4 Haziran 2019 Salı

Mario Levi ile "Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy"


Mario Levi’nin son kitabı “Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy”, yedi kitaplık İstanbul sersinin ilki olarak Evereset Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Mario Levi ile son kitabı ve edebiyat üzerine konuştuk.
                                                   


 -Son kitabınız “Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy“ bir serinin ilk cildi. Nasıl başladı bu yolculuk, neydi size bu kitabı yazdıran?

Ben yazı ile olan ilişkime baktığımda, hep bu yazının adına yakışır bir şekilde hayatımda bir şeylerin yazılı olduğuna inanırım. Önce oradan başlayalalım. Bu kitabın kaynağında benim Gazete Kadıköy’de yazdığım yazılar var. Gazete Kadıköy’de bundan yaklaşık dört yıl kadar önce köşe yazıları yazmaya başladım. Ve bir dizi yazı yazdıktan sonra İstanbul ve daha doğrusu Kadıköy’de geçen insan portreleri üzerine hikâyeler düşünmeye başladım, onları yazmaya başladım. Ama bunlar tanıdığım insanların hikâyeleri değildi. Öyle Kadıköy Çarşısı’nda gezerken veya Moda’da, Kadıköy’ün başka yerlerinde gezerken ilgimi çeken, hiç tanımadığım bir insanın görüntüsünden hareketle yazdığım yazılardı bunlar. Ve birer hikâyemsi yazı gibiydi. Daha sonra bunlar  otuz, kırk  tane birikince birdenbire kendi kendime ya “bunların her biri işlense iyi hikâyeler olur” demeye başladım. Daha sonra işe giriştim. Aynen beklediğim gibi içime sinen hikâyeler çıkmaya başladı. Ondan sonra iş gelişti. Sadece Kadıköy’le yetinmeyeyim, İstanbul’un çok iyi tanıdığım, hissettiğim başka semtleriyle de ilgili hikâyeler de yazayım dedim. Sonra baktım ki bu hikâyeler aslında kendi içlerinde bütünlük oluşturmaya başladı. Her biri birer kitap olacak gibi görünüyor dedim. Onları da bir araya getirmeye başladım. Onları biraraya getirirken hikâyeleri birleştiren ara metinler düşünmeye başladım. Ve o ara metinlerde çıkınca bir de baktım ki ben aslında  hikâye kitabı yazmıyormuşum da roman yazıyormuşum. Bunu bana başkaları da söyledi. Yayınlanmadan önce editörüm, edebiyat ajansım söyledi. Ondan sonra da  bu minvalde devam etti ve edecek. Bu yedi ciltlik bir roman aslında. İlk cildi bu. Hemen hemen aynı hacimde altı kitap daha var ve özellik şu; her biri İstanbul’un bir semtinde geçiyor. Bu kitap Kadıköy’de geçiyor, ikinci kitap Şişli, Feriköy ve Osmanbey taraflarında geçecek ve böyle devam edecek. Amacım yakından tanıdığım İstanbul’da  yaşamış olan insan hikâyelerini bir araya getirerek günümüze ait bir  roman çıkarmak. Bu kitapların hepsi günümüzde geçiyor. Geçmişe yönelik değiller. Ama artık yaşını başını almış insanlar var. 70-80 yaşında insanlar var. Elbette onlar bugün yaşıyorlarsa da hatıraları ile de yaşadıkları için geçmişe gidebiliyoruz ama neticede hepsi bugüne ait hikâyeler.

-Sizin dışarıda gördüğünüz birine yakıştırdığınız hikâyeler

Onlara yakıştırdığım evet. Mesela o kişiyi bir tramvayda görüyorum, Moda’da çay bahçesinde görüyorum, bir mezecide görüyorum. Herhangi bir yerde gördüğüm, herhangi bir insan. Ben hayatın içinde olmayı da çok seven bir yazarım. Şehri gezmeyi severim, genelde bir yerden bir yere giderken çok acelem yoksa eğer toplu taşıma araçlarına binmeyi alışkanlık haline getirdim. Onların başında da vapur yer alır. Dolayısıyla  her yerde ilgimi çeken insanlarla karşılaşma ihtimalim oluyor. Ama anlattığım insanlar benim gördüklerim. Belki gerçekte çok farklı insanlar bunlar.

-“Kesişen ve birbirine dokunmayan hayatlar” diyorsunuz değil mi?

Ben hayatın bu yönünün çok anlamlı olduğuna inanırım hep. Bir takım insanlarla hayatlarımız kesişebiliyor  veya kesiştiğinin farkına varmıyoruz. Eğer kısa bir süreliğine de olsa yollarımızın kesiştiği insanları yakından tanıma imkanını bulursak belki hayatımız değişebilir diyorum ama olmuyor. Örneğin farkettiyseniz bu romanda Funda ile İhsan veya Funda ile Zehra birdenbire bir araya geliyorlar ama bunun farkına varmıyorlar. Farkında olsalar çok şeyler yaşanacaktır ama olmuyor.  Hayatta biraz böyle galiba ve sanırım büyükşehirde yaşayan insanın  kaderi. Bu bana hikâye açısından müthiş iham veren bir durum.

-Sizde, edebiyat hayatınızda nasıl bir yerde bu seri?

Ben kitaplarım arasında eğer bu yedi cildi de tamamlamayı başarabilirsem , iyi bir yerde duracağına inanıyorum. Neden? Çünkü benim yazdığım kitaplar, tümü değilse bile birçoğu İstanbul’un bir dönemine aitti. Örneğin, “İstanbul Bir Masaldı”, 1920’ler- 1980’ler arasındaki İstanbul’u anlatıyordu. “Karanlık Çökerken Neredeydiniz?”, 1970’li yıllara  ait İstanbul’u anlatıyordu. Sonra “Lunapark Kapandı”, 1990’lı yıllara ait bir İstanbul’u anlatıyordu. Yani hep böyle birşey var. İlk kez bu romanda  bugüne ait hikâyeler anlatıyorum. Bu sebeble de bu beni heyecanlandırıyor. Bugün yaşayan insanalara ait hikâyeler anlatıyorum. Bu yüzden de bu hikâyelerin belki bugünün insanları tarafından ilgi görebileceğine ama aynı zamanda da gelecek de başka türlü ilgi göreceğine inanıyorum. Yani mesela, 2119’a kadar okunmaya değer bulunursa bu kitaplar, yüzyıl öncesinin insanları neler yaşamışlar, ne gibi kaygılara kapılmışlar, neler tercih etmişler birilerinin görmesini istiyorum.

-Siz seviyor musunuz bugünün  İstanbul’unu?

Bugünün İstanbul’unu kimi yönleri ile seviyorum, kimi yönleri ile sevmiyorum. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bugünün İstanbul’unda eski İstanbul’u seviyorum. Yani bugünün İstanbul’unda yeni İstanbul’u sevmiyorum ve dolayısıyla orada da anlatılacak fazla birşey bulamıyorum. Bir ruhu, bir tarihi olan İstanbul’u seviyorum. Bir yerde, İstanbul’un herhangi bir mahallesinde, bir ruh, bir tarih varsa orası günümüzde bile farklı bir kimlik edinebiliyor. Mesala Kadıköy’ü bu yüzden seviyorum. Kadıköy’e çıktığınızda çok yaşlı insanlar görebileceğiniz gibi çok genç bir nüfusta çıkabiliyor karşınıza, çok dinamik bir nüfusta çıkabiliyor karşınıza. Ben  Kadıköy’ün bu özelliğini çok seviyorum. Ama belli bir yaşa gelmiş herkes gibi ben de zaman zaman “ya bizim gençliğimiz daha iyi idi” gibi duygulara kapılıyorum. Yeni neslin bazı alışkanlıklarını bazen yadırgıyorum, bazen de büyük bir sempati ile karşılıyorum. Sempati ile karşıladıklarım arasında şu var: Çok mizah güçleri olduğuna inanıyorum. Müthiş bir bir mizah yetenekleri olduğuna inanıyorum. Bizim kuşağımızda olamayan bir mizah yetenekleri olduğuna inanıyorum.  Ama öte yandan yeteri kadar bilgili olmadıklarına inanıyorum yeni kuşağın. Yeteri kadar kitap okumadığını düşünüyorum. Ama tabi bu herkes için geçerli değil. Genellemeler her  zaman hatalı olma riski taşır. Değişik duygularım var ama ben İstanbul’u seviyorum.

-İstanbul’u seviyorsunuz. ”İstanbul Bir Masaldı”, “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” ve bu son seriniz yine İstanbul üzerine. Siz de Napolyon gibi dünya bir ülkeden ibaret olsa başkenti İstanbul olurdu diye düşünüyor musunuz?

Yok o kadar abartmıyorum. Ayrıca Napolyon’un bu lafı gerçekten söyleyip söylemediğinden de emin değilim. Söylemiş olabilir ama benim tanıdığım Napolyon’un bu sözü söylemiş olması biraz zor. Belki gerçekten o anda bir duyguya kapılıp söylemiştir veya bir elçiye söylemiş olabilir.  Ben İstanbu’un dünyanın en güzel şehirlerinden biri olduğunu samimi olarak  düşünüyorum ama o kadar da değil.

-“ Bir Şehre Gidememek” adlı bir de öykü kitabınız var. Eserlerinizde şehirlerin önemini öğrenebilir miyiz?

Ben açıkcası özellikle romanın bir şehir ürünü olduğunu düşünüyorum. Hatta burjuvazinin ürünü olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla şehir benim için çok  büyük önem taşıyor. Şehir kavramı benim için çok büyük önem taşıyor. Şunu da söyleyebilirim, Dünya Edebiyatı’nda çok sevdiğim, beni çok etkilemiş olan, bana yol göstermiş olan birçok yazarın belirli şehirlerle özdeşleşmiş olması benim hoşuma gidiyor. Kafka’nın Prag’la kurduğu bağ, Dostoyevski’nin St. Petersburg’la kurduğu bağ gibi. Bütün bunlar düşünüldüğünde açıkcası beni çok etkiliyor. Kendime de küçük bir pay çıkarıyorum. Ben de  İstanbu’la bir bağ kuruyorum.

-Yazamak istediğiniz başka şehirler var mı?

Bu güzel bir soru. Aslında yazmak istediğim başka şehirler var. Hangileri diye sorarsanız; bunlardan biri Venedik. Ama o da bir su şehri. İkincisi Toledo, üçüncüsü yine İspanya’da bütün Endülüs bölgesi. Dördüncüsü Paris. Bunları yazmak isterim aslında ama ben edebiyatta yerelliğin çok önemli olduğuna inanıyorum. Yani şöyle söyleyeyim. Edebiyat evrenseldir. Bir kere o kesin. Ama o evrenselliği derinleştiren de edebiyatın yerelliğidir. Yani şöyle, ben eğer Kore’li, Arjantin’li, Norveç’li, bir okura sesleneceksem bu benim evrenselliğimden kaynaklanacaktır. Bir de benim bir yerelliğim olmalı. O yerellik İstanbul benim için. Şimdi dolayısıyla öteki şehirleri  ifadeye gelince, o şehirlerde yaşamış olanlar, o şehirlerle içselleşmiş olanlar zaten edebiyatlarında anlattılar. Ben şimdi Venedik’i  bir yabancı olarak, bir Türk olarak anlatabilirim. Yani şimdi Paris’i o kadar yazar, şair, o kadar güzel anlatmış ki benim onlarla rekabet edebilmem mümkün değil. Ancak kendi bakış açımla anlatabilmek isterim. İçselleştirmiş olmak  çok büyük önem taşıyor. Bunlar gelecek planlarım arasında.

