15 Ağustos 2017 Salı

Yusuf Franko'nun İnsanları

www:yenicikanla.com.tr için yazdığım  "Yusuf Franko'nun İnsanları" sergi yazısı
http://www.yenicikanlar.com.tr/kapalicarsi-halicisinda-kesfedilen-karikaturist-70883








          Yusuf Franko’nun İnsanları: Bir Osmanlı Bürokratının Karikatürleri
1956 yılında Kapalı Çarşı’da bir halıcıdan, Amerikalı bir diploma bir albüm satın alır. Albüm, diplomat ve ailesiyle uzun yolculuğa çıkar.  Afganistan, Hindistan, Kamboçya, Japonya’ya  Toronto’ya gider . İzlan’da da ara durak yapması gerekir, ama istikameti bellidir: Beyoğlu
Albümden, Osmanlı bürokratı, hariciyeci, mutasarrıf, cemiyet adamı, oyuncu, karikatürist Yusuf Franko’nun müthiş yeteneğiyle çizdiğİ; Lübnan’dan İstanbul’a  göç eden, Osmanlı Hariciyesi’nde çalışan ve tekrar Lübnan’a giden Franko Kusa ailesi, Osmanlı paşaları, diplomatları, yerli yabancı sermayecileri, turistleri, sanatçıları, kendini bulma ve gösterme sancısında  bir sanat ortamı, 19. yüzyıl sonu Beyoğlu’su ve insanları çıkar; “Yusuf Franko’nun İnsanları.”
Ömer M. Koç Koleksiyonu’nda yer alan 19. yüzyıl sonu Osmanlı bürokratı, Hariciye Nazırı, mutasarraf, cemiyet adamı ve aynı zamanda oyunbaz  bir karikatürist Franko Kusa’nın  albümünde  dönemin  zenginleri, yüksek cemiyet mensupları, Osmanlı paşaları, sanatçılar ve diplomatların hiciv yüklü portleri  yer alır.  Küratörlüğünü Bahattin Öztuncay’ın yaptğı  ve Yusuf Franko’nun 1884-1896 yılları arasında bir albümde topladığı karikatürlerin  ilk kez  gün yüzüne çıktığı sergi  1 Haziran 2017’ye kadar Anamed’de (Koç Ünüversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi)  gezilebilir.
Yusuf Franko, 1856’da İstanbul’da doğmuş. Babasının  izinden Hariciye’ye girip Muhaberat Dairesi’nin müdürlüğünü yapıp, Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’nın özel kabinesini yönetmiş.  2.Abdülhamid tarafından ‘bala’ rütbesine terfi ettirilp, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında Posta ve Telgraf ile Hariciye nazırlığı yapmış. 1933’te öldüğünde arkasında kalbürüstü bir kariyer ve eşine a rastlanır bir eser bırakmış. Yusuf Bey güçlü bir çizim ve gözlem gücüne sahipmiş. İnsanları, sadece bir albümün sayfalarında değil, gerçek mekanlarda da yan yana gelmiş ve  birbirine akrabalık, dostluk, ya da iş ilişkileriyle bağlı kişilermiş.
 ‘Yüklü Portreler’, (Latince ‘carrus’ köküden türemiş olan ‘karikatür’ kelimesi, bu sanatın tarihsel gelişimindeki gerçeğini de açıklar. Carrus, araba demektir; arabayı yüklemek için ‘caricare’ kullanlır. Yüklemek, buradaki kritik vurgudur.  Bu söz  Avrupa dillerinde evrimleşirken bir yandan ‘charge’a yani suçlamaya, saldırıya, iğnelemeye, hicve, sorumluluğa uzanmış, bir yandan da ‘karikatür’e yani tam anlamıyla ‘aşırı yükleme’ye varmıştır.) Franko, karikatürlerini topladığı albüme ‘Types & Gharges’  ismini verirken bu geleneğe, anlam dünyasına seslenip, bir Osmanlı bürokratı olarak kendi dünyasındaki ‘tipleri’ resmederken, onlara yüklenmiş.
Osmanlı İmparatorluğu’nda karikatür, 19. yüzyılın ikinci yarısında hatırı sayılır takipçi bulmuş. Ermeni yazar ve çizelerin hakim olduğu mizah basınında ilk karikatürler  1860’ların sonunda yayınlanmış. Nizamnamelerle denetlenmeye ve cezalarla engellenmeye çalışılan mizah basınının özgürlükçü tavrı  2. Abdülhami t tarafından benimsenmeyince kişisel alana çekilmiş.
 Franko’nun karikatürlerinde yansıttığı çevre, zengin kapitalistler, yüksek cemiyet mensupları, Osmanlı paşalar, levantenleri, diplomatlarıyla özel bir dünya. Bu dünya, Beyoğlu / Pera.  Avrupa modasının, yeni sanat formlarının ve yaşam tarzlarının arz-ı endam ettiği Beyoğlu, mizahçıya hiciv için eşsiz bir ortam.

