19 Mart 2015 Perşembe

"OFELYA" John Everett Millais - Effie Gray







"OFELYA"

John Everett Millais,Tuval üzerine yağlıboya, 76x112cm,"Tate Gallery Koleksiyonu
John Everett, Hamlet'ten bir sahneyi betimlemektedir. Ofelya, babasının sevgilisi tarafından öldürülmesi üzerine kendisini nehre atar ve boğulur. Shakespeare, ruhsal çöküntüye uğramış kahramanının  durumunu anlatabilmek için kendisini nasıl her birine uygun, sembolik göndermeleri olan çiçeklerle donattığını betimler. Millais, bu anlatıdan yola çıkarak çiçekleri doğru biçimde sergilemiş ve Victoria döneminin çiçek dilinden yararlanmıştır. Hercai menekşe-mağrur aşk, menekşe-sadakat, ısırgan otu-acı, papatya-masumiyet, sülün gözü-üzüntü, unutmabeni ve gelincik çiçeğini -ölümü ekler. Sonuncu çiçeğe yapılan vurgu ise, sağda bir kafatasının yaprak biçiminde çizilmesiyle ima edilir. Yalnızca Ofelya'nın ölümüne gönderme yapmakla kalmaz, arkasından gelen Hamlet'in Yorick'in kafatasıyla görüldüğü ünlü mezarlık sahnesini de anımsatır. Millais'in doğru biçimde aktarma tutkusu çiçeklerle sınırlı değildir. Arka plan çalışmaları için İngiltere Surrey'de Hogsmill Nehri çervesinde dört ay kalır. Bu resim için model de acı çekmeye zorlanmış, haftalarca üstten lambalarla ısıtılan su dolu küvette poz vermek zorunda kalmıştır.

 



"EFFİE GRAY"
Ünlü oyuncu Emma Thompson'ın senaryosunu yazıp başrolunde oynadığı filmin yönetmeni Richard Laxton.
9.yy. İngilteresi'nde geçen filmde dönemin ünlü sanat tarihçisi ve eleştirmenlerinden biri olan John Ruskin ile evlenen genç Effie Gray'in hikayesi ele alınmış. Bir türlü yolunda gitmeyen evlilik özellikle Effie Gray için hayal kırıklığı ve acıyı da beraberinde getirmiştir.Bir tatil sırasında kocasının arkadaşı ressam Everett Millais'e modellik yaparve ona aşık olur. Arkadaşının verdiği cesaretle, dönemin muhafazakarlığı ile de yüzleşme vakti gelmiştir.

"ZENGİNLİK DİYE BİR ŞEY YOKTUR, YAŞAM VARDIR. AŞKIN, MUTLULUĞUN VE HAYRANLIĞIN BÜTÜN GÜCÜYLE YAŞAM" JOHN RUSKİN

3 Aralık 2014 Çarşamba

ELİF ŞAFAK "Sakız Sardunya"