-İstanbul’un bir kokusu olsa ne olurdu sizce?

Tek bir koku ise deniz ve balık. Ama tabii çeşitlendirebiliriz. Bunlara ek olarak taze çekilmiş, kavrulmuş kahve kokusu, mısır çarşısındaki baharat kokusu gibi kokuları da bunlara eklenebilir. Ama galiba benim için İstanbul öncelikle deniz ve balık demek.

 -Kitaplarınızda futbol ve yemekte önemli bir yerde. Nasıl etkiliyor yazılarınızı bu temalar?  

Altmışlı yaşlarımı sürüyorum. Beni gerçek anlamda çok heyecanlandıran çok az şey kaldı. Fubol, Fenerbahçe. Yemek yapmak, yemek yemek. Kitap okumak, kitap yazmak. Bunlar benim değerlerim. Bunlar  benim hayatımın heyecanları. Bunları paylaşmak, bunların yazının içinde yer almaları, bunları değerli unsurlar olarak okura sunmak bana heyecan veriyor. Bir yemeği paylaşmak, bir yemeği anlatmak bana heyecan veriyor. Bu sebeble yemek benim romanlarımda vardır. “Karanlık Çökerken Neredeydiniz?” de bir sezonun unutulmaz maçlarını anlatmıştım. Futbola merak sarmış gönül vermiş başka yazarlar da var. Albert Camus bir futbol hayranıdır. Gabriel Garcia Marquez bir futbol hayranıdır. Bunlar çok önemli yazarlardır. Aziz Nesin, Haldun Taner’in de futbol hikâyeleri vardır. Ama tabi ben futbolla ilgili bir kitap yazarsam kapağı mutlaka sarı-lacivert olacak.

-“Size Pandispanya Yaptım” da pek çok yemek tarifi vardı değil mi? Babaanenizin tariflerini vermiştiniz. Yeni tarifler deniyor musunuz?

 

Orada bir hayalimi gerçekleştirdim. İronik şekilde yemek tariflerinin verildiği bir roman yazmak istedim. O nedenle o kitap benim için özel bir yerde duran sevdiğim romanlarımdan biridir. Yeni tarifler deniyorum. Hem babaannemin mutfağından  öğrendiklerim, bir de onların  üzerine çeşitlemeler yapıyorum ve bunu yaparken de çok eğleniyorum. Çünkü babaanem olsa çok kızardı.

-“Mutsuz geçen çocukluğum sayesinde yazar oldum” diyorsunuz. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz ve yazar olmayı hayal etmiş miydiniz? Neydi Mario Levi’nin hayalleri?

Aslında ilki doğru yalnız bir çocuktum. Uyumsuz bir çocuktum. Hem çocukluğum hem de ergenliğim zor geçti. Yazar olmanın kaynağında da bu varmış. Doktor olmak gibi bir hayalim vardı ama sınavlarda puanım tutmadı.  Yazar olmak hayallerimin arasında mıydı? Hayallerimin arasınday-dı diyemeyeceğim. Hayallerimin arasınday-mış diyeceğim. Çünkü sonradan fark ettim bunu. Neden bunu söylüyorum? Çünkü okulda iken kompozisyon yazmayı çok severdim, iyi de yazardım. Ondan sonra günlük tutardım, önemserdim de bu işi. Haliyle doğrusunu söylemek gerekirse bir hazırlık varmış. 13-14 yaşlarında iki tane roman yazma denemem oldu ama 15. sayfadan sonra devam edemedim.

-Konularını hatırlıyor musunuz?

Çok ilginç konuları vardı, hiç unutmadım. Bir tanesi kırklı  yaşlarının ortalarında bir adam ki o zaman benim için kırklı yaşlar inanılmaz ilerisi  geliyordu. Ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğreniyor ve doktorlar  kendisine yaşamak için sadece altı ayının kaldığını söylüyor. Bu altı ayı nasıl geçirecek? Diğeri de evlerini terk etmiş, evsiz kalmış çocuklar ve bir adam  var. Onları bir yerde topluyor ve kötü davranıyor, dilendiriyor. Tam bir Kemalettin Tuğcu romanı.

Demek ki bir yazar olma hayali varmış. O da ne zaman açığa çıktı. Üniversite ilk sınıfta bir arkadaşımın telkini ile ilk öykülerimi yazmaya başladım. Çocukluğum hazırlamış beni. Ortada bir sorun yoksa niçin yazasın ki, bir sorun var ki yazıyorsun. İster bu sorun bireysel olsun, ister toplumsal olsun fark etmez. Mesele ile olan mücadelem beni bu buralara getirdi.

 -O dönemlerde de kitap okur muydunuz?

Her zaman iyi bir okuyucu oldum. Lisenin son sınıfında iyi bir okuyucu olmaya başlamıştım. Ama asıl iyi okurluğum üniversite yıllarındadır. 19-23 yaşları arasında çok kitap okudum. Bütün temelimde o günlerde yapmış olduğum ısrarlı, hatta delicesine yapmış olduğum okumalar var. Seçerek okuyordum. Bir takım klasikleri bilmek zorundaydım. Onları çok önemsedim. O günlerde yeni kitapları çıkan yazarları okumaya başladım. Selim İleri, Oğuz Atay onları çok önemsedim. Hem günümüzü takip ediyordum hem de geçmişin izini sürüyordum.

-Yazarken okuyucu nerede görüyorsunuz?

Aslında yazarken çok düşünmüyorum. Ama kitap bittikten sonra düzeltmeleri yaptığımda “bu kitabı şimdi kimler okuyacak?” diye kendime soruyorum. Ama bunun için kitabın bitmesi lazım. Neden? Çünkü artık elimde birşey var. Bu konuya kim, nasıl ilgi gösterecek, bu cümleye kim nasıl tepki gösterecek gibi soruları kitap bittikten sonra ancak soruyorum. Ne ortaya fikrin çıktığı aşamada, ne de yazma aşamasında okuru düşünüyorum. Böyle birşey yok.

-Önce olay örgüsü mü, karakter mi?

Bu kitapta karakter oldu. Diğer altı romanda da karakter çıkışlı bu seride. Bazı romanlarım da hikâye çıkışlıdır.”Lunapark Kapandı”, “Size Pandispanya Yaptım”, “Karanlık Çökerken Neredeydiniz?”, “Bu Oyunda Gitmek Vardı” hikâye çıkışlıdır. Bu seri ve bu kitabımdan önceki “Yanlış Tercihler Mahallesi” karakter çıkışlı. Demek ki değişiyor. Ama aslında karakter ile hikâye birbirini bütünleyen unsurlar. Yani karakter olmadan hikâye olmuyor. Hikâye olmadan da tek başına karakter hiç bir anlam taşımıyor. Mutlaka bir hikâye olması lazım.Bu konuda biraz muhafazakar bir duruşum var. Hikâye olmadan roman olmaz diyenlerdenim.

-Bu karakteri ben yazsaydım dediğiniz, çok sevdiğiniz karakterler var mı?

Birkaç karakter olmuştur tabii. Şimdi hepsini hatırlamayabilirim. Ama uzun yıllar Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanındaki Ivan Karamazov’u anlatasaydım iyi olurdu dedim. Yıllar sonra yaptığım ikinci okumada ise Dimitri Karamazov’u daha çok sevdim. Kafka’nın “Dava” romanındaki K’yı yazsam iyi olurdu dedim. Camus’un “Veba” romanındaki Doktor Rieux’u yazsam iyi olurdu dedim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanındaki Mümtaz’ı yazsaydım iyi olurdu dedim. Onlar ilk aklıma gelenler.

-Sizin romanlarınızda sevdiginiz ve sevmediğiniz karakterler hangileri?

“Bu Oyunda Gitmek Vardı” da Kanada’da gece kulübü işleten Mario vardı, o öyle “pis adam” diyebileceğimiz adamlardan biriydi. Böyle eğlendiğim karakterler oldu tabii.  “Yanlış Tercihler Mahallesi”ndeki yaşlı kırtasiyeci Muhammer amcayı severim, yine aynı romandaki Pertev abiyi severim ve ayrıca bir de benim romanlarımdaki kadınlarım var. Mesela  “Yanlış Tercihler Mahallesi”ndeki Nedret karakterine tam  kelimenin tam anlamıyla aşık oldum. Gerçekte vardı da onu mu yazdım, hayır. Böyle bir kadın olmadı hayatımda. Sonra “ Bu Oyunda Gitmek Vardı” da ki Neval gibi. Ben kahramanlarımı zaman zaman severim, hayran olurum, zaman zaman kızarım. Tıpkı hayatıma girmiş insanlar gibi ilişkiler kurarım. Zaman zaman onlarla sevenirim, ağlarım. “Karanlık Çökerken Neredeydiniz”deki Necmi karakterini çok sevmişimdir.

-Kaybetmenin ihtişamı diyorsunuz kitabınızda, yaşadınız mı kaybetmenin ihtişamını?

Kaybettiğiniz anda tabiki mutlu olmuyorsunuz. Kaybetme duygusunun gösterdiklerinin çok değerli olduğuna inanıyorum. Kaybederek insan hayatı daha iyi öğreniyor. Kaybettiklerinden yola çıkarak hayatı daha iyi öğreniyor insan ve dolayısıyla bu anlamda kaybedilenler bir kazanca dönüşebiliyor.

-Düzenli yazıyor musunuz?

Düzenli yazıyorum. Bir anlamda da huzurumu ona borçluyum. Her gün çalışmaya gayret ediyorum. Bu benim için kaçınılmaz birşey. Genelde akşamları  21:00 gibi yatıp, gece 3:00 gibi kalkıyorum ve sabah 8:00’e kadar ara vermeden yazıyorum. Bunlar benim ritüellerim. Eğer yaz aylarında isek okul ve atölyeler yoksa çalışma saatim  günde altı-yedi saat hatta sekize kadar çıkabiliyor.

-Kimlerden, nelerden esinlenirsiniz?

Herşeyden esinlenebilirim. Yazarlardan, romanlardan, şiirlerden, şarkılardan, esinlenebileceğim gibi hayatın içindeki herhangi bir görüntüden, ayrıntıdan, kokudan da esinlenebilirim. 

-1970’lerden itibaren yazıyorsunuz. Kırılma noktalarınız oldu mu?

Oldu. İki-üç sene yazmadığım dönemlerim oldu hayatımda.  O da üniversiteyi bitirdikten sonraki dönemdi. 1980 ile  1983-84 arasındaki  dönem. O arada yazamadım. Çünkü yeni bir iş arayışı içindeydim. Meslek arayışı içindeydim. Kendimi var etmeye çalışıyordum. Yani sadece yazarlık yapamayacağımı anlamıştım. Bu yüzden bir ara verdim. Küskün, karanlık dönemdir. Böyle bir dönem oldu hayatımda.

