öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Haziran 2020 Cumartesi

Jale Sancak ile "Tanrı Kent" ve edebiyat yolculuğu



                                                            

                                Sevgili Jale Sancak'la mürekkephaber sitesi için yaptığımız röportaj.
On sekiz İstanbul semtini on sekiz öykü ile anlattığınız  “Tanrı Kent”in hikâyeleri nasıl çıktı, neydi size bu öyküleri yazdıran?

-Yazdığımız her şeyde sorgulanmasını, tartışılmasını, görülmesini istediğimiz meseleler vardır. İşte bu meseleleri anlatabilmek için biçilmiş kaftandı mega kent. Böylece birbirlerine çok yakınken çok uzak durmayı yeğleyenleri, görmezden gelinen, hep dışarıda bırakılmak istenen ötekileri, imkânları ve imkânsızlıkları, göçü, dönüşüm ve rantı, vahşi düzenin açtığı yaraları,  bunların yanısıra bozulan dokuyu, dünden bu güne değişimleri ve yitirilenleri ve şehrin binbir yüzünü aktarabilecektim. ‘Tanrı Kent’ öykülerini yazmamın nedeni bu.

2009’da yazdığınız  “Tanrı Kent ve Yitik Şarkılar” ve 2020’de yazdığınız  “Tanrı Kent” arasında  geçen zaman içinde  Jale Sancak ve İstanbul’da neler değişti?

-Değişimden ziyade çoğalma var. Daha çok yoksulluk, daha çok ayrımcılık, eşitsizlik, daha çok yıkım, betonlaşma, rant, daha çok karbon monoksit ve doğanın tüketilişi. Ben de daha keskin, daha öfkeliyim.

 Öyküleriniz başında o semtlerle ilgili afişler, yazılar var. Nasıl bir hazırlık süreci  geçirdiniz on sekiz öyküyü yazarken?

-O semtlerde gördüğüm afişler, yazılar semtin karakteristiğini veriyor, onun için kullandım. Semtin sosyal yaşantısının birer özeti gibi hepsi de.  Sözgelimi modern mi muhafazakâr mı hemen anlamak mümkün. O nedenle afişlerin yanı sıra semtin tüm dekorunu, hatta restoranları, kafeleri, mağazaları, güzellik merkezleri ve bu tür şeyleri özellikle kullandım öykülerde. Hepsi bize bir şey söylüyor. Orada kimler, nasıl yaşar. Çünkü ‘Tanrı Kent’in dile getirmek istediği  asıl şey bu günün insanlık halleri. Yaşadığım, sık bulunduğum, çok iyi bildiğim yerlerin dışında özellikle yazmak üzere gittiğim birkaç semt var. Hacı Hüsrev, Sulukule, Çarşamba gibi. Yazmadan önce oraları seyrettim bir süre, yanı sıra insanlarla konuştum, sorular sordum, bazen de fotoğraflar çektim. Böyle böyle oluştu.

Jale Sancak İstanbul’u üç kelime ile anlatsa, hangi kelimeleri kullanır?

-Üç kelime… Peki, üç kelimeyle tanımlamak hayli zor olsa da çirkin, güzel ve vahşi diyebilirim.

Öykülerinizde Tarlabaşı, Etiler, Bağdat Caddesi, Sulukule gibi birbirinden farklı semtler var. Sizin İstanbul’unuz hangi semt?

-Ruhunu tümüyle yitirmemiş tarihi semtler daha çok.  Galata, Fener, Samatya, Beyoğlu gibi. Çocukluğum Tarlabaşı ve Beyoğlu’nda, o güzelim tarihi dokunun içinde geçti. Uzun yıllar boyunca Boğaz’da Bebek’te yaşadım. Şimdi de Erenköy’de oturuyorum. Ne var ki Bebek yahut betonlaşmış, kentsel dönüşüme teslim olmuş, estetik atmosferi kaybolmuş Erenköy benim İstanbul’um değil.   

İstanbul’dan başka şehirleriniz var mı sizi etkileyen, yazılarınıza etki eden?

-Bazen anlatacağınız mesele belirler coğrafyayı. Bir etkilenmeden ziyade gereklilik ya da mecburiyettir bu. Elbette başka şehirlerde, mekânlarda geçen öykülerim de var. Sözgelimi Mardin bunlardan biri. Antep de öyle. Ülkenin doğusunda geçen bir  roman yazdım daha sonra. Hatta  bazen gerçekte var olmayan şehir ya da mekânlar yaratırız. Düş ürünüdür onlar bütünüyle. Çünkü ana konuyu aktarmak için en elverişli yer orasıdır.
                                                             

Öykülerinizde toplumsal olayları farklı karakterlerle yazıyorsunuz. Nasıl bir yol izliyorsunuz yazarken ve yazmaya başlamadan önce? Karakter, olay örgüsü süreci nasıl başlıyor?

-Konu ve temayı önceden belirlediysem, onları en iyi biçimde aktarabileceğime inandığım karakter ya da karakterleri seçip üzerinde çalışmaya başlıyorum. Sözgelimi ‘Tanrı Kent’te, Hacı Hüsrev öyküsünde biri hırsız diğeri tam tersi iki karakter oluşturdum çatışmayı yaratabilmek için. Üstelik bu hırsız karakter oradaki gerçekliği gösterebilmem için gerekliydi. Daha sonra da  bazen en başında bazen de yazarken bu karakterlerin neler yaşayacaklarını, olup bitecekleri, başka bir deyişle olay örgüsünü oluşturuyorum. Kimi zaman da tam tersi olabiliyor, bir karakter beliriyor önce, tersine bir işleyişle yazılıyor o zaman öykü ya da roman.

