10 Ocak 2021 Pazar

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN KISA FİLM SÖYLEŞİLERİ "FATİH YÜRÜR"

 

                                                                


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Sinema sektörüne girme kararını nasıl verdiniz?

Buna klişelerden arınmış bir cevap bulabilmek zor. Kendimi sinemanın içine doğmuş gibi hissediyorum. Hatırlayabildiğim ilk film, bir Stephen King uyarlaması olduğunu yıllar yıllar sonra öğrendiğim “Sometimes They come Back” filmi olmuştu. 4 yaşındaydım, altyazı okumayı bilmiyordum ve filme dair hatırladığım tek şey, yanlarında alev desenleri olan siyah Buick arabaydı.

Çok ilginçtir, geçenlerde yıllardır görmediğim ilkokuldan bir arkadaşımla karşılaştım. Bana çok uzun zaman önce unuttuğum ilginç bir detayı hatırlattı. Mesela bir haftasonu ailece bir filme gitmişsek, tenefüs aralarında, gönüllü arkadaşlar bulup, o sahneyi sınıfta canlandırmaya çalışırdım. Daha doğrusu çalışırmışım. Bu gerçeği uzun zaman önce unuttum sanırım. Yani sinemanın içinde olma, o hayale dokunma isteği çok çok uzun zamandır varmış bir yanımda. Çocukken, izlediğim bir filmin devamını çektiğimi hayal ederdim hep. “Terminatör 3 olsa da çeksem”, “Bana da bir Elm Sokağı Kabusu falan çektirirler mi acaba büyüyünce?”. Hayallerimin çapı epey genişmiş yani o zamanlar.  

Elime kamera alıp “bir şeyler” çekme isteği her zaman vardı ama bunun bir yere varabileceğini açıkçası hiç bir zaman düşünmedim. Lisede çakma korku filmleri çekerdik. “Bir şeyler çekelim” kıpırtısı hep vardı yani ama asla ciddiye alamadık kendimizi bu konuda.

Görsel İletişim Tasarımı bölümünde lisans eğitimi gördüğüm zaman da durum aynıydı. Bir şekilde bir film çekecektim ama ne zaman? Nasıl? Her aşamasıyla tek tek uğraşmak isteyeceğim bir hikayem olmadı bu süreçte. Fotoğrafa merak sardım, grafiker olarak hayatımı sürdürdüm, çizgi roman senaryoları yazdım. Sanki bile isteye film yapma tutkusunu engellemek ister gibiydim. 10 seneyi aşkın bir süre sinema yazarlığı yapmış olmak da, sinema ile bağımın kopmamasını sağladı ama işin mutfağında olmak istiyordum. Yine de bu konuda cesur adımlar atabildiğimi söyleyemem.

Kocaeli Üniversitesi’nde Radyo Sinema Televizyon bölümünde yüksek lisansa başladığımda işin rengi biraz daha değişti tabi. “Zemin Kat” adlı ilk kısa filmimi çektikten sonra, magnum opus devri bitti. Sürekli yazıp çizmem gerektiğini anladım. Şu sıralar üretim aşaması, mesleki öncelikler sebebiyle geri planda kalmış olsa da, yolculuk devam edecek gibi görünüyor.

                                                              


 Film sektörüne kısa film ile başlama kararınızın sebebi neydi? Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı, neler düşünüyorsun bu konuda?

Aslında ülkedeki en yanlış algılanan meselelerden birisi bu. Hem içerik hem de estetik anlamda kısa metraj ile uzun metraj filmlerin başka galaksilere mensup olduklarına inanıyorum. Kendi adıma, kısa filmlerimde, kısa film estetiğini doğru kullandığıma pek inanmıyorum. Benim filmlerim çoğunlukla, uzun metrajlı filmlerin uzun bir sekansı gibidir. Yani aslında uzun metrajlı film çekme arzum daim ama imkanlarım kısa film çekebilmeye elveriyor. Bir çeşit kaçış yolu yani.