-Richer Skaner “Kadife Bey” de kahraman Besteci Eric Sati, Araf’ta en değerli anısını seçmeye çalışır. Siz seçmek zorunda kalsanız hangi anınızı seçerdiniz?

Bir tek anı seçmek zoruda kalsaydım eğer hayatımda çok önemli yeri olan dedemin ölümü olurdu. Benim ellerimde öldü. O kötü bir anı olarak var. İyi bir anı olarak da Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandığımı öğrendiğim  gün var. O yazarlık hayatımda önemli bir yerdir, dönemeçtir. O ödülü kazandıktan sonra yazar olabileceğime inanmıştım. Çok uzun yıllar oldu tabii.

-Son olarak “ Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy”,ün, Cuma günü başlamasının bir sebebi var mı?

Hiçbir özel sebebi yok. Sadece Kadıköy’ü ilk kitap olarak seçmemim bir sebebi var. Kendimi daha çok Kadıköy’lü kabul ettiğim için Kadıköy’e torpil geçtim. Ama Cuma günü de haftanın en sevdiğim günlerinden biridir.

 

 

 

 

 

7 Nisan 2019 Pazar

"Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı" Sergisi üzerine söyleşi


 “Mihri: Modern  Zamanların Göçebe Ressamı”  Sergisi, Mihri Müşfik’in yerleştiği ülkelerde zamanın ruhuna göre yeniden kurguladığı kimliği ve hayatına odaklanıyor. Araştırmacılar Özlem Gülin Daloğlu, Gizem Tongo ve Lorans Tanatar Baruh, Farah Aksoy, Ahmet Ersoy’un katkıları ile hazırlanan sergi,  Salt Galata’da 9 Haziran’a kadar görülebilir. Mihri Müşfik sergisi üzerine araştırmacılar  Özlem Gülin Daloğlu, Gizem Tongo ve Salt Galata’dan Farah Aksoy ile konuştuk.
                                                                   


-“Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı” sergisi, kolektif bir sergi çalışması. SALT Galata’da çok yönlü anlatımla gerçekleşen sergi ile ile ilgili öncelikle bu çalışmaya nasıl karar verdiniz, ekip nasıl bir araya geldi?

Özlem Gülin Dağoğlu: “Kim Mihri?” filminin SALT Galata’daki çekimleri sırasında, yönetmen Berna Gençalp ile konuşurken, burada bir Mihri sergisinin çok güzel olacağından  bahsettik. Berna, beni SALT ile iletişime geçirdi. SALT’a bir Mihri sergisi projesi sundum ve kabul edildi. SALT’tan Lorans Tanatar Baruh, Boğaziçi Ünivesitesi’nden Ahmet Ersoy ile bağlantıya geçti. Tabii, bu duruma çok sevindim. Ahmet Ersoy’u tezime çalışırken severek ve beğenerek okumuştum, çok değerli bir hoca. Sergi vesilesi ile tanışmak, beni çok mutlu etti. Ahmet Ersoy ise Gizem Tongo’yu önerdi ve ekibimiz böylelikle kuruldu. Daha sonra, SALT’tan Farah Aksoy bize katıldı.

Gizem Tongo: Mihri hakkında bu zamana kadar yapılmış en kapsamlı araştırmayı doktora tezi olarak yapan Özlem. Kendisi, Mihri gibi İstanbul doğumlu; ressamı anlamak için, Mihri’nin ayak bastığı neredeyse tüm şehirleri, müzeleri ve okulları ziyaret etmiş. Benim kendi araştırma alanım geç Osmanlı dönemi kültür tarihi. Sergi ekibine beni öneren Ahmet Ersoy oldu. Ahmet Ersoy, Boğaziçi Üniversitesi’nde 2012 yılında tamamladığım Master tezimin danışmanıdır. Kendisinden çok şey öğrendiğim ve birlikte çalışmaktan hep çok zevk aldığım hocamın sergi için beni önermesi çok hoşuma gitti. Kısa sürede de Özlem, Lorans ve Farah ile tanıştım. Sergi yapmak, herkesin bireysel emeklerinin harmanlandığı kolektif bir dayanışma ve emeğin ürünü. Sergiye dair araştırma yaparken ve sergiyi hazırlarken birbirimizden öğrendiğimiz çok şey olduğunu düşünüyorum. Özgürce fikirlerimizi paylaştığımız, birbirimizi içtenlikle dinlediğimiz, anladığımız ve birlikte samimiyet ve heyecanla çalıştığımız çok güzel bir süreç oldu. 

Farah Aksoy (SALT): 2017 SALT Araştırma Fonları’na yapılan “Kim Mihri?” film projesinin yönetmeni Berna Gençalp’in yaptığı başvuru vesilesiyle tanıştık Özlem ile. Bu konu nasıl sergiye evrilir diye konuşmaya başladık ve ekibe Ahmet Ersoy ve Gizem Tongo’nun da katılmasıyla çalışmalara başladık. SALT, odaklandığı mimarlık, sanat, tasarım, sosyal yaşam ve ekonomi gibi konularda göz ardı edilen tarihleri araştırmayı ve kullanıcıları ile birlikte farklı programlar oluşturmayı önemsiyor. Nitekim Ressam Sabiha Rüştü Bozcalı sergisi, arşivlerden yola çıkarak, sanatçının az bilinen illüstrasyon üretimini merkeze alan bir araştırmanın sonucunda ortaya çıktı. Mihri’nin bilinmezliklerle dolu hayat hikâyesi ve üretimine dair Özlem’in yaptığı arşivsel çalışmalar SALT’ın bu araştırmasının ilk adımını oluşturdu. Bunlara ek olarak İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ilk öğrencileri üzerinden Mihri’nin modernleşme sürecindeki rolüne de odaklanmak istedik ve farklı arşiv, kurum, kişilere başvurduk, araştırmamızı genişlettik.
                                      


-Serginin oluşum ve hazırlık aşamasında neler yaşadınız, nasıl bir süreç izlediniz?

Özlem Gülin Dağoğlu: Benim araştırmalarım, Mihri’nin Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri dönemlerine odaklanmaktadır. Sergi için de başlıca Mihri’nin yurtdışı dönemleri ile ilgilendim. Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı dönemi kültür tarihi üzerine doktorasını tamamlamış olan Gizem ise, Mihri’nin İstanbul'daki kültür ve sanat camiaları ile ilişkilerine yoğunlaştı. Mihri’nin 50 yılı aşan bir kariyeri oldu ve 3 kıtada yaşayıp çalıştı. İstanbul’dan Paris’e Roma’ya New York’a Washington’a ve Orlando’ya kadar çeşitli arşivlerde, Mihri ile ilgili İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Osmanlıca belgeler ve gazete haberleri bulunmakta. Bu zengin arşiv belgelerini Türkçe’ye tercüme edip, sergide yer verdik. Böylelikle sergide kullanılan malzemeler geniş bir coğrafyadan toplanmış birçok farklı türde belgelerden oluştu. Örneğin, tezime çalışırken keşfettiğim Rollins College arşivlerinden yaralandık. Gizem ise Osmanlı basınında Mihri’nin 1918’de evinde açtığı sergisi ile ilgili haberleri buldu. Mihri’nin ilk defa sanatını anlattığı bir röportajın sergiye çok değerli bir katkısı oldu. Bu bakımdan, Gizem ile birbirimizi çok iyi tamamladığımızı söylemek yanlış olmayacaktır. Heyecanlı, son dakika sürprizleri ile dolu bir süreç oldu. Ama herşeyden en önemlisi, çok zevkli bir çalışma oldu.

Gizem Tongo: Sergi için yaklaşık bir buçuk yıldır çalışıyoruz. Bu süre zarfında genellikle, Lorans, Farah ve Ahmet Ersoy İstanbul’da, Özlem Montreal’de, ben de önce Oxford sonra Ankara’daydım. Farklı coğrafyalarda ve farklı zaman dilimlerinde, skype vasıtasıyla düzenli aralıklarla “sanal” olarak buluştuk. İstanbul’daki ilk “gerçek” buluşmamız 2018 yılının sonlarına doğruydu ve ekip olarak oldukça keyifli bir gün geçirdik. Özlem, Mihri hakkında doktora tezini yazarken, ressama dair çeşitli arşivlerden belgeler toplamış ve daha önce Türkiye’de neredeyse hiç bilinmeyen Edison portresi gibi tablolarını bizzat incelemişti. Mihri, İkinci Meşrutiyet İstanbul’unda bir kadın ressam ve eğitimci olarak aldığı aktif rolle, benim kendi akademik araştırmalarım için de önemli bir karakterdi. Mihri’ye ve dönemine dair daha önce yaptığım çalışmaları daha da derinleştirme imkanım oldu: Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri, Milli Kütüphane, Atatürk Kitaplığı ve İstanbul Arkeoloji Müzesi Arşivi gibi çeşitli arşiv ve kütüphanelerde Mihri’nin ve faaliyetlerinin izlerini sürmeye çalıştım.
                                                                     


- “Mihri: Modern Zamanların Göçebe Ressamı” olarak serginin ismini nasıl belirlediniz, neler etkili oldu bu kararda?

Gizem Tongo: Serginin başlığı en baştan beri düşündüğümüz, üzerine kafa yorduğumuz bir meseleydi. Birkaç kelime ile hem Mihri’yi hem de bu sergi ile bizim yapmak istediklerimizi anlatması gerekiyordu. Öncelikle Mihri’yi babasının isminden (“Mihri Rasim”) veya boşandığı kocasının (“Mihri Müşfik”) isminden bağımsız, tek başına, kendi kadın kimliği ile var etmek amacındaydık. Bunun için sadece “Mihri” olarak yer alacaktı. Başlığın ikinci kısmına karar vermek ise, biraz daha zordu. Mihri’yi bir kaç kelimeyle sınırlamak pek mümkün değildi: kadındı, portre ressamıydı, eğitimciydi, öncüydü, çok kültürlüydü, idealistti ve göçebeydi... 20. Yüzyılın ilk yarısında yaşamıştı ve bu dönem pek çok derin değişimin yaşandığı bir dönemdi: Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, Avrupa’da faşizmin yükselmesi, İkinci Dünya Savaşı ve Amerika’daki Ekonomik Buhran. Mihri, dünyanın her açıdan büyük dönüşümler geçirdiği bu dönemin önemli bir tanığıydı ve bunu da başlıkta bir şekilde yansıtmak gerekiyordu. Sergi ekibi olarak “Modern zamanların göçebe ressamı” olarak başlığın ikinci kısmına karar verdik. Sergiyle vermek istediğimiz mesaj: Mihri’nin, Türkiye, Avrupa ve Amerika tarihinin önemli dönemeçlerinde kadın, sanatçı, eğitimci, idealist ve göçebe olarak var olmaya çalışması, bunu yaparken de döneminin pasif bir tanığı değil, aktif bir öznesi olarak yer almasıydı. 