Franko ve eserlerini odak alan sergi ayrıca Franko’nun da parçası olduğu renkli sosyal çevreyi ve İstanbul’un mekanlarını gözlemleme imkanı sağlarken, Franko Kuso ailesinin Osmanlı Devleti’ndeki  yeri ve önemine, Avrupa karikatür tarihine ve albümün çeşitli ülkelerdeki uzun yolculuğundan sonra tekrar Beyoğlu’na dönüşüne değiniyor. Sergide  Yusuf Franko Kusa’nın albümü ve karikatürlerinin yanı sıra, bu eserlerle bağlantılı, başta Ömer M. Koç Koleksiyonu olmak üzere farklı koleksiyonlardan fotoğraf, belge ve yayınlar da sergileniyor. 

6 Şubat 2016 Cumartesi

Can Yücel'e mektup

Çok düşündüm. Sana nasıl hitap edeceğimi bile bilemedim.  Hele bu mektubu yazmak…Yaşadıklarımı anlatıp anlatmamak arasında da kaldım. Ben sana kızgındım, sinirliydim. Bırakıp gittin beni.
Biliyor musun? Babam öldü benim! Evet , benim babam öldü!
Babasız kalmak çok kötüymüş. Cemal’in dediği gibi, “Babam öldü ve ben kör oldum. Babamdan ummazdım bunu, kör oldum.” Kaç gündür ağzımda bu dizeler var. Yine sigara yaktın değil mi? Aman iç hiç söndürme. Bütün paketi bitir.
Bir sabah babam uykusundan uyanmadı. Bırakıp gitti beni. Kaç gün oldu saymadım. Saymak gerekiyormuş, yapılması gerekenler varmış. Ama günleri saymak canımı acıtıyor. Günler geçtikçe acım hafifleyecekmiş. Küfür ettin duydum seni. Bu sefer ben de küfür ediyorum bu lafı söyleyenlere ama içimden.
Babam ölünce ne anladım biliyor musun? Hayatta ben en çok babamı sevmişim. Bıyık altından gülme senin cümlelerin diye. Babasız kalınca seni daha çok düşünür oldum. Beni yine en iyi sen anlarsın Şimdi yanımda olsan. Ben, sana babamı anlatsam, sen bana babanı anlatsan. Ben omzunda ağlasam, sen  sigara içsen, sen ağlasan ben senin şarabından bir yudum alsam.
 Mektubu yazarken bir taraftan sofra hazırlıyorum. Hiçbir şeyi değiştirmedim  sen gittikten sonra. Güldüğümüz, sarhoş olduğumuz, şarkılar dinlediğimiz, söylediğimiz , pilaki yaptığımda neredeyse parmaklarını da yediğin, “kestir şu bıyıklarını, sakalını” lafını en çok söylediğim yer. Senin için pilaki yaptım, babam için beton helvaya limon sıktım. Rakıyı büyük aldım, belki dibini beraber getiririz. Ama olsun getiremesek de ben ilk kadehimi  kaldırıyorum bütün “Baba”lara.

                                                                                                                  Ömür Bayramoğlu

KIRMIZI KAZAK

Sabahları dolabından özel olarak seçiyordu kıyafetlerini, alırken olduğu gibi.  Beğenmediği, istemediği giysiyi kimse ona giydiremiyordu. Hediye olarak gelenleri de beğenmiyordu. Sadece babasının aldıkları çok güzeldi ve onlarla çok daha güzel oluyordu. Alışverişe de beraber  gitmeyi seviyordu, her istediğini aldırıyordu o zaman. Son gittiklerinde kot etek, dantelli çorap almışlardı. Kırmızı kazak beğenmişti ama onu alamamıştı, küçük gelmişti, Çok üzülmüştü ve sinirlenmişti alamadığı için. Babası söz vermişti.”Ben sana kırmızı kazak getiririm İstanbul’dan” diye.

