25 Şubat 2014 Salı

SAMED BEHRENGİ "KÜÇÜK KARA BALIK"



Maillerime bakarken arkadaşımın İran gezisinden gönderdiği bu fotoğraf yine içime cemre düşürdü. Samed Behrengi “Küçük Kara Balık”

Ben biraz geç tanıştım Küçük Kara Balık’la. Belki de en iyi zamandı. “Cemrenin suya düştüğü ilk geceydi.” İlk okuduğumdu da, sonrasında her okumamda da cemre yüreğime düşüyor, küçük kara balık aklıma düşüyor.

Behrengi belki çocukluğum masalcısı olmadı ama dünümün, bugünümün ve yarınımın masalcısı oldu.

İranlı fakir bir ailenin çocuğu olan Samed Behrengi, 1939’da Azerbaycan’da doğdu. Yaşadığı toplumu çok iyi anlayan ve kavrayan Behrengi, çocuklar için yazdığı hikaye ve masallarında İran toplumunun gerçeklerini anlattı. 1968’de kayboldu, cesedi  Aras nehri kenarında bulundu. Behrengi,” Çocuklar bu toplum babalarınızın size miras bıraktığı toplumdur. Yaramazlıklarınızı aza indirmelisiniz hatta bırakmalısınız. Toplumun sorunlarının üstesinden gelecek çözüm arayışları bulmalısınız. Toplumu tanımanın birkaç yolu vardır. Bu yollardan biri de kitap okumaktır. Kitapların hem en iyisi seçmeliyiz hem de sorunlarımıza yanıt verenleri. Öyküler, bizlere toplumumuzun gerçek resmini çizebilir; sorunları ve nedenlerini açıklayabilir. Öyküler okuyucuları yalnızca eğlendirmez. Bu yüzden ben de akıllı çocukların öykülerimi yalnızca hoş vakit geçirmek için değil, öğrenip bilgilenmek için okumalarını istiyorum.”

22 Şubat 2014 Cumartesi

KESİKBAŞ DANSI


Sanki elinde sıradan bir nesne tutuyormuşçasına sakin kendinden emin ve özgüveni tam bir kadın:Salome. Diğer yanda kılıktan kılığa girebilen yetenekli bir oyuncu:Serra Yılmaz. Her ikisi de bize bakıyor ve bir tepside kanlar içinde kesilmiş bir baş gösteriyor; bu Vaftizci Yahya'nın başı. Salome çok mutlu ve sakin,  Serra Yılmaz ise tedirgin çünkü Kral  Hirodias'ın üvey kızı Salome'nin gizli ve hain bir plan içinde olduğunu biliyor. Bu plan dahilinde Salome; aşkını geri çeviren, kadınlığını reddeden, aleyhinde durmadan konuşan, atıldığı zindanda kralın kendisini kurtarmayı bekleyen Vaftizci Yahya'nın kafasının uçurulması için annesiyle birlikte gerekli talimatları vermiştir.Salome yaptığı plana göre; üvey babası Kral Hirodias altın sarayının büyük salonunda güzeller güzeli  üvey kızının yapacağı erotik dansı seyrederken, Yahya'nın katli gerçekleşecekktir. Salome hiçbir erkeğin kendisini reddetmesine alışık değildir. Oysa Yahya onu aşağılamış ve reddetmiştir. Bu küstah hareket cezasını bulmalıdır. Hangi erkek olursa olsun, ister üvey baba, ister kardeş, isterse Vaftizci Yahya hepsi onun cinsel cazibesine ,çekiciliğine kapılmak zorundadır. Onu ölümsüz yapan da budur. O İncil'in anlattığı efsanevi kadın mitlerin eşsiz kadınıdır. Tarih öncesinin en baştan çıkarıcı demonik kadını olarak ön Rönesans ve yüksek Rönesans'ın ustaları tarafından İncil çıkışlı resimlerin baş figürüdür. Barok üslubun öncüsü Paola Veronesse onu yeniden yaratırken yeşil rengi özenle kullanmış, aralara serpiştirmiş ışığın lekelerine göre, gölgenin karattığı bölgelere doğru stratejik bir kullanım gerçekleştirmiştir. Salome'nin gökkuşağı tül giysisi dalgalandıkça zindanda zindanda akan kanın erki onu daha da şehvetli hale getirmiş ve kral Hiredos kendinden geçerek olup biteni hiç anlamamıştır. Bu sırada Serra Yılmaz da kuliste 'Veronesse Yeşili' bir kostüm giyerek Salome'nin hemen yanı başında oldukça kaygılı, O gibi olmadan, ama Oymuş gibi bize bakmaktadır.
Serra Yılmaz çağlar sonra zamanın akışında dönüşen ve değişen ne varsa onu temsil etmektedir. Kadim zamanlardan ihtiraslı bir kadın Salome ve 21. Yüzyıldan bilinçli bir kadın Serra Yılmaz; insan bilincinin evrim geçirmesi için bu kadar çağ mı geçmesi gerekmiştir!
Tabloda dişi ihtirasın taç yaprakları modelin göğsünde filizlenirken, Serra Yılmaz Veronesse yeşillikler koyulaşan bakışlarını okuyucuya çevirip birazdan olacakları bize haber veriyor. Ve Salome eğilip Yahya'nın kesik başını ölü dudaklarından uzun uzun öpüyor.
Kesikbaş Dansı. Güneşli Inal,Sanat Objesi olarak sanatçı, YapıKredi Yayınları

23 Temmuz 2013 Salı

“Olabilir, ayrıca bir de kuru ot yüklü, iki atın çektiği,ırmağı geçen araba vardı, Sol tarafta da bir ev, Evet , Öyleyse o ressam bir İngiliz , Olabilir,” José Saramago – Körlük – Can Yayınları Sayfa 148


JOHN CONSTABLE
İngiltere’de Suffolk köyünde bir değirmencinin oğlu olarak dünyaya geldi. Burası ressamın sanat hayatının büyük bir kısmında başvurduğu cennet görünüme sahip yerdir. Yeteneği ve geçirdiği mutlu çocukluktan edindiği görsel birikimle 19. Yüzyılda yetişmiş en iyi manzara ressamlarından biridir.
Kendisinden önce gelen sanatçıların gerçeği pek yansıtmayan resimlerine karşın, çevresini ve doğayı olduğu gibi ve canlı resmetmeyi başardı.
Bulutlara neredeyse hareket kazandırdığı ve kullandığı renklerin sıcaklığı ile adeta gerçekmiş gibi algılanan tabloları ününün yayılmasında etkili oldu.
1799 yılında Kraliyet Akademisine girdi. Aldığı eğitimi, kendi tarzında boyadığı kesik fırça darbelerini ve renk karışımını da birleştirerek kendi üslubunu yakaladı. Genellikle yüksek tepeler, bulutlu dağlar, ot yığınlarıyla kaplı alanlar gibi İngiltere’nin kırsal alanlarını resmetmeyi tercih etti.
SAMAN ARABASI, 1821, 130.5X185.5 cm, Ulusal Galeri ,Londra
Sanatçı birçok ressam ve düşünüre esin kaynağı olan Paris Salonunda sergilenen Saman Arabası serisiyle Kraliyet Akademisi üyeliğine getirildi.
Gerçeklikten başka hiçbir şeye aldırmayan sanatçı, sıcak bir yaz gününün öğleden sonrasının hissedilebilir varlığını bu tablosunda çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bir gün köy sahnesi, bir nehri geçen saman arabası.

Tablonun içinde kendimizi kaybetmek, bayırlara düşen güneş lekelerini görmek, başıboş bulutları seyretmek, içtenlik,abartısızlık ilk gözümüze çarpan noktalar.

6 Eylül 2011 Salı

GUSTAVE KLİMT :ÖPÜCÜK



GUSTAV KLİMT (1862 – 1918) DER KUSS ( ÖPÜCÜK )

Avusturyalı sembolist ressam. Viyana Sezession grubunun önemli üyelerindendir. Tablolarının yanı sıra duvar resimleri, eskizleri ve diğer eserleriyle de tanınır. Klimt’in birincil resim konusu kadın bedenidir ve eserlerinde ince dekoratif süslemelerle beraber zarif bir erotizm göze çarpar.

ÖPÜCÜK : 1907-1908 Tartışmalar yaratan bu tabloya birçok farklı yorum yapılmıştır.
Eseri sıradan olmanın dışında tutan zamanın önemsizliği ve sonsuzluk duygusunun yoğunluğudur.
Kadın ve erkek bir uçurum kenarında öpüşüyorlar. Erkeğin aşkı içinde kendini unutuşu, tutkuyla sevdiği kadına sarılmasında anlaşılmaktadır. Kadını gözleri kapalıdır bir eliyle adamın boynuna sarılmış olmasına rağmen diğer eliyle itiyor gibidir.
Gerçeküstü bir aşkın çiçek tarlasındaymış izlemini veren bu tabloda, kadın ve erkeğin bedenlerindeki şekillerin farklılığı ilgiyi hemen çeker. Kadının giysisi ve saçları baharı anımsatan çiçek desenleriyle bezelidir. Erkeğin saçlarında yosunlar, giysisindeki mozaik şekiller ve her ikisinde de keskin renk geçişleri kadınla erkek arasındaki ayrıma vurgu yapmak ister gibidir. Bu şekiller kadın dünyasının anlaşılmaz ama yumuşak belirsizliğini, erkek dünyasının netliği ve kesin duygularını simgelemektedir.

11 Aralık 2008 Perşembe

MEKTUP


Sevgili Ömür,


Az önce seni albümlere bakarken gördüm, geçen günde arkadaşlarına benden ve yaşadığımız olaylardan gülerek bahsediyordun. Zaman ne kadar çabuk geçiyor değil mi ? 25 koca yıl. Siz o zaman Trabzon'daydınız, bizde Artvin'de. Annem, Rahmi eniştem eve dönerken doğuma 2 aydan fazla var bebek için alışveriş yaparım diye size gelmişti. Teyzem yani annen, halan,
babaannen bizi görünce çok sevinmişlerdi. Annem seni boncuk diye seviyordu, seni kucağına alıp 'benim boncuk yeğenim’ diye sevmeye başlayınca sana sinir olmuştum -‘bunun gözlerinin nesi boncuk, siz benim gözlerimi görün de boncuk neymiş o zamam karar verin dedim kendi kendime’
Herşey Artvin’den gelirken, yolda başladı. Anneannemlere uğradık, dedem, annem, teyzem, dayım devamlı, sizlerden konuştular özelliklede senden, hatta sana hediye bile gönderdiler. Şimdi Ömür'e birşeyler göndermezsek bize küser diye daha önce yaşadığınız olayı anlattılar.

Siz bir bayram öncesi onlara gitmişsiniz, sen bayram sabahı Trabzon’dan alınan bayramlıklarını giyinip anneannen ve dedenin elini öperken onlara tavır yapıp, -siz ne biçim anneanne dedesiniz insan tornuna bayramlık birşeyler alır sadece para vermez demişsin. Bunun üzerine onlarda arkadaşlarının dükkanını açtırıp sana bayramlık almışlar. Böylece senin cadılığından kurtulduklarını anlattılar.
Seni çok merak ediyordum , belki biraz da kıskanıyordum, benden fazla konuşulmuyordu. Ultrason o zaman yok benim erkek olduğumu bilmiyorlar halbuki ben evin ilk erkek torunu olacaktım.

Sen ailenin küçük kızı herzamanki gibi evin içinde kimseyi umursamaz halde dolaşıyordun. Babaannen, halan annemle ve benimle çok ilgilendiler. Sen babanın yurt dışından yeni getirdiği oyuncakları anneme göstermeye başlamıştın, çok güzel bebekler vardı, ütü,ütü masası, yemek seti, birde bir kız çoçuğuna niye alınır bilmediğim bir helikopter. Anahtarla çevirip hareket ettirdin, benimde böyle oyuncağım olurmu diye düşündüm. Annem senin helikopterle oynadığını görünce takılmıştı sana,bunun üzerine halan , babanının o oyuncağı kuzenine aldığını ama senin valizden çıkan oyuncaklara el koyduğunu şu anda senin için çok değerli olduğunu söyledi. Annem ‘eğer oğlum olursa ona verirmisin’ dediğinde sen ‘oğlunu seversem veririm’ demiştin.
Herşey iyi giderken neler olduğunu anlamadım kendimizi hastenede bulduk. Herkesi çok korkuttum, evet erken geldim ama bende çok korktum. Nerdeyse iki aya yakın hastanedeydim, beni küvez dedikleri cam bir kaba koydular, iki ay o cam kabın içinde geçmişti. Neyse artık eve geliyordum, bir süre daha sizde kalacakmışız Artvın’e dönmüyoruz, doktorlar bana bakarken dikkat edilmesi gerekenleri söylüyorlardı, hala çok küçükmüşüm, yemeği damlalıkla yemem gerekiyormuş, vucut sıcaklığı için ayrıca pamuklara sarılmam lazımmış, doktorlar iyi olduğumu söylüyorlar ama ben kendimi iyi hissetmiyordum.
Neyse eve geldik, ben en çok senin bana nasıl davranacağını merak ediyordum, beni babannenin yanına bıraktılar, sende gelip,’teyze ne güzel , hep burda kalsın, bak benim bebeğime benziyor’ diye koşarak odadan bebeğini getirdin. Gerçekten de getirdiğin bebek aynen bana benziyordu. Senin için, ben elindeki oyuncak bebekten farksızdım, sende ona bana yedirdikleri gibi damlalıkla yemek yedirip, bebeğini pamuklara sarıyordun. Benim adım Evren’di, senin bebeğinin adı ne dediklerinde adının Neslihan olduğunu söylüyordun. Ne kadar tuhaf değil mi, Neslihan hala senin yanında, diğer bütün oyuncaklarını sakladığın gibi odanda duruyor. Birgün çok ağlamıştım, annem ve teyzem beni bir battaniyeye koyup, iki ucundan tutup sallanmaya başladığında sende bebeğini aynı şekilde örtünün içine koyup bir ucunu anneme vermiştin ve annemde tutup benimle bereber sallamaya başlamıştı Neslihan bebeği. Ben seni çok sevmiştim, biliyorum ki sende beni sevmiştim.

Ve en güzeli sen bir gün annene ben bebeğimin adını değiştirdim ona Pamuk bebek diyeceğim Evren'e de Pamukcuk diyelim dediğinde sizinkiler sana benim erkek bebek olduğumu bu yüzden pamuk denilmeyeceğini söylediler. Aralarında pamuk gibi beyaz ve yumuşak olduğumu, yüreğimin pamuk gibi olmasını dilediklerini konuştular. Annem çok küçük olduğumdan beni tutmaya korkuyordu, halan ve teyzem beni pamuklara sarıyor, babaannen de damlalıkla yemek yediriyordu. Anlacağın prens gibiydim .
Burada olmak çok güzeldi, özellikle annemin kokusuyla. Evdeki herkes beni çok seviyordu ama ters giden birşeyler vardı, devamlı ağlıyordum sen ben ağlamaya başlayınca helikopteri getirip benim yanıma bırakmıştım bir gece.’Teyze bu Evren'in olsun beni onu çok sevdim belki artık ağlamaz’ demiştin.

Birkaç gün sonra birden ateşim çıktı, baban beni hemen hasteneye götürdü ama olmadı ve herkesi çok üzdüm. Sen o zamanlar ölümün ne olduğunu bilmiyordun ve kısa aralıklara bu ölüm denilen şeyle tekrar tekrar karşılaştın. Biz şimdi burda Rahmi eniştem, anneannem, babaaannen, dedem sizleri seyrediyoruz ve ben senin gibi bir kuzenle geçirdiğim o kısa süreyi herzaman gülerek ve kalbim sızlayarak hatırlıyorum. İlk başlarda biraz kıskançlıkla başlayan duygularım beraber geçirilen o kısa sürede bambaşka bir hal almıştı ve şimdi buradan söyleyeceğim tek şey 'beni pamuklara sararak bakmıştınız ya bende burada babana pamuk kalbimle bakıyorum ve ona onu nekadar sevdiğini her zaman fısıldıyorum.'

Evren

Şuanda hayatımızda olmayan ama geçmişte birşeyler yaşadığımız birinden bize yazılmış bir mektup ödev olarak verilmişti.

öMÜR

8/11/2006, Suadiye

29 Ekim 2008 Çarşamba

KIRMIZI KAZAK



-Anne, ölmek ne demekti?
-Kızım, anlattım ya sana, ne oldu, niye soruyorsun?
-Ben Hakan'a anlattım ama o anlamadı. Kafası çalışmıyor onun.
-Çok ayıp. O senin hem kuzenin hem de arkadaşın. Hakan sana ölmek ne diye mi sordu?
-Hayır. Senin baban nerede? diye sordu.

Karanlık bir Aralık sabahıydı. Herkes kahvaltısını yapmış, okula gidecek olan iki ablası çoktan okullarına gitmiş, annesi ve babaanneside günlük işlerine koyulmuştu. O yeni uyanmış, yine hemen camın önüne koşmuştu. Her sabah kalkar kalkmaz camın önüne koşup dışarıya bakardı. Hava yine karanlıktı. Böyle havalar onun tabiriyle 'çirkin hava'ydı.Sabahları önce camın önü, arkasından terliklerini giy uyarısıyla tekrar yatağa dönüş.
Aslında o da evdekilerle beraber erkenden uyanıyordu ama ablaları okula gidiyor o gidemiyor diye sinirlenip yatağından çıkmıyordu. Şubat'ta 5 yaşına girecekti. Babası söz vermişti, 6 yaşında seni anaokuluna göndereceğim, hatta burada olduğum hersabah seni okula ben götüreceğim diye.
Dışarıyıda kontrol etmişti, artık sıra giyinmeye gelmişti. Kendisi giyinebiliyordu elbiselerini, bazen kazaklarının önünü ve arkasını karıştırıyordu. Sabahları dolabından özel olarak seçiyordu kıyafetlerini. Kimse karışmıyordu daha doğrusu karışamıyordu. Kıyafetler alınırken de özel olarak beğeniyordu herbirini. Başkalarının hediye olarak aldıklarını çoğunlukla beğenmiyordu,sadece babasının aldıkları çok güzeldi ve ona çok yakışıyordu. Alışverişede baba-kız gidiyorlardı genelde. Babası onun her istediğini alıyordu. Son gittiklerinde kot etek almışlardı, dantelli çorap. Bir de kırmızı kazak beğenmişti onu alamamışlardı. Kazak küçük gelmişti, ama babası söz vermişti ben sana aynısından İstanbul'dan getiririm diye.
Arabaya bindiklerinde hemen şikayete başlamıştı:
-Beni tanımıyor mu, unutmuş galiba bu amca, hep buraya geliyoruz,bana olanını almamış. Sen daha güzelini getirde görsün gününü demişti.
Babasıda gülmüştü,
-Tamam, ben sana İstanbul'daki en güzel kırmızı kazağı getiririm.Giyinip gelirsin Ahmet Amca'nın mağazasına , görür gününü.
O sabah pembe kazağını giydi, altına pileli eteğini, pembe külotlu çorabını. Saçınada çiçekli bantını taktı. Şöyle aynada kendisine baktıktan sonra doğru mutfağa gitti. Kahvaltıda yumurta yiyordu bir tek severek. Normalde 15-20 dakika olması gereken kahvaltı,onun konuşmaları ve soruları yüzünden neredeyse bir saati geçiyordu.
-Anne, bu akşam yatıcam,sabah kalkınca babam gelecek mi?
-Evet,kızım gelecek.-
-Bana hediyede getirecek mi?
-Tabiki
-Birde en güzel kırmızı kazağı
-Sen istersinde getirmez mi.
-Getirir benim babam. O beni çok seviyor, ben de onu kocaman seviyorum.

Kahvaltı sonrası babaannesiyle konuşurken çalan telefon, bağrışmalar, ağlamalar. Birden eve doluşan komşular. Nuray'ın annesi onu alıp kendi evlerine götürmüştü. Ne işi vardı şimdi onlarda,onun canı evde olmak istiyordu,oyun oynamak değil.Ama gitmesi gerekiyormuş. Zaten daha sonra teyzesi gelip onu anneannesinin evine götürmüştü.Orada kalacakmış,evdekilerin işi varmış.Daha önce annesinden hiç ayrı kalmamıştı.
-Sabah uyanınca eve gidicem, babam gelecek, beni özlemiştir, göremeyince üzülür.
-Babanın işi bitmemiş daha.
-Niye bitmemiş, evdekilerin ne işi var, ben burada kalmıcam, eve gitmek istiyorum, sizi babama söyleyeceğim.

Neyse ki, bir sabah uyandığında teyzesi eve gideceklerini söylemişti.
-Annemin işi bitti mi, babam geldi mi? Başlamıştı yine sorulara.

Evin önüne geldiklerinde babasının arabası kapıdaydı. Uçakla gitmişti ya. Herzamanki gibi merdivenleri koşarak çıktı. Evde misafirler vardı. Annesinin boynuna atladı.
-Seni çok özledim, işin bitti mi, babam geldi mi?
Sorular yine peş peşe gelmişti.
Oradan birisi
-Hayır, baban gelmedi.
-Ben camda bekliyim babamı, keşke arabamızla gitseydi, o zaman geldiğini anlardım, şimdi hangi arabadan çıkacak bilemeyeceğim. Teyze gel oyun oynayalım, bakalım hangimiz bileceğiz.
Koşarak camın önündeki divana oturdu ve beklemeye başladı. Daha sonra annesi yanına gelip onu kucağına aldı.
-Seninle konuşmamız lazım.
-Anne, gel beraber bakalım.
-Bak sana daha önce anlatmıştık ya, büyükbabanı sorduğunda. Onun sen doğmadan önce öldüğünü,şu anda gökyüzünde olduğunu, gökyüzünün ardında cennet diye çok güzel bir yerin varolduğunu, insanların bazen sevdiklerini bırakıp oraya gitmek zorunda kaldıklarını ve cennete gittiklerinde bir daha yanımıza gelemeyeceklerini söylemiştik. Ama gitmek zorunda kalsalar da bizi herzaman çok sevdiklerini ve bizi gördüklerini anlatmıştık. Babanda bizi bırakmak istemedi ama cennete gitmek zorunda kaldı.
-Ya, benim babam İstanbul'a gitti. Ben onu bekliyorum şimdi.
Hızla annesinin kucağından indi, yan taraftaki sandalyenin üzerine çıkarak camda beklemeye devam etti.Yanına gelip sandalyeden kaldırmak isteyenlere ne cevap verdi, ne de yerinden kalktı.
İnsanın söylediklerine kendisi inanmazken, daha doğrusu bunu kendisi kabul edemezken, bu olanları, ölümü, beş yaşında bile olmayan, babasını çok seven bir kız çocuğuna anlatması ne kadar zordu. Birkaç gün önce İstanbul'a uğurladığı eşinin cenazesi gelmişti. Artık o yoktu. Ansızın, birdenbire çıkmıştı hayatlarından, bir daha geri gelmemek üzere. İnsanın çok sevdiği birinin ölümüyle yüzleşmesi ve bunu bir de küçük çocuğuna anlatması.
Aradan birkaç saat geçmişti, ne yemek yemişti, ne de tuvalete gitmişti. Sonuda benim uykum geldi diyerek kimseyle konuşmadan yatağına gidip yatmıştı.
Devamlı sorular soran, konuşan o minik kız kaç gündür ne doğru dürüst konuşuyor, ne de soru soruyordu. Taki kuzeni Hakan, ‘senin baban nerede ?’ diye sorana kadar. Hakan kafasını daha da karıştırmıştı.Çünkü insanlar ölünce toprağın altına gömülüyorlar .Benim dedemi gömdüler, biz babamla oraya gidip dua ediyoruz demişti.
-Hayır, aptal. Ölünce cennete gidiliyor,orası gökyüzünde, benim babam da orada.
Zaten hiç anlaşamıyordu Hakan'la ama artık onu sevmiyordu da. Nuray'ı da sevmiyordu,onların babaları yanlarındaydı. Halbuki o babasını onlardan çok seviyordu ama onu bırakıp cennete gitmişti.

Birkaç gün sonra onu çok istediği anaokuluna yazdırdılar. -Ben 6 yaşında mı oldum, daha olmadım ki dediğinde, annesi müdürden izin aldıklarını söylemişti.Onu babası götürecekti okula ama artık, teyzesi götürüyor,çıkışta da ablasıyla dönüyordu.
Bir sabah uyandığında annesinin odasından sesler geliyordu.Anneannesi babasının kıyafetlerini bir torbaya dolduruyordu.
-Anneanne, ne yapıyorsun?
-Dolabı topluyorum kızım,
-Babamın elbiselerini niye torbaya dolduruyorsun,babama mı götüreceksin?
-Hayır, biliyorsun böyle birşey yapamayız. Bunları ihtiyacı olan başka insanlara vereceğiz.
-Ya, babam çok kızacak, şimdi görüyor gökyüzünden seni.
-Kızmaz,ayrıca başkalarına yardım ediyoruz diye sevinir.
Annesi okula geç kaldığını söylemişti.Tam kapıdan çıkarken odaya geri döndü. Anneannesine, babasının mavi gömleğini ona vermesini söyledi.Gömleği aldı ve onu odasında dolaba koydu.O mavi gömlekle babası ne kadar yakışıklı oluyordu. Diğer elbiseler gitsede en çok yakışan gömlek artık ondaydı ve o gömlek babası kokuyordu. Akşam eve döndüğünde biliyorduki ne babası var ne de onun kıyafetleri. Odasını gidip , gömleğe bakmak için dolabı açtığında gömleğin yanında bir paket vardı. Paketi açtığında içinde çıkan kırmızı bir kazaktı. Koşarak annesinin yanına gitti.
-Anne, bana kırmızı kazak mı aldın?
-Ben almadım. Hani sen babandan istemiştin ya, bu kazak babanın İstanbul'dan gelen çantasından çıktı. Bunu sana baban almış.
Yine hiçbirşey söylemeden kazağı dolaba geri bıraktı.
Ama onu en çok ağlatan babasının arabasının o kötü-çirkin adam tarafından götürülmesiydi. Artık araba hep evlerinin önündeydi. Babası yoktu, arabayı kullananda. Ne güzel gezerlerdi. Araba kullanırken arka koltuktan sarılıp yanaklarını öperdi, bazen sakalları batardı babasının. Annesi kızardı;
-Kızım rahatsız etme diye,
O babasıyla gülüşür öpmeye devam ederdi.
-Sen öp kızım,annen bizi kıskanıyor derdi babası.
O gün okuldan dönerken o çirkin-kötü adam babasının arabasına biniyordu.
-O benim babamın arabası, diyerek bağırarak koşmaya başlamıştı, ama adam duymamış hızla gitmişti.
Evdekiler anlatmaya çalışsalarda o ağlamaktan dinlemiyordu bile.
Önce babası gitmişti, sonra kıyafetleri ve şimdide arabası. Büfenin alt çekmecesinden albümleri çıkardı,içlerinden babasıyla olanları ayırdı.O fotoğrafları yastığının altına koydu, üstüne de babasının mavi gömleğini.Yatağın içine girdi ve benim uykum geldi diyerek uyudu.

-Kızım,
-Baba nerdesin?
-Tam yanında,
-Seni göremiyorum ama,
-Beni göremezsin ama ver elini.
Minik elini uzattı.
-Bak, dokun,gözlerim,burnum,kulaklarım,ağzım.
-Aaaa!!!
-Tamam, bak şimdi birde kocam nefes al.
-Baba, ne güzel baba kokuyorsun, ,mavi gömleğin gibi. Sen niye gittin, ben seni çok özledim.
-Bende seni çok özledim .Senin ne kadar akıllı bir kız olduğunu ve anneni hiç üzmediğini görüyorum.Beni çok özlediğinde görmek istediğinde, ver elini tekrar. Bak once gözlerim, burnum, kulaklarım….,birde kocaman nefes. Bak ben yanındayım. Tamam mı?
-Tamam canım babam

-Kızım uyan hadi okula geç kalacaksın,
-Anne ben rüyamda babamı gördüm, yok yok ona dokundum,onu kokladım.
-Ne güzel!
-Anne ver elini babama dokunalım.Ben babamı çok seviyorum, oda beni çok seviyor.Ben bugün kırmızı kazağımı giycem.

Ömür 3, 2007