29 Aralık 2020 Salı

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN "KISA FİLM" SÖYLEŞİLERİ " RAGIP TÜRK"

 

                                                           


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Sinema ve Televizyon okumaya nasıl karar verdiniz?

Çocukluk ve gençlik yıllarım İzmir de geçti. Ortaokul yıllarımda şiir yazarak edebiyata, lise yıllarımda  gitar çalarak müziğe başladım. İzmir'den sonra üniversite okumak için Eskişehir'e gittim ve burada müzik çalışmalarım devam etti. Müzik çalışmalarıma daha profesyonel bir biçimde devam etmek için İstanbul'a gelmek istiyordum ve üniversite okumak burada olmak için en iyi yöntemdi. Sinema Tv bölümünü sanatsal bağlamları olan bir alan olduğu için tercih ettim. Aklımda pek sinema yapmak yoktu aslında ben daha çok müzikle ilgileniyordum. Lakin üniversitede sinemayı keşfettikçe, sinemanın anlatım olanaklarıyla ve setlerle samimi oldukça benim için çok daha uygun bir ifade alanı olduğunu keşfettim ve sinemaya başlangıcım böyle oldu.

 Kısa film çekme, kısa film yönetmenliği yapma nedenleriniz,  bu yola giriş sebebiniz neydi?

Yönetmen olmak, sinema yapmak istiyorsanız bir yerden başlamanız gerekiyor ve kısa film bu iş için en uygun alan bence. Kendinizi denemek için kısa filmle başlamak doğru bir yol. Anlatı oluşturmayı, stil geliştirmeyi, dil kurmayı, sinematografik öğeleri ve tekniği algılamayı böyle öğrenebilir ve geliştirebilirsiniz. Çünkü sinema yaptıkça geliştiğin bir sanat dalı. Ayrıca batma kayısı, becerememe kaygısı ve beklentiler düşük olduğu için yanılsanız bile büyük zararlar görmezsiniz. Eksiklerinizi geliştirerek tekrar deneme şansınız olur.

 Kısa film hazırlık ve çekim sürecinde sizi neler zorladı? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız?     

Açıkçası hazırlık sürecinde insanı en çok zorlayan şey bütçe oluşturmak. Eğer bütçeyi oluşturduysan daha rahat düşünebiliyor ve hayata geçirebiliyorsun. Bunun dışında sektörde aktif çalışan biri olduğum için ekip kurmakta veya ekipman bulmakta pek zorlandığımı söyleyemem. Genelde istediğim imkanları sağlayabildim. Hazırlık süreçlerim hep keyifli geçmiştir. Provaları, mekan gezilerini, araştırmayı çok severim. Çekim sürecinde ise her zaman zorluklar oluyor. Set her an, her sürprizin karşınıza çıkabileceği bir alan. Her şey bir anda bütün planınızı bozmak için bir araya gelmiş gibi görünebilir. Bu yüzden yönetmenliğin yanı sıra yöneticiliği, çözümsel yaklaşmayı, pratik aklı iyi kullanmayı öğrenmek ve olaylara soğukkanlılıkla yaklaşmayı bilmek gerekiyor.

Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı, neler düşünüyorsun bu konuda?

Bu konu çok tartışılıyor. Bir gelişme süreci olduğunu düşünenler var olduğu gibi, kısa filmin kendine has bir sinema biçimi olduğunu düşünen ve uzun metraja geçiş için bir aşama olarak görülmesine karşı çıkanlarda fazlasıyla var. Ben bu tartışmalara pek girmek istemiyorum açıkçası. Önemli olanın üretim olduğu kanısındayım. Sadece kısa film bir sektör haline gelmeden, ekonomik olarak bir değer yaratmadan uzun metraja geçiş için bir aşama olarak görülmeye devam edecektir bunu söyleyebilirim. Çünkü eğer tüm festivalleri domine edecek bir film yapmadıysanız, kısa filmler ekonomik olarak hiç bir geri dönüş sağlamıyor. Sonuçta sinema pahalı bir sanat ve geri almaksızın sürekli veremezsiniz.

                                                                 


Kısa filmin,  Ragıp Türk’ün meslek hayatında nasıl bir yeri var?

Sektörde bir çok filmde, dizide ve belgeselde reji ve yapım alanlarında çalıştım. Bir çok projenin gelişiminin ve üretiminin neredeyse her evresinde yer aldım. Lakin benim bir sinemacı ve yönetmen olduğumu öncelikle bana ve daha sonra sektöre ve izleyiciye gösteren şey kısa filmlerimdi. Bu yüzden benim meslek hayatımda kısa film önemli bir yer teşkil eder.

Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

Türkiye'de kısa film, sinema sektöründeki insanlar ve sinemayı iyi takip eden insanlar dışında genellikle amatör işler ve denemeler olarak görülüyor. Yönetmen olmak isteyenlerin ilk basamağı, öğrencilerin çalışma alanı gibi. Çünkü kısa filmler son dönem gelişmelerini baz almazsak bazı istisnalar dışında derme çatma yapılmış işlerdi. Bu işler genellikle bütçe ve imkanlar olmadığı için amatörce kotarılmış olarak karşımıza çıkıyordu. Son dönem de bu bakış açısı kırılmaya başladı çünkü dijital gelişmeler kısa filmlerinde kalitesini artırdı. Artık kısa filmlerde teknik olarak bütünlüklü duruyor ve profesyonel ve tanınmış oyuncular da kısa filmlerde yer alıyor. Sinema tarihimizde ise kısa film yeni yeni kendine yer bulmaya  başladı diyebiliriz. Artık kısa filmlerin de sinema için büyük potansiyeller taşıdığını sektör bileşenleri ve izleyiciler görmeye başladı. Kısa filmin geleceği için ise şunu söyleyebilirim, zaman kavramının büyük önem ve ivme kazandığı çağımızda, kısa filmler sinemanın ana biçimine doğru evrilirse kimse şaşırmasın. Artık insanları bir şeyin karşısında ilgisini ve algısını kaybetmeden uzun soluklu olarak tutmak gittikçe zorlaşıyor.

Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin tanıtımı ve devamı için?

Bir yönetmene festivaller sayısal olarak asla yeterli gelmez. Yönetmen her gün festival olsun, filmim her zaman gösterilsin ister:) Festivallerin kısa filmler için yarattıkları değer anlamında ise güzel gelişmeler var. Artık kısa filmcilerde festivallerce değer görmeye başladı diyebiliriz. Elbette kısa filmcileri ekonomik olarak da destekleyebilecekleri bir hale daha fazla bürünebilirler. Mesela kısa filmlere gösterimler için telif ödeyebilirler. Zamanla yapmak zorunda kalacaklar zaten. Çünkü pandemi sürecinde gelişen online izleme kültürü festivallere büyük bir alternatif olacak gibi görünüyor. Festivallerin de filmlerin direkt olarak dijital dünyaya kaymaması için kendilerini çok daha geliştirmeleri ve üreticinin çıkarlarını daha çok koruyan bir yapıya bürünmeleri gerekiyor. Festival kültürünü daha yukarı taşımaları artık elzem görünüyor. Birde kısa filmcilerin sürekliliklerini sağlayabilmeleri için onlara imkan ve olanak sağlama konusunu festivallerinde, sinema oluşumlarının da, fon sağlayan kuruluşlarında ciddi olarak ele alması gerekiyor.

“Dünyada kısa filme bakış açısı” ile “Türkiye’de kısa filme bakış açısı” arasında  farklar var mı? Varsa bunun nedenleri neden olabilir, bu nedenleri nasıl ortadan kaldırabiliriz?

Bu bakış açısı Dünya'nın her yerinde değişiyor. Gelişmiş ülkelerde kısa film sektörleşebildiği için bütçe ve fon bulunuyor ve çok daha kaliteli içerikler üretiliyor. Böylece de izleyicisi oluşabiliyor. İzleyicisi oluşabildiği içinde ekonomik olarak değer yaratıyor ve döngü tamamlanmış oluyor. Avrupa da, Amerika da, Asya'nın bazı bölgelerinde kısa film sektör olarak var. Yani bakış açısını oluşturan şey üretimin, içeriğin kalitesi ve ekonomik değer yaratması. Bizde henüz bu konuda sektörel bir gelişme olmadığı içinde bizim bakış açımız genellikle üretilen çoğu işler gibi amatör düzeyde kalıyor. Sanatsal da olsa üretilen herhangi bir şey ekonomik bir değer yaratamadığı sürece gelişemiyor. Bu durum bir anda bir şey yaparak ortadan kaldırılabilecek bir durum değil diye düşünüyorum. Kısa filmin arz ve talep dengesinin oturabilmesi ve gelişebilmesi için kendi bileşenleri dışında da  bir çok etmen var çünkü. Kültürel ve sosyolojik olarak gelişmişlik, eğitim seviyesi, sanatsal anlayışın gelişmesi vs. gibi.

  Çektiğiniz kısa filmlerin senaryolarında çıkış nedenleriniz neler oluyor, daha doğrusu neler size bu senaryoları yazdırıyor?

Aslında her filmimin senaryosunun çıkış noktası birbirinden çok farklı. Bir kelebeğin intihar denemeleri tesadüf eseri önümüze çıkan bir mekanda, bir sahne çekerek başladı. Sonrasında o sahne üzerinden sürreal bir anlatım geliştirerek, yaşamla ölüm arasına sıkışmış bir aşk hikayesi ortaya çıkardık. Harun diye bir adam, daha çok babamın yaşamından izler taşıyor. Babamın anısı için bir film yapmak istedim ve onun hayatı çerçevesinde düşünerek başlangıcı oluşturdum. Tor ise kafamda hep izlediğim, rüzgarlı ve yağmurlu bir havada bir kurt köpeğiyle yürüyen kadın imajının, bir arkadaşımın köpeğinin hastalanması ile bütünleşmesi ile başladı. Ama üç filmim de ölüme beş kala filmlerdir. Sanırım farkında olmadan kısa filmlerimde hep ölüm olgusunun çevresinde dolaşmışım. Bunu çok sonraları fark ettim.

 Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu? “Bir kelebeğin intihar denemeleri”  filminizde   oyuncu olmak size neler hissettirdi?

Oyuncu seçimi konusunda rahat çalışabileceğim ve sette her yönden uyum yakabileceğim oyuncuları seçmeye dikkat ediyorum. Bağımsız sinema setleri imkansızlıkların çok olduğu bir alandır. Böyle durumlarda anlayışlı olabilecek ve zorluk çıkarmayacak kişilerle çalışmak çok daha doğru diye düşünüyorum. Genellikle de karakterlerimi tanıdığım oyuncu arkadaşlarım üzerinden düşünmeye başlıyorum. Çalışacağım oyuncu ile iletişim olarak iyi uyum yakalayabilmek benim için çok önemli. Bu sebeple set öncesi vakit geçirmiş olmak, arkadaş olabilmek önceliklerim arasında hep bu da sette işimizi çok kolaylaştırıyor. Elbette kafamda kurduğum karaktere görsel olarak uygunluk ve oyuncunun işine olan tutkusu ve tecrübesi de önemli bir etken. Bunlar zaten olmazsa olmazlar. Ben filmlerim için oyuncuları ikna etme konusunda hiç zorlanmadım ama bazı tanınmış oyuncuları kısa film için ikna etmek zor olabiliyor. Bir kelebeğin intihar denemeleri henüz ortada bir senaryo olmadan final sahnesinin çekimi ile başladı. Nemrutta bir program çekiyordum. Ağacı görünce burada bir şey çekmeliyim dedim ve o sahneyi benden başka oynayacak kimse yoktu. Sonrasında filmde de ben oynamak zorunda kaldım. Oyunculuk, yönetmenlikten çok farklı bir olgu. Benim için zor ve değişik bir tecrübeydi. Ama hislerim hep isteseydim ve çalışsaydım iyi bir oyuncu olabilirdim der bana.

“Bir Kelebeğin İntihar Denemeleri”, “Harun diye bir Adam” ve “Tor” filmlerinizden sonra yeni projeleriniz var mı?

Evet şuan uzun metraj bir proje üzerine çalışıyorum. İşimiz rast ve şansımız yaver giderse ilk uzun metraj filmimi çekmek istiyorum. Çalışmalarımız ve hazırlıklarımız yolunda gidiyor.

 Son olarak sevdiğiniz yazarlar, yönetmenler kimler?

Bela Tarr'ı çok severim. Benim için tüm yönetmenler içinde yeri çok ayrıdır. Edebiyata ve felsefeye en çok yaklaşan yönetmen gibi gelir bana hep. Eskilerden Bresson, Sokurov, Ozu, Tarkovsky, Bunuel, Leone, Cassavates, Kieslowski, Kiorastami çok sevdiğim yönetmenler. Son dönem Romanya sinemasından Cristi Piui, Corneliu Poromboui ve Meksika'dan Carlos Reygadas'ı çok beğeniyorum. Yeni kuşaktan Kantemir Balagov iyi iki film yaptı. Jarmush, İnnaritu, Nuri bilge Ceylan filmlerini merakla beklediğim yönetmenler. Yazar olarak dünya klasiklerini sürekli çevirir dururum. Çehov, Turgenyev, Dostoyevski, Saramago, Sartre, Dickens, Yaşar Kemal çok beğendiğim yazarlar. Gudjieff ve Krishnamurti'nin yaklaşımları çok ilgimi çeker. Felsefeden Nietzche ve Kierkegaard'a daha fazla zaman ayırırım.

26 Aralık 2020 Cumartesi

Aslı Alpar ile "Emine Hanım'ın Romanı"

                                                          


Sizi tanıyabilir miyiz?

1987 doğumluyum. Sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya için karikatür çiziyorum.

“Emine Hanım’ın Romanı” anneannenizin hayatı. Emine Hanım’ın hayatını çizgi roman olarak anlatma fikri nasıl ortaya çıktı? Nasıl bir süreç geçirdiniz karar verdikten sonra?

Anneannemin hayatını anlatma fikri uzun süredir aklımdaydı ancak pandemi döneminde ev taşıdığımız sırada aile albümüyle yeniden yollarımızın kesişmesiyle anlatma cesareti buldum kendimde.

Fotoğraflara baktım, mutsuzluğunu, çevresini saran kalabalığa rağmen yalnızlığı, aklının başka yerde oluşunu gördüm. Bana anlattıkları ile örtüşen fotoğrafları dizdikçe ortaya Emine Hanım’ın Romanı çıktı.

Emine Hanım’ın Romanı”nda toplumsal cinsiyet eşitsizliğini görüyoruz.   Türkiye’de- Dünya’da  toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine neler söylersiniz?  Bu konuda neler yapılabilir?

Zor bir soru. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini diğer eşitsizlik biçimlerinden farklı düşünemiyorum. Haklar hiyerarşini kabul etmeyen biriyim. Gelir adaletsizliği, ücretli emek sömürüsü, türler arası eşitsizlik, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi hedef alan nefret… Biri bitmeden diğeri de bitmeyecek.

Eşitsizliğe her alanda bir arada mücadele vermek gerektiğini düşünüyorum. Sorunuz kadar zor bir yanıt…

                                               





Biyografik çizgi roman ülkemizde yaygın olmayan bir teknik. Metinler, çizimler ve fotoğraflardan oluşan  “ Emine Hanım’ın Romanı” için neler söylersiniz?

Yalnızca biyografik değil her ne kadar popüler bir türe dönüşüyor gibi görülse de çizgi romana yönelik önyargıların olduğu bir okur kitlesi olduğunu düşünüyorum Türkiye’de. Üstelik kadınların hikayeleri birçok alanda olduğu gibi çizgi romanda da oldukça az.

“Emine Hanım’ın Romanı” bir tanıklıktan, suç ortağı olmamaktan, “özel olan politiktir”den çıkan bir kitap. Emine Hanım’ın ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin değersizleştirdiği tüm hayatlar adına anlatılan bir hikaye.

Karikatür ve çizim hayatınıza nasıl girdi?      

Kendimi bildim bileli iyi bir karikatür okuruydum ama çizmeye 2006’da Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Maliye Bölümü’nde okurken başladım. Okulumuzun karikatür kulübü vardı ve usta çizer Mete Arif Tokmak’ın yürüttüğü atölyeler oluyordu. Bir defa katıldım devamı geldi.

Nelerden etkileniyorsunuz çizimlerinizi yaparken?

Her şeyden. Karikatür çelişkilere dair bir sanat, çelişkinin olduğu her alandan beslenmek mümkün.

Türkiye’de karikatürist olmak, kadın karikatürist olmak üzerine neler söylersiniz?

Düşünce ve ifade (sanatsal ifade de dahil) özgürlüğünün ayaklar altına alındığı günümüz Türkiyesi’nde karikatürist olmak çok zor. Çizerler sansür ve otosansürle baş ederken bir yandan da gelir elde etmeye çalışıyorlar. Başımızda Demoklas’in kılıcı… Kılıca bağlanan sicim koptu mu kopuyor mu kopacak mı diyerek üretmeye devam etmek kolay değil.

Diğer yandan içinde bulunulan bu hal karikatür camiasının mevcut halini eleştirmeye engel olmamalı. Özellikle 90’lı yıllarla birlikte cinsiyetçi komiğin izlerini de erkeklerin domine ettiği bir alan olarak camiayı da eleştirmek zorundayız, bu da karikatürün konusu. Karikatürün, mizahın egemene karşı duruşu mesele toplumsal cinsiyet eşitliği olduğunda komiğini muktedirden yana çeviren bir garabete dönüşüyor…

Nefret söylemi üretmeyen her iş elbette ifade özgürlüğünün koruması altında ancak eleştirmek de bizim hakkımız.

Kadın çizer olmanın değişik bir yanı yok sorun cinsiyetçi komikte. Çağdaşım olan çok sıkı çizerler var, hep birlikte çalışmaya, bununla da mücadeleye devam…

İsmet Değirmenci "Doğa Konuşur"

 Galeri Bu İsmet Değirmenci “Doğa Konuşur” Sergisi üzerine

                                                                     

-Güzel Sanatlar Heykel Bölümü mezunusunuz. Güzel Sanatlarda okumaya nasıl karar verdiniz?

Bir yandan 12 Eylül darbesinin yıkıntıları; düşlerimizin ve ideallerimizin değersizleştirilmesi bir yandan toplumsal statü baskıları, para kazanmak için meslek seçimi, bu bunalımlı dönemde hiç de kolay değildi karar vermek. İstanbul’a taşınıp yayınevinde çalışmaya başlamam, ardından  iktisat öğrenimi, tiyatro eğitimi hepsini bırakıp kendimi   daha yaratıcı ve özgür hissettiğim güzel sanatlar eğitimine yöneldim, vasat bir eğitim olmasına rağmen.

-Marmara Adası’nda doğup büyümüşsünüz? Adalı olmak eserlerinize nasıl etki ediyor?

Adalı olmak denizin ve ‘evcilleşmemiş bir yabaniliğin’  içinde karaya uzak bir coğrafyada zamansız yani günün döngüsüyle yaşamaktır bir anlamda; yani beni oluşturan, biriktiren yönelişimin en önemli yolu diyebilirim.

                                                              


-Serginizin ismi ”Doğa Konuşur”. Neydi size bu konseptte eserler yaptıran?

Bu sergiyi oluşturmamın temeli yürüyüş felsefemdir. Yaşadığımız kentin hızı, yetişme telaşı, gürültüsü, kaotik statülerinden uzaklaşıp doğanın saflığını, farkındalığını belki de unuttuğunuz kendi varoluşumuzu hissettirmek.

-Serginizdeki eserlerinizde şiirsel göndermelere başvuruyorsunuz. Sanat severleri sergide neler bekliyor? 

Sergimde bulunan küçük çalışmalar;  Japon yazınında 5/7/5 hece ölçüsüyle yazılmış, kısa şiir özelliği gösteren düzyazı olan haikulara karşılık, doğanın imgeleri üzerine şiirsel ritimle bir okuma düzeneğine dönüştürüyorum. İzleyicilere Romantizmin varlığını yani modaya sırt dönen bağımsız sanatçıları, aynı zamanda doğaya karşı olan sorumluluklarımızı; mesajlar vermeden tabii.

                                                


-“Doğa ve İsmet Değirmenci” diye sorsam neler söylersiniz bu kısa başlık için?

Doğa ve İsmet Değirmenci; Buradayım- Yükseliyorum.                                  

            İçime döktü

            Mayıs yalnızlığını-

            gümüş yapraklar.        İ. Değirmenci  / 2020

-Çalışmalarınızda nasıl bir yol izliyorsunuz? Bir konu üzerinden mi başlıyorsunuz çalışmaya?

Proje üzerinden çalışan kavram merkezli biri değilim; yönelimim ve niyet ettiğim yolda içselleştirdiğim imgeler, biriktirdiğim tinsellikle sürdürüyorum arayışlarımı.

-Eserlerinizde farklı teknikler kullanıyorsunuz. Kullanacağız malzeme ve konu arasında nasıl çalışma yapıyorsunuz?

Sanat üretimimde farkı malzemeleri denemeyi ve kullanmayı seviyorum. Daha önce açtığım ‘’Bir Yerde’’ sergimde kentin hızı ve hafızası ifade etmek için gazeteden kolajlar eklemiştim. Doğa resimlerimin bazlarında ise; saflığı sessizliği keçi yünleri bitki liflerini ekleyerek tamamladım. Benim için önemli olan uygulanabilirliği ve bütünlüğüdür resmime kattığı.

 

Deniz Doğruyol "Benimle Başlamadı"

 Deniz Doğruyol  Galeri Bu Pavilion "Benimle Başlamadı" Sergisi üzerine

                                            


-“Benimle Başlamadı” isimli kişisel serginiz kolaj ve asamblaj diliyle meydana gelen eserlerden oluşuyor. Serginizin  çıkış noktasını öğrenebilir miyiz?

Toplumsal cinsiyet, aile, aidiyet, toplumsal norm gibi kavramları odağıma alarak; biriktirdiğim trajedileri ironik bir dille plastikleştiriyorum ve ‘‘Benimle Başlamadı’’ ama seninle de baslamadı diyorum.

-Sergide yer alan işlerinizden bahseder misiniz? Sergide sanatseverleri neler bekliyor?

Sergi, temelde kolaj ve asamblaj diliyle ortaya çıkardığım eserlerden oluşuyor. Sergi boyunca karşılaşacağımız eserlerde dünyanın pek çok yerinden topladığım nesnelerle bir dil ağı ördüğümü göreceksiniz.

Hatıramdaki gel-gitleri, hatırlamayı tetikleyen zihinsel ve fiziksel göçlerle biriktirdiğim nesneleri, anadilde/anakültürde normlarla şekillenen deneyimlerimi, kişisel mutluluk ve özgürlük sınırlarımın zorlandığı ajandami izlemeye açıyorum.

                                                               


-Serginizde de yer alan şiirinizde ifade ettiğiniz kavramları ve bunları kolajlarınıza nasıl yansıttığınızı, yansıtırken  kullandığınız ironik dili anlatır mısınız?

Sergide yer alan isler ; Anadilde düşünme ve anakültürde yaşamsal döngüde ödül ve ceza dilinin, şerginin siirinde de ifade ettiğim gibi insanın özgürlüğünü nasıl kısıtladığı, mutlu olmayı nasıl güçleştirdiği ile yüzleştiren bir tavır içinde\ ironik bir dil çünkü bu derdi çözmenin en iyi yolunun , beraber eğlenerek,  vedalaşmak olduğunu düşündüm, işlere de o şekilde yansıdı.

- Serginizde dünyanın pek çok yerinden toplanan nesnelerle bir dil ağı oluşturuyorsunuz. Eserlerinizde kendi dilinizi oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?

Anlatmak istediği derdini, en samimi hali ile ortaya koymalı işlerim. Samimiyeti dert ediniyorum ben.

Dolayısı ile ben bir fikrin üzerine çalışırken, önce yazarım, içimi dökerim , fikre dair tüm malzemelerim ortaya çıkar, sonra oturup içinde oynamaya başlarım ve bir bakmışım ortaya iş çıkmış. Benim dilim samimiyet, sonrasında iş kendini yaratıyor zaten.

                                                             


-“Benimle Başlamadı” serginizin hazırlık sürecinizi, bu süreçte yaşadıklarınız anlatır mısınız?

Uzun bir süreç aslında, karantina dönemi girdi araya ve 7 ay rotarli olarak açtık. Sergi, pandemi döneminde, atölyemde hazir bir sekilde açılmayı bekledi. Ben de o dönem üzerinde oynadım tabi ki, böylece işler de karantinadan nasibini alarak dönüştü ve gelişti. Eğlenceli ve keyifli bir süreçti. Ortaya çıkan sonuç beni çok mutlu etti.

-Çalışmalarınıza başlamadan önce konsepte mi karar veriyorsunuz?

Öncelikle fikir, sonra onu nasıl bir konsept ile sunmak istediğim ve tabi ki uygulama detayları...

Ben malzeme ağırlıklı çalıştığım için, uygulama detayları;  fikir ve konsepti doyurmak, onlardan onay almak, birebir dilini ortaya koymak zorunda, dolayısıyla üçü kol kola çalışıyor işlerimde.

-Sizi tanıyabilir miyiz? Sanatla yolunuz nasıl kesişti?

Ben Deniz Doğruyol, İzmir doğumluyum Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Tv Fotoğrafçılık bölümünde okudum. Benim malzemem yaşamın kendisi fikri ile çıktığım bir yol bu, dolayısı ile ben ilhamımı da, derdimi de , malzememi de yaşamdan alıyorum.  Los Angeles’da 6 sene kadar yaşadım, yaşadığım sürede Saddle Back Fine Arts’ dan resim üzerine eğitim aldim. Bu sürede Avrupa ve Amerika’ da bir çok solo ve karma sergide işlerim yer aldı. 2018 ‘de tutku ile bağlı olduğu İstanbul’a döndüm; Los Angeles’da Dadaistudio olarak Found object Art&Desing işler üzerine kurduğum atölye çalısmalarıma İstanbul’da devam ediyorum.

                                                                     


-Kendinizi istifçi, arşivci olarak tanımlıyorsunuz. “Aslında onun ruhunu satın alıyorum” diyorsunuz. Bu anlamda Deniz Doğruyol’u tanıyabilir miyiz?

Ben hem istifçiyim, hem arşivciyim, her ikisinin de hayatıma ve işlerime kattiği farklı roller ve değerler var.

Benim nesneler ile ilişkim biraz farklı, toplayıcılığım ve işlerimde malzeme ağırlıklı çalışmam da bundan

sebep, ben eşyaların ruhları olduklarına inanırım. 2-3 saniyede geldikleri yerlerin hikayesini fısıldarlar bana,

benim dünyama girerken yeni bir hikayenin parçası olmaya gelirler, bu benim onlarla oyunum.

Gelen, kimi zaman bende kullanabilir bir eşyaya , kimi zaman bir sanat serine dönüşürken , kimi zaman

enstelasyonumun bir parçası olur. Ve sürdürülebilir olur, zamansız olur.

-Güncel sanatı takip ediyor musunuz? Sizi etkileyen sanatçılar, sanat akımları hangileri?

Ben koyu bir Dadaist’ im diyebilirim,  dadaizimin o kural tanımayan duruşu, çağrışımlara dayanan anlatım yöntemleri, kuşkucu ve şaşırtmak isteyen tavrı , benim işlerim üzerine çalışırken en büyük motivasyonumdur. Deneysel bir dil ile isleri ortaya çıkarma halim ve isteğim ancak kuralsızlıkla kendini var edebilir çünkü.

Marcel Duchamp, Arman, Salvador Dali, Hans Bellmer,Man Ray, George Segal, Daniel Spoerri, Jean Tinguely, Otto Dix, Noah Purifoy beni etkileyen sanatçılar diyebilirim.

Ziya Gürel ile "Kaypak Yüzeyde " ve Sanat




 

Hukuk Fakültesi mezunusunuz. Resim ve seramik çalışmalarına nasıl başladınız?

Hukuk öğrenimi görmüş olmaktan çok mutluyum. Bu benim seçimim. Hukuk öğrenimi bana paylaşımı, birlikte yaşama duygusunu, toplum yapısını öğretti.  Çünkü biz "68'lilerin yetiştiği dönem, kargaşa ve kavga dönemiydi. Kavramlar yerine oturmamıştı. Sonra da darbeler sürdü. Ne var ki geçen zaman içinde özgürlüğü, haklara sahip çıkmanın ne olduğunu; sınıf çıkarları uğruna yayılmacılarla birlikte toplu öldürmelere nasıl giriştiğini, okuyarak, tartışarak öğrendik. Hukuk fakültesinde o yıllarda Üniversite özerkliğini yaşatmaya çalışan; kitaplıklarımızda kaynak sıkıntısı çekmememiz için biz öğrencileriyle iletişimi her an sürdüren hocalarımız vardı. 

Sanat çevresiyle ailemin kurduğu bağları, orta öğrenimim sırasında İzmir'de, sonrasında da  İstanbul'a  gittiğimde de sürdürdüm. Yazarlar, şairler yontucular, ressamlar hep dostlarım, yol göstericilerim oldu.  

Resim çalışmalarım ortaöğretimden bu yana sürüyordu. Seramik çalışmaya bir üçüncü boyut biçimlendirmeler yapmak gereksinimi duyduğum için başladım. Ne var ki, ben "sır" bilgisinin kimyasına erişemediğim için bir " toprak pişiricisiyim (terracottacıyım.). Yalnızca çamuru ve oksitleri kullanabiliyorum. Önceleri üçüncü boyutu, kağıt hamuru ve ahşapta denedim; ardından çamurda karar kıldım.

                          .

Öykü ile başlayan edebiyat yolculuğunuzun başlangıcını ve denemelere giden süreci öğrenebilir miyiz?

 Öykü, bu denli toplum sorunları için bir anlatım yolu olmaya yetmedi. Deneme ve günlük gazetelerde makaleler yazmaya başladım. Bir on yıl aradan sonra öykü ve düş anlatımlarına (tahkiye) döndüm. 

Deneme yazmak, sanat dillerinden birini kullanmaktan çok başka bir çalışma değildir. Çünkü her ikisi de birlikte düşünmeye içtenlikli birer çağrıdır. Aynı nedenle biçimlendirme isteği bir düşleme  ile başlar; kurgulanır ve sanat biçimine dönüşür.

 

 Çeşitli sanat dergilerinde yayımlanmış yazılarınızı bir kitapta bir araya getirme kararını size aldıran neydi?

Dergilerde yayımlanan denemelerimden seçkiler yaparak kitaplaştırmak isteği dayanılmaz olmuştu. Aldığım yaşlarla birlikte yaşanılanı bir zaman dizgisi bile gütmeden, bir ömrün belleğine sığdırmak, insanlığın yaşanılanlardan bir kıssa olarak kendine pay çıkarmak yerine, süregiden düzen içinde egemen olan kültüre yakasını kaptırarak yeni bir teslimiyet kültürü yaratmasıdır. Bu yeni kültür, zamanı bile kavun gibi dilimleyip, yeniden adlandırmış, her şeyi küresel birer buyruk haline sokmuştur.  Bu nedenle insanlığın, bilginin yerine konulanlarla; zamanın ve gerçeklik duygusunun yerine konulanlarla yapay bir matrix içinde kendisinin yeniden doğumunu beklemeye yargılı kılınması kaçınılmaz sayılmak istenmektedir. Bense, bu yazgı yerine tüm yeryüzü canlılığına yerküreye daha güvenle ayak basabilecekleri yepyeni bir toprak dilemek istedim.

“Kaypak Yüzeyde” kitabınız ana başlığı. Bu başlığın bir hikayesi var mı?

Kaypak Yüzey yeni kuşağın tutsak alındığı bir yoksunluk alanıdır. Yeni kuşak için her şey bir yeryüzü egemeni güç tarafından tüketmesi için sunuluyor. “esimulatio” yöntemi öylesine ileriye götürüldü ki “Postmodernizmden” sonra ”Post truth” dönemi başlatıldı. Artık gerçeğin yerine konulmuş olanla yaşamı sürdüreceğiz.

 

Kitabınızı hazırlarken daha önceki yazılarınız üzerinde bir güncelleme yaptınız mı?  Hazırlık sürecinizde neler yaşadınız?

Çoğu yayımlanmış yazılarımı düzenlerken arada bir anlatıma şimdiki zamandan katılma ihtiyacı duydum. Bu nedenle de denemelerimin yayımlanma tarihlerini belirtmenin gereksiz olacağını anladım. Bir ömrün çerçevesine sığan yaşamış olduklarımın izleri bu kitapta yer alan tarihsiz denemelerim, aynı ömrün geçmişle şimdiki zaman arasında gezinen bilincimin gölgesidirler.

 

Sanat üzerine denemeler yazan bir ressam olarak Ziya Gürel Türkiye’de deneme yazmak üzerine neler söyler?

Geçmişten bugüne bakınca yazdığım hiçbir denemede yaptığım ya da yapamadığım resimden söz etmediğim gibi resimlerimde de, seramik biçimlendirmelerimde de betimlemelerin ya da anlatım tuzağına düşmediğimi görmek bana güven veriyor. Olguları, olayları anımsatmaya, kaynakları yeni kuşaklara aktarmaya özen gösterdim.

 

Yeni eserlerinizi görebileceğimiz sergi ve yeni yazılarınız okuyabileceğiz kitap çalışmanız var mı?

Yılda birkaç kez sergi düzenlemelerim covit-19 salgınına karşın sürüyor. Yayın olarak sırada Öyküler Kitabım " Sessizliği Dinlerken ile Düşler Kitabım " ve Gezi Notlarım var.

19 Eylül 2020 Cumartesi

Auguste Renoir- Kırda Dans





 

Renoir’ın birçok dans resmi vardır. 1883 tarihli Kırda Dans’ın havası oldukça farklıdır, kavalye diğer dans resimlerindekilerle aynıdır, fakat bu kez havası daha rahat resmedilmiştir, güler yüzlü ve doğal dam  ise Aline Charigot’un (kendi eşi) yüzüne sahiptir.

Güneşli bir gün, mutlu bir kadın yakışıklı bir adam bir bahçede dans ediyor. Yerde adamın düşmüş şapkasını görüyoruz. Elinde yelpazesi olan kadın, adamın kulağını fısıldadığı şeylere gülümsüyor. 

Usta sanatçı resimde bizimde müziğin sesini ve o atmosferi hissetmemizi sağlıyor. 

4 Ağustos 2020 Salı

Çalıntı Eserler -Renoir

                                                        
                                                              Renoir, Parisli Genç Kız
 Aralık 2000'de Stockholm'deki Ulusal Müze'nin kapanma saatine yakın üç adam müzeye girer. Adamlardan biri makineli tüfeğiyle güvenlik görevlisini etkisiz hale getirirken diğer ikisi, bakır üzerine yapılmış bir Rembrandt otoportresi ve iki tane Renoir tablosu- Sohbet ve Parisli Genç Kız- nu alırlar. Üç soyguncu arkalarından takibi önlemek için de yere çiveler serperek kaçarlar ve kendilerini bekleyen deniz motoruna atlarlar. Onlar kaçarken diğer suç ortakları da şehrin diğer bölgelerinde dikkat çekmek için arabalara yerleştirdikleri bombaları patlatırlar. Ama atladıkları önemli şey Robert Wittman'ın dediği gibi" Sanat soygununda esas hüner, çalmak değil satmaktır" oldu. Soyguncularda resimleri kolayca satamayacaklarını anladılar ve fidye karşılığında müzeye vermeye denediler. Ve olaydan sorumlu sekiz adam tutuklandı.