Yazı hayatınızda öykünün yerini öğrenebilir miyiz?  Öykü yazmak - roman yazmak  tanımı Jale Sancak’ta nasıl?

-Roman yazmama rağmen Sabahattin Ali gibi ben de öykücü addederim hep kendimi.  Üzerinde çalıştığım tür ne olursa olsun bir öykücü gibi düşünür, metne öyle yaklaşır, öyle davranırım. Bu hem türün özelliklerini sevmemden, benimsememden hem de çok uzun yıllar boyunca sadece öykü yazmamdan kaynaklanıyor olabilir. Öykü her zaman önceliklidir. Roman ise   kafamdaki meseleleri anlatmaya ancak roman izin verebilir diye düşündüğümde yazı yolculuğuma dahil oluyor.

 Yazmakla, edebiyatla tanışmanız nasıl oldu? Yazmalıyım diye bir karar anınız oldu mu?

-Çocuk yaşta, ne olduğunu pek de bilmeden verilmiş bir karardı. Bazen ben bile şaşırıyorum. Gene çocuk yaşta okuduğum kitaplar beni öylesine güzel zehirlemiş  -iyi ki zehirlemiş- ki kararım hiç değişmedi. Tabi bu durumun nedeni içine doğduğum ortam, sanatsever, kitap kurdu bir ailem olması ve  bu erken tanışma diye düşünüyorum.

Yazmak isteyenlere, yeni başlayanlara neler önerirsiniz?

-İlk sırada klasik önerimiz çok okumak, çok yazmak var. İkincisi, okunan  tüm usta işi yapıtların, anlatma biçimlerine, olay örgüsüne,  karakterlerin,  dilin nasıl yaratıldığına, epeyce dikkatli, hatta biraz da ders çalışır gibi bakılmalı. Üçüncüsü her dönemde moda olan konular, ilgi gören temalar vardır.  Bunlara takılmadan sadece heyecanlandıran, kışkırtan, mesele edinilen konular yazılmalı özgürce. Yazma yolculuğunda süreklilik önemlidir. Hiç değilse çalışılan metne her gün birkaç cümle, birkaç satır yahut bir paragraf eklemek, onunla bağı kopartmamak çok iyi olur. Kimi zaman da metni tekrar tekrar okuyup tartmak, eklemek, çıkartmak yol alınmasına katkı sağlayacaktır. Son olarak da başka sanat dallarıyla, sözgelimi müzik, sinema, resim, mimari ile ilgilenilmesini öneririm. Farklı görme biçimleri, anlatma teknikleri, bir kılavuz misali yazarken  yaratımı kolaylaştıracaktır.






5 Nisan 2020 Pazar

Tuğba Doğan ile Röportaj


                                             
                          Sevgili Tuğba Doğan'la mürekkephaber için yaptığımız röportaj

-Klasik bir soruyla başlamak istiyorum. Sizi tanıyabilir miyiz? Yazıyla yolunuz nasıl kesişti, nasıl başladı yazı yolculuğunuz?

Sanırım çok erken yaşlarda yazı yazmanın dilediğimce yalnız kalabilmenin bir yolu olabileceğini keşfettim. Bu keşifte babamı gözlemlememin büyük etkisi olmuş olmalı. Çoğu zaman defterini alıp bir köşeye çekildiğini, yüzünde başka zamanlarda pek rastlamadığım türden bir ifadeyle bir şeyler karaladığını  hatırlıyorum. Ne yapıyor ve bu şeyi yaparken ne hissediyor acaba diye anlamak gayretiyle onu izlerdim. Defterlerini aşırıp içindeki dünyaya ilk kez girdiğimde şaşırmıştım. Farklı metin parçalarının oluşturduğu bir tür kolajdı bu defterler. Bir günlüğe ait olduğu düşünülebilecek pasajlar, şiir denemeleri, kısa öykü denebilecek metinler, daha büyük bir anlatıya –belki bir romana- ait giriş denemeleri, sevdiği bir şiiri alıntılayıp ona dair yazdığı yorumlar vs. Babamın tanıdığım kişiden çok daha fazlası olduğunu görmüştüm. İstediği zaman kaçabileceği bir dünya yaratmış gibiydi. Ben de var olan oyunlardan sıkılan, sıkıcı bir çocuktum. Kendime başka oyunlar yaratmak istiyordum ama bunu nasıl yapabileceğimi de bilmiyordum. Babamın mesleği dolayısıyla çocukluk yıllarım farklı şehirlerde geçti ve arkadaşlarım sürekli değişmek durumundaydı. Öyle olunca kitaplar kalıcı arkadaşlara, yazı da içinde sıkılmadığım tek oyun alanına dönüştü. Hala da benim için sıkılmamayı mümkün kılan tek şey yazmak.


-Sosyolog, çevirmen, senaristsiniz. Yaptığınız işlerin yazılarınız üzerinde etkisi oldu mu, oluyor mu?

Mutlaka. Sosyoloji her şeyden önce size bir okuma disiplini kazandırıyor. Bireyi, toplumu ve tarihi; en genel manada da hayatı ve kendinizi okumaya dair bir disiplin bu. Çeviri yaparken ve senaryo yazarken de kelimelerin farklı kudretlerine aşinalık kazanıyorsunuz. Bütün bunlar kaçınılmaz olarak yazıyla kurduğunuz ilişkiye katkı sağlıyor. 


-Yazma süreciniz nasıl oluyor? Önce konu mu çıkıyor yoksa karakterlerden mi yola çıkıyorsunuz?