Arabaya bindiklerinde başlamıştı yine konuşmaya.
“Kızım”
“Baba nerdesin?”
“Tam yanında”
“Seni göremiyorum ama”
“Beni göremezsin ama ver elini”
 Minik elini uzattı.
“Baba, ne güzel baba kokuyorsun, mavi gömleğin gibi. Sen niye gittin? Ben
seni çok özledim”
“Bak ben yanındayım”
“Hadi uyan uykucu” diyen annesinin sesi ile uyandı. Bu sabah ne giyeceği belliydi. Dantelli çorap, kot etek ve kırmızı kazağını giyerek odasından çıktı.
                                                                                                             Ömür Bayramoğlu
“Beni tanımıyor mu, unutmuş galiba bu amca, bana göre kırmızı kazak satmıyor? Sen daha güzelini getir de görsün gününü” demişti. Babası da gülmüştü,”Tamam getiririm görsün Mehmet Amcan gününü” diyerek elini tutmuştu. .
“Anne, yatıp kalkınca babam gelecek mi?
“Evet, gelecek”
“Bana hediye ve kırmızı kazak getirecek değil mi?
“Söz verdiyse getirir tabi ki”
Ertesi gün ve daha sonraki günlerde gelmemişti, gelememişti.  Cennete, gökyüzüne gittiğini söylüyorlardı. Söz vermişti ama sözünü tutmamıştı babası. Küsmüştü evdekilere, bu sözleri söyleyenlere ama en çok da babasına.
 Bir sabah uyandığında annesinin odasında sesler geliyordu. Anneannesi babasının kıyafetlerini torbalara dolduruyordu.
“Ne yapıyorsun, babamın kıyafetlerini neden torbalara koyuyorsun, babama mı götüreceksin?”
 “Hayır, bunun mümkün olmadığını biliyorsun, bunları ihtiyacı olanlara vereceğiz”
“Babam sana çok kızmıştır” diyerek dolabın önüne gitti ve o mavi gömleği gördü. Babasına en yakışan gömlekti o. Anneannesinden onu vermesini istedi ve aldı. Dolabına bırakıp dışarıya oynamaya çıktı.
Ertesi sabah üzerini giymek için dolabını açtığında hediye poşeti gördü.  Hemen açtı ve içinden kırmızı kazak çıktı. Koşarak sevinç içinde annesinin yanına gitti,
“Anne, bana kırmızı kazak almışsın, babamın söz verdiği ama getirmediği kazağı”
Ne cevap vereceğini bilemedi annesi. “Ben almadım, babanın İstanbul’dan gelen valizinden çıktı” sözleri döküldü ağzından.  Hiçbir şey demeden odasına gidip, paketini dolaba geri koydu.
Ama onu en çok ağlatan babasının arabasının o kötü, çirkin adamlar tarafından götürülmesiydi. Yeşil arabayla ne güzel yerlere gidiyorlardı ayrıca işten geldiğini hemen anlıyordu camdan baktığında. Koşarak merdivenlerden iniyor, kucağına atlıyordu.  Babası, kıyafetleri şimdi de arabası gitmişti.  Koşarak salona gitti, çekmecedeki fotoğrafları çıkardı. Babasının fotoğraflarını ayırmaya başladı. Herkesten önce o fotoğrafları almalıydı Sonra odasına gitti, resimleri yastığının altına koydu, mavi gömleği dolaptan çıkardı ve yatağın içinde gömleğe sarılarak ağlayarak uykuya daldı. 

                                                                               Ömür Bayramoğlu




Alman Ressam Hans Holbein’in “Ölü İsa’nın Mezarı’ndaki Bedeni” adında 1521 tarihli bir tablosu vardır. Enlemesine uzun tabloda çarmıhtan, henüz indirilmiş İsa’nın yaralar içindeki cansız bedenine bir tabutun yan kapağından bakarız.
İsa’nın kolları hala gergindir, yüzünde korkunç bir acı ifadesi vardır, fal taşı gibi açık duran gözleri yalnız kendisinin bildiği bir gerçeğe bakar gibidir. Bu cansız bedene ne bir sarılan vardır ne de onun ayaklarının dibinde ağlayan. İsa’nın acıdan kaskatı kesilmiş, parçalanmış etten, gerilmiş sinirlerden ve kandan ibaret bir cesede indirgenmiş olduğu bu resmin bizden istediği tek şey vardır: gözlerimizi doğrudan acıya dikmemiz. Anna Grigoriyevna, anılarında, Dostoyevski’yle birlikte 1867 yazında Cenevre yolu üzerinde bir müzede bu tabloyu görüşlerini anlatır. Anna tabloya bir süre baktıktan sonra orada daha fazla duramaz, başka bir salona geçer ve Dostoyevski’yi tablonun önünde yalnız bırakır. Döndüğünde Dostoyevski’yi bıraktığı yerde bulur. Gergin ve heyecanlı yüzünde, sara nöbetlerinin hemen öncesinde beliren ürküntünün aynısı bir ifade vardır. Dostoyevski Anna’ya bakar ve şöyle der:’Böyle bir tablo insanın inancını yok edebilir.’ Dostoyevski için bu tablonun çok belirgin bir anlamı vardır: Bir baba çocuğuna bunların yapılmasına nasıl izin verebilir? Eğer veriyorsa nasıl bir babadır bu? Resim Dostoyevski için çocuklara haksız yere çektirilen acıların temsilidir ve tanrısal adaletin baştan aşağı kusurlu olduğunun manifestosudur.