Özlem Gülin Dağoğlu: Mihri, her ne kadar Türk sanat tarihi yazımına Müşfik soyadı ile girmiş olsa bile, ilk eşinden 1920’li yılların başında boşandıktan sonra sanatçı daima babasının ismi olan Rasim’i kullanır... Ancak Gizem’in de değindiği gibi, sergi için Mihri’yi ilk eşinin soyadından ve babasının isminden bağımsız, bir özne olarak ele aldık. Serginin isminin ilk kısmı böylelikle “Mihri” oldu. İkinci kısmında ise, her kelimenin Mihri’nin çeşitli yönlerini anlatması gerekiyordu. İstanbul’dan Roma’ya Paris’e ve New York’a, Mihri, milli sınırların dışına taşan göçebe bir ressam olur. Aynı anda elli yılı aşan kariyeri boyunca, Birinci Dünya Savaşı, Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı gibi önemli dönüşümlere de tanık olur. Başka bir deyişle: Mihri, Modern Zamanların Göçebe Ressamı’dır...

-Mihri, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kuruluşunda önemli bir yerde. Bu aşamadaki çalışmalarını öğrenebilir miyiz?

Gizem Tongo: Kadınların güzel sanatlarda gelişmesi ve kadın mekteplerine resim muallimesi yetiştirmek maksadıyla 13 Ekim 1914 tarihinde İstanbul’da bir İnas Sanayi-i Nefise Mektebi açılıyor. İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin açılması, Osmanlı kadınlarının sanat üretimindeki rolü ve güzel sanatlar eğitiminin kurumsallaşması açısından bir dönüm noktası. Mektebin açılması hem eğitim alanındaki modernleşme sürecinin bir parçası, hem de Osmanlı kadınlarının yürüttüğü bir mücadelenin sonucu. 1977 yılında Malik Aksel’in kaleme aldığı, İstanbul’un Ortası kitabında, Mihri’nin bizzat bu mücadelenin lideri olduğunu okuyoruz. Aksel, Mihri’nin bir gün Maarif Nazırı Şükrü Bey’in huzuruna çıkarak: “Muhterem Nazır Beyefendi. Memlekete Meşrutiyetle birlikte hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet geldi, ama bütün bu nimetlerden sadece erkekler istifade ediyor... Fakat İnas Sanayi-i Nefise mektebi nerede? Hep yapılanlar erkekler için!” dediğini aktarıyor. Tabii, bu tarihi konuşmaya dair bildiklerimiz Aksel’in anlattıklarıyla sınırlı; fakat Mihri’nin uzun bir dönem mektepte resim dersleri verdiğini, hatta kısa bir süre mektebin idaresini tek başına devraldığını ve belli bir süre de idareyi Ömer Adil ile birlikte yürüttüğünü biliyoruz. Mihri’nin atölyesinde yetişen öğrenciler dönemin İstanbul sergilerine katılıyor, Belkıs Mustafa, Güzin Duran, Nazlı Ecevit ve Fahrelnissa Zeid gibi birçok kadın ressam daha sonra Türkiye’deki resim sanatına da yön veriyor. Bugün, Mihri’nin yetiştirmiş olduğu bir sanatçı kadın kuşağından bahsetmek mümkün.

Özlem Gülin Dağoğlu: Yirminci yüzyılın başında İstanbul’da kadınların sanat eğitimi olanakları son derece kısıtlıydı. Mihri, 1914 yılında çeşitli camialardaki ilişkilerini kullanarak İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulmasında büyük rol oynar. Akademide öğretmen iken, öğrencilerine kadın nü model kullandırır. Öğrencileri için bir burs hazırlar ve kadın ressamlar için yardımlaşma birliği oluşturmaya çalışır.

-Mihri, imparatorluğun son dönemlerinde yetişen önemli bir portre ressamı. Mihri üzerine çalışma yapmaya nasıl karar verdiniz?

Özlem Gülin Dağoğlu: Mihri, Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde yetişen en önemli ressamlardan bir tanesi olmasına rağmen, hakkında bilinenler yetersizdi, üstelik çoğu zaman da birbirini tekrar eden ve bazen de yanlış olan bilgilerden oluşuyordu. Hayatının son yıllarını sanatı uğruna fakirlik içinde yaşamış, sefalet ve pişmanlık içinde ölmüş bir “Mihri” hikayesi yaratılmıştı. Oysa, bugüne kadar gerçek yaşantışı ve eserleri hakkındaki bilgi ve belgeler çok kısıtlıydı. Bu kalıplaşmış yanlışları düzeltip, bugüne dek karanlıkta kalmış dönemlerine ışık tutma amacı ile yola çıktık. Mihri’nin hiç bilinmeyen yönlerini, ilişkilerini ortaya koymaya çalıştık. Bu yeni Mihri portresini sunmak için de belgeler, arşiv malzemeleri ve somut kanıtlar kullandık. Mihri’nin İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’ndeki öğrencilerinin çizimlerinden, yaptığı portrelere, hakkında çıkan gazete haberlerinden, Amerika’daki göçmenlik belgelerine kadar zengin ve çok çeşitli malzemeleri izleyiciyle buluşturduk. Ayrıca ilk defa, Mihri’nin günümüze kadar gelen yegâne ABD dönemi eserlerinden iki tanesini, Edison portresi ve Rezzan Yalman portresini, sergiliyoruz.

Gizem Tongo: Mihri, Özlem’in doktora tezinin ana karakteri, benim araştırma konumun ise (Cihan Harbi ve Mütareke Dönemi), tarihi karakterlerinden sadece biri. Bu anlamda Özlem ile akademik anlamda birbirimizi tamamladığımızı düşünüyorum.
                                                                         


- Mihri’nin  sanat tarihindeki yeri için neler söylersiniz ve sanat tarihi yazımında arka planda kalmasının nedenleri nelerdir?

Gizem Tongo: Mihri, yarım asırlık kariyeri boyunca, ürettiği eserlerle, ve eğitimci rolüyle yaşadığı döneme derin bir iz bıraktı. Hayatının birçok döneminde yurt dışında yaşadı ve yaşadığı şehirlerde ressam ve eğitimci olarak sanat dünyasında aktif bir rol aldı, kadınların eğitim ve siyaset alanlarında özgürleşme mücadelesine çoğu zaman bizzat katıldı. Bu göçebelik kendisine uluslararası bir şöhret kazandırdı, fakat aynı zamanda, Türkiye’deki modern sanat tarihi yazımında hak ettiği yeri bulamamasına da neden oldu. Bugün Mihri hakkında bilinenler hala muamma, üstelik çoğu zaman da birbirini tekrar eden bilgilerden oluşuyor. Sanatı ve tarih sahnesindeki aktif rolü göz ardı edilip, Özlem’in de bahsetmiş olduğu bir “ressam Mihri” efsanesi yaratılmış. Tabii, bu durum sadece Mihri’nin göçebe olmasından kaynaklanmıyor. Türkiye’deki sanat külliyatı içinde, her yerde olduğu gibi, resmi tarihin yazarları ve kahramanları hep erkekler. Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemi kadın sanatçıları üzerine hâlâ yeterince çalışma olmadığını söylemek gerekiyor. Yüzyıllar boyunca erkek egemen bir anlayışın şekillendirdiği sanat dünyası -müze koleksiyonları olsun, sanat tarihi kitapları olsun- kadınların sanatsal üretimini hep geri plana attı. Bunu bazen sanat tarihimizde kadın sanatçılardan hiç bahsetmeyerek, bazen de bahsetse bile, kadın sanatçılar için “trajik” ve “dramatik” bir hayat hikayesi yaratarak başardı. Bu “dramatik” hikayede de, ne üretilen sanat yapıtlarına, ne de sanatçının yaşadığı döneme katkılarına yeteri kadar önem verilmedi. Bugün geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminden, kültürel hafızamıza kazınmış pek çok eser hala erkek sanatçılar tarafından üretilen işlerden oluşuyor. Bunun nedenlerini sorgularken, eril sanat tarihi anlayışını eleştirmek ve değiştirmek gerekiyor.

Özlem Gülin Dağoğlu: Aslında dünya genelinde, bu durum 1850-1950 yılları arasında yaşamış çoğu kadın sanatçı için geçerli... Sanatın ve tarihin yazarları, konuları daima erkekler olmuştu. Son 40 yıldır, Mihri ve daha nice kadın sanatçı, sanat tarihinde ve yazımındaki hak ettikleri yerleri yavaş yavaş elde etmekteler. Burada dikate çekilmesi gereken, Mihri’nin bu dramatik hayat hikayesinin ortaya çıkışının, Türkiye’de 1980 sonrası birçok kadın sanatçıyı görünür kılan feminist çalışmaların güç kazandığı döneme denk gelmesidir.

- Ömrünün büyük bir bölümü yurt dışında geçirme sebepleri nelerdi ve o dönem yaşadığı yerler  ile Türkiye’deki  sanatlar ortamı nasıl farklar vardı? Mihri, Türkiye’de ve dünyadaki çağdaşları arasında nasıl bir yerde idi?

Özlem Gülin Dağoğlu: Hayatının büyük bir bölümünü yurt dışında geçirme sebeplerinin ne olduğunu ancak Mihri kesin bir şekilde cevaplayabilir... Bizim cevap niteliğinde ileri sürebileceğimiz baslıca sebep ise, kariyerinin başından beri, Mihri’nin belirlediği bir idealin peşinde ilerlemesi olabilir. Bu ideali, döneme damgasını vuran şahsiyetlerin portrelerini yapmak ve bu sayede kendisinin de bu önemli insanlar arasında yer edinmesi diye de düşünebiliriz. Mihri’nin yaşadığı dönemde, Avrupa ve ABD’deki sanat camiaları ile Türkiye’deki sanat camiaları arasındaki farklardan ziyade, benzerlikleri vurgulamak Mihri’nin öncü kişiliğini öne çıkartacaktır. Her ne kadar Mihri’nin yüksek sosyal sınıfı, onun ressam olmasına kapı aralayan koşul olsa bile, yirminci yüzyılın ilk yarısında, bir kadın için sanatı ile geçinmek, erkek egemen sanat dünyasında yer edinmek, yine bugün olduğu gibi, büyük zorluklar getiren bir hayat seçimidir. Bunun verdiği farkındalık ile, Mihri, İstanbul’da  İnas Sanayi-i Nefise Mektebi ile başlayarak New York’da Kadın Seçmenler Cemiyeti’ne kadar, kadınların eğitim ve siyaset alanlarında özgürleşme mücadelesine çoğu zaman bizzat katılır. Kadınların yaşam standartlarını iyileştirmek için çaba sarf eder. Mihri’nin bu çabaları ve sanatı, döneminde basının yoğun ilgisi çeker.

Gizem Tongo: Mihri, ilk kez İstanbul’dan Roma’ya gitmek için ayrıldığında henüz 20’li yaşlarının başında. Resme oldukça yeteneği var ve bu yeteneğini geliştirmek istiyor. O vakitlerde Mihri’nin İstanbul’da üniversite düzeyinde güzel sanatlar eğitimi alması mümkün değil; 1883 yılında açılan Sanayi-i Nefise Mektebi’nden sadece erkekler yararlanıyor. Mihri, Roma’dan sonra Paris’e geçiyor ve 2. Meşrutiyet’in ilanından birkaç yıl sonra da İstanbul’a dönüyor. Paris, o zaman için bir kültür ve sanat başkenti; dünyanın çeşitli coğrafyalarından farklı estetik ideolojilere, kaygılara sahip sanatçıların kendilerini rahatlıkla ifade edebilecekleri birçok galeri ve sergi mekanı bulunuyor. Bunun dışında, 20. Yüzyılın ilk yıllarında Avrupa’nın büyük bir bölümü kültür alanında radikal dönüşümler yaşıyor: İtalyan şair Tommaso Marinetti’nin 1909 yılında Paris’te yayınladığı Fütürist Manifesto’dan, 1912 yılında yayınlanan Rus Fütürist Manifesto’ya, sanatçılar geleneği ve geçmişi sorguluyor. İstanbul’un sanat dünyasında, özellikle resim sanatında, estetik anlamda radikal değişimlerden bahsetmek pek mümkün değil. Mihri gibi pek çok Osmanlı ressamı Batı resim sanatının akademik kurallarına, Avrupa’daki avant-garde sanatçılarının aksine, çok da meydan okumuyor. Tabii ki bunun nedenleri üzerine tartışmak bu söyleşinin sınırları içinde pek mümkün değil. Yalnız burada önemli bir konuya değinmek istiyorum: geç 19 yüzyıl ve erken 20. Yüzyıl resim sanatına dair yapılan çalışmalarda “avant-garde takıntısı” olarak adlandırabileceğimiz bir durumdan bahsetmek mümkün. Özellikle New York’taki Modern Sanat Müzesi’nin (MOMA) ilk yöneticisi olan Alfred Barr’ın 1936 yılında düzenlediği Cubism and Abstract Art (Kübizm ve Soyut Sanat) Sergisi ve hazırladığı şema, hem sanat tarihi yazımı için, hem de müze koleksiyonları için oldukça sınırlı ve problemli bir “avant-garde” kanonu ortaya çıkarıyor. Erkekler tarafından yazılan ve erkek sanatçıların “avant-garde” başkahramanlar olduğu bu modern sanat tarihi yazımı, sanat iktidarının eril yapısını da meşrulaştırıyor. Oysaki, geç 19. Yüzyıl ve erken 20. Yüzyılda aktif olan pek çok ressam, Mihri gibi, Batı resim sanatının akademik kuralları çerçevesinde oldukça başarılı işler üretiyor. Mihri’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda en aktif olduğu dönem, İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde olduğu dönem. Bu süre zarfında İstanbul’un kültürel elitinin zirvesinde yer alan kişilerden biri haline geliyor ve Tevfik Fikret gibi dönemin sanatçı ve entelektüel çevreleriyle yakın ilişki kuruyor, portrelerini yapıyor. İstanbul’un en başarılı portre ressamlarından biri oluyor Mihri. 1918 yılında kendi evinde açtığı sergisine dair yazılan bir makalede “Mihri Hanım renkleri anlamakta ve eserlerine ruh koymakta bütün ressamlarımızı geçmiştir” diye yazılıyor.

Mihri’nin eserlerini üç kelime anlatırsanız hangi kelimeleri kullanırsınız?  

Gizem Tongo: Her ne kadar üç kelimeyi seçmek çok zor olsa da, Mihri’nin eserlerini anlatmak için seçeceğim kelimeler: gerçekçi, renkli ve samimi portreler olurdu. Mihri’nin kendisi için seçeceğim sıfatlar ise: yetenekli, çok kültürlü ve idealist olurdu. Bir parantez açmak isterim: benim için Mihri’nin eserlerinin iki anlamı var: ilki, ressam olarak ürettiği eserler; ikincisi de, eğitimci olarak yetiştirdiği öğrenciler.

Özlem Gülin Dağoğlu: Yetenek, güç ve renk, Mihri’nin eserlerini anlatmak için seçeceğim üç kelime olurdu.

ANAYURT OTELİ VE ZEBERCET




1921’de Manisa’da doğan Yusuf Atılgan, Manisa Ortaokulu’nun sonrasında dönemin önemli isimlerinin öğrenim gördüğü Balıkesir Lisesi’ne devam eder. Ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirir. Ahmet Hamdi Tanpınar ve Nihat Tarlan’ın öğrencisi olur. İki yıl edebiyat öğretmenliği yapar ve sonrasında Manisa Hacırahmanlar Köyü’ne geri döner.  1976 yılında tekrar İstanbul’a geldiğinde Milliyet Gazetesi ve Can Yayınları’nda çalışır. 1989’da Moda’da vefat eder.
Bir kent romanı olan Aylak Adam’ı 1959’da Hacırahmanlar’da, taşrada geçen Anayurt Oteli’ni 1973 yılında yine Hacırahmanlar’da olduğu dönemlerde yazar.  Yarım kalan kitabı Canistan ise 2000 yılında yayımlanır. Öykülerinde genelde insandan hareket eden Atılgan’ın öykü kitapları “Bodur Minareden Öte”  1960 yılında, “Eylemci”  (Bütün Öyküleri) de 1992 yılında okurlarıyla buluşur. 
Edebiyatına baktığımızda Ahmet Hamdi Tanpınar, Samuel Beckett,  Albert Camus, Fyodor Dostoyevski etkilerini net olarak gördüğümüz Atılgan’ın Anayurt Oteli, 1963 yılında geçer ve 20 Ekim Pazar günü başlar,  gün adları ile ilerler, 22 gün sonra 10 Kasım’da da sona erer.
Keçecizade ailesinin konağı 1923 yılında Anayurt Oteli’ne dönüştürülür. Annesi konağa besleme olarak gelen Zebercet de, tren istasyonuna yakın Anayurt Oteli’ ne, babasının ardından yıllar sonra yetkili olur. 
İlkokul mezunu, taşralı, para ile ilgili bir sıkıntısı olmayan, otelin dışında mağdur ama otelde tamamen farklı bir karakter olarak gördüğümüz Zebercet’in otelde bir kimliği vardır. Asıl konusu; kahraman ve kahraman karşısında toplumun iletişimsizliği olan Anayurt Otelin’de okurla da iletişime geçmez Zebercet.  Başkaları ile iletişim kurmaktansa ölümü tercih eden Zebercet’in asıl korkusu ölüm değil, başkaları ile iletişim kurmak ve onlar tarafından yargılanmaktır.
Mutlak yalnızlık, yalnızlıktan çıkma umudu ve hayal kırıklığı olmak üzere üç ana konuda ilerleyen Anayurt Oteli’nde,  Zebercet,  Ankara’dan Gecikmeli Trenle Gelen Kadın ve Otel üç ana karakter olarak karşımıza çıkıyor.
Erken doğan Zebercet’in isminin konma anından başlayan hor görülme, çocukluğunda ve askerde yaşadıkları ile devam eder. Sonrasında “Ankara’dan Gecikmeli Trenle Gelen Kadın”la beraber umut dönemi başlar. Böylece rutinin dışına çıkar, “Ankara’dan Gecikmeli Trenle Gelen Kadın”ın  düzgün iletişim kurması, teşekkür etmesi ile umuda kapılan Zebercet kendine yeni takım alır, bıyığını kestirir, ortalıkçı kadını uyandırmaz ve sigaraya başlar.  “Ankara’dan Gecikmeli Trenle Gelen Kadın”ın otele geri dönme umudunun bittiği anda hayal kırıklığı döneminde farklı eylemlere yönelir, içkili mekana, sinemaya gider. Umut döneminde horlanma yaşamazken hayal kırıklığı döneminde tekrar horlanmalar başlar ve ortalıkçı kadını öldürmesi de o dönemde gerçekleşir.
Toplumsal öğelerin ön planda olduğu Anayurt Oteli’nde, Zebercet’in ruh halini eylemlerinden yola çıkarak çözümlenebilirken, yaşadığı olayların sebepleri ancak bir olayı anımsadığında okura açık edilir. Zebercet’in erken doğumuyla başlayan, arızalı denebilecek gelişiminin başlangıç noktası ise adının konulduğu andır. Anayurt Oteli onun için bir anlamda ana rahmi- ana kucağıdır. Ortalıkçı kadın ise onun için adeta ana rahmi ya da ana kucağı ile temas kurduğu objedir. Dolayısıyla hayal kırıklığı döneminde öldürdüğü de aslında kendisidir. Tüm bunlar, kendinden vazgeçmeye başladığı an yaşanır.
Anayurt Oteli, aslında bu coğrafyadır ve Zebercet de bir göstergedir. Otelin tenekeden mermer üzerine oturtulmuş bir tabelası, bir de yönlendirme levhası vardır. Otelde iki tane de tablo asılıdır. Bir takım objeler duvardan indirilir ve tekrar asılır. Sonunda da karakter kendini asar ama öykü ölüp ölmediği ikilemiyle biter.
Biçim olarak iletişimsizliğinin yansıtıldığı Türk Edebiyat tarihinde önemli bir yere sahip olan “Anayurt Oteli”  1987’de aynı adla Ömer Kavur tarafından sinemaya aktarılmış, sinema tarihimizde kült filmler arasında yerini almıştır.

Seçil Erel "Bir Başka Gerçeklik"


Millî Reasürans Sanat Galerisi’nde  6 Nisan 2019 tarihine kadar devam edecek olan “Bir Başka Gerçelik”Sergisi ve sanat yaşamı üzerine  Seçil Erel’le  konuştuk.
                                                       
                                                             
 “Bir Başka Gerçeklik”, iç huzur ile kabullenmenin, kendini akışa bırakmanın getirdiği dönüşümün dışavurumu olarak tanımlanmış. Sergiye nasıl karar verdiniz? Konuya, konsepte karar verirken sizi neler etkiledi?  
Sergi, benim için çok özel olan Milli Reasürans Sanat Galerisi’nin yöneticilerinin işlerimi takip etmesi üzerine benimle çalışmak istediklerini paylaşmaları sonucu 2015 yılında kararlaştırıldı. O tarihten itibaren önce yavaş tempo 2017’den itibaren ise yoğun bir şekilde çalışarak çıkan sergi hem teknik hem içerik olarak uzun yolculuklardan geçen işlerden oluşuyor.
Ben yaşamdan ilham alan ve yaşamın içinde deneyimlediklerimi gözlemleyip dönüştürme becerisi olan birisiyim. İşlerimde her zaman bu şekilde çıkıyor. İlk işlerim salt bilgiye dayanırken sonrasında yaşamdan topladıklarım ve gördüklerimi de derinden gelen duygularla eklenerek çıkıyor. 
Benim için yaptığım işler kelimelerle anlatamadığım duyguları anlatmanın yoludur diyebilirim. 
Bu sergi benim bir kaç yıl boyunca gittiğim çeşitli sanatçı misafir programları, atölye çalışmaları ve seyahatlerin sonunda kalıcı olarak doğup büyüdüğüm yer olan İstanbul’dan Londra’ya taşınmamın ardından, kendimle yüzleşip, kendime doğru yaptığım içsel yolculuklara odaklandığım bir süreçte doğdu. Yani fiziksel yolculuklar spiritüel yolculuklara dönüştü diyebilirim. 
Bu nedenlerle değişim, dönüşüm, yeniden doğmak, ölüm ve denge temaları temel oldu.
                                                                                 