Benim için her zaman önce bir mesele oluyor. Üzerine düşünmek ve tartışmak istediğim bir mesele, bir soru. Sonra bu sorunun etrafında gezinecek karakterler kuruyorum ve onları bu meselelerle cebelleşmek üzere çeşitli yaşantıların, durumların içine atıyorum.


-Hangi yazarları okuyorsunuz, en sevdiğiniz yazarlar kimler?

Devamlı yeniden okuduğum bazı yazarlarım var. Dostoyevski, Kafka, Bachmann, Tournier, Tanpınar ilk aklıma gelenler. Sadece kurmaca değil, kuram ve felsefe alanında da aynı şey geçerli. Baruch Spinoza, Walter Benjamin, Gilles Deleuze, Friedrich Nietzsche’yi sayabilirim. Eski-Yeni Ahit ve Kur’an’ı da devamlı yeniden okuduğum metinlere dahil edebilirim. 
                                                                  



-İlk kitabınız “Musa’nın Uykusu” ile ikinci kitabınız “Nefaset Lokantası” arasında Tuğba Doğan’ın kaleminde neler değişti? Yeni kitap çalışması var mı? Bu süreçte neler yaşıyor Tuğba Doğan?

Kalemimdeki değişimleri benim tespit edebilmem mümkün değil. Bu soruya sağlıklı cevabı okur verebilir gibi geliyor bana. Evet, şu ara yeni bir roman üzerinde çalışıyorum. Başka bir şeye pek de vakit kalmıyor. Yeni kitabın meselelerine dair araştırmalar, okumalar yapıyorum. Bu meselelerden ikisini söyleyeyim; dostluğun ve cimriliğin doğası üzerine düşünüyorum.


-Türkiye’de çevirmen olmanın zor yanları var mı?

Türkiye’de kültürel alanda üretim yapan biriyseniz işiniz çok zor. Çok yoğun bir adanmışlık ve zamanınızın bütününü isteyen işlerle uğraşmayı ve bunun karşılığında maddi-manevi çok az takdir görmeyi göze almış olmanız gerekiyor. Çeviri yaparak ya da yazarak hayatta kalabilmeniz için maddi motivasyonlardan öte gerçekten yaptığınız şeyi tutkuyla sevmeniz gerek. 


-“Nefaset Lokantası”nda  varoluş, coğrafya, zaman ve ölüm ana temalar. Tuğba Doğan için ne ifade ediyor bu temalar?

Bu temalar kendisi ve hayat üzerine düşünen her insan için temel kavramlar. Ben onları romanın, edebiyatın içinde çalışıyorum, anlamak ve anlatmak için.


-Nefaset Lokantası’nın ana karakteri Salih’in “uzaklara gitme isteği” üzerinden günümüzde çok görülen şehirden ayrılma, yurtdışına veya kasabalara gitme isteğini sosyolog-yazar olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Romanın başkarakteri Salih  neden gitmek istediğini sorgulayan arkadaşlarına “kalamayan gider.” diyordu. Ben de onun gibi düşünüyorum sanırım. Mesele basitçe bir şımarıklık, çıktığı kabuğu beğenmemek ya da memleketi terk edip kendini kurtarmaya çalışmak değil. Kendini dışlanmış hissedenin, kalamayanın bir tür kaçışa zorlanması ve beyinlerin değil, ruhların göçü.


-Son olarak Cemil Meriç yaşasaydı oy kullanır mıydı?

Kitapta bu soruya Metin “Benim bir fikrim var ama kendime saklayacağım, yerin kulağı var. Hem zaten bu zamanda kimseye kefil de olmamak lazım” diye cevap veriyordu . Benim ne düşündüğüme gelince. Bence Cemil Meriç yaşasaydı oy kullanırdı ama oyunu çok büyük bir kitlenin şaşıracağı bir partiye verirdi.




Tuğba Gürbüz ile Röportaj



                                                       
                            Sevgili Tuğba Gürbüz ile mürekkephaber için yaptığımız röportaj

Klasik bir soru ile başlamak istiyorum, sizi tanıyabilir miyiz? Yazı ile yolunuz nasıl kesişti?

Çanakkale’de büyüdüm. Lise ikiye geçtiğim yaz, babamın işi nedeniyle Kayseri’ye taşındık. Kerameti kendinden menkul, uzaklara derin derin bakan yazar pozlarını ilk kez orada verdim. Kendimi bütünüyle ait hissettiğim bir kentten Kayseri’ye taşınmak benim için duygusal anlamda zorlayıcı bir deneyimdi. Yazmak orada başladı, memlekete gönderilen mektuplarla, özlemle, üniversitede yeniden kavuşma hayalleriyle… Yazmak, o günlerden bu yana, duygularımı, düşüncelerimi tasnif etmek, izlemek, kendimi anlamak için sıkça başvurduğum bir eylem.

Sağa sola yaptığım karalamaların, iç dökmelerin bir adım ötesine geçmem ise, katıldığım bir Yaratıcı Yazarlık Atölyesi ile başladı. Mario Levi’den ders almak,  yazma cesareti kazanmama, yayımlanana kadar metinlerimin tek okurunun ben olduğumu kavramama ve yazarken beni izleyen gözlerden kurtulmama olanak sağladı. Ödülün kendisinin yazmak olduğunu unuttuğum, omzuma oturmuş her yazdığıma kaşını kaldıran, gözlerini deviren içimdeki mükemmeliyetçi seslere fazlaca aldırdığım, bu nedenle kendime kötü ilk taslaklar yazma izni vermediğim bir dönemde, tanıştığım Yeşim Cimcoz’dan ise yazının zanaatkârı olmadan sanatkârı olunamayacağını öğrendim. Mükemmeliyetçilik baskısı nedeniyle yitirdiğim oyuncu yanımla yeniden tanıştım. Tüm bunların yanı sıra diş hekimiyim ve Deniz’in annesiyim.

