resim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
resim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ağustos 2017 Pazar

Gökyüzü Kralı Yves Klein

Bir yaz günü üç genç Nice sahillerinde güneşlenmektedir. Yves Klein, Arman ve Claude Pascal aralarında konuşurlarken dünyayı Yunan Tanrıları Zeus, Poseidon ve Hades gibi üçe bölmeye karar verirler. Arman hayvanlar aleminin, Claude bitkiler aleminin, Yves de gökyüzünün idaresini alır. Yves birden elini gökyüzüne uzatır ve sonsuz maviliğe imza atar, ilk sanat eserini  bu şekilde imzalamış olur. O gün hakkında daha sonra şöyle yazar: “1946 senesinde, hâlâ yeni yetmeyken, müthiş “gerçekçi-hayal” yolculuğu sırasında gökyüzünün arkasını imzaladım. O gün Nice kumsalında uzanırken, benim mavi, bulutsuz gökyüzümde ileri geri uçan kuşlardan nefret etmeye başlamıştım, çünkü en önemli ve en güzel eserimde delikler açıyorlardı.”
Klein, figüratif ressam bir baba ve soyut ressam bir annenin oğlu olarak 1928’de Fransa’nın Nice şehrinde dünyaya gelir. 19 yaşında judoya merak salar.”Ruhani bir alanda insan vücudunun keşfi” olarak gördüğü bu sporda çalışmalarını derinleştirmek için Japonya’nın en prestijli judo okullarından Kodokan Enstitüsü’nde eğitim almaya gider. Bu dönemde “Les Fondements du Judo”(Judonun Temelleri) kitabını yazar, siyah kuşak derecesine yükselir ve Fransa’da önemli bir judo figürü olacağı düşüncesiyle ülkesine geri döner. Fakat siyah kuşağı Fransız Judo Kurumu tarafından kabul görmez, büyük şaşkınlık yaşayan Yves, tüm enerjisini sanatına verir. Hayata ve varoluşa karşı merakı onu çeşitli felsefelere ve dine yönlendirmiştir. Doğuştan var olan sanatsal yeteneğini keşfetmesindeki itici güç, Max Heidel tarafından yazılmış “La Cosmogonie des Rose-Croix”adlı kitaptır. Çünkü Max Heidel’in kitabı, mistisizme büyük ilgi duyan Klein’i oldukça etkiler ve sanatçı, Heidel’in yazdıkları doğrultusunda resimler yapmaya başlar.
1955’te turuncu monokrom bir eserle Salon des Réalités Nouvelles’e başvurur. Serginin seçici jürisi, eserin tek renkten oluşuyor ve Klein’in esere bir nokta, bir çizgi, farklı renkte herhangi bir şey eklemeyi reddetmesi üzerine eserin sergilenemez olduğunu söyler. Eserin reddi, Paris sanat dünyasında birçok kişi tarafından imzalanmış bir protesto dilekçesinin dolaşmasına sebep olur. Sergi jürisi fikrini değiştirmese de Klein geleneklere başkaldıran bir figür olarak ünlenir ve bu reddediliş onun kariyerinin dönüm noktası olur.
Bachelard’dan aldığı ilhamla sadece tek renge, maviye konsantre olmaya karar verir. Mavi onun için; duyarlılığın rengi, havanın, sonsuz gökyüzünün, derin okyanusun ve ateşin gerçek rengidir. Klein, “saf resimsel duyarlılığı” yakalayabilmek için çok özel bir mavi  tonu kullanması gerektiğine inanır. Saf resimsel duyarlılık, sanatçının kendi duyarlılığını saflaştırıp ayrıştırdıktan  sonra sanat eserine enjekte etmesiyle, duyarlılığının seyirci tarafından hissedilmesidir. Böylelikle sanat eseri sadece algısal olmaktan çıkıp artık algı ötesi bir deneyim olacaktır. Bu özel mavi tonuna ulaşmak için bir kimyagerle çalışmalara başlar. Araştırmaları sonucu tam aradığı renk kombinasyonuna ulaşır. Derin, mat bir ultramarin mavi elde eder ve bu rengi International Klein Blue (Uluslararası Klein Mavisi) (IKB) olarak tescil ettirir.Uluslararası Klein Mavisi, görülenin veya dokunulanın ötesinde maddesel olmayan değerleri simgelemektedir.