 
  “Bir Başka Gerçeklik” de son dönem  çalışmalarınız sergileniyor.  Serginizde yer alan işlerinizi öğrenebilir miyiz? Sergide sanatseverleri neler bekliyor?
Genel olarak yukarıda bahsettiklerimle oluşması ile birlikte her işin kendi oluşum sebebi var. 
Ben uzun yıllardır varoluşun sistematiğini dört boyutlu alanda yani mekan ve beraberinde zaman üzerinden insan faktörü ile anlamlandırmaya odaklanmış ve bunu matematik bazlı düşünce ve kurgular üzerinden yapıyordum. Yalnız bu sergi daha düşünme aşamasındayken, Southampton, İngiltere’de sahilde deniz kabuğu toplarken hatırladığım, aslında bütün odaklandığımın kaynağının doğadan geldiği oldu. Deniz kabuğundan gelen sistemsel kurguları hakkında ne kadar bilgi sahibi olursan ya da okumuş olursan ol onu gidip bir sahil kasabasında toplamadığın müddetçe göremeyebiliyorsun kimi zaman. Bu nedenle hep derim, çok okuyan değil biraz okuyup yola çıkan daha çok bilebilir. Bu farkındalık ile Birleşme isimli işim altın oran kanunundan yola çıktı ve parçalı bütünle kurguladığım denge konusuna odaklandım.
Sergideki eğilimler bu sayede  doğaya ve kişisel varoluşa yönlenmiş oldu. İnsanın ruh, beden ve zihin olarak varoluşuna yönelmeye ve soruları dışarıdan içeriye doğru sorduğum ve sistematiği de aklımın ve bilgimin yettiği kadar doğanın sistematiği üzerine kurgulayarak belli bir akışta çıkardım. 
Bir başka gerçeklik ile ortaya çıkan gözlemler bana başka görme alanları açtı ve bu işlerle gördüklerimi aktarmaya çalıştım. Konuları, renk, ışık ve katmanlar ve mimari ögeler yardımıyla, çiçekler, yapraklar ve gözlerden ilham alarak yaptım. Bunların yanı sıra Kabullenmenin Huzuru isimli işimde, hepimizin bedenlerinde bulunan dişi ve erkek enerjinin dengeye kavuşması ve kendini olduğu gibi sevmek konusuna odaklandım diyebilirim. Ve bu düşünceyi kendimden yola çıkarak yaptığım için dişi üreme organını kullanarak yaptım.
                                                                         
Eserlerinizde izleyiciyi yeni bir bakma ve görme biçimine davet ediyorsunuz. Yeni bakma- görme biçimi üzerine neler söylersiniz?
Merak ve deneyimlemeye cesaret iki esaslı olgu. Yaşamın içinde olup bitenlere dair çok meraklıyım, niye olmuşu öğrenip ve sonra nasıl olabiliri deneyimlemeye açık. 
Bu da benim çokça şeyleri farklı açılardan görmeme ve gösterebilmeme yardımcı oluyor. He ne kadar teknik açıdan en eski usül malzemeleri kullansam da. Önceki işlerimden birisi olan Kuş Bakışı’nda da temelde bundan bahsediyordum. 
Bu bana kübizmin de temel düşüncesi olan şeylere çeşitli açılarda bakıp, oralardaki yüzeyde görünmeyen satır arası notları göstermenin yolunu anımsattı. Sonuçta,  sanatçı içinde bulunduğu dönem ve yerden ilham alarak görünmeyeni göstermeye çalışıyor. 
 Sizinle özdeşleşen ekleme ve eksiltme metodundan bahseder misiniz? 
Resimlerimi 2 boyutlu tuval yüzeyi üzerinde 3 boyutlu bir algı ile katmanlarla çalışıyorum. Kapata kapata, sonra aça aça. Katmanlar arasında gezinmenin ve alt katmanlardan referans almanın yolu olarak yüzeyi maskeleme metodu ile çalışıyorum. Maskeleme aslında bir tür çizme biçimi halini almış oluyor. Resmin ilk aşamalarında kompozisyonu kurgulamama yardımcı olan bu maskeleme işi sonuca giderken görmeme engel olurken kendimi, daha spontan bir akış içinde hissederek yapmama yardımcı oluyor.  
Bir önceki kattan almak maksadıyla yüzeye eklediğim alanlar için kullandığım maskeleme bantlarını tuval resmi bittiğinde tamamen söküyorum. Bu söktüklerimi oldukları gibi kağıt işlerim için biriktirip, tuval resimlerdeki kurgusallıktan uzak kolajlar halinde bir araya getiriyorum. Bu sırada palete karışan renkleri biriktirme medotu ve düzenli çektiğim fotoğraflarla da aslında bir iş yaparken onun etrafında çıkan yan şeyleri işlerim haline getiriyorum
 Sizi tanıyabilir miyiz, sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
Ben bir anne olarak çocuğumun neler yapması gerektiğine değil neler yapabildiğine odaklanarak onu yetiştirmeye çalışıyorum. Bunu söylüyorum çünkü ilkokul, ortaokul ve lisenin bir kısmında  büyük acılar içerindeydim. Neyseki lise yıllarımda aşkla yaptığım bu şeyi yapabilme imkanı yarattım. Bu farkındalık benim yeniden doğuşum olmuştu 16 yaşımdayken. İşte o gün bugündür birçok şey değişti, dönüştü ama kalem kağıt elimden hiç düşmedi. 
  Londra’da yaşıyorsunuz.Yurtdışındaki ve Türkiye’deki sanat ortamını karşılaştırırsanız neler söylerseniz?
Londra’yı ve İngiltere’yi başlı başına değerlendirmek gerek. Almanya, Amerika, Japonya ile ayı şekilde değerlendiremeyiz. Sonuçta her ülkenin siyasi, coğrafi, ekonomik yaklaşımları bu alanların oluşmasını sağlıyor. 
Olduğum yerden bahsedecek olursam, burası her konuda markalaşmaya ve merkez olmaya odaklanmış bir yer, en azından olduğumuz dönemde ve sanatta da böyle. Çok fazla sanatçı ve etkinlik var ama bunun bir kısmının sadece şehrin marka olmasından kaynaklandığını söylemeden geçemeyeceğim. Gel gör ki, şehrin ritmine adapte oldukça bir yürüyüşe çıktığında ya da atlayıp hangi yöne olursa 15 dakika bisiklet sürüp varacağın yerde bile karşına çıkan ortam, sergi, söyleşi, etkinlik başını döndürebiliyor. Ulaşmak ve ulaşılmak mümkün
Yurtdışında yaşamanız eserlerine nasıl etki ediyor?
Çok şey kattığını ve alıp götürdüğünü söylemek isterim. 
En çok katkısı, alıp götürdükleri oldu. Kendi körlüğümden uzaklaşıp, geçmişten taşıdığım ağırlıklar ve gelecek kaygılarımdan arındırıp, bilmekten (ki bu bilmek konusu da muamma) bulmaya daha yakın bir yere ulaşmama yardım ediyor. 


12 Şubat 2019 Salı

Ece Erdoğuş Levi


Ece Erdoğuş Levi ile son kitabı ve edebiyat üzerine konuştuk
                                                  

- Beşinci kitabınız Her Şeyi Baştan Anlat geçtiğimiz günlerde yayımlandı.  Romanda, kahramanımız Özlem’in gözünden otuz beş karakter tanıyoruz. Ana hikâye nasıl ortaya çıktı, yazmaya nasıl karar verdiniz?   Bu kadar farklı karakteri bir romanda anlatmak nasıl bir deneyimdi?
Her şey tek tek devrilen domino taşları gibi ilerledi aslında. Her fikir, her tesadüf birbirini bulup beni bu romanın yoluna çıkardı. Şöyle ki önceki romanım Tuhaf Hikayeleri Sever misiniz?’in başkahramanı Jaklin akıl hastanesine pek çok kez girip çıkmış biriydi ve o romanda da birkaç sahne akıl hastanesinde geçiyordu. Bir gün edebiyat ajanım Nermin Mollaoğlu’yla kitap üzerine konuşurken bu sahneleri özellikle sevdiğini söyledi, sonra birdenbire “Ece, neden akıl hastanesinde geçen bir roman yazmıyorsun?” dedi. O anın kendi doğallığı içinde doğdu bu fikir. Ben de “Çok güzel bir fikir” dedim ama unuttum tabii. Sonra Özlem’in hikâyesini anlatmaya başladım, insanı hasta edecek kadar şiddetli bir aşk hikâyesi vardı ortada, bir de baktım Özlem deliriyor. O noktada akıl hastanesinden başka gideceği hiçbir yer yoktu. Sonra Özlem’le birlikte tanıdım ben de hastanedeki hastaları bir bir. Yazarken en çok zevk aldığım romanım oldu. Çok sayıda karakteri anlatmak çok zevkli, çünkü yazar olarak hep bir yenilik duygusu içinde oluyorsunuz. Metnin dinamizmi açısından da çok kahramanlı olması katkı sağlıyor bence.

- Hazırlık aşamalarınızı, çalışmalarınızı öğrenebilir miyiz, hikâye akıl hastanesinde geçiyor, özel bir çalışma yaptınız mı?
Akıl hastanesi, “delilik” oldum olası ilgimi çeken bir mevzuydu, nasıl çekmesin? Genç kızlık yıllarımda odamın penceresi akıl hastanesinin korusuna bakıyordu. Sanırım bu romanın kökleri ta o günlere kadar uzanıyor. Özel bir çalışma olarak düşünmedim ama elbette akıl hastanesiyle ilgili pek çok belgesel ve sinema filmi izledim, kitap okudum, hastaneye gelip gidişlerim oldu. Son aşamada, romanı yazıp bitirdikten sonra, editoryal süreçte herhangi bir maddi hata olmasın diye, hastanede bizzat kalmış olan yazar arkadaşım Okay Uludok’a teyit ettirdim bilgilerimi. Mail’leştik. O da hızla cevapladı her sorumu sağ olsun. Bu yüzden de romanın başında kendisine teşekkür ettim, bire bir hastanede kalmış birinin bilgisi herkesten daha önemliydi benim için. Akıl hastanesi yazara, sunduğu özgürlükler kadar engel de olan bir mekân. Herkes her an istediği yere girip çıkamıyor, kadın erkek günün her saati koşulsuz bir arada olamıyor, orada çok keskin hatları olan bir “düzen” var. Bunun için çok titizlendim. 