“Kendisiymiş Gibi” ikinci öykü kitabınız. Kente, toplumsal rollere, anneliğe, evliliğe, ilişkilere, hayata karşı anlam arayışı öykülerinizdeki belirgin temalar. Okuyucuyu neler bekliyor “Kendisiymiş Gibi”de?

Kendisiymiş Gibi’de yer alan öyküler Batı’yı anlatıyor, giderek yalnızlaşan, çevresine, ailesine, kendisine yabancılaşan, içine kapanan bireyi. Okuru, zihnimizin bize oynadığı oyunlara, hatırlama biçimlerimize, gerçekle hatırlanan arasındaki tutarsızlıklara bakmaya, yavaşlamaya, yüzleşmeye ve en nihayetinde silkinmeye, değişime davet ediyor.

İçinden geçtiğimiz, gözle görülmeyen bir virüs tarafından yola getirildiğimiz şu günler, hem bireylere hem de devletlere aynı daveti sunuyor; insanlığın bildiği, alışageldiği yöntemlerle devam edemeyeceğini, daha adil, sosyal bir dünya düzeninin el birliğiyle ve ivedilikle inşa edilmesi gerekliliğini açıkça ortaya koyuyor. Umarım hepimiz üzerimize düşen kıssadan hisseyi alır ve harekete geçeriz.

2015 yılında çıkan ilk öykü kitabınız “Lodos Çarpması” ile ikinci kitabınız “Kendisiymiş Gibi” arasında geçen süreçte Tuğba Gürbüz’ün kaleminde nasıl değişlikler oldu?

Lodos Çarpması’ndaki öyküler, daha çok bir olayın, deneyimin aktarıldığı, anlatmaya dayalı hikâyelerdi. Bir kitap bütünlüğünde elime alıp okumak, öykü yazarı arkadaşlarımdan gelen geri bildirimleri işitmek, beni hikâye etmenin yanı sıra, gözetmem gereken diğer unsurlara, özellikle de dilin kullanımına kafa yormaya, dilin imkânlarını çoğaltmanın yollarını aramaya yöneltti. Bu anlamda benim yazarlıktan muradım, okurda daha canlı ve kesintisiz bir düş yaratmak, ilk kitabın üzerine çıkmaktı. Dolayısıyla Kendisiymiş Gibi “yeniden yazma” sürecinin daha uzun sürdüğü, okurluğuna güvendiğim arkadaşlarımdan bir dış göz olarak daha çok yararlandığım bir sürecin verimi olarak okurun karşısına çıktı. 
                                                     


On sekiz öyküden oluşuyor “Kendisiymiş Gibi”. Öykülerinizdeki kahramanlarınızdan bahseder misiniz? En sevdiğiniz kahramanınız kim?

Benim öykü tanımım “Geçerken gördüğüm şey” şeklinde. Kitapta yer alan öyküler, bu tanımı doğrular nitelikte, kısa bir an içinde, bir durumu, olayı öykü kişileri aracılığıyla aktarıyor. Dolayısıyla çabam, akılda kalır kahramanlar yaratmaktan ziyade, öykü kişileri aracılığıyla bir duruma, olaya dikkat çekmek, modern bireyi eleştirmek, okuru kendisiyle yüzleşmeye davet etmek. Öykülere baktığımda çok belirgin kahramanlar yerine, flu yüzler, okurun kendi suretinin üzerine düşeceği boşluklar görüyorum.

Tanıtım yazınızda pek de duygusal olmayan bir dille yazdığınız belirtilmiş. Ne söylersiniz yazı dilinizle ilgili?

Okuduğumuz her metin bizde birtakım duygular uyandırır. Bizde uyanan duygular, yazarın yaratmak istediği düş dünyasına daha kolay girmemize, o düşün kesintisiz sürmesine de olanak sağlar. Bununla beraber duygu uyandırayım derken aşırıya kaçmayı, duygu sömürüsüne yaslanmayı, okurun dikkatini çekmek ve sempati yaratmak için şoke edici şeyler yazmayı, kolaycılığa kaçmak olarak görüyor, özellikle kaçınıyorum. İyiyle kötü, haklıyla haksız arasındaki ayrımın altını kalın çizgilerle çizmeden, olanı olduğu gibi aktarmak, yalın ve akıcı bir dil kurmayı önemsiyorum.

Öykülerinizde yazarken ön hazırlık yapıyor musunuz? Yazma sürecinde neler yaşıyorsunuz?

Öykülerin yazılma anı çok uzun ve büyük hazırlıklar gerektirmiyor, benim için. Gündelik hayatın içinde dikkatimi çeken, beni rahatsız eden bir durumla başlayıp çalakalem yazıyorum. Her defasında bu kadar gelişigüzelliğin içinden değerli bir şey çıkar mı diye endişeleniyorum ama sabırlı bir bahçıvan gibi tohumları serpmeye, sulamaya devam ediyorum. Kelimeler çoğaldıkça, karakterler beliriyor, üzerinde çalışmaya değer bir yönü işaret eder hâle geliyor. O zaman kaybolma korkusu olmaksızın ipin ucunu tutup labirentin derinliklerine dalıyor ve yazının getireceği sürprizlerden keyif almaya başlıyorum. İşin asıl eğlenceli yanı da bu olsa gerek. Sonra ince işçilik de diyebileceğimiz yeniden yazma süreci başlıyor. Bu aşama da, metni bekletmek, kelimelerin yerlerini değiştirmek, anlam zenginliği katacak şekilde çoğaltmak ya da eksiltmek, defalarca okumak, metni imla hatalarından temizlemek, nihayet bir öykü bittiğinde bütün bunları yeniden yapabileceğini ummaktan geçiyor.