1958 senesinde, 30. doğumgününde, sanat tarihinin önemli sergilerinden La spécialisation de la sensibilité a I’etat de matiére en sensibilité picturale stabilisée (Dengelenmiş bir resimsel duyarlılık olarak, ham madde halindeki duyarlılıkta uzlaşma), sanatçının kısaltmasıyla le Vide (Boşluk), Paris Galerie Iris Clert’te açılır. Basılı davetiyesinden kapanış fotoğraflarına kadar dikkatlice planlanmış olan ve bir festival havasında geçen sergide, sergi mekanı boşaltılmış, her yer beyaza boyanmıştır. İçeride sadece tek bir dolap vardır. Misafirler uzun mavi perdeler ve muhafızlar arasından salona giriyorlar ve içeride mavi kokteyler ikram ediliyordu. Sergi için yollanan 3500 davetiyenin metnini Fransız sanat eleştirmeni Pierre Restany kaleme almıştı: Davetliler tüm duygusal varlıklarıyla, duyarlılık saltanatının aydınlık ve pozitif etkinliğine bekleniyorlardı. Sergi büyük ses getirdi, ziyaretçiler arasında olan Albert Camus ziyaretçi defterine: “with the void, full powers”(boşlukla, tam güç) yazmıştı.
Aynı sene Klein en bilinen eserleri arasında yer alan Anthropometris serisi üzerinde çalışmaya başlar. Uluslararası Klein Mavisi’ne bulanmış kadın modeller Klein’in direktiflerine uyarak “canlı fırça” görevi yapıyorlardı. Böylece bedenin  görsel varlığını belgeliyordu. Bu serinin ardından çalışmalarında ateş kullanmaya başlayan Klein, “Ateş Resimleri” serisinde modellerinin bedenlerini alev almaz bir malzemeyle kapladıktan sonra zemin üzerinde onları istediği forma getiriyor, onları şablon gibi kullanıyordu. İstediği formu yakaladıktan sonra modelleri bir kenarda dinlenirken alev makinasıyla figürlerin etrafındaki alanı ve gerekli gördüğü noktaları yakarak belirginleştiriyordu. Daha sonra boyalar devreye giriyor ve ardında mistik bir performansın etkileyici izlerini bırakıyordu. 1960’ta Paris’te düzenlediği “Mavi Çağda Antropometriler” adlı sergisinin açılışında, takım elbiseyle meydana çıkan Klein, 20 dakika boyunca tek bir notanın çalınması ardından 20 dakika sessizzlik içeren Monoton Sessizlik Senfonisi eşliğinde, “canlı fırçalar” olarak adlandırdığı ve vücutları mavi renkte boyanmış üç çıplak modeli beyaz tuvallere yönlendirerek vücut baskılarını yapmıştı.
İkonikleşmiş diğer eseri Leap into the Void (Boşluğa Atlayış); 27 Kasım 1960 tarihinde 2. Avangart Festivali için Dimanche-Le Journal d’un Seul Jour (Pazar-Sadece bir gün için Gazete) isimli sahte bir gazete hazırlamış ve Paris gazete bayilerinde bir günlüğüne satışa çıkmıştı. Fotoğrafın yanındaki başlık şöyleydi:”Boşlukta bir adam! Boş alanların ressamı kendisini boşluğa bırakıyor! Bir binanın ikinci katından kendisini boşluğa bırakan kişi Yves Klein’dan başkası değildir.  Daha önceki denemelerinde kendisini sakatlayan Klein, bu son versiyonda boşluğa atlamak yerine kendisini bir ağın üzerine bırakır, daha sonra foto-manipülasyonla bu ağ resimden silinir.
Maddesizleşme üzerine çalışmalarından biri ise; galerisiyle tartıştığı bir gün, tüm eserlerini toplayıp onları soran olursa eserlerinin görünmez olduğunu ve almak isteyenlerin son derece görünür bir çek yazmalarını istemesidir. Bu satışı da gerçekleşir.
Aynı zamanda bir Rozikrusyen, siyah kuşak sahibi bir judocu olan Yves, seyircisiyle güçlü bir bağ kuruyor, geleneksel sanat anlayışının dışında eseler üretiyordu. Modellerine direktifler vererek onları canlı fırça olarak kullanan, alev makinalarıyla resim yapan, altın külçeleri karşılığında boşluğu satan ve satan alan kişinin kendisine verilen sertifikayı yakması halinde külçelerin yarısını Seine nehrine atan alışılmışın dışında düşünen ve hayallerini gerçeğe dönüştürme cesaretine sahip bir yetenekti.
 Kavramsal sanatın önemli isimlerinden olan Klein, 34 yaşında  geçirdiği üçüncü kalp krizinden öldüğü zaman,sekiz yıllık sanat hayatıyla performans, yerleştirme, kavramsal sanat ve kurumsal eleştirinin öncülerinden olmuştu.



