sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Mayıs 2022 Pazar

HAFTANIN RESMİ "HAYAT HÂLÂ LİMONLU, PORTAKALLI ve BİR GÜL" Francisco de Zurbaran

 
                       1633, tuval üzerine yağlıboya, 62.2x109.5 cm, Norton Simon Müzesi, ABD

İspanyol sanatçı Zurbaran (1598-1664) azizileri resmettiği tablolarıyla ünlüdür ama bilinen tek natürmort çalışması olan bu eserde sanatçının başyapıtları arasında değerlendirilir. Tabloda, bakan kişiye nesnelere dokunma hissi veren gerçekçilik hakimdir. Nesnelere bakarken kusursuz görünen düzende ileyiciyi içine almaktadır. 

Resimeki yalınlık ve tevazunun dinsel semboller taşıdığı, özellikle Bakire Meryem'e göndermede bulunduğu yorumlarını yol açmıştır. Bu açıdan bakıldığında da poratkal çiçeklerinin bekareti, suyla dolu fincanın saflığı, gülün de Meryem'i sembolize ettiği düşünülmüş. 

30 Ekim 2021 Cumartesi

HAFTANIN RESMİ - "KİTAP OKUYAN KADIN" Will Barnet


                                        1965, tuval üzerine yağlıboya, 114x88 cm, özel koleksiyon

Barnet'in en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen "Kitap Okuyan Kadın, eşi Elena'nın kedileri ile yaptığı çalışmadır. 

Barnet, Bostaon'da sanat almış ve çocukluğunda evlerinin deposunu atölyeye çevirip orada  başta Rembrandt olmak üzere ressamları taklit etmiş, ailesinin ve evdeki kedilerin çizimlerini yapmış. 

Resimlerindeki kuvvetli etkiyi, özneleri yatay ve dikey olarak yan yana koyarak ve koyu ve düz renkli şekilleri birleştirerek bir kompozisyon yaratarak başarmıştır. 

22 Ağustos 2021 Pazar

HAFTANIN RESMİ - "LİRİK ŞARKI" Silvestro Lega

 

            "Lirik Şarkı", 1867, Tuval üzerine yağlıboya, 158x98cm, Palazzo Pitti, Floransa, İtalya

“Lirik Şarkı” piyano başında şarkı söyleyen üç kadını gösterirken, arkalarındaki büyük pencere uçsuz bucaksız İtalya kıyılarına açılır. Üç figür barışı, hoş zamanı ve samimiyeti sergiler.

 Silvestra Lega, 15. yüzyıl  Floransa’sının detay ve düzenli yapı ilkelerine dayayan resim eğitimi aldığından resimde kadınların bel oyukları, perdenin kıvrımlarını tabloya yansıtmıştır.

 Yunan Mitolojisi’ndeki “Üç Güzel” i andıran tabloda yumuşak kahverengi renkler nostalji duygusu yaratır.


26 Aralık 2020 Cumartesi

Deniz Doğruyol "Benimle Başlamadı"

 Deniz Doğruyol  Galeri Bu Pavilion "Benimle Başlamadı" Sergisi üzerine

                                            


-“Benimle Başlamadı” isimli kişisel serginiz kolaj ve asamblaj diliyle meydana gelen eserlerden oluşuyor. Serginizin  çıkış noktasını öğrenebilir miyiz?

Toplumsal cinsiyet, aile, aidiyet, toplumsal norm gibi kavramları odağıma alarak; biriktirdiğim trajedileri ironik bir dille plastikleştiriyorum ve ‘‘Benimle Başlamadı’’ ama seninle de baslamadı diyorum.

-Sergide yer alan işlerinizden bahseder misiniz? Sergide sanatseverleri neler bekliyor?

Sergi, temelde kolaj ve asamblaj diliyle ortaya çıkardığım eserlerden oluşuyor. Sergi boyunca karşılaşacağımız eserlerde dünyanın pek çok yerinden topladığım nesnelerle bir dil ağı ördüğümü göreceksiniz.

Hatıramdaki gel-gitleri, hatırlamayı tetikleyen zihinsel ve fiziksel göçlerle biriktirdiğim nesneleri, anadilde/anakültürde normlarla şekillenen deneyimlerimi, kişisel mutluluk ve özgürlük sınırlarımın zorlandığı ajandami izlemeye açıyorum.

                                                               


-Serginizde de yer alan şiirinizde ifade ettiğiniz kavramları ve bunları kolajlarınıza nasıl yansıttığınızı, yansıtırken  kullandığınız ironik dili anlatır mısınız?

Sergide yer alan isler ; Anadilde düşünme ve anakültürde yaşamsal döngüde ödül ve ceza dilinin, şerginin siirinde de ifade ettiğim gibi insanın özgürlüğünü nasıl kısıtladığı, mutlu olmayı nasıl güçleştirdiği ile yüzleştiren bir tavır içinde\ ironik bir dil çünkü bu derdi çözmenin en iyi yolunun , beraber eğlenerek,  vedalaşmak olduğunu düşündüm, işlere de o şekilde yansıdı.

- Serginizde dünyanın pek çok yerinden toplanan nesnelerle bir dil ağı oluşturuyorsunuz. Eserlerinizde kendi dilinizi oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?

Anlatmak istediği derdini, en samimi hali ile ortaya koymalı işlerim. Samimiyeti dert ediniyorum ben.

Dolayısı ile ben bir fikrin üzerine çalışırken, önce yazarım, içimi dökerim , fikre dair tüm malzemelerim ortaya çıkar, sonra oturup içinde oynamaya başlarım ve bir bakmışım ortaya iş çıkmış. Benim dilim samimiyet, sonrasında iş kendini yaratıyor zaten.

                                                             


-“Benimle Başlamadı” serginizin hazırlık sürecinizi, bu süreçte yaşadıklarınız anlatır mısınız?

Uzun bir süreç aslında, karantina dönemi girdi araya ve 7 ay rotarli olarak açtık. Sergi, pandemi döneminde, atölyemde hazir bir sekilde açılmayı bekledi. Ben de o dönem üzerinde oynadım tabi ki, böylece işler de karantinadan nasibini alarak dönüştü ve gelişti. Eğlenceli ve keyifli bir süreçti. Ortaya çıkan sonuç beni çok mutlu etti.

-Çalışmalarınıza başlamadan önce konsepte mi karar veriyorsunuz?

Öncelikle fikir, sonra onu nasıl bir konsept ile sunmak istediğim ve tabi ki uygulama detayları...

Ben malzeme ağırlıklı çalıştığım için, uygulama detayları;  fikir ve konsepti doyurmak, onlardan onay almak, birebir dilini ortaya koymak zorunda, dolayısıyla üçü kol kola çalışıyor işlerimde.

-Sizi tanıyabilir miyiz? Sanatla yolunuz nasıl kesişti?

Ben Deniz Doğruyol, İzmir doğumluyum Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Tv Fotoğrafçılık bölümünde okudum. Benim malzemem yaşamın kendisi fikri ile çıktığım bir yol bu, dolayısı ile ben ilhamımı da, derdimi de , malzememi de yaşamdan alıyorum.  Los Angeles’da 6 sene kadar yaşadım, yaşadığım sürede Saddle Back Fine Arts’ dan resim üzerine eğitim aldim. Bu sürede Avrupa ve Amerika’ da bir çok solo ve karma sergide işlerim yer aldı. 2018 ‘de tutku ile bağlı olduğu İstanbul’a döndüm; Los Angeles’da Dadaistudio olarak Found object Art&Desing işler üzerine kurduğum atölye çalısmalarıma İstanbul’da devam ediyorum.

                                                                     


-Kendinizi istifçi, arşivci olarak tanımlıyorsunuz. “Aslında onun ruhunu satın alıyorum” diyorsunuz. Bu anlamda Deniz Doğruyol’u tanıyabilir miyiz?

Ben hem istifçiyim, hem arşivciyim, her ikisinin de hayatıma ve işlerime kattiği farklı roller ve değerler var.

Benim nesneler ile ilişkim biraz farklı, toplayıcılığım ve işlerimde malzeme ağırlıklı çalışmam da bundan

sebep, ben eşyaların ruhları olduklarına inanırım. 2-3 saniyede geldikleri yerlerin hikayesini fısıldarlar bana,

benim dünyama girerken yeni bir hikayenin parçası olmaya gelirler, bu benim onlarla oyunum.

Gelen, kimi zaman bende kullanabilir bir eşyaya , kimi zaman bir sanat serine dönüşürken , kimi zaman

enstelasyonumun bir parçası olur. Ve sürdürülebilir olur, zamansız olur.

-Güncel sanatı takip ediyor musunuz? Sizi etkileyen sanatçılar, sanat akımları hangileri?

Ben koyu bir Dadaist’ im diyebilirim,  dadaizimin o kural tanımayan duruşu, çağrışımlara dayanan anlatım yöntemleri, kuşkucu ve şaşırtmak isteyen tavrı , benim işlerim üzerine çalışırken en büyük motivasyonumdur. Deneysel bir dil ile isleri ortaya çıkarma halim ve isteğim ancak kuralsızlıkla kendini var edebilir çünkü.

Marcel Duchamp, Arman, Salvador Dali, Hans Bellmer,Man Ray, George Segal, Daniel Spoerri, Jean Tinguely, Otto Dix, Noah Purifoy beni etkileyen sanatçılar diyebilirim.

19 Eylül 2020 Cumartesi

Auguste Renoir- Kırda Dans





 

Renoir’ın birçok dans resmi vardır. 1883 tarihli Kırda Dans’ın havası oldukça farklıdır, kavalye diğer dans resimlerindekilerle aynıdır, fakat bu kez havası daha rahat resmedilmiştir, güler yüzlü ve doğal dam  ise Aline Charigot’un (kendi eşi) yüzüne sahiptir.