Sait Faik'ten cevap

Hayır, meramsız, gürültüsüz
Merhaba, merhaba.
Sizden  mektup almak beni çok mesut etti. Uzun zamandır kimseden mektup alıp, cevap yazmamıştım. Yazarlık atölyesine devam etmene memnun oldum. Bizim zamanımızda böyle okullar yoktu. Biliyor musun ben de yazmasaydım deli olacaktım. Yazdım da çok mu akıllı oldum.   Hocanız Yekta Bey’i de tebrik ederim, ben de bir süre muallimlik yapmaya çalışmıştım ama öğrencileri susturmayı başaramamıştım. Atölyede en sevdiğin yazar olarak ismimi telaffuz etmen de beni ziyadesi ile memnun etti. Mektubuna karşılık vermek, muharrirliğim ile alakalı fikirlerimi seninle paylaşmak istedim.
Mektubumda kelime sınırlaması kabul etmem, Yekta Bey söyle, gerektiği kadar kelime kullanırım.   
Bu arada adıma ödül verildiğini duymuştum. Anacığım benim vasiyetim üzerine malvarlığımı Darüşşafaka’ya bağışlamış ve adıma her yıl hikâye armağanı verilmesini şart koşmuştu. Bana da Mark Twain Cemiyeti fahri üyeliği verilmişti, dünya edebiyatına ettiğim hizmetten ötürü. Birçokları gibi ben de şaşırmıştım. Dünya edebiyatına hizmet filan etmediğimi söylememe ne hacet. Bu, üyelik verilmesi için uydurulmuş nazik bir sebepti, sanırım.  Atatürk’ten sonra benim üye olmam  benim için ne büyük şerefti. Bir milletin yetiştirdiği en büyük çocuğu ile o milletin kendi halinde bir küçük hikâyecisinin Amerika’da bir cemiyette buluşmaları küçük bir hikâyeci için ne bulunmaz şerefli bir fırsattı… Hocanızı adıma verilen ödülü alması, hikâye sever yazar olması sebebiyle tekrar kutluyorum. Bu arada sor bakalım Yekta Bey’e öykü, röportajdan daha çok para etmeye başlamış mı?
İstanbul’da yaşadığını yazmışsın.  Ben de İstanbul’da Beyoğlu  Parmakkapı’da bir oda kiralamıştım. Adaya gidemediğim, vapuru kaçırdığım zamanlar kalmak için. İstanbul çirkin İstanbul’mu, yalnızlık dolu mu her tarafta?  Burgazada’daki evin müze olarak kullanılması da yine vasiyetin neticesidir.
Türkiye’de hikâye deyince okurların aklına gelmem ve atölyelerde hikâyelerim işlenmesi de güzel. Oralardan ayrılışımdan önceki yıl “Öldükten bir on yıl sonra okunur muyum acaba,”diye sormuştum. Demek ki okunuyormuşum. Buna da memnun oldum. Ama Peter Pan sendromunun ve diğer yazdığın Homofobiğin ne olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey var o da ben,  denizi pek severim,balıkçıları da öyle. Balıkçı kahvesine gider otururum. Oraya çeşitli balıkçılar gelir, ben onlarla ahbaplık eder, kayıklarıyla denize çıkar, onları avlamaya çalışırım. Denize bakmayı, balıkları izlemeyi, martılarla konuşmayı severim. Bulutları da severim. Biliyor musun, ilk hikaye kitabımın adı  içindeki bir öykünün de adı olan “Kovada Bulut” olacaktı ama  Yaşar Nabi bu ismi beğenmedi ve öykünün de kitabında ismi “Havada Bulut” olarak değişti. Yoksul, yalnız insanları severim. Her gün bir roman, beş altı hikâye yazıyorum, kağıtsız kalemsiz. Kâğıdı kalemi elime aldığım zaman ise bir hikâyecik çıkıveriyor.  Öykülerimi düşünmeyi daha çok seviyorum. Hikâye yazmak için oturduğum hiç vaki değildir. Hikâye yazmak içimden gelmeli ve sonra oturup yazmalıyım. Hikâyelerimi ekseri herkesin arasında, bir balıkçı kahvesinde ve evimde gece yarısından sonra annem uyurken yazarım. Düşünceler aklımızda belirdikleri zaman, sınırları ve somut varlıkları olmayan, doğal olarak, o sırada hakim olmadığımız şeylerdir. Bunların öykü olabilmesi için sarf ve nahiv marifetiyle şekil verilmesi gerekir. Ancak bundan sonra o düşünceden iyi bir öykü çıkıp çıkmayacağı anlaşılabilir. Hakiki bir muharir değilim .Muhakkak kültürüm eksik. Sonra galiba ben, daha çok düşünürken iyi düşünüyorum. Ne yazarken ne de konuşurken bu meziyetimi muhafaza edemiyorum. Eskiye olan  bağlarımı ancak yeni bir dille koparabileceğime kaniim. Bu nedenle  sana cevabımda  yeni  kelimeler kullanmaya çaba sarf ettim. Muhaffak oldun mu bilmiyorum? Sen imla hatalarını düzeltmeye ben de yeni dili öğrenmeye çabalıyoruz.
Yavaş yavaş mektubumu sonlandırmak istiyorum. Yine de Yekta Bey’i kızdırmayalım. Senden tekrar  mektup almak isterim. Yeni mektubunda  senin yazma çalışmalarını, Yekta Bey’in kitaplarını ve İpekli Mendil’i de gönderirsen memnun olurum, bir de adının Ömür olduğunu yazmışsın ama ben bu mektubu bir erkek den mi, yoksa bir hanımdan mı aldım ve cevabı bir erkeğe mi, bir hanıma mı yazıyorum bilmiyorum. Belki yeni mektubunda bunu da yazarsın.
Sevgiyle,