Bu, benim kanlı canlı bir örnek teşkil ettiğim, tamamen yanlış bir durum. Bu yanlış değerlendirme ve hasarlı üretim pratikleri; ülkemizde yerleşik bir kısa film dilinin gelişmesini engelliyor gibi geliyor bana. Yani kısa filmi bir sıçrama tahtası olarak görmek, kısa film estetiğinin değerini en baştan düşürüyor. Diğer yandan da elinizdeki imkanları kullanarak kendinizi göstermek istiyorsunuz. Kısa film, bunun için harika bir fırsat. Size daha çok manevra kabiliyeti sağlıyor, eteğinizdeki taşları dökebilmeniz için de güzel bir zemin hazırlıyor.

Şu sıralar kafamda, gerçekten de kısa film estetiğine uygun olduğunu iddia edebileceğim birkaç proje var. Biraz cesaret biraz da zamanlama gerektiriyor. Biraz da pandemi sürecinin “durdurma enerjisi”nin sona ermesini bekliyorum.

Belgesel yönetmenliği de yapıyorsunuz. Türkiye’de kısa film ve belgesel yönetmenliği olmanın zorlukları nelerdir? Türkiye’de ve dünyada belgesel-kısa filme bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle en büyük sorunumuz ödenek bulma sıkıntısı. Eğer gerçek anlamda “bağımsız” ya da “gerilla” projeler üretiyorsanız, ödenek bulabilmeniz zorlaşıyor. Diğer sorun ise, hikayenizin ulaşmasını hedeflediğiniz insanların, bu türden üretimleri pek de ciddiye almaması. Yani uzun metraj bir belgesel yaptığınızda “2 saatlik belgesel mi olur?” gibisinden bir tepki alıyorsunuz artık. Bir kaç yıl öncesine kadar duyamayacağınız şeylerdi bunlar. İnsanların üretimlere şans tanıması için iyi bir referansın ya da iyi bir reklamın peşine takılmaları gerekiyor. Bir filmin kendisinden çok, hakkında yazılıp çizilenlerle ilgilenmeye başladık artık.

Youtube’un izleme kültürü üzerinde önemli bir etkisi var. Yani tamam, elbette Youtube vazgeçilmez bir platform ve her türden üretimimiz görünür kılmanın en kestirme yolu ama izleyici kitlesinin artık her şeyi seriden mideye indirilebilir piyasa kaşarı şeklinde değerlendirme durumu çok da sağlıklı bir üretim aralığı sunmuyor. Bu “kuralsızlık” bir tarafıyla da kendi kurallarını oluşturuyor”. Artık her şeyin ciddi ciddi kalıplara, kurallara, kısıtlamalara indirgendiği bir kültürün içindeyiz ve bu kültür içerisinde hareket edebilmek git gide zorlaşıyor.

Yine de bu yıl Altın Portakal’da yarışan filmler umut verici. Belgesel türü, bu kısıtlanmışlık içerisinde çok ciddi bir anlatı odaklı başkaldırıya dönüştü. Bunun değerini iyi bilen yeni jenerasyon sinemacılarımız var artık. Henüz izleme fırsatı bulamasam da yakından takip ettiğim Alican Abacı’nın “The Edge of the Cliff” ülkemizde çok sık denenmeyen cinsten bir belgesel örneği olarak, kaygıları açısından önemli bir yapım. Daha önce birlikte pek çok platformda kalem salladığım Serdar Kökçeoğlu’nun “Mimaroğlu” belgeseli de türe taze bir nefes üfledi diyebilirim. Deniz Tortum’un “Maddenin Halleri” filmi de aynı şekilde izleyici için bir ödüldü.

Türkiye, belgesel açısından bir derya. Özellikle de kayıp bir sinemamız olduğu düşünüldüğünde, sadece sanatsal arkeoloji açısından bile gün yüzüne çıkmayı bekleyen pek çok değer var. Aslında Youtube kanalımız olan Retroville’de de biraz bu tarafa eğildiğim belgeselcikler tasarlamaya çalışıyorum. Diğer yandan da multidisiplinel çalışmak artık bir gereklilik. Bu sebeple her mecranın diline de bir şekilde hakim olmak gerektiğini düşünüyorum açıkçası.

 Çizgi öykülerin senaristliği ve kurgusal fotoğrafçılık diğer ilgi alanlarınız.  Bu çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Bu alanlarda sizi tanıyabilir miyiz?