Güneşli bir gün, mutlu bir kadın yakışıklı bir adam bir bahçede dans ediyor. Yerde adamın düşmüş şapkasını görüyoruz. Elinde yelpazesi olan kadın, adamın kulağını fısıldadığı şeylere gülümsüyor. 

Usta sanatçı resimde bizimde müziğin sesini ve o atmosferi hissetmemizi sağlıyor. 

6 Temmuz 2020 Pazartesi

Çalıntı Eserler-Rose Dugdale


                                                       
     Wermeer, "Mektup Yazan Hanımefendi ve Hizmetçisi", 1670 civarı, İrlanda Ulusal Galerisi

Rose Dugdale, İngiliz varlıklı bir ailenin Oxford'da iyi almış kızı. Babası ile arası açılınca önce İrlanda Kurtuluş Ordusu'na katılır, IRA'ya destek sağlarken parası bitince 1973'de üç suç ortağı ile birlikte ailesinin bağ evine girdi. .Resimleri, gümüşleri, porselenleri çaldı. Ama suç ortaklarının taraf değiştirmesi üzerine yakalandı. Rose'un cezası ertelenir ama Rose bir yıl sonra başka üç arkadaşı ile tekrar çalmaya başlar. Elmas ticareti yapan aile Sir Alfred Beit ve eşi Leydi Clementine Beit'in malikasine girerler. Çifti ve hizmetçilerini bağlayıp Goya, Vermeer, Rubens'in bulunduğu ondokuz eseri alıp giderler. Kısa bir süre sonra yetkililere fidye ve İngiliz hapishanelerinde açlık grevinde olan dört siyasi tutuklunun Belfast'a gönderilmesini talep eden bir yazı ulaşır. Bu not ciddiye alınmaz ve Dugdale bir hafta sonra Atlas Okyanusu sahilinde bir kulübede bulunur.

7 Aralık 2018 Cuma

Ekin Su Koç, Tuğçe Diri, Tülay İçöz


Anna Laudel  Contemporary’de  6 Ocak 2019 tarihine kadar devam edecek olan, göç ve kimlik; geleneksel kültürel altyapı ile güncel üretim pratikleri  arasındaki bağ; varoluş süreci ve evren gibi farklı temalarda çalışan Ekin Su Koç “Hiçbir Yerde Mutlu”, Tuğçe Diri “Bir Başka Dünya”, Tülay İçöz’ün “Var-oluş Halleri” sergisi ile ilgili sanatçılarla sergileri ve eserleri üzerine konuştuk.
                                      


-Öncelikle sizleri tanıyabilir miyiz, kimdir Ekin Su Koç, Tuğçe Diri, Tülay İçöz?
ESK: İstanbul’da doğdum, lisans ve yüksek lisans eğitimlerimi burada tamamladım. Lisans eğitimi sırasında Erasmus Programı ile İspanya (Sevilla)’da bir yıl eğitim gördüm. Berlin’de yaşıyorum. Çalışmalarımı kültürler arası farklılıklar, kimlik, göç konularına odaklanarak sürdürüyorum.
TD: 1984 yılında Eskişehir’de doğdum ve 2010 yılında Mimar Sinan Üniversitesi, Uygulamalı Litografi Atölyesi ve Resim Bölümü’nden mezun oldum. İlk kişisel sergim, ‘Döngü’ teması ile 2016 yılında Anna Laudel Contemporary’de gerçekleşti ve işlerim birçok galeri ve fuarda sergilenip, özel koleksiyonlara girdi. Şu anda da İstanbul’da yaşamakta ve çalışmaktayım.
Tİ: 1974 yılında doğdum. 1997’de Hacettepe Üniversitesi Heykel Bölümü’nden mezun oldum. 2002’de Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’nde yüksek lisansımı tamamladım. Kendi atölyemi kurdum ve çalışmalarıma orada devam ediyorum. Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli sergi ve sempozyumlara katıldım. 
-Aynı mekânda değişik konseptlerde sergi açma fikrinin nasıl oluştuğunu  ve sergi hazırlık süreçlerinizi öğrenebilir miyiz?
ESK: Aynı mekanda 3 solo fikri aslında sanatçılara ait değil. Anna Laudel Contemporary’nin dokusu için, böyle bir serginin uygun olduğu fikri galeri içinden çıktı diyebilirim. Kişisel sergileri için çalışmaları süren sanatçılar arasından böyle bir birliktelik uygun bulunmuş. Ben Tuğçe Diri ile okuldan arkadaş olmakla beraber, Tülay Hanım’ı bu sergi ile tanımış oldum. Bu fikir bize sunulduktan sonra bir kez bir araya gelebildik ve sergilerimiz için düşündüklerimizi paylaştık. Benim için yoğun geçen ve bol yolculuklu bir hazırlık sürecinden sonra sergi kurulumu için tekrar bir araya gelerek, sanatçılar ve galeri ekibi olarak fikirlerimizi paylaştık, mekanda kendi alanlarına hapsolmuş üç ayrı görünüm yerine, akışkan bir şekilde galeriye yayılmaya karar verildi.
TD: Aynı mekanda değişik konseptlerde sergi açma fikrini bizlere sunan, galeri direktörü Ferhat Bey’dir. Heyecanlı ve keyifli bir sergi olacağını düşündüm. İçerisinde farklı disiplin ve medyumlarda çalışan sanatçıların yan yana gelmesi, hem izleyici hem de bizler açısından besleyici olacaktı. Mekanın katlı ve odalı olma hali ise bu fikri daha verimli hale getirdi ve organik dağılmamıza olanak sağladı. Ekin Su Koç ve Tülay İçöz’ün genel olarak üretim disiplinlerini bilmeme rağmen, sergiye koyacakları işleri bilmiyor ve heyecanla bekliyordum. En nihayetinde ortaya çıkan sergi, gayet çeşitli ve doyurucu oldu.
Tİ: Tuğçe ve Ekin’in Anna Laudel Contemporary’de sergi yapma planları varmış. Galeri mekanının 3 katlı ve odalı yapısı, farklı disiplinden bir sanatçının (heykeltraş) sergiye eklenme fikrini doğurmuş. Ben de o dönemde kişisel sergi açmak fikriyle bir konsept çerçevesinde heykeller üretiyordum. Birbirimizle diyalog içindeydik ve bu mekanda sergi için bir araya geldik. Birbirimizden bağımsız, her birimiz kendi konseptimiz içinde işler ürettik. Her bir katta bir sanatçının olma düşüncesi işler ortaya çıktıkça zaman içinde mekana organik bir yayılma olarak gelişti.
                                             