Fahrelnissa Zeid

                                                         

Bir dönem Abdülhamid’in sadrazamlığını yapmış olan Cevat Paşa’nın kardeşi, asker, diplomat, fotoğrafçı ve tarihçi, edebiyat düşkünü, dönemin entelektüellerinden Şakir Paşa ile Giritli Sare İsmet Hanım’ın kızı olan Fahrelnissa Zeid, 20. yüzyılın hemen başında, 1901 yılında, İstanbul Büyükada’da dünyaya gelir. O sıralarda, Osmanlı İmparatorluğu oldukça zor günler yaşamakta, bir yandan bağımsızlık savaşları sürerken, diğer yandan Abdülhamid döneminin baskıcı iktidarı her yerde hissedilmektedir.
Fahrelnissa Zeid, Halikarnas Balıkçısı yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı ve ressam Aliye Berger’in kardeşi, seramik sanatçısı Füreya Koral’ın teyzesidir. Yazar İzzet Devrim ile evliliğinden olan çocukları ise ressam Nejad Devrim ve yönetmen, tiyatro sanatçısı Şirin Devrim’dir.
Kabaağaçlı ailesi, çocuklarının resim ve müzikle olan bağını, özel dersler aracılığıyla da sürdürür. Edebiyat, müzik ve resim, Şakir Paşa Ailesi’nin neredeyse tüm bireyleri için vazgeçilmez bir uğraştır. Zeid, resme 4 yaşında ağabeyi Cevat Şakir’e öykünerek başlar.
–Ağabeyi resim defterinden bir yaprak koparır, bir de kalem verir Nisa’ya, içinden ne geliyorsa çizmesini söyler. O gün oturma odasındaki neredeyse her şeyin resmini çizer.”Aferin Nisa, cesur kalem vuruşlarına bayıldım. Hele yaşına göre insana hayret veren bir görüş ölçün var. Yeteneklisin yavrum, her zaman yanında defter, kalem bulundur, hoşuna giden şeyleri durmadan çiz.” diyerek yüreklendirir onu ağabeyi Cevat-
18 yaşında, Sultan V. Mehmed Reşad’ın kurduğu İnas Sanayi-i Nefise Mekteb-i  Âlisi’ne girer. Daha sonra Paris’te Ranson Akademisi’nde Stalbach ve Bissiere’nin yanında; 1929-30 yıllarında da İstanbul’da Namık İsmail’in yanında resim derslerine devam eder.  1920 yılında, dönemin entelektüellerinden, romancı ve Reji İdaresi Umum Müdürü İzzet Melih Devrim ile evlenir. 1921’de ilk çocukları Faruk, 1923’de Nejad doğar. Faruk 1924’de vefat eder. Bu olaydan derinden etkilenen Fahrelnissa acısını hafifletmek için eşi ile birlikte Avrupa seyahatine çıkar. Değişik Avrupa kentlerine yaptığı gezilerde, Avrupa sanatını, sanatçılarını yakından tanıma olanağı bulur. En sevdiği sanatçının Brugel olduğunu keşfeder. 1926’da kızı Şirin Devrim’i dünyaya getirir. 1928’de Latin harflerinin kabulüyle ilgili Dolmabahçe Sarayı’nın Muayede Salonu’nda yapılan konferasta Atatürk’ün yanında oturur. Türkçe’nin seslendirmesi konusunda hangi harflerin kullanılacağının bütün gece süren tartışmalarının sonucunda sabaha karşı Atatürk’ün yeni Türk harfleriyle yazdığı ilk kelime “Fahrünissa” olur.
1934 yılında eşinden ayrılıp, Irak’ın Ankara elçisi Emir Zeid ile evlenir ve yeni görev yerleri olan Almanya’ya taşınırlar. Rilke ve Nietzche’ye hayran olur. 1936’da oğlu Raad doğar. 1942 yılında D Grubu’na ve sergilerine katılır. İlk kişisel sergisini 1944’de Maçka’daki evinde açar. 1946’da uzun yıllar yaşayacakları Londra’ya yerleşirler. 1947’de Londra’da St. George Galerisi’nde o kentteki ilk sergisini açar. Bu sergiyi Kraliçe Elizabeth’de gezer.
1947’de yaptığı “Soyuta Karşı Mücadele” adlı tablo sanatçının kariyerindeki yeni bir gelişmenin habercisi olan önemli bir resimdir. Bu resimde sanatçı ne tam anlamıyla soyut ne de tam anlamıyla figüratiftir, bir anlamda soyutla figüratifin mücadelesidir. Paris, Londra, New York, Brüksel ve daha birçok şehirde yapıtlarını sergiler.  
Eşi Emir Zeid’in 1970 yılındaki ölümü Fahrelnisa üzerinde derin bir iz bırakır. Portreler çizmeye başlar. Portre yapmak Fahrelnissa için yalnızlıktan kurtulmanın bir başka yoludur. 1976’da Amman’a yerleşir. 1991’de Amman’da 90 yaşında vefat eder ve oraya defnedilir.
Zeid, döneminin diğer birçok Türk sanatçısından farklı olarak resmin ideolojik yanı ile hiç ilgilenmemiş dünya siyasetinin hep içinde olduğu, tarihsel dönüşümlere tanıklık  ettiği, Doğu ve Batı dünyasında gerçek gelgitler yaşadığı halde özgünlüğünü korumuştur. Aynı zaman dilimini, değişik sanatçılarla paylaşmış, onlardan etkilenmiş, onları etkilemiş, benzer tartışmalara, modalara değişik sanatsal yanıtlar vermiştir. Zeid,  Batı modernizmini Doğu lirizmi ile birleştiren ender sanatçılardandır. Zeid’in sanat pratiği; minyatür kurgusuna uygun şekilde inşa edilmiş figürlü kompozisyonlarıyla erken dönem, vitray yüzeylerini anımsatan geometrik ve serbest soyutlamacı çalışmalarıyla olgunluk dönemi ve çoğunlukla portrelerden oluşan ve psikolojik anlatının ön plana çıktığı geç dönem olarak sınıflandırılabilir.



19 Ağustos 2017 Cumartesi

"Feyhaman Duran - İki Dünya Arasında" Sergisi




www.yenicikanlar.com.tr için yazdığım yazı
http://www.yenicikanlar.com.tr/paristen-yurt-gezilerine-feyhaman-duran-70588

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi 15. yılında 1914 Kuşağı’nın önemli isimlerinden Feyhaman Duran’ı  “İki Dünya Arasında “ Sergisi ile ağırlıyor.
Emirgan’daki müzenin iki katında 1000’i aşkın eseri,  Güzin Duran’ın  dedesi ünlü hattat Yahya Hilmi Efendi’den kalan Beyazıt’taki mütevazi ahşap ev ve  bahçesine inşa ettikleri atölyeden eşyaları,  nefeslerini sanatla aldıkları özel dünyalarını  müzenin muhteşem atmosferinde görme ve tanıma  fırsatı   buluyoruz. 30 Temmuz’a kadar sürecek sergi de ayrıca  Feyhaman Duran’ın  yaşam öyküsü  yurtdışı kaynaklardan elde edilen belgesel filmlerle yansıtılıyor.
Müze 15. yılına kendi değerlerimize sahip çıkarak, bu topraklardan yetişen bir sanatçıyla başlamak istemiş. Sergi  Feyhaman Duran’ın  hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemi yaşamış bir sanatçı olması nedeniyle  sadece  sanatçıyı değil  ülkemizin geçmişi de yakından tanıma fırsatı sağlıyor.
Atlı Köşkün  muhteşem bahçesinden geçerek girdiğimiz serginin girişinde  ‘Osmanlı Geleneğinden Cumhuriyet Modernizmine’ başlığı altında Tanzimat Döneminden 2. Meşrutiyetin ilanına kadar olan dönem ve Feyhaman Duran’ın doğumundan ölümüne hayatının anlatıldığı pano yer alıyor.
-1886’da İstanbul’da savaşlar ve siyasi çalkantılarla dolu bir dönemde doğan sanatçının hayatında Tanzimat sonrası hayata geçirilen reformlarla modernleşme koşulları belirleyici olmuş. Kadıköy Osmanağa’da doğan sanatçının babası hattat  ve şair Süleyman Hayri Bey, annesi Fatma Hanım’dır. Küçük yaşta anne ve babasını kaybettikten sonra dedesinin himayesinde Galatasaray Sultanisi’ne yazdırılarak müdür Abdurrahman  Şeref Efendi’ye emanet edilmiş ve II. Meşrutiyet’in edildiği yılda mezun olduğu okulda güzel yazı dersleri vermeye başlamış.  2. Meşrutiyet’in ilanı resim sanatı açısından da bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti Halife Abdülmecid Efendi tarafından kurulunca  gruba Feyhaman Duran’da katılmıştır. Mezuniyetinden sonra Mısırlı  Hıdiv Ailesi’nden Abbas Halim Paşa ile karşılaşması (fotoğrafına bakarak kızının portresini yapan Feyhaman’ın yeteneğinden etkilenerek diğer kızlarının da portresini sipariş etmiş ve yeteneğinin değerlendirilmesini düşünerek Paris’e göndermiştir.)   dönüm noktası olmuş ve akademik resim eğitimi için Paşa tarafından Paris’e gönderilmiş. 1911 yılından  1914’de 1. Dünya  Savaşı başlayana kadar Paris’te kalan Duran’ın dönüşte  aralarında bulunduğu ressamlar , ‘1914 Kuşağı’ olarak adlandırılmış  ve 1914’de  49 sanatçının katılımıyla Galatasaray Sergileri’nin ilki gerçekleşmiş.  1922’de Sanayi-i Nefise Mektebi’nden öğrencisi Güzin Hanım’la evlenip, 1938’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin projesi olarak gerçekleşen ‘Yurt Gezileri’ çalışmalarına eşiyle birlikte Gaziantep’e giderek bir süre orada kalıp kenti ve insanları resimlemiş. 1939’da Milli Eğitim Bakanı’nın önerisiyle İbrahim Çallı ile birlikte Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün portresini yapmak amacıyla Ankara’ya davet edilmiştir.  1943-1948’de İstanbul Deniz Müzesi’nden aldığı siparişle Hikmet Onat’la Topkapı Sarayı’ndaki resimli el yazmalarının  tuval üzerine yağlıboya kopyalarını yapmıştır.  6 Mayıs 1970’de 84 yaşında hayata veda eden Feyhaman Duran ardında resim, minyatür ve hat çalışmalarından oluşan yüzlerce parçalık önemli bir miras bırakmıştır.-
Sanatçı sağlığında verdiği kararla intifa hakkı eşinde kalmak koşuluyla, evini içindeki tüm eşya ve diğer varlıklarla beraber koruması amacıyla İstanbul  Üniversitesi’ne bağışlamış ve bir süre sonra eşinin de vefatıyla  Üniversite uzun bir ömrün geride bıraktığı bir dünyanın sahibi olmuştur. Sergi  iki kurumu  bir araya getirmesi açısından da önem taşıyor.
Sergide ilerlerken, Feyhaman Duran’ın babası Şair Süleyman Bey’in çok güzel bir çerçeve içindeki fotoğrafı ve yanında 141 beyitlik “Pendi-i Hayri” (oğluna geleneklerinden kopmaması için yazdığı manzum öğüt- aynı zamanda sanatçının hayatında pusula görevi görmüş) panosunu görüyoruz.
“Mümkün olursa eğer evlenme
Böyle yazmış de peder, evlenme
Evlenirsen de ara ehlini bul
Ol kadar eyle gayret ki yorul”
Güzin Duran’la yaptığı mutlu evlilikten de anlıyoruz ki bu ilk satırlar sanatçının hayatındaki pusula görevini yerine getirmiş.
Paris’te yaşadığı dönem, o yıllarına ait not defteri  ve çeşitli çizimler, kalemler ayaklı panoda sergileniyor  ve bilgilendirme panoları halinde sergi devam ediyor. Diğer bölümlerde;
“Gaziantep”, proje dahilinde kaldığı şehirde halkın ve mekanların resimleri yaparak hem şehri tanıtmış hem de şehir resim sanatını benimsemiş.
“Topkapı Sarayı”, 1940’larda sarayın hazinelerini yakından inceleyebilmesini sağlayan siparişleri almış ve  el yazmalarının, minyatür ve portrelerin nüshasını yapmış.
 “Yeni Ülke, Yeni Başken, Yeni Sergiler”, Başkent Ankara artık İstanbul’da olan etkinliklerin yeni adresi olmuş.
“Güzel Yazılar ve Yazı-resimleri”,hat koleksiyonu, yazdığı hatlardan ve Osmanlı hattatlarının güzel yazılarından oluşuyor.
“Portreler”, portreler tek tek kişileri temsil etmesinin dışında Türkiye’nin modernleşme sürecine dahilde ipuçları veriyor.
 “Poşadları”, Paris dönüşü yapmaya başladığı ve hayatı boyunca üretmeye devam ettiği poşadlarında İstanbul’un çeşitli semtleri görülmektedir. Işığın belirli ve anlık etkilerini yakalayabilmek için aynı konuyu günün farklı saatlerinde, farklı hava koşullarında yapmış.   Sergiyi gezmeye devam ederken karşımıza çıkan kıpkırmızı oda ve odada 150’den fazla poşadın tek bir duvarda sergilendiği bölümü görmek  serginin tekrar ziyaret edilmesi için önemli nedenlerden biri olabilir.
“Natürmortları”, bu tablolarda üslup değişkenlik göstermektedir. Bazıları daha gerçekçi ve akademik bazıları ise daha kişisel üslup gösteren eserler.
 “Güzin Duran’ın eserleri”  Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk mezunlarından olan Güzin Duran kendi kuşağındaki pek çok başka kadın sanatçı gibi, büyük ölçüde unutulmuş bir figürdür. Karagöz figürlerinden yola çıkarak gerçekleştirdiği 281 parçalı bir suluboya resim dizisi ve yine bu figürlerden ilhamla ürettiği deri işleri vardır.
Yoğun toplumsal dönüşüm içinde olan bir ülkede, modern eğitim veren bir okulda okumasına ve dönemin önemli sanat merkezi  Paris’te  öğrenim görmesine rağmen, doğduğu Osmanlı dünyasının gelenekleriyle ilişkisini hiç koparmayan Feyhaman Duran sergisi aynı zamanda ülkemizin yaşadığı dönemleri yakından takip edebileceğimiz bir sergi. Duran’ın sanatının farklı dönemlerini irdeleyen makalelerin yanı sıra Paris’e gitmesine sebep olan Hıdiv Ailesi’nin Osmanlı’nın son döneminde kültür sanat alanında rolünün incelendiği bir araştırmanın yer aldığı katalogda (katalog fiyatı 100 TL) sergiye eşlik ediyor.