Aslında çizgi öykü senaryosu yazma ihtiyacı, yeteneklerimi kullanamadığım bir dönemde, elimde sadece kalemim ve kağıdım varken giriştiğim bir savaştı diyebilirim. Ülkemizde gerçek anlamda bu türü destekleyecek, yüreklendirecek ödenekler yok. Çizgi öykü üretmek ve bu işten “suyun üzerine kalabilecek kadar para kazanmak” yıllardır, acıklı bir gündüz düşünden öteye gidemedi.

Cem Özüduru gibi, Selçuk Ören gibi ya da Ege Avcı gibi yetenekli çizerler, kendi öykülerini kendi çizgileri ve tasarımlarıyla raflara çıkarabiliyorlar. Bu gerçekten büyük bir takdiri hak ediyor. Aynı şekilde Youtube kanalımız için de birlikte içerik ürettiğimiz Yigilante Kocagöz ile Deniz Ozan Coşkun’un “Karadut Ekspresi” çalışması da “yazar – çizer işbirliği” açısından önemli bir adım oldu. Bu işler beni gerçekten de heyecanlandırıyor ama karşılığını tam olarak bulamadığını biliyorum, yakından da gözlemliyorum. Üretim yok diyemeyiz ama yeterli değil tabi. Biz de olanlara sıkı sıkı sarılmayı görev ediniyoruz tabi.

Kurgusal fotoğrafçılık da bir yanıyla görsel kaslarımı geliştirdiğim oyun alanım diyebilirim. Son zamanlarda bu ekseni terk edip tamamen doğa fotoğrafçılığına döndüm. Uzun yıllardır fotoğraf ile ilgileniyorum ama bu ilgimi hiç bir zaman profesyonel bir alana taşımadım.

 Senaryolarınız çıkış noktalarını öğrenebilir miyiz?

Bunu söylediğim için dayak yiyebilirim ama söz konusu kısa film olduğunda çoğunlukla bir “an”dan esinleniyorum. Bu bizzat tanık olduğum bir “an”olabilir. Bir fotoğraf karesi olabilir. İzlediğim bir filmin arka planındaki bir detay da olabilir. Kimi zaman bu detayları zihnime kopyaladığımı bile fark etmeyebilirim. Bir şekilde detaylandırdığım tüm hikayeleri, yazılı olarak değerlendirmeyi biraz daha uygun buluyorum aslında. Kısa film çoğunlukla bir görselin ilhamıyla vücut buluyor.

 “Psişik Celil ve Kişisel Devrim Antolojisi” kısa filmlerinizden biri. İsim ve konu olarak farklı bir çalışma. Kısa film izleyicilerini bu filmde neler bekliyor?

 Aslında bu epey eski bir proje ve ne yazık ki izleyici ile buluşmayacak. 2015 yılında, askere gitmeden önce, elimdeki teknik imkanları kullanarak, bir gün içerisinde, seriden çekmeyi planladığım bir kısa film projelendirmiştim. O zamana kadar yazdığım hikayelerin ve çektiğim kısa filmlerin bir parodisiydi. Bir tarafıyla, özellikle Türkiye’de kısa filmlerin durumuyla alakalı bir taşlamaydı diyebilirim. Neden kısa filmlerde kadınlar öldürülüyor? Neden insanlar birbirine silah doğrultuyor? Neden herkes, aklına gelen ilk fikrin muhteşem olduğuna inanıyor? Neden çalar saat ile uyanan ya da yatakta öylece gözünü açan insanlar bir filmin başlangıç noktasını teşkil ediyor?

Kurgu masasında, filmin istediğim gibi olmadığını fark ettim. Yine de filmde yer alan arkadaşlar, filmi bir yerlerde paylaşmışlardı sanırım. Film hiç bir zaman tamamlanmadı ama çok eğlendiğimizi hatırlıyorum.

 Kısa film hazırlık ve çekim süreçlerinizde nasıl bir çalışma izliyorsunuz? Oyuncu seçiminde iş kısa film olunca zorluk çıkıyor mu?