-Sergide yer alan çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
ESK: Berlin, Kopenhag ve İstanbul arasında mekik dokuyarak “Hiçbir Yerde Mutlu” sergisini şekillendirdim diyebilirim. İsmi de İngilizce’den hatalı bir çeviri olarak bir anlam bozukluğu yaratıyor. Ana dilinizi kullanamadığınızda “yabancı” bir dilde kendinizi anlatırken tam anlaşılmadığınızı hissedip yaşadığımız kararsız durumu özetliyor. Aitlik duygusunu ararken “hiçbir yerde” kalmış gibi hissediyor insan ve mutluluk duygusunda tutunmaya uğraşıyor. Sergi bütünüyle bu belirsizlik duygusuna odaklı.
Çoğunlukla üç şehirden topladığım materyalleri ve yolculuklar sırasında karşılaştığım kültürlerin bendeki etkilerini kağıtlara, kumaşlara ve tuvallere taşıdım. Kimlik sembolleri olarak kabul edilebilecek kumaş motifleri, farklı saç-ten renklerinde beden fragmanları, köklere işaret eden eski aile fotoğrafları, danteller, bir de eski illüstrasyon kitapları ve güncel dergilerden topladığım doğa imgelerini bir beden oluşturacak şekilde birleştirdim. Bitki ve çiçekler benim için hep şifa sembolleri oldu. Uzun süre bedenimde ağrı ve acımalar hissettiğim, genetik kökenli omurga, kemik, eklem sorunları yaşadım. Hastalıkların fiziksel olduğu kadarıyla ruhsal etkenlerle de ilgili olduklarını düşünüyorum, biliyorum. Bu noktada bireysel olduğu kadar toplumsal ruh sağlığı da işin içine giriyor. Üzerimizdeki yükler ile kırılganlaşan bir omurga tasviri olarak balık kılçıklarını kullandım, çiçekleri de genellikle bu omurgaya ya da ağrılarımın olduğu yerlere yerleştiriyordum ilk başlarda. Giderek bedenleri sardı bu çiçekler ve yükselmeye başladılar. Benim tedavim tamamlandı ve artık çiçekler, ağrıların değil şifanın sembolü oldular. Bütün bu sembollerle ve bitkilerle birleştirip bütünlediğim bu bedenler “tanınmaz halde”, biri ya da hiçkimse kısacası benim için çevremde akıp giden “yabancı” bedenlerin ya da benim yabancılığımın imgeleri gibi. Bunları üretirken kendimi ve kendi bedenim üzerinden toplumu iyileştirme hayali kurdum ve iyileştim de.
Resimlerde figürlerin bulunduğu mekanlara gelirsek, çoğu beyaz bir zemin üzerinde, yani aslında zeminsiz, mekansız, “hiçbiryerde” şekilleniyor. Bedenler boşlukta yüzüyor bir yere basmadan yolculuk ediyorlar. İzleyici de bu bedenler üzerinden gözleriyle bir yolculuğa çıkıyor. Çalışmaların isimleri de bu yolculukta bir yol gösterici gibi.
“Yuva Özlemi”, “Tek Kişilik Oda”, “Bekleme Odası”, “Yeni Bir Ülkeye Ayak Basmak” gibi isimler, yurt dışında yaşarken içinde bulunduğum duygu durumlarını anlatmaya yardımcı olurken, “Kişilik Bölünmesi” adını verdiğim kağıt üzeri kolajlar biraz daha sorgulayıcı ve yeni kültürlerde eski rollerle kendimi yeniden şekillendirmeye uğraşırken aldığım halleri görselleştiren çalışmalar.
Bir de son olarak, karanlık bir odada sergilediğimiz, epoksi içinde dondurduğum kuru çiçeklerin ve kolajların yer aldığı çalışmalar var. Kağıt üzeri boya çalışmalar da eşlik ediyor bu gruba. Serginin bilinç dışı kısmı gibi düşündüm bu odayı. Dili paradoksal bir biçimde daha doğrudan. Gündüz gözüyle çözemeyip rüyalarda farkına vardığımız gerçek hislerimiz gibi.
Bu kez gerçekten bir zemin var. Agresif bir biçimde boyanmış, atmosferik bir sahil ya da çalılık gibi mekanlar. Yeni bir ülkeye ayak basmak bütün umutlar yanında korku dolu da olabiliyor. Aydınlık rengarenk duyguların yanında, böyle duygu durumlarımız da var. Kendi karanlık yanlarımızla mücadele ediyoruz, depresyondan kaçmaya çabalıyoruz, insanların ön yargılarıyla uğraşıyoruz, bu sırada yalnız hissediyoruz… Bir yandan da aydınlık bir gelecek hayal ediyoruz ve kendi renklerimizi korumaya çalışıyoruz. Biraz bu hislerin dışa vurumu bu son çalışmalar. Sergide de içimdeki ikilik duygusunu desteklediler, koyu resimler ve açık resimler olarak ikiye bölünmüş oldu sergileme.
TD: Sergiye 3 seri ile katılıyorum. Kağıt üzeri desen, tuval üzeri akrilik, tuval ve dantel gibi birbirinden farklı fakat temelde organik olarak birbirini geliştiren seriler. Sergiye ismini veren ‘Bir Başka Dünya’ serisi, zamansız ve  mekansız, ütopik ve çocuksu resimsel bir dildir. Tuvallerde kullandığım çizgisel alanlar, kağıt üzeri desenlerde kendi gerçekliğinden çıkarak daha da sembolik bir hal alır. Aynı Tezhip sanatındaki süsleme öğeleri gibi, deseni, soyut zeminler üzerine anlık bir otomatizm ile birbirini tekrar eden motifler halinde sunuyorum. Son seri olan ‘Simbiyotik’ ise, ördüğüm danteller ile desenlerin, hem bir form, hem de bir düşünme pratiği olarak birbiri olmadan var olamayacağı, birlikte hayat bulacağı bir dil sunuyor.
Tİ: Sergide 6 ahşap heykelim bulunuyor. Serginin ismi; Var-oluş Halleri. İnsanın, doğanın, evrenin varoluş sürecinde; oluşma, gelişme, var olma halleri üzerine düşüncelerden oluşuyor. Heykeldeki dalgalar, Big Bang’den gelen aynı kaynağın dalgaları; evreni, doğayı, insanı, hayvanı yaratan dalgalar, frekanslar. Heykellerdeki tamamlanmamışlık oluşum sürecinin devam ettiğini belirtiyor. Heykellerdeki hareketlilik, dönme ve salınım bir ritim oluşturuyor. Evrenin ve dünyanın döngüsü ile yaşamın ritmine yönelik bir yapıyla benzeş bir ritim. 
                                                       

-Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
ESK: Sanat eğitimi almaya hiçbir zaman karar vermedim aslında. Bir seçim hiç olmadı. Babamın ressam olmasından dolayı hiç bitmeyen bir eğitim içinde buldum ben kendimi. Ev sürekli biraz da atölyeydi.
TD: Çocukken resim ödevlerime ailemin hiç yardım etmemesi, bununla beraber, çözüm olarak kendime bir dünya yaratmam ile başladı diyebilirim. Lise yaşlarıma geldiğimde gene ailemin beni Güzel Sanatlar Lisesi’ne yönlendirmesi ile gelişen bir süreçtir bu. Bittiğini de düşünmüyorum.
Tİ: Sanat eğitimi almaya lise yıllarımda karar verdim. Lisedeyken iyi resim yapardım ama sanatı bir iş, bir yaşam biçimine dönüştürme fikri, Ankara’da bir tiyatro çıkışında tanıştığım bir grup ressam sayesinde oldu diyebilirim. Resim okumak için girdiğim üniversitede elime çamur değince, 3 boyutla tanışınca, heykel yapmaya karar verdim.    
- Çalışmalarınıza bir konsept belirleyerek mi başlıyorsunuz ve nelerden etkileniyorsunuz?
ESK: Hayatımın merkezine oturan konular oluyor, bu bir dönem “aile” kavramıydı. Sonra doğaya odaklandım. Bu sergide ise “kimlik, göç” kavramlarına odaklanıyorum. Dediğim gibi, hayatımın odağındaki konuları deşiyorum ve bu konular incelenip, araştırılıp bitmek yerine birbirlerine eklemlenerek büyüyorlar.
TD: İşlerimi en çok, o an içinde bulunduğum ruh hali tetikliyor. Bu, doğal bir refleks olarak okuduğum kitabı, izlediğim filmi seçmemi sağlıyor ve bir karın ağrısı oluşturuyor. Defterim (sığınağım) yanımdan hiç eksik olmadığı için buradan üretim sürecine geçişim kolaylaşıyor. ‘Bir Başka Dünya’ serisine başlamam Ursula Le Guin’in, kitapları ile beni bu zamanki realiteden kaçırması ile başladı. Alt okuma yapmak gerekirse; kabul etmek istemediğim bir ülke süreci ve benim ondan çıkış yolum diyebilirim. Resimlerimi ütopik yapan da budur.
Tİ: Çalışmalarım bir konsept çerçevesinde gelişiyor. Heykellerim içinde bulunduğum dönemdeki düşüncelerim, fikirlerim, okumalarım doğrultusunda oluşuyor. Son dönemde yaşadığım kayıplar beni varoluşa, hayata, evrene dair arayışa, okumalara ve araştırmaya yöneltti. Ve son dönemdeki işlerim de, buna yönelik şekillenmeye başladı. Kendime sorduğum sorulara bir cevap olduklarını düşünüyorum.                     
- Sanat tarihinde sizi etkileyen sanatçılar kimler ve güncel sanattan takip ettiğiniz sanatçılar var mı?
ESK: Odaklandığım konularla ilgili okumalar, araştırmalar yapmaya çalışıyorum. Son zamanlarda ilgimi çeken Post-Humanism kavramını araştırıyordum ve Berlin’de (maalesef sadece bir kere katılabildiğim) bir okuma grubuyla Donna Haraway’in Cyborg Manifesto’sunu okumaya başladım. Yeni bir kimlik, cinsiyet ve beden algısından bahsediyor Haraway ve bunu tanımlarken Antik Çağ’da geçen Kimera (chimeras) kavramını bir benzetme yapmak için kullanıyor. Bu kavram beni etkiledi. Kısaca tanımlamam gerekirse Kimera; ayrı hayvanların beden parçaları ile oluşan tek bir hibrid hayvan bedeni, bir yaratık diyebilirim. Bir de, DNA karışık birleşimlerini tanımlamak için de kullanılan bir terim anladığım kadarıyla. Bu benim oluşturduğum bedenleri de özetliyor gibiydi, farklı ten renklerinde birçok kol, bazen bir bazen hiç bacak, biraz saç, biraz omurga ya da canlı olmayan sembolik kumaş ya da yazı parçaları ile oluşan bedenler…
Martin Gropius Bau’da gördüğüm Ana Mendieta performans videoları ve Earth-Body kavramı da beni çok etkiledi. Farklı bir disiplinde onunla benzer bir şeyi aradığımı, doğayla bedeni birleştirmeye çalıştığımı düşündüm.
Bundan önce sürekli izlediğim araştırdığım Anselm Kiefer’in çalışmaları, çok çeşitli malzemeleri bir araya getirerek oluşturduğu doğa alanı resimleri ve sadece elbiselerle imlediği figürleri beni hep etkiledi.
Kiki Smith’in kocaman boş beyaz kağıt yüzeyi üzerinde, sadece cılız çizgilerle yaptığı hayvan ve insan figürleri de boşluğu ve sadeliği sevmemi sağlayan şeydir. Kırılganlığı ve zarifliği ancak yakından bakıldığında hissedilebilen işleri, kağıtla ilişkimi kuvvetlendirdi ve çeşitlendirdi diyebilirim.
TD: Sanat tarihinde beni etkileyen pek çok isim var, o yüzden genel bir akım/dönem desek daha doğru olur benim için: Sembolizm ve Gerçeküstücülük. Akademi zamanlarımda sanırım en çok bu dönem sanatçılarının işlerine yoğunlaşmışımdır. Yeni teknik arayışları, bireysel varoluş çabaları ile empati kurduğum için olabilir. Bir de, Rönesans sanatçılarından; Piero Di Cosimo. Erwin Panofsky’ nin ‘İkonoloji Araştırmaları’ kitabında, altını en çok çizdiğim sanatçıdır. Güncel sanattan keyifle takip ettiğim ve ilk aklıma gelen isimler ise; Adam Lee, Siro Cugusi, Tayfun Erdoğmus, İpek Duben.
Tİ: Kendi sürecimde, farklı dönemlerde, sanat tarihinde ve güncel sanatta birçok sanatçıdan, akımdan ve fikirden etkilenmişimdir; ama bunu tek tek isim vererek söylemek zor.

