanıştı. Galericilik yara aldı. Çoğu genç sanatçı yaşamını sürdürebilmek için müzayede ve sanat spotçularına teslim olmak zorunda kalabiliyorlar. Bu da çok önemli galerilerin kepenk kapatmasına yol açtı. Her sanat galerisinin kapanması, bir sanat okulunun kapanması gibidir. Galerilerin olmaması sanatı sadece para için yapılan bir yola doğru iter.

Şu anda sanat piyasası bir belirsizlik içinde ve bu durum üzücü.

Henri Rousseau


                                                              



1844’te Batı Fransa’nın Laval kentinde bir muslukçunun oğlu olarak dünyaya gelen Rousseau yaklaşık  20 sene Paris’te gümrük memurluğu yapar. 1893 yılında gümrük memurluğundan emekli olur ve tüm zamanını resim yapmaya ayırır.  Hiçbir sanat eğitimi görmeyen ressamın lakabı olan “le douanier” (gümrük memuru), biraz da onunla dalga geçmek için takılmıştır.  Eşi Clemence ile evliliklerinden olan 9 çocuklarından hiçbiri yaşamaz. 1888 senesinde karısını veremden kaybedince, tek odalı stüdyosunda çalışmalarına devam eder. Sanatına ağırlık verir. Para kazanmak için sokak müziği yapar, özel müzik ve resim dersleri verir. Akademik eğitimi olmayan , tamamen hayal gücünü fırçasına taşıyan, kendisine özgü stiliyle sanat dünyasına meydan okuyan sanatçı Paul Signac, Van Gogh gibi avangart sanatçıların yanında yerini korumuş, kendinden sonra gelen jenerasyonlara ilham kaynağı olmayı başarmıştı. Rousseau hakkında yazılan birçok mektupta, kitapta ve yazıda, iyiliğinin ve saflığının yüzünden okunduğu anlatılır.
Naif sanatın öncülerinden olan Rousseau, çocuksu sadeliği ve açıklığıyla genellikle düz, perspektifi ön planda olmayan bir resmetme biçimine sahiptir. Eserleri ilk dönemde büyük tepki almış, sadelik ve basitliğin sanatçının bilgi eksikliğinden kaynaklandığı düşünülmüş olsa da, bu resim türü günümüzde “Naif Sanat” olarak geçerlilik kazanmıştır.
1884 yılında Societe des Artistes (Bağımsız Sanatçılar Topluluğu) sanatçıların kendilerini rahatça gösterebilecekleri, jürisiz ve ödülsüz olan “Salon des Independants” sergilerini başlatırlar. 18 Ağustos 1886 tarihinde Place du Carousel’deki Paris Postane Müdürlüğü’nde ikinci defa düzenlenen sergiye katılmak isteyen sanatçılar sadece 15 Frank karşılığında, herhangi bir stil veya eğitim alma zorunluğu olmadan katılabiliyordu. Henri Rousseau, Seurat, Paul Signac, Cezanne, Toulouse-Lautrec, Gauguin ve Van Gogh’un eserlerinin de yer aldığı sergiye “A Carnival Evening” ( Bir Karnaval Akşamı) eseriyle katılmaya karar verir. Perspektifin olmadığı tek boyutlu resimde, karnaval elbiseleri içindeki çift, kol kola girmiş karanlık ormandan seyircilere bakarlar. Bir karnaval neşesinden çok uzakta olan çift, yüzleri seçilmese de sessiz ve üzgün gözükürler.
                                                                           
Sergi açılınca en çok konuşulan eserler, Rousseau’nun  “Bir Karnaval Akşamı” ve Georges’in Seurat’ın “Grande Jatte Adası’nda Bir Öğleden Sonrası”dır. Seurat; entelektüel, pointilist tekniğin zorluklarına bilgece yaklaşan ve tekniğin öncülerinden kabul edilip yere göğe sığdırılamazken; Rousseau’nun ne sanat tarihine referans veren ne de yeni akımların etkisinde olan eseri alay konusu olur. Hem ziyaretçiler, hem eleştirmenler onu bombardımana tutarlar, fakat Rousseau hiç oralı olmaz, kulak asmaz, bir “dahi” olduğuna  emindir. Tüm negatif eleştirilere rağmen Camille Pisarro ondan etkilenir. Onu samimi bulmuştur ve yaklaşımını primitif sanatçılara benzetmiştir.
Balta girmemiş ormanları betimlemesiyle tanınan Rousseau, “Tropik Fırtınada Bir Kaplan (şaşkın) isimli ilk orman tablosunu 1891’de düzenlenen Salon des Independants’da sergiler. Resmi gören Gauguin tablonun önünde  “Burada gerçek ve gelecek var! Burada bir resim var!” diye haykırır. Enteresan olan, egzotik, tropik manzaralar ve balta girmemiş ormanları müthiş bir tutkuyla resmeden sanatçının aslında Fransa’dan hiç çıkmamış olmasıdır. Sık sık gittiği botanik bahçelerinin onu çok etkileyen bitkilerini, dönemin resimli dergilerinde gördüğü ilüstrasyonları, orduda tanıdığı Meksika’da bulunmuş asker arkadaşlarının vahşi doğa hakkında anlattıklarını kendi hayal gücü ile birleştirerek ve pek çok kuralı yıkarak tuvallerine taşımıştır.

                                                                       

1890 senesinde kendi keşfettiği yeni bir türü dener.  İlk otoportre – manzarasını yapar. Kendisini siyah bir takım elbiseyle, kafasında beresiyle şık bir görünümle çizer; elinde bir fırça ve palet vardır.  Arkasında bir köprü ve bayraklarla donanmış bir gemi vardır.  Geminin arkasında da 1889 Word’s Fair için inşa edilen, o dönemin tartışmalı Eyfel kulesi görülür. Gauguin bu resme hayran olur.
1905 senesinde Picasso ikinci el bir dükkanda Rousseau’nun  “Portrait of Clemence” eserine rastlar. 5 Frank’a satın aldığı ve “Fransız psikoljik portrelerinin en gerçeklerinden” kabul ettiği eseri yaşamı boyunca yanından ayırmaz. Rousseau’nun saflığı Picasso’yu sarsmıştır.  Onun hiçbir eğitim almadan mükemmeliyete bu denli yaklaşmış olması, Picasso’nun eğitim almış olduğu için neredeyse pişmanlık duymasına yol a çmıştır. Aldığı eğitim yüzünden bir çocuk saflığında çizmediğini düşünür. 1908 sonbarında  Picasso stüdyosunda Rousseau’nun dehası onuruna bir davet vermeye karar verir. Sanat çevrelerinde büyük yankı uyandıran bu davete Gertrude Stein, Leo Stein, Fernande Olivier, Marie Laurencin ve Braque gibi isimler katılır. Stüdyo bayraklar, dallar ve kumaşlarla süslenmiş, masalar ve banklar düzenlenmiştir. “Portrait  of Clemence” baş köşeye asılmıştır. Onur konuğu olan Rousseau, portrenin altındaki platforma oturur. Tüm misafirler onun için kadeh kaldırırlar ve dehasını kutlarlar.
1910 Eylül’ünde davetten iki sene sonra Rousseau vefat eder. Uzun zamandır ihmal ettiği bacağındaki iltihaplanma, kanının zehirlenmesine yol açmıştır. Meteliksiz bir şekilde Montmarte Mezarlığı’na gömülür. Cenazesine sadece yedi kişi katılır.

Ölümünden sonra değeri anlaşılan, “Modern sanatın alaylı vaftiz babası” olarak görülen ressamın eserleri 2016 yılında Musee d’Orsay’da düzenlenen “The Douanier  Rousseau  Archaic  Candour” sergisiyle sanatseverlerle buluştu. Sergi 480 bin ziyaretçisiyle müzenin son on senedir en çok ziyaret edilen sergisi olmuştu. 

2017 yılının öne çıkan 10 sergisi


2017'de galeri, müze ve çeşitli sergi mekanlarında düzenlenen yerli ve yabancı sanatçıların katılımıyla pek çok sergi açıldı ve sanatseverler tarafından ilgiyle izlendi. Aşağıdaki değerlendirme öncelikli olarak müzeler ve daha önce sitede (www.yenicikanlar.com) ayrıntılı yayınlanan sergi yazıları baz alınarak yapılmıştır.

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 15. Kuruluş yıldönümüne  denk gelen 2017 yılında önemli ve öne çıkan sergilere ev sahipliği yaptı. 2017’ye, bu topraklardan yetişen, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde yaşamış  bir sanatçı olan Feyhaman Duran’ın “İki Dünya Arasında” sergisiyle başlayarak  sanatseverlere  hem sanatçıyı hem de ülkemizin geçmişini yakından tanıma fırsatı sağladı. Eserlerinde ve hayatında gelenekle olan sıkı bağ açıkça görülebilen Feyhaman Duran, ilk kez bu kadar ayrıntılı bir sergiye konu oldu. 11.1.2017 – 13.8.2017 tarihleri arasında Emirgan’daki müzenin iki katında 1000’i aşkın eseri, eşi Güzin Duran’la yaşadıkları ev ve atölyelerinden eşyaları ile bugünü anlamanın yollarını da gösterdiği için izleyiciler tarafından ilgi ile karşılandı. Sezonun 2. sergisi olarak çağdaş sanatın günümüzdeki en önemli isimlerinden Çinli sanatçı Ai Weiwei’nin Türkiye’deki ilk kişisel sergisi “Porselene Dair” 100’ü aşkın eseriyle 12 Eylül tarihinde açıldı. 28 Ocak 2018 tarihine kadar devam edecek olan sergi sanatçının, günümüz dünyasıyla ilgili mesajlarını geleneksel Çin el sanatları ile izleyiciye aktarması ile 2017 yılının önemli  sergilerinden biri oldu.  Ai Weiwei, kuşağının önde gelen kültür figürlerinden biridir, çalışmalarının derin sanatsal ve toplumsal etkisiyle tanınır. Geniş kapsamlı kariyeri olan sanatçının sanat yaşamı boyunca dünyayı algılamak ve yorumlamakta sunduğu yollar sanatseverler tarafından büyük ilgi gördü. 

                                                                          


“Ayçekirdekleri” yerleştirmesi, Ai Weiwei’i çağdaş sanat tartışmalarının ön saflarına çekmiş, zamanımızın en tanınmış sanatçılarından biri haline getirmiştir.  Yerleştirme, sanatçının yapıtlarındaki sahicilik, bireyin toplumdaki rolü, kültürel ve iktisadi alışverişin jeopolitiği gibi yenilenen temaları da açımlar. Yapıt, Mao Zedong’u güneş, yurttaşları da ona doğru dönmüş ayçekirdekleri olarak betimleyen Çin Kültür Devrimi propaganda posterlerini de hatırlatır. Jingdezhen’deki hünerli zanaatkârlarca tek tek biçimlendirilen ve elle boyanan bu benzersiz çekirdekler, toplum imgesine uygun olma baskısı ile bireyin özgürlüğü arasındaki gerilimi de çağrıştırır.
-Arter,  2 Haziran – 13 Ağustos tarihleri arasında John Berger’in “Görme Biçimleri” eserinden yola çıkarak küratörlüğünü Sam Bardaouil ve Till Felrath’ın M.Ö. 1000’den günümüze kadar uzanan 33 sanatçının resim, heykel, fotoğraf, fotoğraftan ses, film ve yerleştirme 70 eserin yer aldığı esere ev sahipliği yaptığı  segi sanatseverler tarafından ilgi ile izlendi.  Sergilenen yapıtların herbiri yeni bir gerçekliğin belirmeye başlaması için bizi ikinci kez bakmaya çağırdı ve yapıtların büyük bir kısmı taşımakta oldukları sanat tarihsel referansların eleştirisini de sundu. 
Bu serginin ardında yine Arter’de, küratörlüğünü Nazlı Gürlek’in üstlendiği Canan’ın “Kaf Dağı’nın Ardında” sergisi sanatseverlerle buluştu. 12 Eylül’de açılan sergi 24 Aralık’a kadar devam edecek. Sergiye paralel “Kaf Dağı Konuşmaları” adı altında konuşma dizileri de gerçekleştirildi. Canan’ın 20 yılı aşkın sanat üretiminde daha önce sergilenmemiş erken dönem işleriyle, bu sergi için ürettiği yedi yeni iş üç ana bölüm olarak  -Cennet, Araf ve Cehennem-  mekanın üç katında yoğun ilgi izlendi. 
                                       
                   
Serginin giriş katında “Cennet” teması ile karşılaşan izleyiciler, mekâna özel olarak üretilen ve Arter’in İstiklal’e açılan cephesinde  yer alan masallarda olabilecek türden hayvanlar ve yaratıkların bir araya gelerek oluşturduğu bir  masal diyarı “Hayvanlar Alemi” yerleştirmesi ile  buluştu. Parlak ve renkli kumaşlarla kaplı anka kuşu, ejderha, yılan ve çeşitli yaratıklar İstiklal sokaklarında gölgeler olarak da karşımıza çıktı. İyi/kötü, ışık/gölge, içsel/dışsal, gerçeklik/hayal, aydınlık/karanlık gibi ikiliklere dayanan ve insan ruhunun bastırılmış öğelerini ele alan sergi 2017 yılının ilgi ile izlenen sergilerinden biri oldu.  
-Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Merkezi ANAMED Çatalhöyük Araştırma Projesi’nin 25. Yılını “Bir Kazı Hikayesi:Çatalhöyük” sergisiyle kutladı. 25 Ekim’e kadar sürecek sergi yoğun ilgi sebebiyle sanatçı, Refik Anadol’un sergi kapsamında ürettiği medya enstelasyonunun dahil edilmesiyle 14 Ocak 2018’e kadar uzatıldı. Unesco Dünya Kültür Mirası listsindeki Çatalhöyük’te yürütülen bilimsel çalışmaların üç boyutlu modelleme buluntuları yeniden canlandırma, kazı alanlarının lazer taraması ve VR(sanal gerçeklik) teknolojisiyle Çatalhöyük binalarının deneyimlenmesi gibi interaktif sergi yöntemleri ile 9 bin yıllık tarihe sahip yerleşmeyi odağına alarak arkeolojik çalışmaların bilinmeyen yanlarını  sanat ve arkeoloji meraklılarıyla buluşturmaya devam ediyor.

“Kapı Çalana Açılır”,  sergisiyle Abdülmecid Efendi Köşkü, Melih Fereli ve Karoly Aliotti küratörlüğünde  15. İstanbul Bienali süresince (28 Eylül-12 Kasım2017) Ömer Koç Koleksiyonu’ndan bir seçkiye ev sahipliği yaptı. Sergideki yapıtlar insan ve hayvan, canlı ve ölü, canavar ve melek, hareket ve durağanlık arasındaki ilişkilere odaklandırılmıştı ve bu ikiliklerin bir denge hali içinde buluşmalarının mümkün olup olmadığını sorguladı. Sergi izleyicileri bir tür tanıklık etmeye davet etti; gördüklerimizden bir mânâ çıkarmaya. Sadece bu sergi için haftanın iki günü ziyarete açılan Abdülmecid Efendi Köşkü, sanatseverlerin yoğun ilgisiyle karşılaşınca ziyaret günü 4’e çıkarıldı. Son haftalarda kapısında giriş için uzun kuyruklar oluşan sergi İstanbul’da 2017’de öne çıkan ve süpriz sergilerden biri oldu. 
                                                              

Daphne Wright’ın sırt üstü devrilmiş  Aygır’ı sanki dermanını yitirmiş, ayağa kalkacak hali kalmamış gibidir. Sanat tarihinde güçlü, cesur ve gösterişli bir hayvan olarak çağrıştırdığı anlamların aksine, bu heykel kaçınılmaz bir ölümün eşiğindedir. Aygır’ın devasa cüssesi heykeli ceset ve ölüm gibi çağrışımlara demirlerken, yukarı dikilmiş ve boşlukta çırpınan bacakları hem zarif bir devinim hem de ızdırap hissi uyandırır.
28 Ocak- 4 Haziran tarihleri arasında İstanbul Modern’de gerçekleştirilen “Liman” sergisi,coğrafi bir konum olmanın ötesinde, toplumal ve ekonomik bir etkileşim alanı olarak liman bölgelerini görsel sanatlar yansımalarıyla araştırarak, “liman” kavramının sembolik ve metaforik açılımları da yer verdi. İstanbul kentinin deniz ve limanlarla ilişkisini vurgulayan “Liman”, 19.yüzyıldan günümüze Türkiye sanatında deniz kenarında ve liman çevrelerinde gelişen kültürel ve toplumsal hayatı mercek altına aldı. 30 Mayıs- 30 Temmuz tarihleri arasında İstanbul Modern’in Kısa Süreli Sergiler Alanı’nda “Fahrelnissa Zeid İstanbul Modern Koleksiyonu’ndan Bir Seçki” ile  Zeid’in Tate Modern Londra’da 13 Haziran- 8 Ekim 2017 tarihleri arasında gösterimde olan retrospektifine sekiz parçayı ödünç veren İstanbul Modern, yine kendi koleksiyonundan oluşturduğu seçkiyi müze ziyaretçileriyle buluşturdu.  

Pera Müzesi 25.05-06.08.2017 tarihleri arasında Kosta Rika’nın önemli hekeltıraşlarından José Sancho’yu müzenin 3. katında, George Orwell’in 1984 romanında kullandığı “Çiftdüşün” kavramına göndermeyle isim bulan sergiyi müzenin 4-5 katlarında ağırladı.Sancho, sanat tarihçisi ve eleştirmen Maria Enriqueta Guardia Yglesias küratörlüğündeki “Erotik Doğa” sergisinde hayvan ve figür temalarına odaklanmıştı. Hayvan ve bitki heykellerini doğal ortamlarında ve doğayla diyalog halinde tasavvur eden sanatçının eserleri sanatseverler tarafından ilgi ile karşılandı.