 Oyuncu seçimlerine çok çok özenmiyorum aslında. Öyle aman aman bir seçim süreci olmuyor. Mesela ilk filmim “Zemin Kat” bir haftasonu eğlencesi olarak tasarlanmıştı. Başrolde ben oynayacaktım. Bir kaç ay sonra filmin başrol oyuncusu Beşir ile tanıştım. Kendisinden filmimde yer almasını istemek uzun bir süre aklımın ucuna bile gelmedi. Derken bir gün, Burak Aktürk’ün kısa filminde kendisini gördüm. Yüzü ekrana epep yakışıyordu ve biz de film boyunca bir adamın yüzünü farklı açılardan görecektik. Beşir’i bir şekilde öyküye yakıştırdım ve süreç ilerledi.

“Geleceği Olmayan Adam” filminde ise daha farklı bir yol izledik. Bu noktada “Kako Si?” filminin de yönetmenliğini üstlenmiş olan Özlem Akovalıgil’in önemli yardımları oldu. Arda Kavaklıoğlu ve Emir Çiçek ile uzaktan uzağa tanışmamızın akabinde filmin çekimleri başladı. Karakterler, benim hayal ettiğimden daha etkileyici oldular.

Oyuncu yönetimi konusunda ahkam kesemem ama çalıştığım herkesten bir şeyler öğrendiğime inanıyorum. Aslında bizler oyuncuları seçmiyoruz, oyuncular bir şekilde bizleri seçiyorlar. Bunu kendimize hatırlatmamız gerektiğini düşünüyorum.

Mekan arayışına çok önem veririm. Yani o konuda kronik bir rahatsızlığım var. Mekan arayış süreci, çoğu zaman filmin çekim sürecinden bile çok daha eğlenceli hale gelebilir.

Oyuncularla bir araya gelmek, onları tanımak, vakit geçirmek, ilk okumayı yapmak... bütün bu süreçlerden keyif alıyorum.

En çok sıkıntıya girdiğim süreç ise muhtelen kurgu aşamasının ilk saatleri. Görüntüleri seçmek ve ses kurgusu ile uğraşmak. Gerilla film yapmanın en büyük sıkıntısı, bütün süreçlerle tek başıma ilgilenmek. Sürecin her aşamasından önemli bir keyif aldığımı söyleyerek yalana sarılmam anlamsız. En sıkıldığım kısım ses kurgusu ve miksajı!

Tabi, filmin görsellerini de genellikle ben tasarlıyorum. Filmlerimin posterlerini tasarlama süreci de keyifli bir süreç diyebilirim. Çoğunlukla film bitmeden önce tasarladığım için de, değeri yüksek bir “ara gaz” oluyor. Tek sorun, o gazın hızlı sönmesi...

 Kısa film yönetmenliğinim meslek hayatınızdaki yeri nedir?

Kısa filmden, yazdığım kitaplardan ya da çektiğim fotoğraflardan asla para kazanmadım. Yani kısa film üretmek benim için bir “meslek” olmadı ama para kazandığım sektör halihazırda reklam ve prodüksiyon sektörü. Mesleğimi kazanmamı sağlayan, bir kısa film oldu. Prodüksiyon dünyasına dair her şeyi de bu sayede öğrendim diyebilirim. Belki de bu alanın amatör ve bakir kalması daha iyi oldu kim bilir?

 Son olarak yeni kısa film , uzun metraj film projeniz var mı?

Bir kaç kısa film projem var aslında ama şu sıralar daha çok belgesel sinema ilgimi çekiyor. Uzun süredir üstünde çalıştığım uzun metrajlı belgesel projemiz “Milyon Dolarlık Afiş” geçtiğimiz ay itibariyle noktalandı. Kafamda bir başka belgesel projesi daha var ve tamamlanmayı bekleyen bir de uzun metraj kurmaca film projem var tabi.

Bu işten para kazanmıyor olmak ne yazık ki zamanımızı bölüyor. Yani, hayatımızı sürdürmek için başka işler yapıyoruz ve hayatımızın kalan kısmında da nefes alıp vermemizi sağlayan üretimlere yöneliyoruz. Bu durumdan şikayetçi miyim ona da emin değilim ama bir şekilde tüm enerjimi sadece sinemasal üretime, araştırmaya, kazımaya, yaratıma ayırmayı da isterdim. Yine de bu yanlış anlaşılmasın. Karamsar değilim.

Bence bir dönüm noktasındayız. Kalplerimizi ferah, kılıçlarımızı keskin tutalım...

 

 

Hiç yorum yok: