20 Ekim 2017 Cuma

Balkan Naci İslimyeli "Hatırla"


Modern sanatın öncü ve önemli isimlerinden Balkan Naci İslimyeli 45. sanat yılını Mimar Sinan Güzel Üniversitesi Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi’nin Beş Kubbe ve Tek Kubbe salonlarında aynı anda açılan, “Hatırla” sergisiyle kutluyor.
İslimyeli’nin,  her şeyin hızla tüketildiği günümüzde, yaşananları unutmamak ve hafızada canlı tutmak için “Hatırla” adını verdiği  sergide; sanatçının son 30 yılından seçkilerle birlikte son 15 yıldır ürettiği ancak hiç sergilenmemiş tuval, fotoğraf, video, enstelasyon, tasarım ve heykel alanındaki eserleri yer alıyor.
Küratörlüğünü Erkan Doğanay’ın yaptığı “Hatırla” sergisi İslimyeli’nin sanatsal serüveninin ikinci yarısı olarak adlandırılabilecek bir dönemi kapsıyor. Sergideki  işlerin çoğu sanatçının özel koleksiyonu için sakladığı, kendi dönemlerinin sayılı örneklerinden oluşuyor.  Tüm işleri gibi son dönemdeki  yapıtlarıda insan ve bellek merkezli olan sanatçının “Hatırla” sergisinde kronolojik bir sıralama bulunmazken, sergi tematik bölümlere ( yazı, saatler, adımlar,kara tahta,ayna,yüzler,giysiler, suçlar) ayrılıyor. Böylece tüm dönemlerdeki farklılıkların ve ortak noktaların birlikte, net bir şekilde görülmesini hedefleyen İslimyeli’nin şiirleri ve metinleri ise, hem yapıtların içine hem de mekanın bütününe yayılıyor.  
Sanatçı, hatırlamanın en yapıcı insani değer olduğunu belirtiyor. “Sanat, belleğin en yüceltilmiş halidir ve ancak hatırlayanlarla unutmayanlar gelecek hayalleri üretebilirler. Özetle, yaşadığımız  günü doğru kavramak,  önceki yaşananları hatırlamakla mümkün”diyen sanatçı insanlık tarihinin bir parçası olmanın, ancak hatırlamakla mümkün olabileceğini  dile getiriyor.
İslimyeli’nin sanat serüveni bir öykü, masal ya da roman anlatıcısının yolculuğunu andırır. Bir durakta soluklanır  ve  aklındakini, imgelemindekini  paylaşır izleyiciyle. İzleyicide oluşan izler, yaşam ve ölümü derinlemesine sorgulayan sanatçının belleğinden, duygularından mutlaka payını alır. İzleyicinin yapıtın derininde yer alan anlam evrenine katılımı, yolcunun serüvenine katılımından başka bir şey değildir. Bir yolda buluşur izleyiciyle ressam.


Prof. Balkan Naci İslimyeli sanat hayatının başından bu yana yaratım alanının  yerleşik değerini sorgulayarak kendine yeni yollar açmış bir sanatçıdır.  Her yolculuk bir arayışın serüvenidir. Arayış bittiğinde yol da biter. Balkan Naci İslimyeli’nin sanat yaşamına baktığımızda  birbirini izleyen yollar uzun bir yolculuğun  aşamalarını oluşturmaktadır. 
Bellek, zaman, kimlik ve kültür sorgulamaları İslimyeli’nin tüm sergilerinde  değişik malzemelerle yeni ifadeler kazanır. Sanatına incelikle yerleştirilmiş bir mizahtan söz edilebilir.  Bu, her dönemdeki yapıtlarında sezilen melankoliyi yumuşatan bir ironi biçimindedir.
Balkan Naci İslimyeli, sanatı, hocalığı ve duruşu ile kendinden sonraki kuşakları kuvvetle etkileyen bir sanatçıdır.
Unutkanlıklarla sakatlanmış bir toplumun belleğini, kendi tarihinden bir  derlemeyle yenileme isteğinden doğan “Hatırla” sergisi 27 Ekim 2017 tarihine kadar devam ediyor.


13 Ekim 2017 Cuma

Nermin Yıldırım "Dokunmadan"


"Öleceğimi öğrenince çok şaşırdım."
Diyerek başlıyor Nermin Yıldırım beşinci kitabı “Dokunmadan”a. Kahramanımız Adalet, gayretkeş doktorundan öleceğini öğrediğinde, “Azrail’i atlatmayı umduğumdan değil; bir gün herkes gibi ruhumu yetkili makamlara teslim edeceğimi elbet biliyordum. Ama o gün öyle uzak ve muğlaktı ki, galiba ölümümü görmeye ömrüm vefa etmez sanıyordum. Bilmek farkında olmama yetmiyordu”  diye devam ediyor. İşgüzar Azrail gelip Adaleti buluyor genç yaşında ama hakkını yememek lazım incelik gösterip önden ulak gönderme lüfunda bulunuyor. Ölüm vaktini öğrenen Adalet, masumiyetini yitirdiği ilk durağa doğru en yakın arkadaşı Hülya ve hiç tanımadığı Sadi Seber ile yolculuğa çıkıyor.
 Nermin Yıldırım bana göre büyüyünce geçmeyen yaraların hikâyesini çok güzel yazan kadın. Mizahı karanlığa fener, bizi yıkımın altından kaldıracak inatçı güç, bir tür direniş olarak görüyor ve bunu yazılarında okuyucuya çok güzel aktarıyor. Yazmayı seven biri ve anlatmak için  değil, anlamak için yazdığını söylüyor ve bunu yaptığı için hatta çok güzel yaptığı için de bu kadar okunuyor.
Ben Adalet’i çok sevdim. “Annem kapuska yapmasın” dediği zaman ona sarıldım. “Müşü’yle Şefika’nım Teyze konuşurlarken duydum. Müşü dedi ki babam öldü diye çok mütessir olmuşum ben.” Cümlesini okuduğumda “hoşgeldin babasız kızlar kulübüne” dedim ve yine sarıldım ona. “Hatırlıyorum. Babaanemle babam balkonda oturuyorlar. Demek ki günlerden pazar. Babam çünkü, çok az, sadece pazarları oturur evde. Ya da ben öyle hatırlıyorum. Beş buçuk yaşımda ölmeseydi daha çok hatırlıyabilirdim elbet. Babalar bunu yapar hep. Bir gün ansızın ölüverirler ve siz elinizdeki hatıralarla idare etmek zorunda kalırsınız.” Paragrafını okurken bu sefer Adalet’e sımsıkı sarıldım ve  Nermin Yıldırım yanımda olsa ona da sarılsam dedim. Bir gün sevdiklerimiz aniden ölüyor ve elimizde olan hatıralarla idare etmek zorunda kalıyoruz. Bu hatıraları unutmaktan çok da korkuyoruz.
Adalet’in yanından ayırmadığı bir defteri var, gazete haberlerini  sakladığı. Üçücü sayfa haberlerini ilk romanından beri kullanan Yıldırım, ünivesite bitirme tezini üçüncü sayfa haberlerinde kadına yönelik şiddet üzerine yapmış.Gazetelerde görmeye alıştığımız kimi haberlerin ne kadar korkunç olduğunu anlamak için bazen başka bir bağlamda görmemiz gerektiğini, böylece edebiyatın hayatın saçmalığını ortaya koymaya yaradığına belirtiyor.
“Hacı Baba Çay Bahçesi’ne girdim. Güleç yüzlü bir ihtiyar, aksayan bacağını peşi sıra sürüyerek gelip ne arzu ettiği mi sordu.“Huzur” diyemedim. Onun yerine bir porsiyon çiğ börek sipariş ettim.” Bizimde başımıza gelmedi mi, aşk isterken makarna siparişi vermek, para isterken tost yemek. Bu satıları okurken, “Adalet dedim, şöyle karşılıklı otursak saatlerce konuşsak.”
“Kelimeler, cam parçacıkları. Hepsini yuttum. Dişlerimi dudaklarıma geçirdim, buğulanan gözlerim taşmasın diye tavana bakıp kırpıştırdım kirpiklerimi. Dünya dedim içimden, yuvarlak değil, hayır. Dünya çukur şeklinde. Derin bir çukur.” “Evet, dünya derin bir çukur, ama el ele verirsek bu çukurdan çıkarız be Adalet”te dedim.
Düşüncelerimizin, duygularımızın, yaşadıklarımızın örtüşmediği zamanlarda vardı tabi. “Yalnız kalacaktım. Daha da yalnız. Dalın tepesine tünemiş son zeytin kadar yalnız. Kimse ilişmez yanına, kimse koparıp yemek için uzanmaz. Düşmesini dahi beklemez kimse. Ve açılan kolların arasına değil, kuru toprağa düşer sonunda. Eskiden, çocukken yani, ben de sallanan bir yemiştim.” Dediğinde biraz kızdım Adalet’e.  “Hiçbir şeyin aslı, hayali kadar güzel değildir işte, anlasana. Yoksa hayallerle avunmak yerine gerçeklere koşardık. Sahici bir arkadaş bulurdun kendine mesela. Benimle idare etmezdin onca zaman. Sen de için için biliyorsun ki, bir hayal, gerçekleştiği anın sunabileceğinden katbekat fazla mutluluk verir insana. Hayal kırıklığıyla yaralanmanın en kestirme yoludur hayallerin peşinden koşmak.” Bu büyük lafları söyleyende Hülya’ydı. “Ama dedim olmuyor böyle, tamam doğru söylediğin şeyler var ama gerçekleşen hayallerde çok mutlu ediyor biz fanileri, koşarken yaralansakda. “  Tamam, bunları biraz sert söylemiş olabilirim.
Ama “Kimi gökyüzüne bakar, yıldızları görür, kimi de ölmüş annesini.” Cümlesiyle yine kazandı gönlümü Adalet. Benim de gökyüzüne baktığımda yıldızlarla beraber gördüğüm çok sevdiklerim vardı. “Kırk yaşına varmadan duracak kalbi. Yeterince çalışmayan organlar hızlı körelir.” Lafını ettiğinde dedim ki “çak  Adalet! Çok güzel laf ettin. Bu sözü bir süre sonra sosyal medyada Mevlana, Murathan Mungan söylemiş gibi yazıp, kullananlar görürsek şaşırmam. Ama, bunu herkes duysun, duysun ki kalplerimiz güzel şeylere çalışsın ve durmasın kırk yaşında.”
“Zamana ve sancıya dayanmanın en basit yolu, sonunda muhakkak geçeceğini unutmamak. Evet, her şey geçiyor. Sevmek bile, acı çekmek bile, kanamak bile, yaşamak bile, dünya bile, azalmayı dahi beklemeden bitiveriyor.  Ağrı diniyor.” Sözlerini söylediğinde “ bana bunlarla  gel dedim. Bazen bir filozof gibi konuşuyorsun. Değişik bir kızsın sen, komik misin, hüzülü müsün, anlayamıyorum. Belki de bu yüzden sevdim seni.”
“Bir hayatım daha olsa, korkmadan dokunmak için yaşardım onu. Bir keklik beslerdim ellerimle, varsın uçsun sonunda. Bir çiçek büyütürdüm, varsın solsun sonunda. Dokunurdum. Ben eriyene dek, o eriyene dek, biz hiçleşip karışıncaya dek bu derin boşluğa, dokunurdum. Ama yok bir hayatım daha.  Bir hayat daha yok.” “Ah dedim işte Adalet olay bu.” Ama  artık Adalet’le olan hikayemiz bitmişti. Ayrıldığımız için hüzünlendim ama birazda sevindim dedim ki içimden  (biraz yüksek sesle de söylemiş olabilirim)  “Nermin Yıldırım yakında beni tanıştırır  yeni birileri ile. Onları da çok severim, ne de olsa delilik bulaşıcıydı.





9 Ekim 2017 Pazartesi

"Kaf Dağı'nın Ardında"

Arter’in üç katına yayılan,  küratörlüğünü Nazlı Gürlek’in üstlendiği  “Kaf Dağı’nın Ardında” sergisi CANAN’ın  20 yılı aşan sanat üretiminde daha önce sergilenmemiş erken dönem işleriyle, bu sergi için ürettiği yedi yeni işi (“Hayvanlar Alemi”, “Ay Işığında Yıkanan Kadınlar”,  “Dışarıda Çok Kötülük Var”, “Kuş Kadın”, “Cennet”, “Araf”, “Garâibül’-mevcûdât”) sanatseverler ile  buluşturuyor.  
“Kaf Dağı’nın Ardında” üç ana bölümden oluşuyor; Cennet, Araf ve Cehennem. Işık/gölge, iyi/kötü, içsel/dışsal, gerçeklik/hayal, aydınlık/karanlık  gibi ikiliklere dayanan ve insan ruhunun bastırılmış ögelerini ele alan sergide nakışlar ağırlık noktasında olsa da heykel, fotoğraf, baskı, nakış, video, yerleştirme ve minyatür gibi çeşitli işler yer alıyor. Serginin akışında bilinenin aksine cehennem göge, cennet  zemine yakın temsil edilmiş.
Giriş katında izleyiciyi karşılayan “Kibele” adlı fotoğraf, serginin yapı taşlarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Ana tanrıçayı sanatçının kendi bedeniyle temsil eden ve ilk kez sergilenen bir otoportre.Tanrıça Kibele figürü sanatçının üretimine gönderme yapıyor. Sergide yine sanatçının kendi yüzünü kullanarak resmettiği minyatürlerden “Şahmaran” ve tüm cinlerin anası “Şehretün’nar”, Cennet, Cehennem ve Araf olarak kurgulanan üç sergi katındaki farklı bilinç halleri arasında izleyiciyi yönlendiriyor.
Sergide ilk olarak “Cennet” teması ile karşılaşıyoruz. Bu bölümde mekâna özel olarak üretilen ve Arter’in İstiklal’e açılan cephesinde yer alan masallarda olabilecek türden hayvan ve yaratıkların bir araya gelerek oluşturduğu bir  masal diyarı  “Hayvanlar Alemi” (2017) yerleştirmesi ile buluşuyor izleyici. Parlak ve renkli kumaşlarla kaplı anka kuşu, ejderha, yılan ve çeşitli yaratıklar İstiklal sokaklarında gölgeler olarak da karşımıza çıkıyor. “Cennet”(2017) çalışmada  ise bir silindir çerçevesinde tavandan yere kadar uzanan kendi etrafında dönen tül kumaş; kumaşın üzerindeki insan, hayvan ve yaratık figürleri, işlemeler, payetler,silindirle birlikte dönen gölgeler. Işık-gölge oyunu aracılığıyla görünen ve görünmeyenler, gerçek ve kurgusal dünyalarla  kurulan bağlar. Kadın figürünü çalışmalarının ve serginin odağına yerleştiren CANANın  “Ay Işığında Yıkanan Kadınlar “(2017)  yerleştirmesi sergiyi korumak için  yapılan ritüeli andırıyor. Dolunaylı bir Burgazada gecesinde çekilmiş videoda bir grup genç kadın başlarında çiçeklerle  kurt gibi uluyup, kahkahalar atıp ardından denize giriyor. Bu gizemli ritüel, uzaktaki şehir manzarasıyla karşıtlık oluşturuyor.

                                                 

“Araf” temalı bölümde karşımıza çıkan ilk iş; “Kuş Kadın”, zemini kaplayan 100’den fazla kuş figürü ve taşa oyulan yarı kuş yarı insan kadın figüründen oluşuyor. Yerleştirme  şehirde kuş besleyen insanları hatırlatıyor. Aynı bölümde “Hezeyan” adlı video ise sanatçının sesinden hüzünlü sanal aşk hikâyesini anlatıyor. 

                                            


“Dışarıda Çok Kötülük Var” (2017)adlı yerleştirme ise akıl hastası odasını gözetleme deneyimi yaşatıyor. Odada tüm duvar, yatak ve yastık örtüsü sanatçının el yazısıyla kaplanmış durumda.  Aynı bölümdeki  pleksiglas tuğla ve fotoğraflardan oluşan “Şeffaf Karakol” işindeki fotoğrafların hepsinde sanatçıyı görüyoruz. 90’ların sonuna dönemin Türkiye başbakanının karakolları şeffaf olacağını söylemesinden referans alan çalışma eleştirel diliyle düşündürüyor. “Araf” (2017) gri tonlarının hakim olduğu tül yerleştirmede, melekler ve kuşlar eşliğinde karanlıklardan dışarı doğru süzülen hikaye ile karşılaşıyoruz.
Son bölüm olan “Cehennem” ise tamamen tek işten oluşuyor. “Garâibü’l- mevcûdât” (2017)adlı yerleştirme alt katlardaki Cennet ve Araf işleriyle bağlantı kuruyor.İnsan figürleri tamamen ortadan kayboluyor  ve  yerini cinler alıyor. Cehennem bizi korkularımızla yüzleşmeye, cin dediklerimizle bir arada olmaya davet ediyor. Eserler tek tek farklı ifadelerin, kavramların ideal tiplerini oluşturmasına karşın, ışıksızlığın odayı sardığı anlardaki diğer katılımcılardan soyut olarak eserlerle baş başa kalınıyor. O anlarda zihinlerden geçen düşüncelerden birinin “hangisi benim süretim” olması şaşırtıcı değildir.
Sanatçı kimliğinin  yanında aktivist karakterleriyle de tanınan CANAN, 1998’de Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü’nde eğitimini tamamladıktan sonra İstanbul, Amerika ve Almanya’da çeşitli misafir sanatçı programlarına katılmış ve iktidar yapılarını, toplumsal cinsiyet üzerindeki siyasi uygulamaları, ataerkil sistemi ve bunların bireysel beden üzerindeki etkilerini sorgulamaya  devam etmektedir.

“Kaf Dağı’nın Ardında” 24 Aralık’a kadar Arter’de görülebilir.

6 Ekim 2017 Cuma

David Hockney


                         
   


Pop Art akımına önemli katkılarda bulunan, fakat herhangi bir akıma dahil olmayan, her zaman hakkını arayan, soyut sanatın popüler olduğu bir dönemde figüratif resmin farklı yönlerini keşfeden, kendisinden resim yapması beklendİğinde fotoğraf makinası, faks ve ipad ile üretmeye odaklanan, eserleri zaman zaman cinselliği, aşkı işleyen kişisel ve soyut eserlerden, günümüzde onun tanınmasını sağlayan natüralist ve gerçekçi eserlere uzanan, kurduğu yakın ilişkilerden dolayı sanat dünyasının playboyu olarak görülen David Hockney  20. yüzyılın en etkili sanatçıları arasında kabul ediliyor. 
İngiltere’nin harika çocuğu olarak anılan ilginç giyim ve yaşam tarzıyla ilgi toplayan, 1960’larda İngiltere’nin kültürel ve sanatsal ortamını biçimlendiren Hockney; ressam, baskı sanatçısı, fotoğrafçı ve sahne tasarımcısıdır.
1937 senesinde Kuzey İngiltere’nin endüstriyel şehirlerinden Bradford’ta doğar ve küçük yaşlardan itibaren sanatçı olmak ister. Sanat eğitimini 1953-57 arasında Bradford Sanat Yüksekokulu’nda, 1959-62 arasında da Kraliyet Sanat Okulu’nda yapan Hockney, 1962’de de Maidstone Sanat Okulu’nda,1963’ten sonra da ABD’nin çeşitli okullarında dersler vermiştir.  Çok ciddiye aldığı sanatını ilerletmek için sürekli çalışır. Okuldan mezun olurken, grafitiye benzer görseller ve Walt Whitman şiirlerinden pasajları birleştirdiği yenilikçi çalışmalarıyla, nadiren verilen, Royal College of Art altın madalyasını kazanır. Madalyasını alacağı törende üzerinde altın lame bir ceket vardır.
La Boheme operasını seyrettikten sonra müzikal tiyatroya büyük ilgi duymaya başlar. Bu durum ondaki sinestezi rahatsızlığına atfedilir. Sinestezi yani birleşik duyu hastası olan Hockney’in tüm sinestezik kişilerde olduğu gibi, bir duyusu uyarıldığında otomatikman bir başka duyusu da tetikleniyor. Örneğin, müzikal uyarıcılar onun renkler görmesine yol açıyor. Sintezi duyular arasındaki sınırları bulanıklaştırıp Hockney’in müziği bir renk tayfı olarak görmesine neden olur.
Royal Collage of Art’da öğrenciyken Amerika  seyahatine çıkar ve Amerikan kültürünün özgürlükçü yapısından çok etkilenir. Bir reklamda gördüğü “Sarışınlar daha çok eğlenir” sloganı hoşuna gider, gidip saçlarını platin sarısına boyar. Efsanevi yuvarlak çerçeveli gözlüklerini takar, çılgın kıyafetler giyer. Yeni imajı ve aldığı ilhamla Londra’ya döner.
Galerici John Kasmin’le tanışır.  Hockney’e inancı tam olan Kasmin komisyon almadan eserlerini satar. Bu arada Hockney mezun olup Notting Hill’de bir ev kiralar. Sürekli çalışan sanatçı yatağının üzerine “Kalk ve hemen çalışmaya başla” yazmıştır.
1960 senesindeki Tate’de açılan Picasso’nun en kapsamlı retrospektifine gider. Picasso’nun kullandığı malzeme, teknikler ve çeşitlilik aklını başından alır. Sergiyi sekiz kez ziyaret eder. Sanatçının tek bir stile takılıp kalmaması ve sürekli kendisini geliştirmesi gerektiğini anlar. 1973’te Picasso vefat edince, anısına 20 gravürden oluşan Öğrenci- Picasso’ya Saygı serisi üzerinde çalışır.
1963 senesinde Kasmin kendi galerisini açar ve Hockney’in ilk solo sergisini gerçekleştirirler. “İçinde İnsan Olan Resimler” sergisindeki tüm eserler satılır ve Hockney bir anda basının ilgi odağı olur. Sergiden kazandığı parayla yine Amerika’ya ama bu sefer çocukken gördüğü Laurel ve Hardy filmlerindeki güçlü ışık ve uzun gölgeleri  gördüğünde “ben orada yaşamak istiyorum” dediği Los Angeles’a gider. Bradford’taki havanın tam tersi  güneşli ve sıcak  Los Angeles’ın sadece havasından değil mimarisi ve plajlarından da etkilenir ve orada yaşamaya karar verir. Kimsenin daha önce bu güzel şehri  resmetmediğini düşünür. Keyfine düşkün güneşli şehrin ruhunu eserlerinde yansıtır. Bu dönemde yağlıboyadan akriliğe geçer. Geometrik formlar ve renk yelpazesini bu noktada değiştiren sanatçının  “A Bigger Splash” isimli resmi aynı zamanda Hockney’in tarzını belirleyen işi olmuştur. Sanatın kendi dili ve anlamı onu her zaman meşgul etmiş, resimlerine verdiği şaşırtıcı adlarla onlara yeni boyutlar kazandırmıştır. Saydam ve yansıtıcı yüzeylere ilgi duymuş ve bu dönemde yüzme havuzları serisi yapmaya başlamıştır.
                                                      
Bir gün arkadaşı Polaroid fotoğraflarını onun evinde unutur. Hockney fotoğrafları görünce onlarla oynamaya başlar ve onları daha büyük bir resim elde edecek şekilde birbirine yapıştırır. 30 Polaroid’den oluşan bir kolaj yapar. Bu kolaj Hockney’in fotoğraf kullanarak yapacağı deneylerin habercisi olur. Farklı açılardan  çekmiş olduğu fotoğrafları birleştirdiği kolajlarında kübist bir etkiyle belgeleme yapmış olması onu çok heyecanlandırır. Bir süre resim yapmayı bırakıp tamamen foto- kolaja yönelir. En ünlü foto- kolajları arasında gösterilen Pearlblossom Otoyolu, sekiz gün boyunca 35mm kamerayla farklı noktalardan çektiği yüzlerce fotoğraftan oluşur
1999’da İngres’in sergisini gezerken sergideki eserlerle Andy Warhol’un fotoğraftan yansıtarak çizdiği resimler arasında bir benzerlik olduğu dikkatini çeker. Bu konu kafasını kurcalar ve Fizikçi Charles M.Falco ile beraber çalışarak; Batı Sanatında gerçekliğin gelişiminde camera obscura, camera lucida ve dışbükey aynaların önemli bir rol oynadıklarını ve Rönesans’tan beri kullanıldıklarını görürler. 2001’de “Gizli Bilgi: Usta ressamların kaybolan tekniklerini yeniden keşfetmek “ kitabını yazar. Kitapta detaylı araştırmaları sonucunda elde ettiği bilgiler ışığında Caravaggio, Valazquez, da Vinci gibi ressamların başyapıtlarını inceler, optik lens kullandıkları sonucuna varır.   
Fotoğrafın yanı sıra video, renkli fotokopi, ve “sağırlar için telefon” dediği faksla çalışır. Sıra bilgisayara geldiğinde ilk çizimini 1990 senesinde Apple Macintosh programı kullanarak yapar, lazer yazıcısından baskısını alır.  Bu arada dijital kamerasıyla, evine gelen herkesin fotoğraflarını çeker ve “Evim” adlı sergiye imza atar.
                                   
2007 senesinde iPhone ile tanışır. Telefonuna indirdiği Brushes aplikasyonu Hockney’i çok heyecanlandırır. “Kim telefonun resmi geri getireceğini düşünürdü ki?” der. Sürekli iPhone’unda çizim yapar, çiçekler çizip arkadaşlarına yollar. Telefonu yatağının başucunda durur, sabah gün ışımaya başlayınca penceresinden manzarayı çizmeye koyulur.Her anı yakalamak ister. “Bu mükemmel drama karşısında Turner uyur muydu? der, tabii ki hayır! Benim işimi yapan birisi bunun karşısında uyuyorsa aptal demektir.”  Ipad siyasaya sürüldüğünde vakit kaybetmeden iPad kullanmaya başlar. Dijital eserlerini sergilediğinde  eleştirmenlerin bazıları eserleri yavan ve cansız bulurken, bir kısmı da tam tersi gelecekçi ve enerjik bulmuşlardır.  Son zamanlarda çok parçalardan oluşan büyük ölçekli eserler veren Hockney, 2008’de en büyük tablosu olan 4,5 metreye 12 metre genişliğindeki “Bigger Tress Near Water’a imza attı.
Kısa bir süreliğine doğduğu şehre geri döner ama bu süre yaklaşık  9 sene sürer ve bu sürede İngiltere’deki yavaş ve sakin hayatın izlerini taşıyan eserler yapar. Daha sonraki dönemde kalp krizi geçirir, morali bozuktur. Asistanlarından bir tanesi atölyesinde ölü bulunmuştur. Bir süre resim  yapmaz ve Los Angeles’e döner. Ailesi ve yakın çevresini konu aldığı portre serisine başlar. Kullandığı tuvaller hep aynı ebattadır ve tüm modelleri mavi bir zemin önünde duran aynı sandalyede otururlar. Her portre için kendisine üç günlük zaman tanır. 2013-2016 yılları arasında toplam 82 portre yapar. Son derece kişisel bir bağ yarattığı eserlerinde, yakın çevresindeki insanların portrelerini yaparak bir yerde kendi portresini yapmaktadır. Natürmortların çıkış sebebi de; modellerinden biri gelmeyince, modeli çizmek için hazırlık yapmış olan sanatçının modeli yerine bir natürmort çizmesidir.
Yeteneğinin yanı sıra renkli kişiğiyle de tanınan ve kendisine has bir giyim tarzı olan ressamın popüler kültürde de etkin bir rolü vardır. Giyim stili ve tarzı onu moda ikonu seviyesine yükseltmiştir. 2011’de İngiliz GQ dergisi onu İngiltere’deki En Stil Sahibi 50 Erkek arasında gösterirken, 2013’te The Guardian gazetesi onu 50 Yaş Üzerindeki En İyi Giyinen Erkek arasında seçer. Burberry 2005 İlkbahar/Yaz erkek koleksiyonuna, Preen 2014 Resort koleksiyonuna, John Galliano 2012 İlkbahar/ Yaz koleksiyonuna ilham vermiş, Ralp Lauren, Vivienne Westwood ve Brioni koleksiyonlarında ona ithafen ürünler tasarlamışlardır.
2012 senesinde, yaklaşık 124 milyon Dolar değerindeki eserlerini kurduğu vakıf yoluyla Los Angeles County Museum ve Tate gibi galerilere bağışlayan sanatçı, 2015 senesinde Londra Royal College of Art okulunda öğrenci bursu verir. İngiltere’nin en hayırsever isimlerinin başında yer alır.
Atölyesini ziyaret edenlerden duyulduğu kadarıyla, önünde klasik İngiliz çayı ve yemekleri  eksik olmayan Hockney Kensington’da çalışmalarına devam ediyor. Atölyesinin duvarları tabletinde yaptığı çeşitli ruh hallerini yansıtan kendi portreleriyle dolu olan Hockney,klasik yöntemlerden şaşmadığı halde çağdaş ve modern işler çıkarmış bir sanatçıdır.


3 Ekim 2017 Salı

Ai Weiwei Porselene Dair



Çağdaş sanatın günümüzdeki en önemli isimlerinden Çinli sanatçı Ai Weiwei’in Türkiye’deki ilk kişisel sergisi Akbank’ın desteğiyle Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM) açıldı.  Ai Weiwei, “Porselene Dair” sergisinde, SSM’nin üç katında,  100’ü aşkın eseri ile  kapsamlı porselen üretimine odaklanırken, video, duvar kâğıdı ve fotoğraflarından oluşan  geniş bir seçkiyi de gözler önüne seriyor.
Serginin sunumu, sanatçının yaşamöyküsüne, ayrıca el sanatları geleneği ile sanat tarihine yaklaşımına dayanıyor  ve çalışmalarında tekrar tekrar beliren”kendine mal etme”, yeniden üretme”,  “putları kırma” gibi kavramlara yoğunlaşıyor. Porselenin Osmanlı-Çin ilişkilerindeki rolünden esinlenen Ai’nin İstanbul’daki ilk sergisinde bu malzemeye ağırlık vermesi, izleyiciye bu benzersiz sanatçının insanlık durumuna dair yorumunu derinlemesine araştırma fırsatı sağlarken sanatçının, malzemenin tarihsel bağlamına yaklaşımını da gözler önüne sermekte. 
Ai Weiwei, kuşağının önde gelen kültür figürlerinden biridir; çalışmalarının derin sanatsal ve toplumsal etkisiyle tanınır ayrıca üretken ve geniş kapsamlı bir kariyer yapmış, yeri geldiğinde sanatçı, mimar, sinemacı, fotoğrafçı, yazar, yayıncı, küratör ve aktivist rollerine bürünmüştür. Ai çalışmaları aracılığıyla önemli insani sorunlara ve insan hakları ihlallerine dikkat çekerek bireyin toplumdaki yerini vurgulamış,  kültürü ve tarihi bir hazır nesne olarak ele alarak  malzemenin sunduğu olanakları genişletmiştir.
Ai Weiwei’e göre, siyasi duruşu ve sanatı ayrılmaz bir bütündür. O, sanatı sadece bir uygulama olarak değil, yeni sorular ortaya atmak için bir fırsat olarak görmekte ve kendi deyimiyle “ahlaki seçim” aracılığıyla toplumsal değişimi kavrayabilmenin bir yolunu sağlamaktır. Bilinçli bir politik sanatçı olarak, hem kendi ülkesinde hem de dünyanın dört bir köşesinde çıkan güncel sorunlarla ilgili eylemlere katılır. Ai yaratıcılığı “eyleme geçme gücü” olarak tanımlar; onun siyasi eylemleri sanat yapıtlarından ayrılmaz, çünkü ikisi de aynı dünya görüşünden kaynaklanmaktadır. 
Ai Weiwei, porselen yapmayı öğrenmiş olmasına rağmen, porselen işlerinin üretiminde hünerli zanaatkârların becerilerinden yararlanır. Bu zanaatkârlar Çin’in tarihi “porselen başkenti” olan Jingdezhen’de toplanmıştır. Çin’in güneydoğusunda  Jiangxi eyaletinde yer lan  Jingdezhen, 9. yüzyılda kurulmuş, adını imparator Zhenzhong’un saltanat döneminden (997-1022) almıştı. Jingdezhen’deki fırınlar 14. yüzyılda imparatorluk sarayı için büyük miktarda ve yüksek kalitede porselen üretiyordu. Uzman zanaatkârlarla çalışmayı tercih eden Ai böylece izleyiciyi porselen üretiminin bileşenleri ve bağlamı konusunda düşünmeye teşvik etmektedir. Zanaatkârların adlarının bilinmeyişi ve görünmez oluşları, dikkati kitlesel üretimin işleyişine çeker. Ai zanaatkârların adlarını saklı tutarak ve zanaatkârlığı vurgulayarak, beklenmedik biçimde, onların emeğini görünür kılar.
Sanatçının toplumsal değişimin kilit figürü olduğunu düşünen Ai Weiwei’nin çalışmaları, fotoğraf baskı dizisi Perspektif Etüdü’nde de görüldüğü gibi, imgelerin karşı çıkma ve etkileme güçlerinden yola çıkar. Tiananmen Meydanı’nda, 1995’te çekilmiş bir fotoğrafla başlayan dizide sanatçı kolunu Eyfel Kulesi, Beyaz  Saray, ve Alman Parlamento Binası gibi kültürel ve siyasal iktidarın mekânlarına uzatmış, orta parmağını yukarı kaldırmıştır. Bu imgeler izleyicilerden otoriteye, hükümetlere ve kurumlara gösterilen sorgusuz sualsiz saygıya meydan okumalarını  talep eder. Bu hareket sanatçının bu sergide yer alan “Parmak” gibi çalışmalarında da görülür.
Jingdezhen fırınlarında üretilen Tomurcuklar, İçi Çiçek Dolu Porselen Bisiklet Sepeti ve Çiçekli Tabak adlı çalışmalar, günlük bir eylemi belgeleyen imgeleri içeren Çiçekli duvar kâğıdıyla vurgulanmaktadır. Ai’nin 2011’de tutuklanması ve 81 gün kimseye haber verilmeden alıkonmasının ardından pasaportuna da el konulmuş ve Beijing’deki stüdyo evinin çevresine gözetim kameraları yerleştirilmişti. Ai, buna tepki olarak  30 Kasım 2013’te, pasaportu iade edilinceye kadar her gün stüdyosunun dışındaki bisikletinin sepetine bir demet taze çiçek yerleştireceğini açıkladı. Çiçeklerin fotoğraflarını çekti ve bunları web sitesinde ve sosyal medya hesaplarında paylaştı. Ai’ı destekleyenler de bu fotoğrafları Flowers Forfreedom (Özgürlük için Çiçekler) etiketiyle paylaştı. Sanatçının pasaportu iade edilince  22 Temmuz 2015’te projeye son verildi.
Ai Weiwei, adını antikçağın Homeros’a atfedilen önemli bir şiirinden alan duvar kâğıdı Odysseia ve bir dizi yeni porselen tabak ve vazoyla tarihin döngüsel yapısı üzerinde düşünmektedir. Odysseus’un antikçağdaki yolculuğu ile son zamanların bütün dünyayı etkileyen sığınmacı krizi arasında karşılıklı bir ilişki görür. Altı tema bütünü anlamakta merkezi rol oynamaktadır: Savaş, Harabeler, Yolculuk, Denizi Geçmek, Sığınmacı Kampları ve Gösteriler. Bu temalar günümüz sığınmacı sorununu tanımlayan travmaları yansıtmaktadır. Mavi- Beyaz Porselen Tabaklar ve Sütun Gibi Üst Üste İstiflenmiş Porselen Vazolar’da bu altı tema betimlenmekte, hem mavi-beyaz porselenin dili, hem de çalışmalarda yer alan antikçağ Yunan ve Mısır oymaları ile seramiklerine göndermeler aracılığıyla tarihi bağlama oturtulmaktadır. Çalışmaların çağdaş olduğu ancak yakından bakıldığında anlaşılır; üzerlerindeki imgeler internetten bulunmuş fotoğraflardan ve sanatçının ilk uzun metrajlı belgesel filmi “İnsan Debisi”ni (2017) çekerken edindiği tecrübelerden esinlenilmiştir.
Ai Weiwei, sanat yaşamı boyunca, var olan değer sistemlerini sorgulamak için farklı dönüştürme yöntemleri kullanmıştır. Ölülerin küllerinin saklandığı kadim kapları parçalamaktan  bu kapların neredeyse tıpkılarını yapmaya kadar uzanan bu yöntemler, sanatçının kendisine geleneksel formları kullanarak yeni bir dil yaratma olanağı sunan bu malzemeye bağlılığının arkasında yatan nedenleri gösterir.  En ironik eserlerinden biri olan Han Hanedanı Vazosunu Düşürmek’te, Ai 2000 yıllık bir neolitik vazoyu, Kültür Devrimi sırasında kültürel mirasın yaygın bir şekilde yok edilmesini çağrıştıracak şekilde parçalayarak ona yeni bir anlam yüklemektedir. Ayrıca, üç enstantanede yakalan bu ikonoklastik eylem, eseri çağdaş sanat yapıtları arasına yerleştirmektedir. Topkapı Sarayı Müzesi Koleksiyonu’nda yer alan parçaların kendisi tarafından yapılmış kopyalarının, söz konusu koleksiyonun orijinal bir vazosuyla birlikte sergilenmesi de orijinalin farkının nerede yattığını muğlaklaştırmaktadır. Çin porseleninin Osmanlı döneminde taşıdığı önem ve zanaatkârlığa etkisi dikkate alındığında, Ai’ın kopyaları orijinal ile sahtenin bir arada var olabileceği bağlam ve değeri sorgulamaktadır.


Karpuz ve Pazar çalışmaları, Çin porselen üretiminde organik formları taklit geleneğine dayanır. Tarih boyunca, doğal nesnelerin taklitlerini yapmak sanat tekniklerini mükemmelleştirmenin bir yöntemi olmuştur; Batı sanat tarihinde de natürmort geleneği vardır. Ai, yolculukları sırasında gördüğü pazarların etkisini taşıyan Pazar yerleştirmesine, kültürel hazır nesne boyutunu da katmaktadır.
26 Nisan 2014’te düzenlenen “Çin Çağdaş Sanat Ödülü’nün 15. Yılı” sergisinde sanatçının Ayçekirdekleri ve Tabureler adlı iki eseri yer alacaktı. Ancak, açılıştan kısa bir süre önce Şanghay Belediye Kültür Bürosu, sergi düzenleyicilerinin Ai Weiwei’in eserlerini göstermesini ve adını zikretmesini yasaklayarak, sanatçının  eserlerinin ve isminin mekândan tamamen çıkarılmasına neden oldu. Bu eserler, Şanghay   sergisinde sansürlendikleri için, tarihçelerine şimdi bir ek daha yapıldı. Ayçekirdekleri yerleştirmesi, Ai Weiwei’i, çağdaş sanat tartışmalarının ön saflarına çekmiş, zamanımızın en tanınmış  sanatçılarından biri haline getirmiştir. Yerleştirme, sanatçının yapıtlarında sahicilik, bireyin toplumdaki rolü, kültürel ve iktisadi alışverişin jeopolitiği gibi yinelenen temaları da açıklar. Yapıt, Mao Zedong’u güneş, yurttaşları da ona doğru dönmüş ayçiçekleri olarak betimleyen Çin Kültür Devrimi propaganda posterlerini de hatırlatır.  Yerleştirme Türk ve Çin toplumlarında dostluk nişanesi olarak paylaşılan temel bir yiyecek olarak ayçekirdeğinin kültürel anlamını da düşündürür. Jingdezhen’deki hünerli zanaatkârlarca tek tek biçimlendirilen ve elle boyanan bu benzersiz çekirdekler, toplum imgesine uygun olma baskısı ile bireyin özgürlüğü arasındaki gerilimi de çağrıştırır. Çin’in Batı toplumları için ucuz mal üretmesine gönderme yapan Ai, çalışmasını şöyle tanımlıyor: “Bireylerin durmadan yinelenen, küçücük çabalarının birikim sonucunda ortaya çıkan muazzam ve yararsız bir iş.”
                                                 
Yıllarca toplanan parçalardan oluşan Çaydanlık Emzikleri, Song Hanedanı dönemine (960-1279) tarihlenen antika çaydanlık emziklerini bir araya getirmektedir; parçalar halı gibi yere serilmiştir. Etrafındaki duvar kağıdında yer alan motifleri de hatırlatan emzikler, ağız benzeri özgün işlevleri düşünüldüğünde, ifade özürlüğünün – ya da bu özgürlüğün sınırlı oluşunun – metaforu olabilir.
Sichuan Depremi, 12 Mayıs 2008’de güneybatı Çin’deki Sichuan eyaletini vuran 8 şiddetindeki deprem yaklaşık 70.000 kişinin ölümüne yol açtı. Aralarında, yıkılan okul binalarınn altında kalıp ölen binlerce öğrenci de vardı. Ai Weiwei Aralık ayında hükümetin harekete geçmeyişi ve şeffaf davranmak istemeyişi nedeniyle blogunda bu öğrenciler konusuna bir yurttaş soruşturması başlattı. Olay, Ai ve Çin hükümeti arasındaki çatışmaların başlangıcı ve ve sanatçının önde gelen temalarından biri oldu. Yıkılan okulların enkazından toplanan inşaat demirleri Ai’ın çalışmalarında sık sık yenilenen bir motiftir. Sanatçı, Porselen İnşaat Demiri’nde bu demirlerin porselen kopyalarını yaparak ölen öğrencilerin anısına saygı duruşunda bulunur.
İlk kez bir arada sergilenen Kaplan, Kaplan, Kaplan ve Laziz, Ai Wewei’in hem geleneksel el sanatlarına, hem de çağdaş sorunlara duyduğu ilginin yer yer nasıl kesiştiğini gösterir. Kaplan, Kaplan, Kaplan,  sanatçının kendi koleksiyonundaki 3.000 porselen kırığından oluşur. Ming Hanedanı (1368-1644) dönemine tarihlenen her bir parça bir kaplan motifiyle süslüdür. Ai burada birbirine benzer binlerce objeyi bir araya getirip bir bütün olarak sergilemektedir. Bu çalışmalar izleyiciyi hem tek tek nesneleri hem de o nesnenin bütün içindeki yerini teşvik eder. Kaplan motifleriyle Gazze Khan Younis Hayvanat Bahçesi’nde hayatta kalan son kaplanı belgelemektedir. Bu hayvanat bahçesindeki hayvanların çoğu, Gazze Şeridi’nin abluka altına alınışı nedeniyle yiyecek verilemeyince açlıktan ölmüştü.
Ai Weiwei’nin şimdiye kadar açılan sergileri arasında en mükemmel kurgulanmış, en iyi sergilerinden biri olduğunu belirttiği, Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabanı Müzesi, “Ai Weiwei Porselene Dair” Sergisi 28 Ocak 2018 tarihine kadar sanatseverler tarafından gezilebilir.

Günümüzün çağdaş sanat alanında Çin’de yetişen en etkili kişilerden biri olan Ai Weiwei, heykel, büyük ölçekli yerleştirmeler, film ve mimarlık dahil çok geniş bir yelpazedeki disiplinler içinde çalışır. Çalışmaları, sunuldukları bağlamda sahicilik ve değer sistemlerinin dönüşümü meselelerine eğilir; bu da, izleyenlere günümüzün siyasi ve kültürel konularında bir bakış açısı sağlar. Lafını esirgemeyen bir siyasi ve sosyal yorumcu olarak Ai Weiwei’in güncel mesajları kültür, tarih ve sanat değerleri konusunda sunduğu bakış açısının bölünmez parçalarıdır. Muhalif şair Ai Qing’in oğlu olan, Beijing’de, 1957’de doğan Ai Weiwei, Çin’de çağdaş sanatın filizlenmesine önemli  katkılarda bulundu. Babasının Çin Komünist Partisi’nin suçlamaları yüzünden 1959’da ailesiyle birlikte gönderildiği “yeniden eğitim” kampında büyüyen Ai Weiwei, 1981’de ABD’ye gitti. Orada Marcel Duchamp ve Andy Warhol gibi figürlerin sanatıyla tanışması Ai Weiwei’in çağdaş sanata yaklaşımını büyük ölçüde etkiledi. Çin’e 1993’te döndüğünde geleneksel objeler ve el sanatlarıyla yaptığı deneyler ona geçmiş ve bugün, eski ve yeni Çin arasında köprüler kurma imkanlarını sundu.
*Sergi metinleri kaynak olarak kullanılmıştır.



Rothko


Mark Rothko 1903 yılında Markus Yakovlevich Rotkovich adıyla Rusya’da(Letonya)  dünyaya gelir. 10 yaşındayken Rusya’dan Amerika’ya göç ederler. Mark müziğe ve Yunan tragedyalarına ilgi duyan bir gençtir. Liseyi bitirince Yale Üniversitesi’nden burs kazanıp psikoloji dalında eğitim almak için yola çıkar. İkinci senesinde okulu bırakır ve New York’a taşınır. Mezun olmadığı Yale Üniversitesi tam 46 sene sonra  ona fahri doktora unvanı verir. Tiyatro sevgisi sanatı algılama biçimini etkilemiştir. Ona göre resimleri “drama” ve resmin içindeki formlar da “oyuncu” idi.
New York’ta bir arkadaşını sanat okulundaki stüdyo dersinde ziyaret eder. Stüdyo dersinde nü modelin resmini yapan öğrencileri görünce kendini ortama ait hisseden Marcus, kendisi için doğru hayatın resimden geçtiğine karar verir ve Art  Students League’e yazılır. Ressam George Bridgman’dan yapısal anatomi, Amerika’nın ilk kübist ressamlarından Max Weber’den resim dersi alır. Resmin sadece renk ve formdan ibaret olmayan daha derin ve ruhani birşey olduğu düşüncesini taşıyan Max Weber, Marcus’un ufkunu genişletir. Okuluna devam ederken bir avukatın yanında çalışan Marcus,kendisini Mozart, Schubert, Beethoven, Shakespeare, Nietzsche ve Kierkegaart ile beslemektedir.
Eserlerinde güçlü bir etki yaratmak isteyen Rothko,”Tüm resimlerim için tek arzum var, o da kuvvetlerinin hemen ve açıkça hissedilmeleridir” der. Her zaman kendisi için yapılan yorumlarda bahsedilen sakinlik ve huzur onun aklından bile geçmez. “Resimlerimin sessiz ve dingin olduğunu düşününlere,” der,”onların zemininin her bir karesine en mutlak şiddeti hapsetim.”
                                                 
Rothko deyince aklımıza her ne kadar geniş renk yüzeyleri, dev  dikdörtgenler ve kocaman tuvaller gelse de, sanatçının ilk çalışmaları kent manzaraları, nü ve peyzajlardan oluşur. Resim kariyeri boyunca dört ayrı dönemden geçmiştir. 1943-46 coşkulu formlar ve geçirgen sınırları denediği yıllar, 1947-49 renklerle kurulan bir yüzeyde bir iki nesnenin öne çıktığı kompozisyonlar, 1950 lirik boya kullanımının öne çıktığı dönem ve 1960’larda monokrom boya kullanışı ile elde ettiği ifadeler.  Büyük tuvaller kullanır, burada amacı etkileyici ve gösterişli olmak değil, seyircisini sarmalayan bir etki bırakmaktır. Küçük ebatlı resimlerin seyircisini deneyimin dışında bıraktığını düşünür.
Erken dönemlerinde canlı renklere öncelik veren ve çok az siyah kullanan Rothko, ilerleyen yıllarda daha çok siyah kullanmaya başlar. Eserlerine nadiren tarih eklemiştir. Eserlerinde stil ve tema kronolojisi yapmak  zordur. 1940 senesinde resim yapmaz ve Sanatçının Gerçekliği: Sanat Felsefesi başlıklı kitabı yazmaya başlar. Kitapta modern sanat dünyası, sanat tarihi, güzellik kavramı, toplumda sanatçı olmanın zorlukları gibi konuları ele alır. Kitabı yazarken güçlü bir resim yapma arzusuyla kitabı tamamlayamadan resme döner. Yıllar sonra ortaya çıkan kitap oğlu Christopher Rothko editörlüğünde 2005 yılında basılır.
1952 senesinde Museum of Modern Art tarafından hazırlanan Fifteen Americans sergisinde  Jackson Pallock ile yer alır. Sergide sanatçılar ayrı ayrı sergilenir ve eserlerinin yanına kendi bildirilerini asarlar. Rothko’nun bildirisinde; “bir ressamın zaman içinde bir noktadan başka bir noktaya giderken ilerlemesi netliğe doğru olacaktır: ressam ve fikir, fikir ve seyirci arasındaki tüm engellerin kaldırılması...bu netliği elde etmek kaçınılmaz olarak anlaşılmayı gerektirecektir” yazar.
Sanat camiasında artık tanınan bir sanatçı olan Rothko’ya New York Seagram Binası’nda açılması planlanan  şık bir lokanta olan Four Seasons için resimler ısmarlanır. Zenginliğe ve gösterişe her zaman mesafeli durmuş olan Rothko’nun projeyi kabul etmesi enteresandır. Bir gazeteci arkadaşına projeyi kabul etme sebebini şöyle açıklar: “Resimlerimle bu odada yemek yiyen değersiz insanları, tüm kapı ve pencereleri tuğlayla örülmüş bir odada mahsur kalmış gibi hissettirmeyi ve iştahlarını kaçırmayı ümit ediyorum.” Lokanta açılır, eserler henüz hazır değildir. Rothko eşini alıp oraya yemeğe gider. Atmosferin aşırı süslü, snob olması ve yemeklerin fahiş fiyatları onu çok rahatsız eder. Bu kitleye hitap edemeyeceğini söyler ve kendisine yapılan $35.000 ödemeyi iade eder. 60’ların sonunda bu resimlerinden 9 tanesini Tate Modern’a hediye eder. Tek talebi resimleri için sabit ve özel bir oda olur.  
                                                   
Rothko’nun Four Seasons resimleri üzerinde çalıştığı dönemi ve bu süreçte kendisine yardım eden hırslı asistanıyla arasında geçenleri konu alan tiyatro oyunu “Red”, 2009’da sahnelenmiştir. John Logan tarafından yazılıp Michael Grandage tarafından yönetilen oyunda Rothko’yu Alfred Molina, asistanı Ken’i de Eddie Redmayne canlandırır. Müthiş kadrosuyla Amerika ve İngiltere’de sahnelenen tiyatro oyunu, 2010 Tony Ödüllerinde aralarında En İyi Oyun ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerinin de olduğu toplam altı ödül kazanır. “Kırmızı” adıyla türkçeye Eser Eserol tarafından çevrilen oyun, 2011-2012 sezonunda Devlet Tiyatrolarında sahnelenmişti. Sanat Kurumu Ödülleri’nde En İyi Erkek Oyuncu ( Nihat İleri) ve En İyi Çeviri (Eray Eserol) alanında ödül kazanmıştı.
Resimlerin algısı konusunda titiz davranan ve mimari öğeler yoluyla doğru algıyı oluşturmak için eserlerine hangi mesafeden bakılması gerektiği konusunda titiz davranan sanatçı, genellkle eserlerine ideal bakma mesafesini 45 cm olarak belirlemiştir.
Dominique Menil, Houstan’da inşa ettireceği yeni bir şapel için Rothko’ya eser ısmarlar. Tüm dinlere açık olan  ve hiçbir dine ait olmayan   şapel projesi sanatçıyı çok heyecanlandırır. Kendi buluşu olan sekizgen biçiminde inşa edimiş olan şapelin orta bölümü gün ışığı ile aydınlanmak üzere tasarlanır. 14 resim yapar ve sanatçı yapıtlarını buraya aynı biçimine sadık kalarak yerleştirir.  Çalışmalara devam ederken aort  anevrizması teşhisi konur. Oysa hayatının en verimli dönemlerini geçirmektedir.  Son eserleri, başka bir boyuttan gelmiş, başka bir  gerçekliği görmüş ve onu resmetmiş gibidir. Erken dönemde kullandığı ışıldayan renkler yerini artık sessiz tonlara bırakmıştır. Derin bir depresyona giren Rothko 25 Şubat 1970 günü, 67 yaşında hayatına son verir. Aynı gün Tate Modern’e hediye ettiği 9 resim müzeye ulaşmıştır. 27 Şubat 1971’de Houston’da görkemli bir törenle açılışı gerçekleştirilen Rothko Şapel, Mark Rothko’nun kariyerinde zirve noktasıdır. Bir enstitü olarak Rothko Şapeli bugün hem müze hem toplantı hemde gösteri amaçlı programlar için kullanılmakta. Şapel ayrıca pek çok  faklı dinin bayramlarında ibadet yeri olarak kullanılıyor.
 “Rengin formla ilişkisi veya başka bir şeyle ilgilenmiyorum. Trajedi, heyecan, kötü kader gibi temel insan duygularıyla ilgileniyorum. Sadece renk ilişkilerinden etkileniyorsanız, asıl konuyu kaçırıyorsunuz demektir! “ diyen sanatçı ve moda olmaktan, yanlış anlaşılmaktan çekinir.

Rothko, evrensel bir sanatçı ve günümüz sanat piyasasının önemli isimlerinden biri olmuştur. 

3 Eylül 2017 Pazar

Georgia O'Keeffe



                                         


1887 senesinde Wisconsin’de doğan O’Keeffe, küçük yaşlarından itibaren sanatçı olmak istediğini bilir. Art Institute of Chicago ve New York’ta Art Students League’de sanat eğitimi alır. Geleneksel Avrupa resim anlayışını kısa sürede terk ederek, Uzakdoğu sanatına yönelmiş, bir süre reklam  ressamlığı yaptıktan sonra 1912-16 yılları arasında çeşitli okullarda sanat dersleri vermişti. Öğretmenlerinden Arthur Wesley Dow, O’Keeffe üzerinde büyük etki bırakır. O dönemlerde devrimci sayılabilecek metodlar kullanan Dow; doğayı düşünmeden tuvale kopyalamak yerine, onun çizgi, kütle ve renk gibi kompozisyon unsurlarıyla  yeniden kurgulanması gerektiğini düşünmektedir. Sanat gündelik hayatın içinde olmalı, sanatçının kendisini ifade etmesi ve yaratım sürecine kişisel tecrübelerini eklemesi gerekir. Dow ile çalışırken kendisini keşfeden O’Keeffe, formları sadeleştirip, şekil ve çizgilerden anlamlı, soyut kombinasyonlar oluşturmaya başlar, kişisel stilini geliştirir.
Okuduğu Wassily Kandinsky’in “Sanatta Tinsellik Üzerine” kitabından çok etkilenir. Kandinsky, sanatı ruhani bir seviyeye yükseltmiş ve sanatı insanlığın rehabilitasyonu için gerekli olan tutku dolu bir kendini adama olarak görmektedir. Bu adanmışlıkla sanatçı; kişisel ve kendine dönük çalışmalar yürüten bir figürden, tüm insanlığa karşı sorumluluğu olan bir figür haline dönüşmektedir. Müziğe duyduğu derin sevgiyle resim çalışmalarında müziğe de yer vermeye başlar, artık soyutlamayı çok iyi kavramıştır.Daha önce yapmış olduğu tüm çalışmalarını yok eder ve başlangıç noktasına dönerek kara kalemle yeni soyut  çalışmalarına başlar.
Yeni çalışmalarından bir kısmını New York’ta yaşayan fotoğrafçı arkadaşı  Anita Pollitzer’e yolar.  Anita’da resimleri son derece meşhur bir fotoğrafçı ve Manhattan’daki 291 sanat galerisinin kurucusu ve sanat dünyasında önemli bir isim olan Alfred Stieglitz’e götürür. Stieglitz, Henri Matisse, Auguste Rodin, Paul Cézanne ve Pablo Picasso’yu ilk kez Amerikan sanat izleyicisi ile buluşturmuş ve aynı zamanda sanat fotoğrafçılığını resim ve heykelle aynı seviyeye getirmek için çalışmaktadır. Stieglitz, O’Keeffe’in cesur kompozisyonlarından çok etkilenir ve onları sergilemeye karar verir. Aynı sene sergi açılır ama savaşın finansal ağırlığı ile galeri kapanır. Bu arada ikili birbirlerine aşık olmuşlardır.
Stieglitz galerisini kapattıktan sonra O’Keeffe portreleri fotoğraf serisi üzerinde çalışmaya başlar. 350’den fazla fotoğraf çeker, fotoğraflarında sanatçının kafası, göğüsleri, elleri, gövdesi gibi vücudunun farklı yerlerine odaklanır. Bu mahrem resimler aslında sanatçının ruhunu sergilerken, bir yandan da fotoğrafçısının ilham perisine ve sanatına olan aşkını  yansıtır
O’Keeffe her şeyi geride bırakır ve Stieglitz ile evlenir. Stieglitz hayatı boyunca sanatçıyı destekler. Tanıtım için sanatçının cinsiyetini ön plana çıkaran bir strateji belirler onu kadın sanatçı olarak piyasaya tanıtır. O’Keeffe’in eserlerinde kadınlığı, dişiliği sayesinde nasıl derin duyguları deşifre ettiğini, olayları derinden duyumsadığını ve uçarı renk paletiyle narin duygularını nasıl resmettiğini anlatır. Stratejisi büyük başarı kazanır ve O’Keeffe sergilerin aranan ismi olur. Zamanla Stieglitz’in yaptığı bu cinsiyet ayrımcılığı ve kadın sanatçı etiketi O’Keeffe’i rahatsız eder. Belki de buna tepki olarak genellikle siyah beyaz renklerde giyinir, melon şapkalar, düz ayakkabılar, takım elbiseler giyer ve saçlarını sımsıkı toplar, hiç makyaj yapmaz. Sanat  dünyasındaki cinsiyet ayrımıyla savaşan O’Keeffe, erkeklerin daha yüksek fiyatlar bulduğu ve daha iyi sanatçı oldukları düşünüldüğü bir dönemde en önemli sanatçılardan biri olur.
                                              
New York’ta yaşayan O’Keeffe bir gün New Mexico’ya seyahat eder. New Mexico’nun vahşi doğası ve mimarisi onu derinden etkiler. O kadar etkilenir ki bu ilk ziyaretinde 24 eser ortaya çıkarır, eserlerin  yarısı yeni konular üzerinedir. Daha sonra kendine orada stüdyo kuran sanatçı, New Mexico’nun görkemli doğası, alışılmadık jeolojik oluşumları, canlı renkleri, ışığın duruluğu ve egzotik doğasının kendisini harekete geçirdiğini söyler. Kayalar, falezler ve dağları, aynen çiçek kompozisyonlarında yaptığı gibi dramatik bir şekilde büyüterek çizer. Zamanla hayvan kemikleri ve kafataslarını da çalışmalarına ekler. 1946 senesinde eşini  kaybettikten sonra da tamamen New Mexico’ya taşınır.
1932 yılında yaptığı resimdeki beyaz çiçek ( White Flower No:1 – Tatula ), boru çiçeği olarak bilinen  Tatula ile büyük ilgi uyandırır. Sanatçının  özel bir  güzelliğe ulaştırdığı bu güzel ama zehirli, halüsinatif çiçek, 122x102 cm ebatlarındaki tuvalin neredeyse tamamını saf ve beyaz tonları ve kadifemsi yapraklarıyla doldurur. Burada Tatula sanki üç boyutlu değil de resim yüzeyine bastırılmış, arkasında görünen mavi gökyüzünün üstünde süzülen bir desene benzer. Bu eserde, her zaman kullandığı standart tuvallerden daha büyük bir tuval kullanan O’Keeffe titizliği ve mükemel tekniği ile ikonik ve zamansız  bir esere imza atmış olur.
Beyaz Çiçek’in kazandırdığı ün ile,  1936 senesinde Elizabeth Arden’den Gymnasium Moderne için tatula çiçekleri olan bir tablo siparişi alır.  O’Keeffe, sade ve aydınlık bir renk paletiyle resmettiğ ve dört tatula çiçeğinin  yer aldığı Jimson Weed tablosu, Spa’da gevşeme egzersizlerinin yapıldığı salonun duvarında yerini alır. Elizabeth Arden esere o dönem için çok yüksek bir fiyat olan 10.000 Dolarlık bir ödeme yapar. Georgia O’Keeffe’e büyük şans getiren çiçekler, sanatçının New Mexico’daki evinin bahçesinde yetişmektedir.  Eserlerinde şekil, renk ve desenler üzerine denemelerde bulunup keşifler yapar. Ressamın çiçekleri basit şekillerine eşlik eden cüretkar renkleri ve özenle ayarlanmış tonları ile dikkat çeker ve seyircide bir düzlem izlenimi yaratır.
Bir gün O’Keeffe sergisini gezen bir ziyaretçi, Alfred  Stieglitz’in yanına gelir ve 6 parçalık bir seri olan gala çiçeklerinin fiyatını sorar. Stieglitz ziyaretçiyi küçümser, ona son derece yüksek bir rakam söyler: 25.000 dolar. İşin sürprizi ziyaretçinin fiyatı kabul etmesidir, bu miktar o dönem için yaşayan Amerikalı sanatçının eserine ödenen en yüksek rakamdır. Stieglitz müşterisine; seriyi bozmadan evine asacağına ve hayatı boyunca eserleri satmayacağına dair söz verdirir ve şöyle der: “Sizi tanımıyorum... Durumunuzu bilmiyorum... Ama zamanımızın en önemli eserlerinden birini aldığınızı ve büyük bir sorumluluk taşıdığınızı biliyorum”.
İlerleyen yıllarında dünyayı dolaşmaya başlayan sanatçının, son dönemlerinde üzerinde çalıştığı iki serinin ilhamı, yaptığı uzun uçak yolculuklarında gelir. O’Keeffe, kuşbakışı nehirler ve bulutların üzerindeki uçsuz bucaksız gökyüzü üzerinde çalışmaya başlar. Genişleyen dünya görüşüyle beraber kullandığı tuvaller de büyür. 1965 senesinde, 77 yaşında, kariyerinin en büyük resmine  -yedi metreden büyük bir tuval üzerinde bulutlar- başlar. The Art Institue of Chicago’da sergilenen Sky Above Clouds IV, sıklıkla Claude Monet’in “Nymphés” 8 (Nilüferler) eseriyle karşılaştırılır. O’Keeff, eser hakkında şöyle yazar: 240 cm yüksekliğinde 730 cm genişliğinde bir resim yaptım- sabah altıdan akşam saat sekize kadar günün her dakikası çalıştım, onu hava soğumadan bitirmeliydim- garajda çalışıyordum ve orada ısıtıcı yoktu- Ebadın bu kadar büyük olması tabii ki gülünç ama birkaç senedir bu resim aklımdaydı, onu yapmak istiyordum ve sonunda yaptım ve güzel zaman geçirdim- ve işte burada- ne en iyi eserim ne de en kötü eserim.”
Georgia O’Keeffe 1986 senesinde, 98 yaşında New Mexico’da hayata veda eder, külleri vasiyeti üzerine New Mexico’nun o çok sevdiği vahşi doğasına serpilir.
Çiçek resimleri,  O’Keeffe’in sanatsal üretiminin sadece yüzde beşini oluşturmalarına rağmen geniş kitlelere ulaşmış ve sanatçıyla özdeşleşmiş, sanat tarihine büyük ölçülerde resmedilmiş çiçek resimleri ile geçmiştir.  O’Keeffe’nin çiçek tabloları eleştirmenler tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. Çoğu  zaman, doğum, yaşam ve ölüm döngüsüne göndermeler içerdikleri veya cinselliğin temsilcisi oldukları düşünülmüştür. Oysa ressam, bu yorumların hiçbirini doğrulamayıp çiçekleri yalnızca kendi gözlemlediği biçimde resmettiğini belirtmiştir.
Çiçekleri  neden bu kadar büyük çizdiği konusunda çok soru alan sanatçı, 1944’te bir sergi katalogu için kaleme aldığı yazısında amacını şöyle özetler: “Bir çiçek nispeten küçüktür. Herkesin çiçekle, çiçek fikriyle ilgili çağrışımları vardır. Çiçeğe dokunmak için elinizi uzatırsınız,  onu koklamak için eğilirsiniz, belki neredeyse düşünmeden dudaklarınızla ona dokunursunuz  veya birisini memnun etmek için ona çiçek verirsiniz. Gene de gerçek anlamıyla  kimse çiçeği görmez, çünkü o küçüktür  ve bizim hiç zamanımız yoktur . Oysa arkadaş sahibi olmak gibi görmek de zaman alır... O zaman kendi kendime dedim ki: - gördüğümü resmedeceğim, çiçeğin benim için ne anlam ifade ettiğini resmedeceğim, ama onu büyük çizeceğim ve insanlar ona bakmak için zaman ayırdıklarında şaşıracaklar.  O, meşgül New York’lular bile çiçeklerde ne gördüğümü anlayabilmek için zaman ayıracaklar... İşte! – benim ne gördüğüme bakmak için zaman ayırmanızı sağladım.” O’Keeffe bu bakma ve görme oyunuyla, metropollerde yaşayan ve hayata yetişebilmek için hep acelesi olanların bile durup, doğanın eşsizliğini ve duyumsallığını deneyimlemesini ister. Renkler, şekiller ve ışık arasındaki ince farklar resimleri canlandırır  ve onları geniş kitleye ulaştırır.
                                               
Georgia O’Keeffe’nin resimlerinin belki de en büyük özelliklerinden birisi zamansız olmalarıdır. Herhangi  bir    döneme ait değillerdir, izleyiciyle karşılaşma anlarının güncelliğine bürünürler. Sanatçı, sanat trendlerinden etkilenmeden, doğadaki soyut  formlara ulaşma yolunda kendi vizyonuna sadık kalmıştır. Ona göre; sanatçının söyleyecek  bir şeyi olmalıdır, sadece form üzerinde ustalığa sahip olmak yerine formu içsel anlamına uyarlamak amacına  da sahip olmalıdır.” Bu bakış açısı keskin bir gözlem yeteneği ve usta fırça  kullanımı gerektirmektedir.
Santa Fe şehrindeki Georgi O’Keeffe Müzesi bir kadın sanatçıya adanmış ilk Amerikan müzesidir.