Haldun Taner Öykü
Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü gibi ödüllerin
sahibi Jale Sancak son kitabı Uyayan Güzel’le geçtiğimiz günlerde
okurlarıyla buluştu. İçten, samimi uslubuyla umut dolu bir hikâye anlatan Sancak’la son kitabı, yazı serüveni ve
edebiyat üzerine konuştuk.
-5 Şubat 1994 yılında Saraybosna’daki Pazaryeri
Katliamı’nda sol bacağını kaybeden akordeon ustası, sokak çalgıcısı Romanyalı
Adrian’ın yolu, 1980 darbesiyle sevdiği elinden alınan, terzilik yaparak
yatalak babası Azim Bey ve yeğeni Deniz’e bakan Vahide ile Beyoğlu’nda kesişir.
Savaşın, darbenin, kentsel dönüşümün, doğal felaketlerin etrafında yaşanan
hayatlar. Nasıl başladı Vahide ve Adrian’ın hikâyesi?
-Bir süredir ana karakterin adım adım olumlu
yönde değiştiği bir oluşum romanı yazmayı planlıyor, bir uyanışı hikâye etmeyi
kuruyor, öte yandan bugünün can alıcı meselelerinden çarpık kentleşme, kâbusa
dönüşen betonlaşma, çevre sorunları ve küresel felaketlerden söz etmek
istiyordum. Gezi direnişiyle birlikte, son yıllarda yaşanan dönüşümler de etken
oldu. Bu iki farklı ucu birbirine nasıl bağlayacağımı bulunca da karakterlerle
birlikte masa başı hayatımız başladı.
-Bu topraklarda kadın olmanın zorluğunu
anlatıyorsunuz, bu topraklarda kadın yazar olmanın zorlukları daha doğrusu
yazar, sanatçı olmanın sıkıntıları neler?
-Bu topraklarda her şey zor. Öncelikle kadın
olmak evet, ama erkek olmak, çocuk olmak, sanatçı olmak da öyle. Sanat hâlâ
insanların ilgi alanlarının dışında ne yazık ki. Onu bir ihtiyaç kılamadık. Bir
avuç okur, bir avuç seyirci var, gerçeklik bu. Üstüne de sanatın, sanatçının sevilmediği,
özellikle de edebiyatın, tiyatronun, sinemanın öteden beri tehlikeli bulunduğu,
sansürlendiği bir yerdeyiz. Baskılar, hapisler, sürgünler kapıda bekler. Zorluklara
özgür ifadeyi de ekleyelim. Öte yandan yaşamak için para kazanmak, evi barkı
geçindirmek zorundasınız. Okur, seyirci, sponsor vb. desteği olmadan sanatınızı
icra etmeyi becerebilmeniz, sürdürebilmeniz gerekmekte. Tabii nasıl olacaksa? Yük
ağır, imkânlar sıfır. Sanatçı kadınsanız, sanatçı erkeğin lükslerine sahip
olmamanız da cabası. İşte böyle, açtırma kutuyu söyletme kötüyü derler ya.
-Toplumsal olayları ve insan psikolojisini
ustalıkla işliyorsunuz. “Uyanan Güzel”de de Vahide ve Adrian’ın yaşadıkları
sıkıntılar içinde aşkla uyanışlarını içten, samimi anlatmışsınız. Aşkın masalı,
şehrin masalı diyebilir miyiz “Uyanan Güzel” için ve eklemek istedikleriniz var
mı?
-İnsanın yeryüzündeki yolculuğundan bir kesit
de denilebilir. Aşk, acıyla birlikte güzellikleri, sevinci, değişimi ve umudu
barındırıyor içinde. Ne var ki üçüncü dünya ülkelerindeki şehirlerin masalları ya
da gerçekleri yıkımlardan, yitimlerden oluşuyor. Bilim adamlarının söylediklerine
dikkat kesilir, deneyimlediklerimiz üzerine düşünürsek dünyanın hikâyesinin pek
de mutlu sonla noktalanmayacağını kavrayabiliriz kanımca.
-Selim İleri sizin için yazısında “yola
çıkarken kırık hayatlar’dan söz açmayı yeğlemişti; şimdilerde daha acı, daha
ezgin söylemleri dile getiriyor” diyor. Bu söylemleri dile getirirken umut,
ümit her zaman var “Uyanan Güzel”de olduğu gibi. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
-“Uyanan Güzel” sizin de belirttiğiniz gibi
umutlu bir anlatı. Çünkü olumsuzdan olumluya giden bir değişim romanı. Bu
nedenle de içerikle söyleme biçiminin, dilin bir bütünlük oluşturması, birbirini
tutması gerekiyordu. Böyle bir dengeyi hedefledim yazarken.
-Olaylar kısa bir zaman diliminde geçiyor
ama karakterlerin kendi kendine konuşmalarından geçmişlerini öğreniyoruz. Dil
ve anlatımdaki ustalık bu oluyor galiba?
-Evet durumun içinde kalarak, karakterlerin iç
monologlarıyla geçmiş hayatlarını, bir başka deyişle özel tarihlerini, onları o
noktaya getiren nedenleri ve toplumsal meseleleri anımsama biçiminde anlatmayı
yeğledim. Kısa, dar zaman anlatısı için güzel bir imkân sağladığını düşünüyorum
bu tür bir biçimlemenin. Okurun karakteri daha iyi anlamasını kolaylaştırdığını
da düşünüyorum.
-Öykücü olarak tanımlanmanız için neler
söylemek istersiniz? Edebiyatınızda veya şöyle sorayım, hayatınızda öykünün
yeri nedir?
-Çok uzun yıllar boyunca ağırlıklı olarak öykü
yazdım, halen de yazmaktayım. Ara ara söyleşi kitapları hazırladım, radyo ve
tiyatro oyunları da yazdım. Sonra da son iki roman, ne var ki en çok sevdiğim,
yazmaktan vazgeçemeyeceğim tür öykü.
-“Büyülü gerçeklik vardır” öykülerimde diyorsunuz
biraz açar mısınız, nedir “büyülü gerçeklik”?
-Büyülü gerçekçilikte düşsel ile gerçek iç içe
geçer, masalsı bir atmosfer yaratılır, tuhaf veya gerçekdışı olan
normalleştirilir. Bir başka deyişle olağanüstü olaylar veya durumlar gerçekliğin
tam ortasında, gündelik hayatın içinde doğalmışcasına yer alırlar. Ben de bazen
daha yaratıcı bir metin oluşturabilmek için büyülü gerçekçilik türünde
yazıyorum. İnsanın muhteşem düş gücünün, yaratıcılığının ürünü olan bu tür
yapıtları okumaktan da keyif alıyorum.
-“Uyanan Güzel”de “Gri Şehir Masalı” ile
başlayan ve aralarda devam eden çift katmanlı bir anlatım hakim. Bu kurguyu
özellikle mi tercih ettiniz? Bununla birlikte sormak istediğim diğer soru, önce
konu ve o konuya uygun anlatım şeklini mi tercih ediyorsunuz?
-Her zaman böyle bir sıralama olmuyor ama diyelim
ki temayı, ana çatışmayı belirledim, hemen ardından peki nasıl anlatmalıyım
sorusu geliyor. Bu durumda da anlatım biçimi ve olay örgüsü üstüne düşünüp bir
karar veriyorum. Tabii ki yazma sürecinde bu karar değişebilir de. Söz
ettiğiniz paralel kurguyu ise, hem şehrin romanda önemli kahramanlardan biri
oluşu, hem de şehir ile kahramanların ruhsal ve fiziksel durumların benzerliği
nedeniyle oluşturdum.
-Yazma serüveniniz nasıl başladı?
-Epeyce erken yaşlarda, kitaba düşkün aile
ortamının ve çocukluk döneminde okuduğum kitapların etkisiyle şiir yazmaya
başladım. İlk gençlik dönemimde ise yazma konusunda kararımı vermiştim bile. Bir
süre şiirle uğraştıktan sonra da öykü ile devam ettim.
- Yazı, yazma üzerine atölyeler
yapıyorsunuz. Bu atölyeler bazen çok tartışılıyor. Neler düşünüyorsunuz?
-Tartışmanın haklı ve haksız yanları var.
Atölye bolluğundan geçilmiyor, hemen herkes atölye açıyor, çünkü az ya da çok para
kazanılıyor. Özgürler elbette açabilirler, ne var ki atölye yürütücülerinin bir
kısmı ehil değiller. Bu noktada sahtecilik mevcut. Katılımcılara pek bir yarar
sağlamıyor bence. Öte yanda eğer atölyeyi yazıya emek vermiş, nitelikli ürünler
yaratmış edebiyatçılar açıyorsa hayli yararlı olacağını düşünüyorum. Atölyeler
katılımcıların edebiyatla hemhal olmalarına, teknik meseleleri kavramalarına,
okunabilir metinler yazılmasına ve iyi okur olmalarına katkı sağlıyorlar.
- Nasıl yazıyorsunuz, yazma rutininiz var
mı? Yazmak isteyenlere neler söylersiniz?
-Ben bu konuda epeyce disiplinliyimdir. Ara
ara değil hemen her gün, düzenli yazarım. Daha çok geceleri çalışırım. Yazmak
isteyenlere devamlılığın çok yaralı olduğunu, okudukça ve yazdıkça gelişilebileceğini
söyleyebilirim ancak.
-Nelerden esinlenirsiniz? Sizi etkileyen
filmler, müzikler, kitaplar, yazarlar hangileri?
-Hayat, insan, mekân, atmosfer, resim başlıca
esin kaynaklarımdır. Pek çok kitap, yazar, film olmuştur etkilendiğim. Zeki
Demirkubuz, Angelopoulos sineması, Fellini’nin kimi filmleri, Ettore Scola’nın Özel Bir Gün’ ilk aklıma gelenler. Gene
Bachmann, Thomas Bernhard, Christa Wolf, Tabucchi, Faulkner de öyle. Türkçe
edebiyattan uzun bir liste olur yazarsam. Schubert, tüm saz semaileri, Joan
Baez, Bob Dylan, birçok dünya müziği. Güzellikler, değerler öyle pek de az
değil çünkü.
-Galapera Sanatevi’nin kurucususunuz.
Tiyatro Kara Kutu’da yazdığınız tek kişilik oyunu yönetip oynadınız. Yeni
projeleriniz var mı?
-Şimdi bir oyun yazıyorum Tiyatro Kara Kutu için. Onu bitirdikten sonra da yazılmayı bekleyen öykülere
gelecek sıra.