-Romanda karşımıza çıkan karakterler ağırlıklı olarak kadın karakterler. Her Şeyi Baştan Anlat için bir kadın hikâyesi diyebilir miyiz, neler söylersiniz?
Evet, Her Şeyi Baştan Anlat benim için bir kadın hikâyesi, hatta “kadınlar romanı”. Çünkü oradaki herhangi bir kadın hikâyesini alsanız ondan bir roman çıkar. Öyle ağır süreçlerden geçmiş, bu sürüklenmede, belki de son güçleriyle akıl hastanesine tutunmuş kadınlar var. Yoksa herhangi bir yerde, dünyanın herhangi bir yerinde kayıp olacak kadınlar. Sanki hayatlarının altındaki fay hattı kırılmış, onlar da bu koca depremden sağ kurtulmuşlar, etraf yıkık dökük, yakınlarını kaybetmişler, hayatta kalmalarının iyi ya da kötü oluşunu sorguluyorlar. Böyle yüzlerce, binlerce kadın hikâyesinin ortasında yaşıyoruz. Bu roman Özlem’den çok onların. Özlem’inki de bu hikâyelerden geçerken hayatın “öteki” yüzünü tanıma, kendindeki gücü bulma, tek başına yürüme yolculuğu. Her iki bakımdan da bu bir kadınlar romanı. 

- Romanda Jaklin, Özlem’e sormuştu, ben de size sormak istiyorum, Ece Erdoğuş Levi tuhaf hikâyeleri sever mi?
Tuhaf hikâyeler sevilmez mi? Hele ki yazarsanız. Aslında hep severdim “tuhaf” hikayeleri. Bir süre tiyatro oyunculuğu yaptım, üniversitede tiyatro okudum, örneğin o günlerde en çok sevdiğim absürt tiyatroydu, hâlâ Beckett ve Ionesco özeldir benim için. Şimdi bunu hatırlayınca o günlerden “tuhaf” olana bir düşkünlüğüm varmış diyorum. Çünkü bir şeyin “tuhaf” olması, çok katmanlı olmasını çağrıştırıyor bana. Bir dönüşümü, başkalaşmayı, karşılaştırmayı ve “yeniliği” çağrıştırıyor.

-Ece Erdoğuş Levi yazmaya nasıl karar verdi, yazma serüveninizi öğrenebilir miyiz?
Bir kararla olmadı aslında. Kitapların büyülü dünyası yüzünden oldu. Edebiyatı hep severdim ama yazar olmak düşüncesi çok iddialı geliyordu. Okudukça yazmaya daha çok çabaladım. Çok çalıştım. Bu kendi doğallığında gelişen bir süreç oldu. Çünkü yolumu yazarak buldum. Yazarak kendimi sağalttım. O zaman hayat bana “yazmayı” getirdi desem yanlış olmaz. Kimi bedeller ödemenin hep bir kayıpla sonuçlanmayacağını da kitaplar ve yazı sayesinde öğrendim. Mutsuzluklarım mutluluklarımdan değerli bu sayede. Kitaplarımın macerasıysa şöyle, Kolpa ve Yok Olma Kılavuzu iki yıl arayla 2009 ve 2011’de yayımlandı. Sonra biraz durdum, karşılaştırmalı edebiyat yüksek lisansı yaptım, tez yazdım, kızım dünyaya geldi. Üç yıllık tamzamanlı bir annelik dönemi var orada. Sonra 2016’da Tuhaf Hikâyeleri Sever misiniz? ve bir yıl sonra da Dünya İçin Bir Şans adlı çocuk kitabım yayımlandı.

-Bir de çocuk kitabınız var. Nasıl bir tecrübeydi çocuk kitabı yazmak?
Her başlangıç zordur bilirsiniz, çocuk kitabı yazmak için de öyle oldu. Çocuk kitapları kendi içinde bambaşka kuralları olan bir dünya, yetişkin kitaplarından çok farklı. Çok daha özgür yanları da var, kısıtlayıcı yanları da. Örneğin bir fareyi konuşturabilirsiniz, elbette bunu hiç kimse de garipsemez. Ama bir farenin dış görünümünü sayfalarca tasvir etmemelisiniz, net olmalısınız, kafa karıştırmamalı, ne söylemek istiyorsanız söylemelisiniz, üstelik kısa cümlelerle. Bir paragraflık bir cümle de kurmamalısınız yani. Genelleyecek olursak, çocuk kitapları “aksiyon” üzerinden ilerler, oysa ben duyguları, görünmeyen gerçekleri bulmayı seven bir yazarım. Alın size bir zorluk daha! Yazar olarak bana katkısı da oldu çocuk kitabının. Çok sevdim ve çocuk kitapları edinmeye, okumaya devam ediyorum. Yeni kitaplar da yazacağım, hatta yeni projem yine bir çocuk kitabı dizisi.

- Son olarak “Kutsal Aşk” diye bir şey var mı ve bir işin içinde aşk varsa muhakkak delilik de var mıdır?
“Kutsal”, kadın ile erkeğin arasındaki aşk için çok büyük bir kelime. Kutsal kelimesi saf, kayıtsız şartsız ve ilahi olanı çağrıştırıyor bana, o halde “kutsal aşk” annenin çocuğuna ya da bir insanın Tanrı’ya duyduğu aşk için mümkün olabilirmiş gibi geliyor. Aşk büyük bir enerji barındırıyor içinde, bu da insanda kimi zaman mutluluk, kimi zaman da hüzün patlamalarına yol açabiliyor. Nitekim bahsettiğim bu gelgitler, bu enerji bana deliliği çağrıştırıyor, evet. Bir işin içinde aşk varsa delilik de vardır sanki. J
Teşekkür ederim. J
-

Semih Erelvanlı


Semih Erelvanlı ile Hep Kitap logosu ile çıkan bir distopya hikâyesi olan ilk romanı “Külleri” ve edebiyat-sinema üzerine konuştuk.  

                                                        
-Distopya hikâyesi yazmaya nasıl karar verdiniz? Külleri nasıl ortaya çıktı, hazırlık sürecinizi öğrenebilir miyiz?
Külleri’nde tartıştığım fikirlerle çok uzun zamandır içlidışlıyım zaten. O sorunların yakıcı tarafını sanatsal boyuta dönüştürerek paylaşmak istediğimde; sinema filmi izlemelerim ve edebiyat okumalarım içinde bilimkurgunun payını artırmaya başladım. O arada ele aldığım kimi kavramlarla ilgili teori çalışmaları da yaptım.
-Öyküleriyle tanınan bir yazarsınız. Roman yazmak nasıl bir deneyimdi?
Öyküden ve denemeden sonra roman üzerine odaklanmak, başlangıçta oldukça zorlayıcıydı. Ancak kurgunun daha ön planda olmasının yazara verdiği güç, süreç içinde gittikçe artan ölçüde bir haz sağladı bana. Ayrıca anlatmayı seçtiğim politik ve toplumsal meseleleri geniş bir okuyucu profiline uygun, dinamik ve akıcı biçimde sunma çabası oldukça öğretici oldu. Örneğin artık daha sabırlı olmayı, metnin tutarlılığını gözetirken daha özenli düşünmeyi başardığıma inanıyorum.
-Üçüncü Savaş’tan yaklaşık on yıl sonrasına, 2068’in sonlarına götürüyorsunuz romanınızda okuyucuyu. Başka neler bekliyor edebiyatseverleri Külleri’nde?
Külleri, dünyanın Kuzeybatı Birliği ve Güneydoğu Federasyonu olarak ikiye ayrıldığı bir dönemdeki olayları anlatıyor. Bu iki kutup arasında 2059 yılında yaşanan Üçüncü Savaş sonrasında, pek çok ülke gibi Jilmaya’da da hükümet verimsiz saydığı nüfusu azaltmak için kendi halkına karşı soykırım uygulamaya koyulur. Zamanla bu gerçeğin farkına varan idealist insanlar, farklı yollarla bu kıyımın önüne geçmeye çalışır, ancak başarısız kalırlar. 2068 yılına gelindiğinde; aralarından kimileri bir protesto yöntemi olarak intihara başvurur. Ancak hükümet, Zihin Tarayıcı Sistem sayesinde insanların aklından geçeni okuyabildiğinden bu planları öğrenir. Ve itibarının zedelenmemesi için keskin nişancılarını devreye sokarak intihar edecek olanları öldürmeye başlar.
                                                     

-2014’te ilk kitabı Bebek Arabasında Ayvalar yayımlandığındaki Semih Erelvanlı ile Külleri romanını yakın zamanda okuyucu ile buluşturan Semih Erelvanlı arasında edebi anlamda nasıl değişiklikler var, daha doğrusu kaleminde ve hayata bakış açısında farklar var mı?
Ben Borges’in kütüphane olarak düşlediği cennette, ağzından cımbızla laf alınan yazarları yedinci katta hayal etmişimdir hep. Buradan hareketle diyebilirim ki edebiyat yaratımında en çok umursadığım ilke, geçmişte de bugün de değişmedi: Sözcük israfından kaçınmak. Şimdilerde roman öyküye göre bir adım öne çıksa da, yeniliğin peşinde koşmayı, denenmemiş üslupları aramayı hep sürdürdüm.
Hayata bakışımdaysa özünde bir değişiklik görmüyorum. Anlamı, değeri bulduğum yer aynı çünkü: Sanat. İster alımlayarak, isterse üreterek… Yalnız güzel günlerin geleceğine yönelik umudumun biraz azalmış olduğunu hissediyorum. Beklediğim dünyanın saatinin çarklarındaki pasın silinmesine biraz daha var gibi. Yine de yılgınlıktan nefret eden zihnim, azalan iyimserliğimi telafi etmek için çaba harcamaktan vazgeçmiyor. Birkaç yıl öncesine göre biraz daha fazla olsa da…
-Kırmızı Pazartesi kitabının romanınızda ayrı bir yeri var. Kırmızı Pazartesi ve sayfalarının boşluklarına yazılan sorular… Neden Kırmızı Pazartesi?
Külleri’nde karşılaştığımız ilk karakter, vicdan muhasebesine giriştiği dönemde zihninde beliren soruları ve onlara verdiği tek yanıtı Kırmızı Pazartesi’nin sayfalarına yazıyor. Bu romanı seçmemin temel gerekçesi, oradaki hikâyeyle yaşadığımız dönem arasında paralellik görmem. O da şudur: Kırmızı Pazartesi’nin ana karakteri Santiago Nasar’ın öldürüleceğini kendi hariç herkes bilmektedir. Ancak kimse bu cinayeti önlemeye kalkışmaz. İnsanlıksa ne zamandır dünyanın geleceğinin yok edildiğini biliyor, fakat sesini yükseltip de eyleme geçerek bu büyük trajediyi durdurmaya çalışmıyor.
-Sizi etkileyen romanları ve yazarları öğrenebilir miyiz?
Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar, Knut Hamsun’un Açlık, Kafka’nın Dava, Márquez’in Başkan Babamızın Sonbaharı, George Orwell’in 1984 ve Hayvan Çiftliği, Ray Bradbury’ün Fahrenheit 451, Mario Vargas Llosa’nın Üvey Anneye Övgü, Peter Handke’nin Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi, Chuck Palahniuk’un Lanetli, Sadık Hidayet’in Kör Baykuş, Patrick McCabe’nin Kasap Çırağı, Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli, Orhan Pamuk’un Kara Kitap, Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler, Burhan Sönmez’in Kuzey romanı ilk sayabileceklerim…
-Sinema yazılarınız ve İran Yeni Sineması üzerine bir kitabınız var. Sinemanın, hikâyeleriniz üzerinde nasıl bir etkisi oluyor?
Edebiyatta “Nasıl anlatmak?” sorusunun “Neyi anlatmak?” kadar önemli olduğuna inanıyorum. Sinema, bu soruya en iyi yanıtları bulduğum mecraların başında geliyor. Sürükleyici, akıcı ve dinamik metinler üretme, güçlü bir matematikle kurgu oluşturma açısından sinemanın sağladığı dayanağa çok değer veriyorum. Ayrıca karaktere uygun, gevezelikten uzak ve açık diyaloglar yazabilmek için de izlediğim filmlerden yararlanıyorum.