17 Haziran 2018 Pazar

Ahad Saadi ile Azarnegari üzerine söyleşi


                                                        Fırçası Ateş, Boyası Kumaş;
                                                       Ateş ile kumaşın büyülü dansı...
                                                                   

Eserlerinin hiçbirinde kalem ve boya kullanmayan, “Azarnegari” sanatını icat eden Ahad Saadi ile 3 Temmuz 2018 tarihine kadar Emaar Square Mall Art Gallery’de devam edecek olan “Aşk ve Yaşam Temalı AZARNEGARİ” Sergisi ve sanat yaşamı üzerine konuştuk.
-Sanatsal çalışmalarınızdan, kendinizden , “Azarnegari” tekniğinden bahseder misiniz, ilk nasıl keşfettiniz bu tekniği?
1980 yılında Tebriz’de doğdum ve büyüdüm. Çocukluktan itibaren ateşle oynamayı çok severdim ve 8-9 yaşlarımda evimizin bahçesinde ateşle ile deneyler, denemeler yapardım. Çok yaramaz ve tehlikeli bir çocuk değildim. Aslında ailem ateşten uzak tutmaya çalıştı ama yaptıklarımın deneyim halinde olduğunu görünce evimizin bahçesinde deneyler yapmama izin verdiler. Babam Tebriz’de halı taciriydi, onun yanına giderdim. Orada çalışanların çizdiği desenlere bakardım, desenler, çizimler her zaman gözümün önündeydi.  İlkokulda da enteresan resim çalışmalarım vardı.
Sonra bir gün hatalı olarak korun yan tarafta duran annemin kumaşlarına sıçraması ile başladı herşey. Korun kumaşları yakması ve birbirine yapışmalarını gözlemlememle sanatımım ilk oluşumları meydana geldi. Ateş söndü o anda ama kumaşlar polyester olduğu için birbirine yapışmıştı. Sonra makas ve ateşin malzemeleri geldi. İlk eserimde; A5 boyutunda idi. Çalışırken  üzerinde yeşil olsun dedim-yeşillik oldu, mavi olsun dedim - deniz oldu, küçük bir tekne. Ortaya çıkan tabloyu annem ve babamda çok sevdi. Bu tablo Tebriz’de evimizde koleksiyonumda duruyor. Tabloyu ailemin sevmesi de bana pozitif etki yaptı. Böylece başlamış oldum. 1999 yılında da ismini koyduk. Araştırdık, hocalarla konuştuk. Azarnegari benim bir anlamda çocuğum ve ona ben isim vermek istedim.  “Azar” ateş, “Negari” çizim yapmak demek yani “ateşle çizim yapmak”. Farsça bir kelime. Ben fırça, boya, yapıştırıcı kullanmıyorum. Ateş ve kumaş benim malzemelerim. 2011 yılında  da üniversitede Grafik Bölümü’ne girdim fakat Azarnegari üzerine fazla düşemeyeceğimi düşünerek ayrıldım ve kendimi sadece sanatıma verdim.
Küçük kumaş parçalarını 20-25-26 kat yakarak ortaya çıkıyor işler. Mesela sarı renk için bir çok rengi bir araya getirip yakmak gerekiyor, ona göre tonlarında da farklı renkler denemek gerekiyor. Renkleri deneyerek buluyorum. 19 senenin çabasıdır bu tablolar, işler. Bazen bir hadise ile çıkıyor kendisi gibi, bazen cesaret o hadiseyi çıkarıyor. Bana bazen “sanat delisi” diyorlar. Doğru aslında. Hakikaten emek var. Ben atölyemde günde 8-10 saat çalışıyorum. Eşim Parisa’da sanatçı, onun sağladığı pozitif enerji ile de bazen 15 saate kadar çalışabiliyorum. Ruhum o kadar çok doyuyor ve eğleniyor ki başka birşeye ihtiyaç duymuyorum
-Sanatınıza , eserlerinize olan ilgiden memnun musunuz?
 2008 tarihinde Azarnegari tekniği, İran’ın başkenti Tahran’da Milli Kültür Bakanlığı uzmanlarınca onaylandı ve yeni bir sanat tekniği olarak adımla kayıtlara geçti. Aynı yıl, İran Milli Kültürel Yayınlar ve Eserler Kurumu tarafından da resmi eser olarak kayıt altına alındı. 2014’te İran İstanbul Başkonsolosluğu tarafından İstanbul’da gerçekleştirilen törende Türkiye’de yaşayan en ünlü isimlerin içinde takdire layik görüldü ve “İran’ın Değerleri Ödülü” takdim edildi.  İran’ın Bilim Bakanı, Azarnegari tekniğini Unesco  kurumuna gönderilmek üzere seçti, Unesco senede bir kere toplanıyor ve beş sene içinde de sonuç çıkacak. Bu da çok büyük gurur verici benim için.
-Çalışmalarınızda nelerden ilham alırsınız?
Sanat güzel olsun, emek olsun, mesajı olsun. Bu üçgeni kurduğun zaman bir sanat eseri çıkıyor ortaya. Ben bu güzellik, emek, mesaj yolunu seçtim. Yaşamda çok sıkıntı var. Açlık, savaşlar, gergin insanlar. Negatif enerjiyi herşeyden alıyoruz. Ben tam tersini yapmaya çalışıyorum. İnsanların çok çalıştıklarında dinlenmesi gerekiyor ruhumuzunda öyle. Ben sergilerimde bunu başardım, görüyorum. Gelenler başka bir atmosferde olduklarını hissettiklerini, çalışmalarımın içine girdiklerinde pozitif enerji aldıklarını söylüyorlar. Sanat dendiğinde de insanın ilk aklına gelen güzellik değil midir? Aşk- sevgi ve yaşam. Bir de zaman tek yönlüdür. Ama ben eski tablolarıma baktığımda bana zaman dönüyor. Benim açımdan bu kazanmak oluyor. Ne kadar özel tablo ortaya çıkarırsam zamanı o kadar az kaybetmiş oluyorum.
                                                    

-Sergide üç boyutlu çalışmalarınızda var. Heykelleriniz hakkında neler söylersiniz?
Dünyada heykelin bambaşka bir yeri var. Ben de heykel çalışmalarıma 2012 gibi başladım. Heykelde de bambaşka bir hal alıyor Azarnegari. Resimden daha fazla zaman ayırmam gerekiyor. Arka taraflarını daha fazla koruma yapmam gerekiyor. Heykel işlerimi de çok seviyorum. İşime çok odaklanıyorum, bazen uykuda işin devamını görüyorum. Bu heykel çalışırken daha çok oluyor. Fikrin en verimli, en temiz olduğu anlar uyku anları, dışarıdan bir etki de olmuyor. Çalışırken işlerimi o kadar çok düşünüyorum ki rüyamda bile devam edebiliyorum.
-“Azarnegari”nin  bütün zamanınızı aldığınızı söylediniz ama başka uğraşlarınız, hobileriniz var mı?
12 senedir Jeet Kune Do çalışıyorum. Bu sporda da çok iyiydim. Dediğim gibi Jeet Kune Do’da çok çalışmak isteyen bir spor. Zamanında araştırdım o konuda çok iyi hocalarda var ve bir süre, bir yaştan  sonra bu sporu aynı seviyede yapamazsın. Ama sanatta bu tersi olabiliyor. Ben bu iki yolumdan sanatı seçtim. Jeet Kune Do’nun sanatım üzerinde çok önemli etki oldu ama. Özellikle kasları kontrol etme  ve nefesi tutma konusunda. Çünkü işlerimi yaparken kasları ve nefes çok önemli. Ayrıca Azarnegari çalışırken pozitif olmak gerekiyor çünkü ateş darbelerini iyi ayarlamazsan kumaş bozuluyor.
-Son olarak Emaar Square Mall Art Gallery’de açılan serginizden bahseder misiniz?
Sergim Aşk ve Yaşam Temalı Azarnegari. İran’ın eski kültüründen olan (tezhip ve minyatür) desenlerden ilham alarak yaptığım modern resimler. Düşüncelerimi, hissettiklerimi ve duygularımı felsefi hikâyeler, mitoloji  üzerinden aktarıyorum. Anlatımda da; dünya barışı, insan sevgisi, aşk, güzellik temalarını kullanıyorum. Bu sergi de her zaman söylediğim gibi aşk ve yaşam temalı. Tamamen özgün çalışmalar. Açılışı Sayın Prof.Dr. İlber Ortaylı yaptı. Emaar Square Mall Genel Müdürü Sayın Müge Tuna, Başarılı iş kadını Sayın Demet Sabancı konuşma yaptılar. Sergiden, ilgiden çok memnunum.