Sabancı Üniversitesi Kurucu Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı’nın dediği gibi “Sanat birleştiriyor, iyileştiriyor güzelleştiriyor ve geçmişimizi, bugünümüzü anlamanın yeni yollarını gösteriyor.”  Feyhaman Duran Sergisi de  en azından bu nedenlerle gezilmesi gereken sergilerden.  Konsepti Sabancı Müzesi  Müdürü Dr. Nazan Ölçer’e, eş küratörlüğü   Prof. Dr. Gül İrepoğlu ve Dr. Nazan Ölçer’e  ait olan sergi Çarşamba günleri ücretsiz gezilebilir. Serginin sonunda  müzenin muhteşem manzaralı cafesinde  kahve içerek serginin tadı çıkarılabilir. 

22 Eylül 2014 Pazartesi

Words and Pictures

2014 İKSV Film Festivali’nde gösterilen Words and Pictures filmini  yeni seyredebildim. Başrollerini Clive Owen ve Juliette Binocle’nin paylaştığı filmin yönetmeni Fred Schepisi.        
 Resim mi üstündür, kelimeler mi?
Bir resim bin söze bedel midir?
Karizmatik ama edebi yeteneği inişe geçen yazar Jack  bir okulda edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Saygın ama hastalığından dolayı eski etkisi kalmayan ressam Dina sanat öğretmeni olarak Jack’in görev aldığı okulda işe başlar. Küçük küçük atışmalarla başlayan ilişkileri öğrencilerinin çabaları ile Resim mi  üstündür, kelimeler mi? Tartışmasına kadar gelir.  İki gruba ayrılan öğrenciler öğretmenleri eşliğinde Jack’in yazısı ve Dina’nın yaptığı bir eserle yapılacak bir sunumla Bir resim bin söze bedel midir? Sorusuna cevap bulmaya çalışırlar. Ve sonuçta aşk kazanır.
Edebiyat ve resim işlendiği, Juliette Binocle’nin oynadığı filmi seyretmek ve bloğuma yazmamak olamazdı.

3 Ekim 2008 Cuma

VENÜS'ÜN DOĞUŞU


Boticelli Sandro (1455- 1510 Floransa ) Yeni biçimlenmekte olan Rönesans resim anlayışı içinde özellikle kadın figürlerindeki incelikli ve lirik anlatımıyla tanınmıştır.
‘Venüs’ün Doğuşu’ adlı yapıtı Lorenzo di Medici tarafından ısmarlanmıştır. Sanatçı Medici ailesiyle yakın ilişki içerisinde olmuş , onların Platonik felsefeye dayanan hümanist anlayışlarını paylaşmıştır. Boticelli’nin en ünlü yapıtı olan tablo , tüm zamanların ve çağınında en tanınmış yapıtları arasında yer almaktadır.

Eser 1486 tarihlidir. Klasik mitolojide bir konunun görsel ifadesidir. Mediciler’in kır evi için sipariş edilen , dinsel bir içerik taşımayan , anıtsal boyutta yapıtların gerçekleştirildiği bir ortamda üretilen Venüs’ün Doğuşu’nda çizginin gene süslemeci anlamda kullanıldığı görülür.

Tablonun konusu kolayca anlaşılmaktadır. Bir istiridye kabuğu üzerinden denizden çıkan Venüs , uçan rüzgar tanrısı ve çiçek tanrısı tarafından , bir gül yağmuru altında karaya itiliyor. Venüs karaya ayak basarken Hora’lardan birisi , kırmızımsı bir örtüyle onu karşılıyor.

Kompozisyonun odağını denizin köpükleri üstündeki bir istiridye kabuğundaki Venüs oluşturmaktadır. Yukarıda solda iki allegorik figür yer almaktadır. Bunlar nefesleriyle denizleri dalgalandıran ve karaya doğru iten Batı rüzgarı Zephyros ile Çiçekler Tanrıçası Flora’dır. Sağda ise ağaçların yer aldığı bir tabiat görünümü içinde çiçekli elbisesiyle Venüs’ü karşılayan bir Hora tavsir edilmiştir.(Hora’lar doğada düzeni simgeleyen üç tanrıçadır.)

Kuruluş şeması üçgen çatıya göre şekillendirilmiştir ve yapıtın ana ekseni üzerinde Venüs yer almaktadır. Etkin tanrıça özelliğinin uzağında ve erotik bir havada gösterilirken doğayla bütünleşen bir kadın şeklini almıştır. Boticelli’nin Venüs’ü o kadar güzel ki , boynunu doğal olmayan uzunluğunun, sarkan omuzlarının, sol kolu vücuda bağlayan garip yöntemin farkına varmıyoruz. Çizgi zarifliği elde etmek için ,Boticelli’nin doğaya karşı bu özgür davranışı , çizginin uyumunu ve güzelliğini çoğaltıyor ve Venüs’ün gökyüzünün bir armağanıymış gibi kıyılarımıza itilmiş yumuşak ve zarif bir yaratık olduğunun izlenimini veriyor.

Doğa ve kadın olgusuyla temsil edilen tanrıça , hayat veren , ışıkla bütünleşen ve aşk ve güzellikleri yönlendiren sembolik bir öğe olmuştur.

Resimle ilgili teknik bilgileri yazdıktan sonra Boticelli ve özellikle Venüs'ün Doğuşu ve İlkbahar eserlerine duyduğum  yakınlığı da bura da paylaşmak istiyorum. Bu resimleri özellikle bloğumda paylaşmak ve yazmak istedim. Burada paylaşacağım her resim, her kitap benim için özel olan olacaktır. Üniversitede Rönesans dönemini işlerken bu tabloların gördüğüm an renkleri, figürleri, mitolojik öyküleri beni içlerine çekti. Şansıyım ki Ufizzi'de gerçeklerini görme şansım oldu, galerinin diğer bölümlerini gezip gezip tekrar tekrar bu tablolarının olduğu odalara gitmiştim. Büyük bir özenle Venüs'ün Doğuşu'nun röprodüksiyonunu alıp oralardan taşıyıp biraz büyük de olsa başucu tablom yaptım.

Ömür Bayramoğlu 3/10/2008