Ne kadar uzun zaman olmuş çocuk kitabı okumayalı.  Ve ne kadar iyi geldi “Sakız Sardunya”. Elif Şafak’ın “Sakız Sardunya”sını bütün çocuklar hatta büyükler de okumalı. İsmini  Sevmeyen Kız “Sakız Sardunya”nın sıcacık hikayesi.  Bulduğu bir kürenin  ardından Sakız Sardunya’nın yaşadıkları ve notları biz büyüklerin şimdi ve büyümeye çalıştığımızda yaşadıklarımız.
Soruları vardı Sakız Sardunya’nın küçükken benim de sorduğum. Anlamıyordu bazı şeyleri benim de anlamadığım gibi.
…”Anlamıyordu, nasıl oluyor da annesi sürekli bu tür laflar ediyordu. Ders çalışmazsan derslerin küser, yemezsen yemekler küser, evine davet etmezsen komşular küser, misafirliğe gittiğinde her ikramı bitirmezsen ev sahipleri küser…Sanki sürekli birilerinin kendisine darılmasından çekiniyordu.  Acaba bu yüzden mi aynı ruju kullanıyor, saçlarını hep belli şekilde topluyordu?  Makyaj malzemelerinin ve kıyafetlerinin kendisine küsmesinden mi endişe ediyordu?...
İsmini sevmiyordu, neden anne ve babası ona illa bir çiçek ismi vermek istiyorsa  “Gül” ya da “Yasemin” dememişlerdi?
Kendini kitaplara vermişti. Küçüklüğünden beri kitaplar en yakın dostlarıydı. Kütüphanede Aysel Hanım’ın söylediklerine hangimiz katılmıyoruz ki?
…-“Sevdiğim kitapları yeniden okurum. Ve biliyor musun hep şaşırırım. Çünkü tekrar okuduğumda sanki aynı eser değildir. Farklı gelir.”
Sakız Sardunya merakla dinledi.”Neden?”
“Aynı değildir çünkü değişmişimdir. Her gün yeni şeyler öğreniyoruz. Kitabı ilk okuduğumda daha az şey biliyorum, ikinci okuyuşumda daha çok şey. Okur değişince, okunan da değişiyor.”
…Biliyordu ki bazen büyükler duygularını açıkça anlatamazlardı. Onun yerine sevgilerini ufak tefek şeylerle dile getirirlerdi. Birinin en beğendiği yemeği pişirmek ona “Seni seviyorum” demekti.
Sakız Sardunya bir süre anneannesi ve dedesi ile kalmak zorundaydı. Bunu öğrendiğinde,
…Odasına dönünce bavuluna koyduğu günlüğünü çıkardı. Ona bir isim takmıştı:  “Koca Ağaç”. Çünkü kağıtların ağaçtan yapıldığını biliyordu. Ne kadar çok kağıt harcanırsa o kadar çok ağaç kesmek gerekiyordu. Bu yüzden defterlerini dikkatli kullanıyor, boşa kağıt  harcamıyordu.
Dedesi Kahraman Bey ve anneannesi Kiraz Hanım Şirindiyar Kasabası’nda yaşıyorlardı. Valizine Kütüphanede bulduğu cam küreyi de koyar ve macera o zaman başlar.
 Efff : “Efsaneler, Hikayeler, Masallar Ülkesi.” Yeni arkadaşları ve Efff’e giderken yaşadıkları . Alfabestan Fikir Kampı ‘nı öğrendi.  
…”Kampa çekilip, fikirleri teker teker değerlendiriliyor, işliyor ve yepyeni hikayeler,  masallar, efsaneler geliştiriyoruz.”dediğinde arkadaşları
…”Bence herkes yaratıcıdır,” dedi Sakız Sardunya
Bu macerada;
…”Yani yapmak istemediğin bir şeyi sırf senden öyle beklendiği için yapacaksın, öyle mi?”
“Hayatta her zaman ipuçları olmaz.
“Başkalarının senin hakkında ne düşündüğü o kadar önemli değil,”dedi arkadaşına. “İnsanlar sana haksız yere gülebilir.Ama bu onların sorunu.Senin değil. Sen güçlü ve sakin olmalısın. O zaman hiçbir laf seni incitmez.”
…”Matematikte iyi olmadığın için mi bu dersten korkuyorsun? Yoksa matematikten korktuğun için mi bu derste iyi değilsin?”
…”Demek endişelenmediğimiz zaman daha başarılı oluyoruz.”
…”O zaman yanında hep bir dostunla dolaş.”
“Ama nasıl? Her zaman bir arkadaş bulamam ki.”
“Bulabilirsin. Hem de senden hiç ayrılmayacak bir dost.”
 “Kendin tabii!  Seni her zaman anlayacak biri var içinde.
…Sakız Sardunya defterini çıkarıp bu sözü not etti: Bazen birinin ne dediğini bilmiyorsan, o konuşmadığı için değil, sen duymadığın içindir.
“Bakan göze göre her şey değişmekte. Kimine dev görünen, ötekine cüce.
Benim aldığım notlardı günlüğüme.
…Anladı ki Sakız Sardunya hayatta kolay diye bir şey yoktu. Hangi yolu seçerlerse seçsinler, karşılarına daima engeller ve engebeler çıkacaktı. Evet, her patikanın kendine göre sınavları vardı.  Bu aslında o kadar kötü bir şey değildi. Önemli olan yapabileceğinin en iyisini yapmaktı. Üstelik her zaman kazanmak gerekmiyordu.  İnsan kaybederken de çok şey öğreniyordu.  Ve eğer öğrenmek bir kazanımsa, demek ki  insan kaybederken de kazanıyordu.
Bu arada benim sihirli çiçek ismim: ÖKSE OTU


22 Eylül 2014 Pazartesi

İclal Aydın ve "Bir Cihan Kafes"



“Kalpten gülümseyenleri hemen ayırt ederim.”diye   yazmış romanında. Demek ki insan kalpten gülümseyince, sahici gülümsemeleri anlıyor diye düşündüm ben de İclal Aydın’la tanışınca. Romanı aslında geçen yaz okumuştum ama düzenli bir bloğ yazarı olmayınca beğendim hakkında yazılar yazmak  istediğim kitap ve filmler masamda kalıyor. İclal Aydın’la, ’ İclal Aydın’la Gündüz Düşleri Atölyesi’nde  tanışma, konuşma, anıları paylaşma, yeni anılar sahibi olunca ‘ Bir Cihan Kafes’i tekrar okumak ve bloğuma eklemek istedim. Notlar alarak, altını çizerek, ‘beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın’ şarkısını tekrar tekrar  dinleyerek okudum bu sefer.


Samire, Yaşar, Lorin’in sıcak hikayesi. Üçünün de yaşamlarından etkilenmek, yeri geldiğinde ‘Ben bu kadar acıyı nereye koyacağım?’ diye sormak, Yaşar’ın babaannesinin Yaşar’ı doyurmak içim memesinin ucuna bal sürüp vermesini, babaannemin, babamın vefatından sonra  bana her sabah ‘kuşlar getirdi diyerek yastığının altından kağıtlı çikolata vermesini hatırlayarak  gözyaşları içinde okumak.


‘Anne karnında her şeyden ve hepsinden evvel kalbin, sonra omuriliğin beliriyor. Ardından da tomurcuk açıyor ellerin. Kalbin önceliği var hepsinin içinde. Bir insanın yumruğu kadardır kalbi derler. Demek ki kalbin kadar insansın. Avucunun içine düşen kalp kadar merhametin.. Kibir, bir virüs gibidir. Bünyede bekler. Kendine güven, cesaret, güç, dik başlılık hatta tevazu bile içerir en başta. Onun ne vakit kibre dönüştüğünü taşıyan anlamaz kimi zaman.  Elbette gücünü kaybetmiş bünyedeki en zayıf düşmüş anı bekler kendini göstermek için…satırlarını okurken Doruk ve  Ethem’le kavga etmek.


…Samire’nin bir gün Lorin’e dediği gibi, ‘’kararında yalnızlık iyidir. Ötesinden kork işte! Allah iki şeyi sevmez kızım. Israrlı günahı ve  isyanı. Mutsuzlukta bu kadar ısrar edersen bir gün isyan edersin. Bu da ısrarlı günaha girer… Kalk artık kaldır başını!” satırlarını okurken kendimle kavga etmek.


“ Fırtına herkesin başında eser ama sadece bazılarının çiçekleri dökülür”, “Yalnızlığı iyi ders edersen rütbe alırsın”, “Kendi dünyanın direği sensin!”,  sözlerini unutmak istememek.


…”İnsan kızgınlığı, nefreti unutuyor. Bir tek pişmanlığı unutmuyor. Pişmanlığım benimdir zira. Hür irademle yaptığım seçimlerin neticesidir. “ cümlesinin   yaşanmışlığını  hatırlamak.


…”Tutkuyla aşık olanın ülkesi, sevdiğiyle kendinden oluşur. Doğrudur. Birbirlerinin sınırı olurlar. Her sınır mayın döşelidir öte yandan”… kelimeleri ile o sınırlarda dolaşmak.


…”Bıraktığı her ayak izi beni kendine daha çok çağırıyordu. Tek bir ömre sığması imkansız kederler vardır ayak izlerinde. Bu kadında bir cümle saklıydı sanki. Belki kendisinin bile henüz bilmediği…” satırları ile kendimde ve özellikle  İclal Aydın’da saklı olan diğer cümlelerin ortaya yeni romanlar olarak ortaya çıkmasını ümit etmek.


Yukarıda yazdığım ve yazamadığım pek çok düşünce, duygu içinde okudum romanı. Samire, Yaşar, Doruk, Lorin, Ethem, İclal Aydın, Ömür ve diğerleri vardı kitapta. Yaşanmışları, yaşanacakları çok sevdiğim bir yazarın hatta sadece yazar olarak yazıp bırakmak istemiyorum, İCLAL AYDIN’IN   kaleminden okumak büyük keyifti. Teşekkürler İclal Aydın.

Words and Pictures

2014 İKSV Film Festivali’nde gösterilen Words and Pictures filmini  yeni seyredebildim. Başrollerini Clive Owen ve Juliette Binocle’nin paylaştığı filmin yönetmeni Fred Schepisi.        
 Resim mi üstündür, kelimeler mi?
Bir resim bin söze bedel midir?
Karizmatik ama edebi yeteneği inişe geçen yazar Jack  bir okulda edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Saygın ama hastalığından dolayı eski etkisi kalmayan ressam Dina sanat öğretmeni olarak Jack’in görev aldığı okulda işe başlar. Küçük küçük atışmalarla başlayan ilişkileri öğrencilerinin çabaları ile Resim mi  üstündür, kelimeler mi? Tartışmasına kadar gelir.  İki gruba ayrılan öğrenciler öğretmenleri eşliğinde Jack’in yazısı ve Dina’nın yaptığı bir eserle yapılacak bir sunumla Bir resim bin söze bedel midir? Sorusuna cevap bulmaya çalışırlar. Ve sonuçta aşk kazanır.
Edebiyat ve resim işlendiği, Juliette Binocle’nin oynadığı filmi seyretmek ve bloğuma yazmamak olamazdı.

22 Haziran 2014 Pazar

Binlerce Kez İyi Geceler


İki kızı ve eşi ‘deniz  biyoloğu’ olan Rebecca ( Juliette Bionche)   dünyanın en iyi savaş fotoğrafçılarından biridir. Kabil’de   kendisine vaat edilen cennete varmak üzere  eyleme hazırlanan intihar  bombacısının son anlarının fotoğraflarını çekmektedir. Son anda içinde bombacının da bulunduğu arabayla, olayın gerçekleşeceği yere gitmeye karar verir ve ağır yaralanır.
Rebecca, hayata karşı içinde büyüyen öfkesini soğuttuğu bir meslek olarak görür savaş fotoğrafçılığını.  Mesleğiyle olan ilişkisi o kadar derinleşmiştir ki artık onun kaderi gibi olmuştur.
Dünyanın “Paris Hilton’un donu” kadar ilgilenmediği insanlık dramlarını herkesin gözüne sokmak, elde ettiği çarpıcı görüntülerle de becerebildiği kadar insanları sarsmaya çalışmak onun tek amacıdır. O bunları yapmaya çalışırken, kendi evinde de başka sarsıntılara yol açmaktadır.
Son seferden (Kabil) döndüğünde (ağır yaralanma) kocası ondan ayrılmaya kara vermiştir. Şimdi de o kararını verecektir. Ailesi mi? Yoksa mesleği mi?
Filmin yönetmeni Erik Pappe 1980’li yıllarda savaş fotoğrafçısı olarak yaşadığı deneyimlerden  esinlenmiş

31 Mart 2014 Pazartesi

FRİDA: Resimden Dışarıya Çıkmaya Çalışan Kadın

                                                Frida Kahlo, Dikenli Kolyeli Otoportre, 1940, masonite üzerine yağlıboya



                                                             Canlandırma: Mine Söğüt, Fotoğraf: Niko Guido


Gökyüzü tıpkı onun iç dünyası gibi bulutluydu. Artık bıkmıştı mücadele etmekten. Hayat devam ediyordu ama o yaşamayı ne kadar severse sevsin tüm yeşilliklere arkasını dönmüştü.  Saçına taktığı kopartılmış, ölü çiçekler, arkasını dönmüş olduğu yerden değildi. Çok eskiden, her şeyin çok ama çok öncesine aitmiş gibiydiler.  Ama aynı zamanda şimdiye ait bir can(sız)lı. Başka bir yolu var mıydı hayatının? Bilemedi… Bilemezdi… Sadece hayatın sürprizlerine karşı çıkmaya çalışmıştı. Her şeyin eskisi gibi olmasını istiyordu. Sağlığını istiyordu. Çocuk doğurmak istiyordu. Her gün dünyanın herhangi bir yerinde milyonlarca kadın doğum   yapıyorken,  o yapamıyordu. Onun gökyüzü   bulutluydu. Griydi. Sağa doğru meyil etmişti. Birazdan arkasını dönüp o gri gökyüzü  altında, arkadaki neredeyse boyunu aşan yeşilliklerin arasında kaybolacaktı. Şehirden kaçıyordu. Hayattan kaçmak istemiyor ama bir yanıyla da kaçmak zorunda kalıyordu.  Arkasını dönüyordu.  Dönmeden son bir kez baktı. Ne düşündüğü tam olarak anlaşılmasa da yaşadığı hayal kırıklığı gözlerinde hissediliyordu. Çıkmak istiyordu buradan, uzaklara gitmek istiyordu. Nasıl bir günah işlemişti de bunları yaşıyordu? Arkasını döndü. Gri gökyüzünün altında yeşilliklere doğru yürümeye başladı. Başka hiçbir şey görülmüyordu. Her yer boyunu aşan yeşilliklerle doluydu. Kimisi öyle büyüktü ki yürümesine engel oluyordu. Ama o arkasına bakmadan ilerlemeye devam ediyordu. Kaç saattir yürüdüğünü bilmiyordu. Herhalde akşam olmak üzereydi. Sonra birdenbire açık bir alana geldi. Galiba sonunda başka bir yere gelmişti. Yeni bir şehir? Belki de yeni bir dünya?  Derin nefesler alırken, durdu.  Yorulmuştu da. Sonra birdenbire dikkatini bir şey çekti. Açık alanın orta bölümünde bir şey vardı ama tanımlayamıyordu. Yavaşça yaklaşmaya başladı. Ürkek adımlarla neler olduğunu anlamaya çalışırken, birden olduğu yerde donakaldı. Aynı yere gelmişti. Saatler boyu yürümüştü ama işte yine aynı yerdeydi. Çıkamıyordu, gidemiyordu buradan. Resim, onun hem kaçışı hem de kaderi olmuştu. Ama inatçıydı o. Yine deneyecekti. Bir kez daha arkasını dönmeye hazırlanıyordu. Birazdan uzaklaşacağı alan doğru bir kez daha baktı. Hızla, yeşillikten başka bir şey görünmeyen resmin içine doğru yola koyuldu.


Hülya Küpçüoğlu

Sanat Objesi Olarak Sanatçı, YKY Kültür Sanat Kataloğu 

25 Mart 2014 Salı

İSTANBUL KIRMIZI





Yeni bir yazarla tanışmak her zaman mutlu etmiştir beni. Bu sefer durum daha değişikti benim için evet yeni bir yazarla tanışacaktım ama ben bu yazarı filmlerinden zaten çok iyi tanıyordum. “Cahil Periler” , “Serseri Mayınlar”, ”Karşı Pencere”, “Hamam”, “Harem Suare” başta olmak üzere pek çok “benim filmlerimin" yönetmeni, senaristi Ferzan Özpetek'di yeni yazarım.

Tanımışlık ruhuyla yeni bir yazarı okumak Ferzan Özpetek’in “En son ne zaman bir şeyi ilk kez yaptın?” sorusuna benim cevabım oluyordu.

Paralel iki öyküyü aynı anda anlatmış Ferzan Özpetek. Sinema yönetmeni İstanbul’a ailesinin yanına geliyor. İtalyan kadın, kocası ve arkadaşları ile İstanbul’a geliyor. İki şehir, iki hayat, kadın-erkek, gerçeklik ve sırlar, yaşam ve ölüm. Otobiyografik göndermeler olduğunu ve kapaktaki fotoğrafın annesinin gençlik fotoğrafını olduğunu okumuştum kitapla ilgili olarak. Kendisini ve yakın çevresini filmlerinden tanıdığım sanatçıyı bu romanla daha iyi tanıma ve filmlerini yeni bir gözle izleme fırsatım oldu.

Kitabı okurken yine pek çok cümleyi not aldım, belki biri benim öykülerimin giriş cümlesi olur diye düşünerek. “İnsanda uçurtma olma arzusu yaratan kimi günlerin gökyüzü mavisi”, “Uçurtma uçurmayı bilmeyen bir erkek, bir kadını mutlu edemez”, ”İstanbul sadece Boğaz’ın bazı günbatımlarında birbirlerinde erimeye başlayan kırmızı ve mavidir. “, “Kahverengi gözlerinin derinliklerinde farklı bir ışık vardı. Sadece sevgi armağan eden o ışık.”, “Aşk hakkında öğrendiğim, aşkın var olduğudur.”, “Kışı andıran bir yürektense bir yangın yeğdir.”, “Aşkın ne okuma ne yazma bildiğini öğrendim.” Birbirinden güzel cümleler ne güzel yakışmış sanatçının kalemine.



“Öykü Hırsızı” değil ama belki “Cümle Hırsızı” olurum Ferzan Özpetek izin verirse.