1 Aralık 2017 Cuma

Füreya Koral Retrospektif Sergisi



                                       

İlk çağdaş seramik sanatçılarından Füreya Koral’ın aramızdan ayrılışının 20. yılı anısına, 60. yılını kutlayan Kale Grubu,  Füreya’yı “anmak kadar anlamak” gerektiğininde önemini vurgulayarak  Füreya’ya özgü bir bakış açısı ile sanatçıyı Akaretler’deki Sıraevler’de sanatseverlerle buluşturuyor.  
Karoly Aliotti, Nilüfer Şaşmazer ve Farah Aksoy küratörlüğünde gerçekleşen en kapsamlı retrospektif sergide, sadece Füreya’nın ürettiği seramik nesneler, tabaklar, porselenler ve duvar panoları değil; aynı zamanda fotoğrafları, kişisel eşyaları ile aile bireylerine dair bilgi ve belgelerde sunuluyor.
Sanatı müzelere “hapsetmeye” karşı çıkan sanatçının ölümünden sonra birçok üretimi Türkiye’nin dört bir yanına dağılsa da bu sergide farklı kaynaklardan toplanarak bir araya getirilen eserler, Füreya Koral sanatı ve seramik anlayışı hakkında ziyaretçilere kapsamlı fikir veriyor.
Füreya Koral, dağılan bir imparatorluğun ve yeni açılan bir çağın çocuğu olarak 2 Haziran 1910 tarihinde Şakir Paşa ailesinin üyesi olarak  Büyükada’da doğar. Hem Osmanlı yaşam kültürünü, hem de Cumhuriyet kültürünü benimser.
Kuşaktan kuşağa aktarılan sanat, tarih, edebiyat, müzik sevgisi içinde büyür.Teyzeleri Fahrelnisa ve Aliye ile beraber evde keman dersleri almaya başlar, daha sonra Notre Dame de Sion  Fransız Lisesi’nin ilkokuluna kaydolur. 1929 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne başlayan Koral babasının hastalığı  nedeniyle ailenin maddi durumu kötüleşince mezun olmadan okuldan ayrılır. 1930’da Bursalı Selahattin Karacabey ile Büyükada’da evlenir ve Bursa’ya taşınır. Kısa sürede boşanarak İstanbul’a ailesinin yanına taşınır. 1935’de kendisinden yaşça büyük olan Kılıç Ali ile evlenen Füreya, Ankara, Yenişehir’de yaşamaya başlar. 1938’e kadar Mustafa Kemal’in yakın çevresinde bulunur. Mustafa Kemal’in vefatının ardından tekrar İstanbul’a taşınır. Füreya’ya 1947 yılında verem teşhisi konur. İsviçre’deki sanatoryumda Polonyalı bir sanatçıdan resim dersleri alır, daha sonra teyzeleri Fahrelnisa ve Aliye’nin gönderdiği malzemelerle seramik denemelerine başlar. Böylece  sanatoryumda, benliğinin tüm parçalarını bulup  onu iyileştirecek olan seramikle tanışır. İsviçre’deki tedavisinin ardından gittiği Paris’te, Fransız eleştirmen Jacques Lassaigne ile tanışan Füreya, daha sonra yakın dostu olan eleştirmenin kaleme aldığı hikayelerin bulunduğu defterlere  çoğu gece temalı desenleriyle katkıda bulunur.  1951’deki ilk seramik çalışmalarından biri olan kitap formundaki  eserde, Baudelaire’nin “Şu yıldızlar olmasa, ey Gece! Işıkları/ Bildik bir dille konuşan, bayılırdım sana!/ Tutkunum ben çünkü boş, kara , çıplak olana! (çeviri:Sait Maden) mısralarını yazar.
Paris’te bulunduğu dönemde seramik çalışmaları yapmanın yanı sıra bir litografi atölyesine  de devam eden Füreya, burada 1950-51 tarihli bir dizi eser ürettir ve bu eserlerini 1951’de Galerie M.A.I.’ de açtığı ilk sergide sergiler. Daha sonraları ise teyzesi  Ali’ye Berger’in litografileriyle adını duyurmaya başlamasının üzerine litografi yapmayı bir kenara bırakarak seramiğe yoğunlaşır.
Paris dönüşü Kılıç Ali ile Harbiye’ye yerleşir. 1954 yılında sanat üretiminin bir parçası olan bohem hayatını kabul edemeyen Kılıç Ali ile boşanır.
1950’li yılların ortalarından 1970’lerin sonuna uzanan süreçte, Füreya aile ve arkadaş çevresine özel olarak tabaklar, kaseler, vazolar ve kahve fincanları başta olmak üzere günlük hayatta kullanılan çeşitli objeler tasarlar. 1950’lerin sınırlı imkanlarıyla üretim yaptığı dönemde Göksu’da konumlanan Hasan Togay Çömlek Atölyesi’nden temin ettiği malzeme ve teknik yardımla sayısız ev içi objesi üretir. Farklı teknik ve sır denemelerinin de görüldüğü objeler, aynı zamanda sanatçının maddi geçim kaynaklarından birini oluşturur. Füreya için tabaklar, resim-seramik ilişkisi bağlamında sınırların araştırıldığı başlıca formlardan biridir. Sanatçı, 1200-1300 derece ısıda fırınlanan çamurun kırınganlığını kaybederek dirençli ve az gözenekli hale geldiği tekniğe verilen ad olan gre(stoneware) ile 1970’lerin sonunda balık, kuş, çiçek, ağaç gibi doğa figürlerine sahip tabaklar tasarlamanın yanı sıra, soyut kompozisyonlu tabaklar da ürettir. “.. Bu tabakları, yemek tabağı olarak düşledim. Duvar tabağı olarak düşledim. Gre tekniğiyle gerçekleştirdiğim içinde bu tekniğin gereği yüksek ateş dolayısıyla çok az renk kullandım. Üçü beşi bir duvarda bir araya geldiğinde değişik pano görüntüsü verdiler. Böylece seramiği evlerin içine, duvarlarına sokmuş oldum.” diyerek düşüncelerini dile getirir.
                                                         

Seramiğin evlere dahil olması ve günlük yaşamda kullanılabilmesi gayesini savunan Füreya, sehpa üzerine ve şömine etrafına özel pano tasarımları da gerçekleştirir. İstanbul ve Ankara’da çarşı, han ve diğer kamusal mekanların içinde bulunduğu çok sayıda mimari yapı için büyük panolar üretir. 1954-1975 yılları arasında ürettiği büyük ebatlı seramik duvar panolarının bazılarının izi bugün sürülemiyor.
1973 yılında Arif Paşa apartmanının girişine taşınır. Bu süreçte gerekli masrafları karşılamak için elinde kalan birçok mobilya ve eşyayı satışa çıkarır. Burada dairesinin penceresinden gördüğü sıra evlerden aldığı ilhamla yeni bir seriye başlar. Seramik sanatının doğası gereği üretmiş olduğu evlerin formunda var olan iç-dış ayrımı, yaşamının son evresinde  artık bir parçası olmadığını fark ettiği yeni toplumun  hız ve yapısına dair gözlemleriyle, ‘içi boş’ insan figürlerinden oluşacak bir heykel serisinin de temelini oluşturur.  1980-85 yıllarında en çok bilinen çalışmalarından olan “Evler” serisini üretir. 1990 yılında “Yürüyen İnsanlar” adlı pişmiş toprak heykelcikleri üretir.
                                                   

 Füreya, 1964 yılında teyzesi Fahrelnissa’ya yazdığı mektubunda,”Tüm bunları yapmış olduğuma hâlâ şaşırıyorum. Bu cesaretten de ötesi...” diye yazar ve ekler: “Bir iki ay önce Osmanbey’deki yeni bir bankanın küçük duvarını seramikle süslememi istediler, duvara çizmek gerekiyordu; ben de iskelelerin üstüne çıktım ve yanımda işçilerle orada işimi yaptım. Uzun zaman önce Londra’da ya da Paris’te iken bana ‘Seni yanında mimarlar ve işçilerle birlikte büyük binaların üstündeki iskelelerde görüyorum’ dediğin günü hatırladım. O zamanlar söylediklerin o kadar imkansız, uzak görünmüştü ki... Bunu yapabilecek miyim, demiştim kendi kendime. İyi tahmin etmişsin, bugün neredeyse sadece hep çok arzuladığım ve uğruna büyük fedakarlıklar yaptığım bu tür çalışmaları yapıyorum. 1951’de, İstanbul’daki ilk sergimde ressamlar bana seramiği mimariye tekrar dahil etme fikrinizi asla kabul ettiremezsiniz demişlerdi; işte oldu; artık büyük bir bina olduğu anda duvarlara seramik yaptırmaya başladılar.”
1992 yılında Yavuz Turgul’un “Gölge Oyunu” adlı filminde Şener Şen ve Şevket Altuğ ile birlikte kısa bir sahnede rol alır. İlk evliliği sırasında iki kere hamile kalır, iki çocuğunu da kaybeder. İçinde kalan çocuk özlemini  kardeşinin kızı Sara ile giderir. Onu nüfusuna geçirir ve seramik dışında kalan hayatını ona ayırır.

                                      

1997, 25 Ağustos’ta vefat eder. Arif Paşa Apartmanı’ndaki evinde, büyük amcası Sadrazam Cevat Şakir Paşa’dan kalan koltukta, elinden hiç düşürmediği sigarası ile. Şimdi yaşama başladığı yerde, Büyükada’nın çamları altında, büyük babası Şakir Paşa’nın yaptırdığı Müslüman Mezarlığı’ndaki aile kabristanında yatıyor.
Doğu ile batı kültürünü eşsiz bir şekilde sentezleyen, Akdeniz turkuazına tutkun bir seramikçi olan Füreya’nın 200’e yakın eserinin bir araya getirildiği sergi 18 Kasım 2017- 18 Ocak 2018 tarihleri arasında ziyaret edilebilir.

*Sergi metinleri kaynak olarak kullanılmıştır. 

11 Kasım 2017 Cumartesi

Peter Doig


                                                       




Eserlerinde realistik çizimleriyle fantastik ögeleri bir arada kullanan yaşayan en ünlü ressamlardan Peter Doig, 1959 senesinde Edinburg’da dünyaya gelir. Gemicilik şirketinde muhabesi olarak çalışan babasının işi nedeniyle aile yaşadıkları yerde üç seneden uzun zaman geçiremeden taşınmak zorunda kalır. Doig 17 yaşında çalışmaya karar  verir ve evden ayrılır.
Kanada bozkırlarında petrol kuyuları açmaya gider. Bozkırın uçsuz bucaksızlığı, ona kendisini kırılgan hissettirmektedir. Geceleri resim yapar. Bu işe devam ederse birçok arkadaşının başına geldiği gibi ellerinin sakatlanacağını düşünerek kuyularda çalışmaktan vazgeçer.
19 yaşında Central Saint Martins’de eğitim almak için Londra’ya taşınır. Etrafı deneysel filmler çeken yönetmenler, koreograflar, dansçılarla doludur. Sürekli resim yapar, aynı zamanda arkadaşı yönetmen Derek Jarman’ın deneysel bir filminde rol alır. Aynı dönemde İngiliz ulusal Opersı’nda kostümler ve setler üzerinde çalışmaya başlar.
1989’da Chelsa College of Art and Desing’da yüksek lisans çalışmalarına başlar. O dönemde Londra’da birçok galeri açılmaktadır. Turner ödüllü sanatçı Chris Ofili ile arkadaş olurlar. Sürekli denemeler yaparak boyanın neler yapabileceğini bu dönmede keşfeder, eserlerinde hikâyenin hepsini anlatmak yerine yerine seyirciyi hikâyeye dahil etmek ister. Mezun olunca Kanada’ya döner ve film endüstrisinde çalışmaya başlar.
80’lerin unutulmaz, çağımızın kült korku filmlerinden “Friday The 13th” (13. Cuma) nın bir sahnesinden çok etkilenir. Gölün üzerindeki bir kanonun içindeki kız ile beraber sürüklenme görüntüsü onu resmen çarpmıştır. Sanat hayatının önemli noktalarından bir tanesi o film karesinde gizlidir. Görüntü ona Munch’u hatırlatır. Filmi yavaşlatır, görüntünün bir fotoğrafını çeker. Daha sonra bu filmden esinlenen brçok esere imza atar. Bunlardan bir tanesi; 1990 tarihli “Swamped” dir. Swamped, yakından incelendiğinde kano ve etrafındaki ağaçların göl üzerindeki yansımalarının, manzaranın kendisinden farklı olduğu fark edilir.  Gölün üzerindeki yansımalar başka bir dünyaya ait gibidirler. Doig, eserlerinde sıklıkla yansımalarla oynar ve onlar hakkında şöyle der: “Aynalama önümde yeni bir dünya açtı. Tanınabilir bir gerçeklik olmaktan çok daha büyülü bir şeye dönüştü.”
1993 senesinde, donmuş bir göl üzerinde duran, adım atıp atmayacağına karar vermeye çalışan genç bir adamı tasvir ettiği resmi “Blotter” ile 1957’den beri her iki senede bir verilen John Moores Resim Ödülü’nü alır. Resimlerinde kendisine modellik yapmış olan kardeşi, üzerinde durduğu donmuş göldeki yansımasına bakmakta , adım atmakla atmamak arasında kararsız kalmış gibidir.
2006 yılında yayımlanan “Peter Doig: Works on Paper” kitabının yazarı Kadee Robbins onu stilini şöyle özetler: “Doig fotoğraflardan, film karelerinden, kartpostallardan ve albüm kapaklarından görselleri hafıza ve hayal kavramlarını irdelemek için yeniden biçimlendiriyor  ve yeniden yorumluyor. Doig’in zihninde yer alan eserleri sıklıkla yirminci yüzyıl sembolistleri ve sürrealistleri ile karşılaştırılıyor  ve romantik ruhu yeniden canlandırdığı düşünülüyor.”

                                                      

Hızlı çalışmaz, senede altı veya yedi resim yapar. Sürekli silip, kazıyıp yeniden yapar. Eserleri sürekli bir deneme yanılma yöntemi ile gelişir. “Her zaman bir şey çözmeye çalışıyorum” der.
Londra’da yaşarken Kanada ve Trinidad anılarını, yalnız figürlerin yer aldığı geniş manzaraları resmederken, Montreal’e taşınıca Londra anıları gün yüzüne çıkar. Formları ve ilham anlarını hatırlayabilmek ve kaydını tutabilmek için birçok eserinde fotoğraf kullanır. Doig ilgisini çeken herşeyi saklar. İçgüdülerini dinler ve resimlerine çok anlam yüklemeden yapar.
2000 senesinde bir sanatçı programı için arkadaşı Chris Ofili ile beraber Trinidad’a giderler. Daha sonraki üç senede yedi kere daha giderler. Çocukluğunu geçirdiği ama çok hatırlamadığı Trinidad’dan çok etkilenmiştir. 2002 senesinde eşi ve çocuklarını alıp Trinidad’a yerleşir. Artık fotoğraflardan ve hafızasından resim yapmak yerine, etrafında olan biteni çizmeye başlar.
Kuzey kıyısındaki vahşi doğa, inanılmaz manzaralar, mağaralar, garip pelikanlar onu kendisine çeker. Doig’in hayatında sinemanın rolü büyüktür. Trinidad’a yerleştikten sonra sanatçı Che Loveace ile eski bir rom fabrikasında StudioFilmClub’ı kuralar. Klübün bir duvarına dijital bir projektör, onun karşı duvarına da büyük bir ekran yerleştiriler. Her Perşembe akşamı mekanda ücretsiz olarak Peter Doig tarafından seçilen filmler gösterilir. Genellikle bağımsız filmlere ağırlık verirler. Doig her gösteri için elde afişler hazırlamaya başlar. Çizimleriyle hayat verdiği afişler başta sadece bilgilendirme amacı taşısa da zamanla sanat camiasında ilgi uyandırır. Daha sonra film programıyla beraber afişlerin sergisi düzenlenir.

                                                         

2007 senesinde dünyaca ünlü koleksiyoner Charles Saatchi’nin sahibi olduğu Doig imzalı “White Canoe” eseri, 2007 yılında yapılan bir Sotheby’s müzayedesinde Rus bir koleksiyonere 11.300.000 USD’ye satılır. Doig bir anda yaşayan en pahalı ressam olmuştur. Bir sanatçı olarak sanat piyasası ona garip gelmiştir, eserinin bu fiyata satılmasna inanamaz. Bir süre sonra eserlerine ve sanat piyasasına olan bakışını sorgular. Neden bu işi yaptığını düşünür. Asistanı bile yoktur. “Birisinin elini cebine atıp bu resmime bu kadar para vermesi, yaptığım her şeye çok aykırı göründü” der.
Doig’in eserleri üzerinde Matisse ve Picasso’nun etkisinin yanısıra, Kanadalı “Group of Seven” sanatçılarının da büyük etkisi vardır. 1920-1933 yılları arasında Kanada doğasından esinlenen resimleri ve ilk Kanada ulusal sanat hareketini başlatmasıyla ünlenmiştir. Matisse’e olan hayranlığı ise bambaşkadır. Matisse de kendisi gibi kendi yarattığı dünyada yaşar gibidir. 2. Dünya Savaşı sırasında yaşamış olmasına ve korkunç olaylara şahit olmasına ragmen bu yaşadıklarının hiçbirini eserlerine yansıtmamış, politik olmamıştır. Doig’in de yapmaya çalıştığı budur.
2016 yılında, Kanadalı eski bir cezaevi görevlisinin, Peter Doig imzalı bir resme sahip olduğunu iddia etmesinin ardından, bu işin kendisine ait olmadığını söyleyen sanatçıya karşı 5.000.000 USD’lik dava açması basında geniş yer buldu. Doig her ne kadar eserin kendisine ait olmadığını söylese de mahkemede kendisini savunmak zorunda kaır. Dava Doig lehine sonuçlanır  fakat yaşananlar büyük bir skandala yol açar.
2016’nın sonlarında Nobel Edebiyat Ödüllü şair Derek Walcott ve Peter Doig bir kitap projesine imza atarlar. Trinidad’a büyük sevgi duyan iki sanatçı; Walcott’un 50 şiiri ve Peter Doig’in 50 eserinin yer aldığı, adını Trinidad dağlarındaki bir köyden alan  “Morning, Paramin” kitabını hazırlarlar.
Peter Doig’in adı sıklıkla “büyülü gerçekçilik” akımıyla bir arada kullanılır. Büyülü gerçekçilik terimi ilk olarak 1925 yılında Alman sanat eleştirmeni Franz Roh resimdeki yeni eğilimi tanımlamak için kullanılır. Dışavurumculuğa bir tepki olarak doğan akım, çevremizdeki objektif dünyanın, gündelik objelerin sihrine vurgu yapar. Kendisine edebiyat alanında önemli bir yer bulan akımın görsel sanatlar alanındaki öncüleri arasında Gustav Klimt, Edward Hopper, Frida Kahlo gibi isimler vardır.



6 Ekim 2017 Cuma

David Hockney


                         
   


Pop Art akımına önemli katkılarda bulunan, fakat herhangi bir akıma dahil olmayan, her zaman hakkını arayan, soyut sanatın popüler olduğu bir dönemde figüratif resmin farklı yönlerini keşfeden, kendisinden resim yapması beklendİğinde fotoğraf makinası, faks ve ipad ile üretmeye odaklanan, eserleri zaman zaman cinselliği, aşkı işleyen kişisel ve soyut eserlerden, günümüzde onun tanınmasını sağlayan natüralist ve gerçekçi eserlere uzanan, kurduğu yakın ilişkilerden dolayı sanat dünyasının playboyu olarak görülen David Hockney  20. yüzyılın en etkili sanatçıları arasında kabul ediliyor. 
İngiltere’nin harika çocuğu olarak anılan ilginç giyim ve yaşam tarzıyla ilgi toplayan, 1960’larda İngiltere’nin kültürel ve sanatsal ortamını biçimlendiren Hockney; ressam, baskı sanatçısı, fotoğrafçı ve sahne tasarımcısıdır.
1937 senesinde Kuzey İngiltere’nin endüstriyel şehirlerinden Bradford’ta doğar ve küçük yaşlardan itibaren sanatçı olmak ister. Sanat eğitimini 1953-57 arasında Bradford Sanat Yüksekokulu’nda, 1959-62 arasında da Kraliyet Sanat Okulu’nda yapan Hockney, 1962’de de Maidstone Sanat Okulu’nda,1963’ten sonra da ABD’nin çeşitli okullarında dersler vermiştir.  Çok ciddiye aldığı sanatını ilerletmek için sürekli çalışır. Okuldan mezun olurken, grafitiye benzer görseller ve Walt Whitman şiirlerinden pasajları birleştirdiği yenilikçi çalışmalarıyla, nadiren verilen, Royal College of Art altın madalyasını kazanır. Madalyasını alacağı törende üzerinde altın lame bir ceket vardır.
La Boheme operasını seyrettikten sonra müzikal tiyatroya büyük ilgi duymaya başlar. Bu durum ondaki sinestezi rahatsızlığına atfedilir. Sinestezi yani birleşik duyu hastası olan Hockney’in tüm sinestezik kişilerde olduğu gibi, bir duyusu uyarıldığında otomatikman bir başka duyusu da tetikleniyor. Örneğin, müzikal uyarıcılar onun renkler görmesine yol açıyor. Sintezi duyular arasındaki sınırları bulanıklaştırıp Hockney’in müziği bir renk tayfı olarak görmesine neden olur.
Royal Collage of Art’da öğrenciyken Amerika  seyahatine çıkar ve Amerikan kültürünün özgürlükçü yapısından çok etkilenir. Bir reklamda gördüğü “Sarışınlar daha çok eğlenir” sloganı hoşuna gider, gidip saçlarını platin sarısına boyar. Efsanevi yuvarlak çerçeveli gözlüklerini takar, çılgın kıyafetler giyer. Yeni imajı ve aldığı ilhamla Londra’ya döner.
Galerici John Kasmin’le tanışır.  Hockney’e inancı tam olan Kasmin komisyon almadan eserlerini satar. Bu arada Hockney mezun olup Notting Hill’de bir ev kiralar. Sürekli çalışan sanatçı yatağının üzerine “Kalk ve hemen çalışmaya başla” yazmıştır.
1960 senesindeki Tate’de açılan Picasso’nun en kapsamlı retrospektifine gider. Picasso’nun kullandığı malzeme, teknikler ve çeşitlilik aklını başından alır. Sergiyi sekiz kez ziyaret eder. Sanatçının tek bir stile takılıp kalmaması ve sürekli kendisini geliştirmesi gerektiğini anlar. 1973’te Picasso vefat edince, anısına 20 gravürden oluşan Öğrenci- Picasso’ya Saygı serisi üzerinde çalışır.
1963 senesinde Kasmin kendi galerisini açar ve Hockney’in ilk solo sergisini gerçekleştirirler. “İçinde İnsan Olan Resimler” sergisindeki tüm eserler satılır ve Hockney bir anda basının ilgi odağı olur. Sergiden kazandığı parayla yine Amerika’ya ama bu sefer çocukken gördüğü Laurel ve Hardy filmlerindeki güçlü ışık ve uzun gölgeleri  gördüğünde “ben orada yaşamak istiyorum” dediği Los Angeles’a gider. Bradford’taki havanın tam tersi  güneşli ve sıcak  Los Angeles’ın sadece havasından değil mimarisi ve plajlarından da etkilenir ve orada yaşamaya karar verir. Kimsenin daha önce bu güzel şehri  resmetmediğini düşünür. Keyfine düşkün güneşli şehrin ruhunu eserlerinde yansıtır. Bu dönemde yağlıboyadan akriliğe geçer. Geometrik formlar ve renk yelpazesini bu noktada değiştiren sanatçının  “A Bigger Splash” isimli resmi aynı zamanda Hockney’in tarzını belirleyen işi olmuştur. Sanatın kendi dili ve anlamı onu her zaman meşgul etmiş, resimlerine verdiği şaşırtıcı adlarla onlara yeni boyutlar kazandırmıştır. Saydam ve yansıtıcı yüzeylere ilgi duymuş ve bu dönemde yüzme havuzları serisi yapmaya başlamıştır.
                                                      
Bir gün arkadaşı Polaroid fotoğraflarını onun evinde unutur. Hockney fotoğrafları görünce onlarla oynamaya başlar ve onları daha büyük bir resim elde edecek şekilde birbirine yapıştırır. 30 Polaroid’den oluşan bir kolaj yapar. Bu kolaj Hockney’in fotoğraf kullanarak yapacağı deneylerin habercisi olur. Farklı açılardan  çekmiş olduğu fotoğrafları birleştirdiği kolajlarında kübist bir etkiyle belgeleme yapmış olması onu çok heyecanlandırır. Bir süre resim yapmayı bırakıp tamamen foto- kolaja yönelir. En ünlü foto- kolajları arasında gösterilen Pearlblossom Otoyolu, sekiz gün boyunca 35mm kamerayla farklı noktalardan çektiği yüzlerce fotoğraftan oluşur
1999’da İngres’in sergisini gezerken sergideki eserlerle Andy Warhol’un fotoğraftan yansıtarak çizdiği resimler arasında bir benzerlik olduğu dikkatini çeker. Bu konu kafasını kurcalar ve Fizikçi Charles M.Falco ile beraber çalışarak; Batı Sanatında gerçekliğin gelişiminde camera obscura, camera lucida ve dışbükey aynaların önemli bir rol oynadıklarını ve Rönesans’tan beri kullanıldıklarını görürler. 2001’de “Gizli Bilgi: Usta ressamların kaybolan tekniklerini yeniden keşfetmek “ kitabını yazar. Kitapta detaylı araştırmaları sonucunda elde ettiği bilgiler ışığında Caravaggio, Valazquez, da Vinci gibi ressamların başyapıtlarını inceler, optik lens kullandıkları sonucuna varır.   
Fotoğrafın yanı sıra video, renkli fotokopi, ve “sağırlar için telefon” dediği faksla çalışır. Sıra bilgisayara geldiğinde ilk çizimini 1990 senesinde Apple Macintosh programı kullanarak yapar, lazer yazıcısından baskısını alır.  Bu arada dijital kamerasıyla, evine gelen herkesin fotoğraflarını çeker ve “Evim” adlı sergiye imza atar.
                                   
2007 senesinde iPhone ile tanışır. Telefonuna indirdiği Brushes aplikasyonu Hockney’i çok heyecanlandırır. “Kim telefonun resmi geri getireceğini düşünürdü ki?” der. Sürekli iPhone’unda çizim yapar, çiçekler çizip arkadaşlarına yollar. Telefonu yatağının başucunda durur, sabah gün ışımaya başlayınca penceresinden manzarayı çizmeye koyulur.Her anı yakalamak ister. “Bu mükemmel drama karşısında Turner uyur muydu? der, tabii ki hayır! Benim işimi yapan birisi bunun karşısında uyuyorsa aptal demektir.”  Ipad siyasaya sürüldüğünde vakit kaybetmeden iPad kullanmaya başlar. Dijital eserlerini sergilediğinde  eleştirmenlerin bazıları eserleri yavan ve cansız bulurken, bir kısmı da tam tersi gelecekçi ve enerjik bulmuşlardır.  Son zamanlarda çok parçalardan oluşan büyük ölçekli eserler veren Hockney, 2008’de en büyük tablosu olan 4,5 metreye 12 metre genişliğindeki “Bigger Tress Near Water’a imza attı.
Kısa bir süreliğine doğduğu şehre geri döner ama bu süre yaklaşık  9 sene sürer ve bu sürede İngiltere’deki yavaş ve sakin hayatın izlerini taşıyan eserler yapar. Daha sonraki dönemde kalp krizi geçirir, morali bozuktur. Asistanlarından bir tanesi atölyesinde ölü bulunmuştur. Bir süre resim  yapmaz ve Los Angeles’e döner. Ailesi ve yakın çevresini konu aldığı portre serisine başlar. Kullandığı tuvaller hep aynı ebattadır ve tüm modelleri mavi bir zemin önünde duran aynı sandalyede otururlar. Her portre için kendisine üç günlük zaman tanır. 2013-2016 yılları arasında toplam 82 portre yapar. Son derece kişisel bir bağ yarattığı eserlerinde, yakın çevresindeki insanların portrelerini yaparak bir yerde kendi portresini yapmaktadır. Natürmortların çıkış sebebi de; modellerinden biri gelmeyince, modeli çizmek için hazırlık yapmış olan sanatçının modeli yerine bir natürmort çizmesidir.
Yeteneğinin yanı sıra renkli kişiğiyle de tanınan ve kendisine has bir giyim tarzı olan ressamın popüler kültürde de etkin bir rolü vardır. Giyim stili ve tarzı onu moda ikonu seviyesine yükseltmiştir. 2011’de İngiliz GQ dergisi onu İngiltere’deki En Stil Sahibi 50 Erkek arasında gösterirken, 2013’te The Guardian gazetesi onu 50 Yaş Üzerindeki En İyi Giyinen Erkek arasında seçer. Burberry 2005 İlkbahar/Yaz erkek koleksiyonuna, Preen 2014 Resort koleksiyonuna, John Galliano 2012 İlkbahar/ Yaz koleksiyonuna ilham vermiş, Ralp Lauren, Vivienne Westwood ve Brioni koleksiyonlarında ona ithafen ürünler tasarlamışlardır.
2012 senesinde, yaklaşık 124 milyon Dolar değerindeki eserlerini kurduğu vakıf yoluyla Los Angeles County Museum ve Tate gibi galerilere bağışlayan sanatçı, 2015 senesinde Londra Royal College of Art okulunda öğrenci bursu verir. İngiltere’nin en hayırsever isimlerinin başında yer alır.
Atölyesini ziyaret edenlerden duyulduğu kadarıyla, önünde klasik İngiliz çayı ve yemekleri  eksik olmayan Hockney Kensington’da çalışmalarına devam ediyor. Atölyesinin duvarları tabletinde yaptığı çeşitli ruh hallerini yansıtan kendi portreleriyle dolu olan Hockney,klasik yöntemlerden şaşmadığı halde çağdaş ve modern işler çıkarmış bir sanatçıdır.