İki öykü kitabınız var. Üçüncü kitabınız roman olabilir mi? Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz?

Pek çok kadın yazar gibi benim de okumaya ve yazmaya ayırdığım zaman kısıtlı. Çalışma hayatım, kızımın bakımı ve evle ilgili sorumluluklardan arta kalan sürenin el verdiği oranda üretmeye çabalıyorum. Bu da beni daha oylumlu metinler yerine öyküye yöneltiyor. Zamanımın el verdiği ölçüde parçaların çıkmasına izin vermek, aralarda geri dönmek, kısa sürede metnin tamamını okuyarak kaldığım yerden rahatça içine girmek ve yeniden yazmak bu koşullar altında ancak öykü ile mümkünmüş gibi geliyor.

Daha oylumlu metinler yazmak için daha geniş zamanlara ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Günün birinde sabrım, soluğum ve zamanım bir roman yazmaya yeter mi emin değilim. Bununla beraber kızım büyüyor, giderek daha kalın kitapları deviriyor ve benden eğlenceli, maceralı bir çocuk romanı bekliyor, dahası çocuklar için yazmak konusunda yeterince istekli ve çalışkan olmamakla suçluyor. Evdeki yoğun baskıyı göz önüne alırsam, bir sonraki kitabın bir çocuk romanı olmasını canı gönülden istiyorum.

Tuğba Gürbüz, hangi yazarları okuyor?

Öykü yazdığım için daha çok öykünün ustalarını okumaya çalışıyorum. Sait Faik, Tomris Uyar, Selçuk Baran, Murathan Mungan, Fikret Ürgüp, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Yekta Kopan, Murat Özyaşar severek okuduğum yazarlar arasında. Bunun yanı sıra elimden geldiğince yeni çıkan öykü kitaplarını da takip etmeye çalışıyorum. Yazmanın incelikleriyle ilgili kitaplar başucumda duruyor. Oradan edindiğim bilgilerle kendi metinlerimin editörü olmayı öğreniyorum. Ve elbette çocuk kitapları! Uzun yıllar kızıma birbirinden nefis çocuk kitapları okudum. Kızım şimdi dokuz yaşında ve tam bir kitap kurdu. Artık o bana sevdiği kitapları ve yazarları öneriyor. Onun önerdiği çocuk kitapları da severek okuduklarım arasında yer alıyor.

Uzun süredir “Kurmacabiyografiler” adlı bloğunuz var. Blog yazarlığının yazılarınıza etkisi nasıl oldu?

Blog tutmaya başladığımda ilk amacım yazdığım metinleri paylaşmak, “Ben de buradayım, varım” diyerek kendime bir alan açmak ve yazma disiplini sağlamaktı. Ancak yıllar içinde merak ettiğim, ilgi duyduğum, öğrenmek istediğim alanların her birine açılan bir kapı hâline gelerek ‘iyi ki başlamışım’ diye düşündüğüm bir nevi oyun ve keşif alanına döndü.


6 Eylül 2019 Cuma

Mevsim Yenice ile Söyleşi


                                                           


Üniversitede fizik eğitimi almışsınız. Yazı ile ilişkiniz nasıl başladı? Neydi sizi bu yola yönlendiren?

Edebiyata bu kadar ilgili olmama rağmen, bir şansım daha olsa akademik bir sıkıntıya dönüşmesinden korktuğumdan üniversitede edebiyat eğitimi almak istemezdim. Bu nedenle üniversitede fizik eğitimi almış olmaktan hiç pişmanlık duymadım, kendim, hayata ve olaylara başka bir boyutta bakabilme ve yapabileceklerimin sınırıyla ilgili çok şey öğretti fizik eğitimim.

“Yazmak” hayatımda ilk-orta okul dönemlerinden bu yana hep vardı aslında. Fakat her şeyi bir kenara bırakıp buna odaklanma fikri bir türlü mümkün olmuyordu. Daha sonra 2014 yılının başında -birkaç yıldır çalışmıyordum- yıllardır çeşitli sebeplerle ertelediğim şeyi yapmak için yola koyuldum. En güçlü motivasyonum mevcut durumumu avantaja çevirmeye çalışarak yeni bir şeyler keşfetmekti.



“Bilinmeyen Sular” son öykü kitabınız.  Okuru neler bekliyor “Bilinmeyen Sular” da?

Aidiyet kavramını on öyküde, farklı farklı hikayeler ve karakterler, meseleler üzerinden inceleyerek, yıkıp tekrar inşa etmeye çalıştım. Hiçbir yere gidemeyeceğini bilmesine rağmen gidecekmiş gibi davranmayı sürdürenlerin, pes etmediği için başkalarına dönüşenlerin, kendini başka birinin fotoğrafına ait hissedenlerin kendince mevcut durumlarıyla başa çıkabilmek için oynadıkları oyunlara davet ediyorum okuyucuyu birlikte oynayabilmek adına...

 “Bilinmeyen Sular” on öyküden oluşuyor ve öykülerinizin müzik ve resimle olan bağları okuyucuda farklı bir etki yaratıyor. Her bölümün başında Pink Floyd’dan alıntılar var. Müzik ve resimle olan ilişkinizi ve bunların öyküleriniz üzerindeki etkilerini öğrenebilir miyiz?

Farklı sanat dallarından çok beslenen biriyim. Çok etkilendiğim bir tablonun karşısına geçip, orada etkilendiğim bir figür ya da ışık yansıması karşısında, ben bu duyguyu kelimelere nasıl dökerim diye düşünüyorum mesela. Bir şarkının aynı yerindeki tek bir kelimenin tonlaması beni yıllar yılı aynı yerden vurabiliyor, o hissin metindeki karşılığı nedir diye kafa yoruyorum. Bir  okur olarak da metnin içinde farklı sanat dallarının yansımasını görmeyi seviyorum.
                                                                  

2015 yılında “Açık Artırma” öykünüz altKitap Öykü Yarışması’nda birincilik ödülünü aldı. O tarihten itibaren yazılarında ve kaleminizde neler değişti?

Kendim adına bu tip sorulara cevap verebilmek epey zor, nelerin değiştiğini daha dıştan bakan bir gözün daha net tartabileceğini düşünüyorum. Öte yandan ben kendi adıma yapmak istediğim şeyi şöyle özetleyebilirim; yazdığım her yeni öyküde, bir önce yazdığım metnin üzerine yeni bir tuğla, katman inşa ederek ilerlemeye çalışıyorum. Becerebiliyorsam ne mutlu.

Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz? Mevsim Yenice’nin romanlarını da okuyacak mıyız?

Öykü okumayı çok seviyorum ve bunu her fırsatta da dile getiriyorum. Kısa sürede bir sürü değişik dünyaya buyur edilebildiğiniz bir evren beni çok heyecanlandırıyor. Kafamın olumsuzluklarla dolu olduğu bir günde mevcut durumu unutabilmek için öykü okuyorum mesela, bir yerde birilerini bekleyeceksem o gelene dek bir öykü okuyuveriyorum, okuyamayacak durumdaysam sesli kitap aracılığıyla öykü dinliyorum. Kısacası öykü sevdiğim bir tür. Kendi yazma serüvenimde öyküyle olan bağım nereye gidecek inanın ben de bilmiyorum. Kafamda bir novella fikri var ancak ilk kitabımdan sonra da vardı, yazdığım 4 bölümü daha sonra 4 ayrı öyküye çevirdim. Şu günlerde kafamdaki novella fikrinin büyüyüp serpilmesi için uğraşırken çok beğendiğim bir öykü kitabını okudum ve oturup öykü yazma isteği doğdu içimde. O nedenle ben de bilmiyorum öykü peşimi bırakacak mı J

Öykülerinizde kahramanlarınızı seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Ön hazırlık, okumalar yapıyor musunuz? Sizi etkileyen yazarlar ve kitapları da öğrenebilir miyiz? Kurgunuzu, tarzınızı neler etkiliyor, yazarken veya hazırlık aşamasında nelerden etkileniyorsunuz?

Öyküye başlarken kafamda genelde ufacık bir kesit, görüntü ya da karakterin bir eylemini gösteren sahne oluyor. Gerisi yol boyunca kendiliğinden açılıyor, beni heyecanlandıran kısım da burası zaten; karanlıkta iz bulmaya çalışmak ve yeni şeyler keşfetme anı. O nedenle karakter kendi kendini seçiyor diyebilirim. Ön hazırlık ve okuma yaptığım metinlerim oluyor ama karakter seçimi için değil, zaten var olan karakteri derinleştirebilmek adına. Örnek vermem gerekirse Bilinmeyen Sular kitabımdaki Bataklık Balığı öyküsü İngiltere bataklıklarında çizim için gözlem yapan İngiliz bir ressam ve İrlandalı yardımcısını konu alıyor. Bunun için İngiliz bataklıklarıyla ilgili araştırma yaptım, belgeseller izledim. Ve hatta öykünün adı da o araştırmalar sayesinde çıktı. Yine aynı sebepten İrlandalı yardımcının geçmişini kuvvetlendirebilmek için İrlanda mitleri okurken Azize Brigid ile karşılaştım ve öyküye müthiş hizmet etti kurgu açısından da. Bulduğum her ayrıntı öykünün gidişatı için yeni bir kapı aralıyor ve bu inanılmaz keyifli bir süreç.

2016 yılından bu yana altKitap ve altZine yayın kurulundasınız. Yeni öyküler, daha doğrusu belki de yeni yazarların öykülerini okumak sizi nasıl etkiliyor? Yeni genç yazar adaylarına neler söylemek istersiniz?

Altkitap ve altzine’in yayın kurulunda bulunmak her anlamda çok şey kattı bana. Kolektif bir çalışma içinde bulunmanın faydaları, birçok metin okumanın kendi okur süzgecimi daraltması ve daha güzeli kurduğum değerli dostluklar açısından benim için çok şey ifade ediyor bu.

Yazmak isteyenler için en güzel mutfak dergiler bence. Ben de Tekme Tokatlı Şehir Rehberi yayımlanmadan önce epey dergiye öykümü yollamış, kiminden red alarak üstünde tekrar çalışmam gerektiği konusunda hem fikir olmuş, bazı öykülerimin de yayımlanmasına şahit olup sevinmiştim. Bu nedenle bu tip platformları çok yararlı ve okurla dergilerin birlikte yürüttüğü ekip çalışmasını oldukça değerli buluyorum.


7 Aralık 2018 Cuma

Zeynep Delav ile "Kemik Tozu"


                                                    

İlk öykü kitabı “Kemik Tozu”, Hepkitap etiketiyle yayınalanan Zeynep Delav ile ilk kitap heyecanını ve yazı yolculuğunu konuştuk.
-Kemik Tozu, on iki öykünün bulunduğu “Çok Bin Vuruş” ve adını aldığı novella diyebileceğimiz “Kemik Tozu”nun bulunduğu üç farklı karakterin ayrı ayrı anlatıldığı bir öykü kitabı. Neler söylersiniz “Kemik Tozu” için?  
*Kemik Tozu’nda, öykülerin biçem olarak farklı, ancak soluk olarak benzerlik gösterdiğini söyleyebilirim. Bu benim ilk kitabım. Tarifi zor bir biçimde mutlu, bir o kadar da öykü kahramanlarımı okura açık ettiğim için tedirginim. Bu tedirginlik kimi zaman azalıp kimi zaman çoğalıyor! Tedirginliğimin nedeni, kahramanlarımı benim dışımda tanıyanların çoğalması.
-Öldükten sonra eşyaları eşe dosta dağıtılan bir genç, evlenip sınıf atladıktan sonra kazandıklarını kaybetmemek için her şeyi yapan bir kadın, romanının yayınlanması hayat memat meselesi olan içekapanık bir adam, kocasından şiddet gören bir kadın hikâyelerinizdeki kahramanlardan bazıları. Karakterlerinizi nasıl belirliyorsunuz, neler etkili oluyor?
*Kitap boyunca öykülerin daha çok kadın karakterleri anlattığı hissi baskın olsa da, aslında öykülere yerleşen değişik tip ve karakterler var. Hiç kimseyi kayırmıyorum! İnsanın cinsiyet fark etmeden, her halini anlatmak gibi bir derdim var. Göz hizama denk düşen! Peki denk düşenler kimler sorusunu kendime sorunca şöyle bir cevapla karşılaşıyorum: Eve, işe, mahalleye, bulunduğu yer nereyse oraya bir türlü yerleşemeyen insanlar, hayatlar. Bütün bunlar bir araya geldikleri zaman, kimlik kaybına uğrayan şehir.
                                         


-Felsefe ve psikoloji eğitimi almışsınız. Aldığınız eğitimin öykülerinize etkisi oldu mu?
*Kaçınılmaz bir biçimde oluyor. Dengesizlikler, aşırılıklar, kendisini hep ziyanda görenler, törpülenenler, köşeye sıkışınca nerenin göze kestirildiği, bunları yazabilmek benim için yorucu bir gözlem demek. Ancak, bahsettiğim bütün karakterlerin kuramsal karşılıkları ve tarifleri var elbette. Özellikle psikolojide ve daha geniş bir biçimde felsefede bir karşılığı var.
-Editörlük ve metin yazarlığı yapıyorsunuz. Daha önce çeşitli dergilerde öyküleriniz yayınlandı. İlk kitap heyecanınızdan, yazma ve basılma süreçlerinden bahseder misiniz?
*Kişinin kendine editör olması gibi bir şeyin söz konusu olmadığını tahmin ediyordum, kitapla birlikte tecrübe etmiş oldum. Nerden baksanız yedi, sekiz yılda yazdığım öyküler. Kemik Tozu’nun dahi başlama tarihi 2015. Artık kitap haline gelmeli dediğiniz andan itibaren kendinizi, içinizin coşkusunu durduramıyorsunuz… Fakat her şeyin bedeli olduğu gibi yazmanın da sizi tek başına, sabahlara kadar uykusuz ve huzursuz bırakan en çok da yalnızlaştıran bir hali var. İşte bundan kaçamıyorsunuz.
-Yazı yolculuğunuz nasıl başladı?
*Yazma hissinin boğazımı sıkmasıyla başladı. J
-Sizi etkileyen, yazma sürecinize etki eden yazarlar kimler ve başka nelerden etkilenirseniz yazarken?
*Beni etkileyen yazarları ve eserlerini şöyle sıralayabilirim: Herman Hesse/Knulp. Marcel Proust’u büyük bir keyifle okurum. Dostoyevski’nin yeri asla dolmaz! Füruzan’ın bütün kitapları. Sartre/Bulantı. Nezihe Meriç. Borges. Umberto Eco/Foucault Sarkacı,Gülün Adı. Albert Camus/Sisifos Söyleni, Veba. W.Faulkner/Çılgın Palmiyeler. Italo Calvino/Kesişen Yazgılar Şatosu. August Strindberg/Açık Deniz Kenarında ve Murathan Mungan’ın neredeyse bütün kitapları. İlk aklıma gelenler bunlar… Ama bunların başında bir de Derrida var! Bütün okuma disiplinimde etkisi olan, olmazsa olmaz olan.

-Yazı hayatınızı değerlendirirseniz, öykü yazı hayatınızın neresinde olur?
*İş hayatını yazma üstüne kurmuş birisi olarak, öykü yazamasaydım hiçbir metin ortaya çıkaramayabilirdim desem, abartmış olmam! Öykü yazmak, aslında herhangi bir konuyu nasıl örmem gerektiğini öğretmiş bana. Öykü, yazı hayatımın oldukça merkezinde.
-Son olarak yeni projeleriniz var mı, bahseder misiniz?
*Planladığım şeyler var, ancak henüz kendi içimde bile flu halde. Fakat ara ara roman yazma cesareti beni yoklamıyor değil!