Sait Faik

Sait Faik'e mektup

Merhaba,Size mektup yazacağım hiç aklıma gelmemişti.  Bir süredir yazarlık-okurluk atölyesine devam ediyorum. Şimdi size garip gelmiştir, bu atölyede neyin nesi diye? Yazmaya çalışan bizlere yol gösteren bir hocamız var. Araya başka bir konu sıkıştıracağım ama bunu başta belirtmek istiyorum.  Mektubuma bazen siz bazen sen  diye devam edeceğim galiba, kusura bakmayın olur mu? Karar veremiyorum, siz çok resmi geliyor,  sen diye yazınca da kendimi garip hissediyorum. Ama artık içimden geldiği gibi olacak galiba. Bir de mektup yazdığım yazar ayrıca edebiyat öğretmeni olunca imla kurallarına daha dikkat etmem gerekiyor ama benim -de ve- da’lar la bir problemim var ve öğrenmeye çalışıyorum. Atölyeye dönersem,  hocamız Yekta Kopan.  “Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri”  adlı kitabı 2002 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı ödülünü almış, özel bir yazar.   Editörlük yaptığı kitabın ismini “İpekli Mendil” verecek ve önsözünde’ öyküler yaşadıkça bizler dünyaya daha korkusuzca dokunacağız’ diyecek kadar hikâye ve bana göre Sait Faik sevdalısı.  “İpekli Mendil “hakkında daha fazla bilgi isterdim sana ama mektubumuzda 600 kelime sınırlaması var.  Atölyede henüz ödevler üzerinden hikâyeler yazmaya çalışıyoruz. Bu haftada her birimize en sevdiğimiz yazarı sordu Yekta Bey ve hızlı bir şekilde cevap vermemizi,  sonrasında bu yazarlara mektup yazmamızı istedi. Bu mektup, bizden size olacağı gibi, sizden bize olabilirdi. Aslında sizden mektup almayı çok isterdim. Günümüzde mektup yazmak kalmadı, artık e-mail, twitter ve diğer sosyal medya üzerinden yazılarımızı yazıyoruz. Ama ben sizin bugün de yaşasaydınız mektubu tercih edeceğinizi düşünüyorum.  Geçen gün seyrettiğim bir filmde öğretmene neden raporlarını yazarken bilgisayarı değil de daktilo kullanıldığı sorulduğunda cevabı  “harflerin sesi hoşuma gidiyor” oldu ve ben bu cevaba bayıldım. Sanki sizde böyle bir cevap verirdiniz.
Bu arada İstanbul’da yaşadığımı söylemedim galiba. İstanbul’da yaşayınca tabii ki Adalar’a sık sık gitme fırsatım oluyor ve ben Burgaz ada’ya gitmeye bayılıyorum.  Ada’da dolaşırken senin oralarda dolaştığını hissediyorum. İçerilerde gezerken bir uçurtmanın konuştuğunu ve “Ah ipim olmasaydı”dediğini duyar gibi oluyorum, sonra denize dönüp baktığımda dipte ne balığın olduğunu biraz hata ile de olsa söyleyebileceğimi sen den öğrendiğimi hatırlıyorum. Kahvenin önünden geçerken gözüme ilişen “Semaver”  ölümün soğuk yüzünü ve sessiz bir yağmur gibi ağlayan “Lüzumsuz Bir Adam”ı getiriyor gözümün önüne.  Ayrıca Ada’daki evin müze oldu. Ücretsiz olarak gezilebiliyor. Evine, eşyalarına sahip çıkılması bana göre çok güzel, çünkü ülkemizde bu bazen mümkün olmuyor. Neyse boş ver bunları senin çok hoşuna giden konular değil galiba?Türkiye’de hikâye denince akla gelen ilk isimlerden birisin biliyor musun?  Edebiyatla ilgili bütün atölyelerde hikâyelerin işleniyor. Öykülerinin çözümlemeleri yapılıyor. Geçen sene “Edebiyat ve Aşk”konulu bir atölyeye katıldım. Orada senin  “Peter Pan Sendromu”  ve homofobik özelliklerinden bahsedildi.  İçinde büyümeyen bir çocuk olması hoşuma gitti. Bastırılmış eşcinsellik konusuna gelince şimdi yaşasaydın senin popülerliğe bambaşka bir hava katardı. Şu an kendime inanamıyorum, bana sana mektup yazma fırsatı veriliyor ve ben saçma sapan cümleler kuruyorum. Desene en sevdiği yazara mektup bile yazamayan biri nasıl hikâye yazacak?  Aslında söylemek istediğim şey şu; kelimelerini, cümlelerini, bunlarla kurduğun dünyaları seviyorum. İyi ki bu Dünyadan geçmişsin, iyi ki yazmışsın ve iyi ki aynı ben seni tanımışım. Son olarak sana Tezer Özlü’nünsenin için yazdığı satırlarla veda etmek istiyorum.

Yeşiller, maviler, bulutlar, dağlararasındaki denizler senin öykülerinde anlatılan gibi güzel. Seni okurken doğayı bir başka seviyor insan. Büyük yazarlığın önünde saygı ile eğilirim.                                                                   

                                                                                            Ömür Bayramoğlu , Nisan 2015