3 Ekim 2017 Salı

Rothko


Mark Rothko 1903 yılında Markus Yakovlevich Rotkovich adıyla Rusya’da(Letonya)  dünyaya gelir. 10 yaşındayken Rusya’dan Amerika’ya göç ederler. Mark müziğe ve Yunan tragedyalarına ilgi duyan bir gençtir. Liseyi bitirince Yale Üniversitesi’nden burs kazanıp psikoloji dalında eğitim almak için yola çıkar. İkinci senesinde okulu bırakır ve New York’a taşınır. Mezun olmadığı Yale Üniversitesi tam 46 sene sonra  ona fahri doktora unvanı verir. Tiyatro sevgisi sanatı algılama biçimini etkilemiştir. Ona göre resimleri “drama” ve resmin içindeki formlar da “oyuncu” idi.
New York’ta bir arkadaşını sanat okulundaki stüdyo dersinde ziyaret eder. Stüdyo dersinde nü modelin resmini yapan öğrencileri görünce kendini ortama ait hisseden Marcus, kendisi için doğru hayatın resimden geçtiğine karar verir ve Art  Students League’e yazılır. Ressam George Bridgman’dan yapısal anatomi, Amerika’nın ilk kübist ressamlarından Max Weber’den resim dersi alır. Resmin sadece renk ve formdan ibaret olmayan daha derin ve ruhani birşey olduğu düşüncesini taşıyan Max Weber, Marcus’un ufkunu genişletir. Okuluna devam ederken bir avukatın yanında çalışan Marcus,kendisini Mozart, Schubert, Beethoven, Shakespeare, Nietzsche ve Kierkegaart ile beslemektedir.
Eserlerinde güçlü bir etki yaratmak isteyen Rothko,”Tüm resimlerim için tek arzum var, o da kuvvetlerinin hemen ve açıkça hissedilmeleridir” der. Her zaman kendisi için yapılan yorumlarda bahsedilen sakinlik ve huzur onun aklından bile geçmez. “Resimlerimin sessiz ve dingin olduğunu düşününlere,” der,”onların zemininin her bir karesine en mutlak şiddeti hapsetim.”
                                                 
Rothko deyince aklımıza her ne kadar geniş renk yüzeyleri, dev  dikdörtgenler ve kocaman tuvaller gelse de, sanatçının ilk çalışmaları kent manzaraları, nü ve peyzajlardan oluşur. Resim kariyeri boyunca dört ayrı dönemden geçmiştir. 1943-46 coşkulu formlar ve geçirgen sınırları denediği yıllar, 1947-49 renklerle kurulan bir yüzeyde bir iki nesnenin öne çıktığı kompozisyonlar, 1950 lirik boya kullanımının öne çıktığı dönem ve 1960’larda monokrom boya kullanışı ile elde ettiği ifadeler.  Büyük tuvaller kullanır, burada amacı etkileyici ve gösterişli olmak değil, seyircisini sarmalayan bir etki bırakmaktır. Küçük ebatlı resimlerin seyircisini deneyimin dışında bıraktığını düşünür.
Erken dönemlerinde canlı renklere öncelik veren ve çok az siyah kullanan Rothko, ilerleyen yıllarda daha çok siyah kullanmaya başlar. Eserlerine nadiren tarih eklemiştir. Eserlerinde stil ve tema kronolojisi yapmak  zordur. 1940 senesinde resim yapmaz ve Sanatçının Gerçekliği: Sanat Felsefesi başlıklı kitabı yazmaya başlar. Kitapta modern sanat dünyası, sanat tarihi, güzellik kavramı, toplumda sanatçı olmanın zorlukları gibi konuları ele alır. Kitabı yazarken güçlü bir resim yapma arzusuyla kitabı tamamlayamadan resme döner. Yıllar sonra ortaya çıkan kitap oğlu Christopher Rothko editörlüğünde 2005 yılında basılır.
1952 senesinde Museum of Modern Art tarafından hazırlanan Fifteen Americans sergisinde  Jackson Pallock ile yer alır. Sergide sanatçılar ayrı ayrı sergilenir ve eserlerinin yanına kendi bildirilerini asarlar. Rothko’nun bildirisinde; “bir ressamın zaman içinde bir noktadan başka bir noktaya giderken ilerlemesi netliğe doğru olacaktır: ressam ve fikir, fikir ve seyirci arasındaki tüm engellerin kaldırılması...bu netliği elde etmek kaçınılmaz olarak anlaşılmayı gerektirecektir” yazar.
Sanat camiasında artık tanınan bir sanatçı olan Rothko’ya New York Seagram Binası’nda açılması planlanan  şık bir lokanta olan Four Seasons için resimler ısmarlanır. Zenginliğe ve gösterişe her zaman mesafeli durmuş olan Rothko’nun projeyi kabul etmesi enteresandır. Bir gazeteci arkadaşına projeyi kabul etme sebebini şöyle açıklar: “Resimlerimle bu odada yemek yiyen değersiz insanları, tüm kapı ve pencereleri tuğlayla örülmüş bir odada mahsur kalmış gibi hissettirmeyi ve iştahlarını kaçırmayı ümit ediyorum.” Lokanta açılır, eserler henüz hazır değildir. Rothko eşini alıp oraya yemeğe gider. Atmosferin aşırı süslü, snob olması ve yemeklerin fahiş fiyatları onu çok rahatsız eder. Bu kitleye hitap edemeyeceğini söyler ve kendisine yapılan $35.000 ödemeyi iade eder. 60’ların sonunda bu resimlerinden 9 tanesini Tate Modern’a hediye eder. Tek talebi resimleri için sabit ve özel bir oda olur.  
                                                   
Rothko’nun Four Seasons resimleri üzerinde çalıştığı dönemi ve bu süreçte kendisine yardım eden hırslı asistanıyla arasında geçenleri konu alan tiyatro oyunu “Red”, 2009’da sahnelenmiştir. John Logan tarafından yazılıp Michael Grandage tarafından yönetilen oyunda Rothko’yu Alfred Molina, asistanı Ken’i de Eddie Redmayne canlandırır. Müthiş kadrosuyla Amerika ve İngiltere’de sahnelenen tiyatro oyunu, 2010 Tony Ödüllerinde aralarında En İyi Oyun ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerinin de olduğu toplam altı ödül kazanır. “Kırmızı” adıyla türkçeye Eser Eserol tarafından çevrilen oyun, 2011-2012 sezonunda Devlet Tiyatrolarında sahnelenmişti. Sanat Kurumu Ödülleri’nde En İyi Erkek Oyuncu ( Nihat İleri) ve En İyi Çeviri (Eray Eserol) alanında ödül kazanmıştı.
Resimlerin algısı konusunda titiz davranan ve mimari öğeler yoluyla doğru algıyı oluşturmak için eserlerine hangi mesafeden bakılması gerektiği konusunda titiz davranan sanatçı, genellkle eserlerine ideal bakma mesafesini 45 cm olarak belirlemiştir.
Dominique Menil, Houstan’da inşa ettireceği yeni bir şapel için Rothko’ya eser ısmarlar. Tüm dinlere açık olan  ve hiçbir dine ait olmayan   şapel projesi sanatçıyı çok heyecanlandırır. Kendi buluşu olan sekizgen biçiminde inşa edimiş olan şapelin orta bölümü gün ışığı ile aydınlanmak üzere tasarlanır. 14 resim yapar ve sanatçı yapıtlarını buraya aynı biçimine sadık kalarak yerleştirir.  Çalışmalara devam ederken aort  anevrizması teşhisi konur. Oysa hayatının en verimli dönemlerini geçirmektedir.  Son eserleri, başka bir boyuttan gelmiş, başka bir  gerçekliği görmüş ve onu resmetmiş gibidir. Erken dönemde kullandığı ışıldayan renkler yerini artık sessiz tonlara bırakmıştır. Derin bir depresyona giren Rothko 25 Şubat 1970 günü, 67 yaşında hayatına son verir. Aynı gün Tate Modern’e hediye ettiği 9 resim müzeye ulaşmıştır. 27 Şubat 1971’de Houston’da görkemli bir törenle açılışı gerçekleştirilen Rothko Şapel, Mark Rothko’nun kariyerinde zirve noktasıdır. Bir enstitü olarak Rothko Şapeli bugün hem müze hem toplantı hemde gösteri amaçlı programlar için kullanılmakta. Şapel ayrıca pek çok  faklı dinin bayramlarında ibadet yeri olarak kullanılıyor.
 “Rengin formla ilişkisi veya başka bir şeyle ilgilenmiyorum. Trajedi, heyecan, kötü kader gibi temel insan duygularıyla ilgileniyorum. Sadece renk ilişkilerinden etkileniyorsanız, asıl konuyu kaçırıyorsunuz demektir! “ diyen sanatçı ve moda olmaktan, yanlış anlaşılmaktan çekinir.

Rothko, evrensel bir sanatçı ve günümüz sanat piyasasının önemli isimlerinden biri olmuştur.