Bu Bir Performans Değildir


Performistanbul’un Daire Sanat’ta 12 Ocak 2019 tarihine kadar devam edecek olan performans kalıntılarını sergileyerek sürece ve dönüşüme dikkat çekmeyi amaçladığı “ Bu Bir Performans Değildir”Sergisi üzerine küratör Simge Burhanoğlu ile konuştuk.
                                                      

-Öncelikle Performistanbul’u tanıyabilir miyiz?
Daha önce performans sanatçılarına sahip çıkan, sadece performans sanatçılarını temsil eden bir platform maalesef bulunmuyordu. Ben, insanlara nasıl ulaşırım onları nasıl etkilerimin derdindeyken, bu disiplinle karşılaştım. 2016 yılının Ocak ayında performans sanatçılarını bir çatı altında toplamak, sanatçıları projelerle buluşturmak, üzere Performistanbul’u kurdum. Yapmak istediğimiz şey aslında insanları ana çekmek. Günümüzdeki sanallığa karşı her şey gerçek olsun,  bu hıza karşı bir şeyleri yavaşlatmış olalım.Göz göze gelip sanatçıyla, canlı nefes alan biriyle, daha hızlı ve daha yoğun bir etkileşim yaşasınlar. Derdimiz insanları performans sanatı ile bir yolculuğa çıkarmak.

Performistanbul, uluslararası performans sanatı platformu, amacımız farklı kurumlarla iş birlikleri yaparak “alansız” bir kimlikle performans sanatını daha fazla insana ulaştırmak. Sanatçıları hem var olan projelerine uygun mekan ve kaynak buluyoruz hem de mekanlara özel işler üretebiliyoruz ya da herhangi bir proje için gene sıfırdan iş üretebiliyoruz. Performistanbul’u kurarken amacım iş modeli olarak bu platformu sürdürülebilir bir yapıya getirmekti. Çünkü güven hissinin azaldığı bir dönemde sürdürülebilir olmak önemli. İlk önce daha önce benzeri olmayan bu yapıyı anlatmaya çalıştık, ne kadar gerekli bir açığı kapattığını anlattık, bünyemizde bulunan ve proje bazlı çalıştığımız toplam 18 farklı sanatçı ile 23 farklı alanda iş birlikleri ile gerçekleştirdiğimiz 40’ın üzerindeki performanslarla kendimizi kanıtlamaya başladık ve bu alanda kalıcı yararlı gelişmeler için çalışıyoruz.

Performistanbul bünyesinde yürüttüğümüz çalışmalarımıza paralel olarak 2018 başından beri Performistanbul Canlı Sanat Araştırma Alanı üzerinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu, performans sanatı alanında kaynak ve eğitim konusunda ciddi bir açığı kapatacağını umduğumuz bir girişim. Amacımız uluslararası canlı sanat arşivi, dokümantasyonu ve yayınlarının bulunacağı, performans sanatı alanında araştırma ve yeni çalışmalar yapılabilmesi ve en önemlisi de bu yüzyıla uygun yeni dillerin keşfedilebilmesi için 7000 üzerinde kaynak sunmak. Bir yandan da Performistanbul olarak yayınlamayı planladığımız kaynaklarla da bu süreci desteklemeyi hedefliyoruz.

-“Bu Bir Performans Değildir” fikrinin  ortaya  nasıl çıktığını  ve sergi hazırlık aşamalarını öğrenebilir miyiz?
Daire Sanat’ın kurucusu Selin Söl’ün İhtiyaç: SEN sürecimizdeki performanslardan geriye kalanları sergilemeyi önermesi ile başlayan yolculuğumuzla ortaya çıktı. Önce bir performans dokümantasyonu sergisi yapmak üzerine konuştuk; ancak sonra ben herhangi bir dokümantasyon sergisi yapıp performansları tekrar sergilemek yerine performans sanatı adına bir alan daha açalım istedim. Performistanbul’un genel misyonuna da uygun olarak sergiden öte bir araştırma ortaya koyuyoruz. Serginin sorular üretmesini hedefledik, risk aldık, ilk defa performanstan geriye kalan kalıntıları başlı başına bir eser olarak sunduk. Şimdi de izleyicilerden gelen yorumlar ile süreci devam ettiriyoruz, sizlerin soruları cevapları ile serginin içeriği oturuyor.
                                                               

- Serginin küratörü olarak Simge Burhanoğlu’nu kimdir, çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
12 sene dans ettikten sonra önce sahne sanatları alanında ilerlemek, işin bildiğim pratik tarafına, sahne önü bilgime sahne arkası ve sahne yönetimini de eklemek adına Bilgi Üniversitesi’nde Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi bölümünden mezun oldum, ardından Londra’da bale çalışmaları üzerine yüksek lisansımı yaptım ve performans sanatları alanının akademik tarafını tamamlamadım. İstanbul’a dönüp, bale eleştirmeni olarak sanat dergilerine yazmaya başladım. Eş zamanlı olarak da Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde sanat projelerinden sorumlu olarak çalıştım ve sanatın kurumsal tarafını keşfettiğim iki buçuk senelik bir deneyimim oldu. Hep beden ve zihnin arasındaki ilişkiyi pratik ettim; bedene, sahneye, performanslara farklı açılardan yaklaştıktan sonra derdimin hep insanlar olduğunu anladım.
İnsanlara dokunmak ve içimdeki duygu derdini onlara geçirmek istedim. Duygunun en çok hissedildiği ve bedenle birleşen sanat biçimi bence performans, bu yüzden performans sanatı üzerine yoğunlaştım. Bu alanda da olması gerektiği gibi bir yapı olmadığını, bir açık ve ihtiyaç olduğunu anladığımda hem bu disipline hem de performans sanatçılarına sahip çıkan bir platform kurma fikri ile ilerledim. Şimdi uluslararası performans sanatı platformu Performistanbul’un kurucu direktörü ve performans küratörü olarak, çocukken ilgilenmeye başladığım alanda, aynı tutkuyla devam ediyorum.
                                                        


-Sergide yer alan çalışmalar ve sanatçılar hakkında bilgi verir misiniz?
Bu sergide, Performistanbul’un kuruluşundan bugüne kadar gerçekleştirdiği 40 performans arasından seçilmiş 9 performanstan geriye kalanları “tekrar” sergiliyoruz. Bu Bir Performans Değildir, performans dokümantasyonu sergisi değil aslında, kalıntılar üzerinden performans sürecine; performansın sanatçılardaki, izleyicilerdeki, hayattaki izlerine ve hissine odaklanıyor. Yani izleyiciler, performansın kendisini görmüyor, süreç sonrasında kalan kalıntıların izlerini sürüyor.

Ayrıca sergide, performanslardan geriye kalan, yaşanmışlık taşıyan somut materyaller ile sürecin şimdiki zaman temsilcileri olan sanatçıların performansın kendilerindeki izlerini paylaştıkları ses kayıtları da sunuluyor. Her performansın hafızasını farklı formlarda barındıran objeler arasında torba, alçılar, günlük sayfaları, bant, beton, taş ve cam kırıkları gibi malzemeler yer alıyor. Birçok yaşanmışlık taşıyan ve aslında performans sonrasında artık başlı başına birer eser haline gelen izlere, dolayısıyla hafızaya odaklanan bu sergide, AslieMk'nın Beton, Batu Bozoğlu'nun Sadece 15 Dakika, Ebru Sargın L.'ın Sessizlik, Ekin Bernay’ın Kumdan Kalelerim, Gülhatun Yıldırım'ın Senin Yarın Su, İ. Ata Doğruel’in Sonsuz Tarla, Leman S. Darıcıoğlu’nun Zehirlenmiş Prenses, Özlem Ünlü’nün Tape ve Selin Kocagöncü'nün canlı kamera performansı Smile isimli performanslarından geriye kalanlar yer alıyor.

-“Zamanı nasıl sergilersin?” sorusuna  da bir cevap olabilir mi “Bu Bir Performans Değildir, neler söylersiniz?
Tamamen bu soru üzerine kurulu bir sergi. Performans sanatında en önemli element zaman.  Performanslar da süreçlerden oluşuyor bu bağlamda ikisi de akan, tutulamayan ve tükenen kavramlar dolayısıyla sergilemeye çalıştığımız aslında doğası gereği sergilenmeye elverişli olmayan bir yapı, bu yüzden hafıza üzerinden ilerleyerek herkesin zihninde sürecin kendi zaman diliminde var olmasını diledik, his üzerine bir sergi kurguladık.
 -Performans sürecinin sergilenmesinin ne gibi zorlukları ile karşılaştınız hazırlık aşamasında?
 “Performans süreci nasıl sergilenebilir, sergilenebilir mi?” zaten araştırdığımız konu da tam bu. Kısaca yok olanı, tükenmiş olanı, artık sadece hafızalarda devam edeni nasıl sergileyebileceğimizi ve bunun nereye ulaştığını, ulaşacağını araştırıyoruz.
 -Türkiye’deki performans sanatının yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünyada genel olarak şu anda performans sanatı hareketlendi, buna Türkiye de dahil. Dünya şu anda performatif, çünkü artık insanlar durağan bir şey ya da katkısı olamadığı bir sonuç ile ilgilenmiyorlar. Bu da bu kadar hızlı akan bir yüzyılda çok doğal geliyor çünkü artık insanlar parçası olabildikleri dahil olabilecekleri süreçler istiyorlar. Değişimi birlikte yaşamak ve yaşatmanın derdinde herkes. Dolayısıyla ben buna İstanbul olarak değil dünya olarak bakıyorum. Bir çok performans sanatı girişimi keşke olsa, ama bence bir çok diyebileceğimiz kadar sayılır bir durumda değiliz, örneğin Performistanbul dışında performans sanatçılarına sahip çıkıp bünyesinde bir çatı altında toplayıp sanatçıları temsil eden bir platform daha maalesef hala yok, kısaca bu alanda daha bilinçli, profesyonel çalışmaların  yapılması gerekiyor. Performans sanatçılarının, sanatının hakları savunulup korunmadıkça tek bir boyuttan sadece performanslar sunarak ilerleyemeyiz, bu sanat disiplinin anlaşılır, işlenebilir ve tabii ki sürdürülebilir olması için gerekli kaynakların sunulması gerekiyor. Kısaca şu an çoğu etkinliğin performans olarak tanımlandığını düşünürsek bu dalganın biraz popüler olmasından da korkuyorum. Hala performans sanatı tanımını yaptığımız, yapmamız gereken İstanbul’da bu hareketin kalıcı ve yararlı olması için vizyon ve destek gerekiyor.