10 Ekim 2018 Çarşamba

Hikmet Hükümenoğlu ile "Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri" üzerine

                                                

“Kar Kuyusu”, “Küçük Yalanlar Kitabı”, “47 Numaralı Kamara”, “04:00” ve “Körburun”isimleri romanlarından ardından ilk öykü kitabı “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”  ile edebiyatseverleri ile buluşan Hikmet Hükümenoğlu ile mini bir röportaj gerçekleştirdik.
-“Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”; “Arıların Yön Duygusu”, “Mersedes 80”, “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”, “Sumru, Cemre ve Ben”, İki Kişi Bir Bavula Sığmak Zor”,”Hudut”, “Siyah Atlarla Geldiler” ve her hikâyeden sonra yer  alan Aşk Öyküleri- No.1, No.2, No.3, No.4, No.5,No.6  olarak adlandırdığınız altı kısa metinden oluşuyor ve sizin ilk öykü kitabınız. Tema olarak aşka ağırlık verme ama aşkın sonu mutsuzluğa giden tarafını tercih etme nedenlerinizi öğrebilir miyiz?
Böyle bir tema seçmemin sebebi kendimi biraz zora sokmaktı aslında. Romantik edebiyat, okur olarak da yazar olarak da çok ilgimi çeken bir tür değil. Romantik olmayan aşk öyküleri yazmak nasıl olur, onu denemek istedim. Sorunuzun ikinci kısmı ile ilgili şöyle bir düşüncem var: Aşkın sonu mutluluk olsa, aşkın sonu olmazdı.
-“Körburun” adlı romanınızı öykü olarak  yazmaya başladınız ama sonrasında bayağı hacimli bir roman olarak okuyucunun karşısına çıktı. “Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri”için nasıl bir yazma süreci gerçekleşti?
Çok daha kısa sürdü ama çalışma temposu olarak pek farklı değildi. Ancak öykülerin romanlara kıyasla farklı bir ruh hali var, daha yalın, daha az matematiksel. Bu da elbette yazma sürecine yansıyor. Kendimi daha özgür hissettiğimi söyleyebilirim. Öyküyle novella arasındaki sınırı zorluyor ama bence Alice Munro, müthiş yetenekli bir yazar.
                                                               

-Öykü yazma nedenlerinizi  ve yazar olarak öykünün hayatınızdaki yerini, en sevdiğiniz yazarları ve öyküleri öğrenebilir miyiz?
Öykü yazmayı, roman yazmaktan ayrı tutmuyorum. Birini neden yapıyorsam diğerini de aynı sebeple yapıyorum: Çok sevdiğim için. En sevdiğim öykü yazarları, Sait Faik Abasıyanık, Mahir Ünsal Eriş, Behçet Çelik ve Alice Munroe. Daha onlarca isim sayabilirim.
-Hikâyelerinizdeki gizli mizah, altı kalın kalın çizilmeyen ama hiçbir fırsatın da kaçırılmadığı minik dokundurmalar okuyucuyu etkisi altına alıyor. Eski kocasını bir kafede yanında bir kadınla görüp çok önemli bir toplantıya geç kalan gizemli bir kadın, iki oğluna arı izleme görevi veren çapkın bir baba, yabancı bir kadın gazeteciyi sınır kentindeki bombalanmış otel odasında alıkoyan bir adam, siparişle yaptığı pastaların içine minik yazılar koyan Faik Bey, kullandığı Mercedes’e takıntılı bir şoför öykülerinizdeki  kahramanlardan bazıları. Aşkın farklı yönlerini farklı karakterlele anlatıyorsunuz. Sizin için nasıl bir öykü kitabı “Aşka İnamayanlar İçin Aşk Öyküleri”? Hikâyelerin aralarına koyduğunuz kısa metinlerin hikâyesini de öğrenebilir miyiz?
Başından sonuna kadar bir ilişkiyi anlatırken metni ne kadar kısaltabileceğimi merak ediyordum. O minyatür ‘aşk öyküleri’ öyle ortaya çıktı.
-Aşktan devam edersek sizi en çok etkileyen edebi aşklar hangileri?
Anna Karenina. Rakipsiz. 

5 Ağustos 2018 Pazar

Marguerıte Yourcenar "Wang-Fo Nasıl Kurtuldu"


                                             

Marguerıte Yourcenar’ın Doğu Öyküleri kitabı on öyküden oluşuyor. Çevirisi Hür Yumer tarafından yapılmış ve Helikopter yayınlarından çıkmış. “Wang-Fo Nasıl Kurtuldu” kitaptaki  ilk öykü ve Yourcenar  bu öyküde  eski bir Çin kıssasından esinlendiğini söyler.
“ Yaşlı ressam Wang-Fo’yla çırağı Ling, Han Krallığı’nın yollarında ilerliyorlardı.
Yavaş yol alıyorlardı, çünkü Wang-Fo geceleri gezegenleri ,  gündüzleriyse  kızböceklerini seyretmek için duraklıyordu. Yükleri hafifti; çünkü Wang-Fo eşyaların kendilerini değil, imgelerini severdi ve dünya da fırçaların, çini mürekkeplerin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksuldular, çünkü Wang- fo resimlerini bir tas arpa çorbasıyla takas eder, gümüş paraları küçümserdi. Sırtındaki çizim dolu torbanın ağırlığı altında ezilen çırağı Ling, gök kubbeyi taşırmışçasına saygıdan iki büklüm olurdu; çünkü Ling’e bakılırsa bu torba, karlı dağlar, baharda ırmaklar ve yaz mehtabının yüzüyle doluydu.’’ …..
Resimlerle dolu bu hikâyede sadece yazarın resmettiği resimler yok, Wang- Fo’nun resimleri var, Wang- Fo’nun ressam olarak zanaatı var, Yourcenar’ın ressamlığı var.
Film havası da olan hikayenin  bir animasyonu da yapılmış. Seyrettiğimde hikâyenin o renkli, duygusal tablosunu göremedim çok daha etkili olabilirdi.  Ama gözümde canlanan Kim Ki-duk’un “İlkabahar-Yaz-Sonbahar-Kış” filminden sahneler oldu. Öyküye ait animasyon 14. Uluslararası Film Festivalinde (Kısa Canlandırma) gösterilmiş.  ( Rene Laloux, Fransa 1987)



                                             
Türk resim tarihinde önemli yeri olan Burhan Uygur’un. İstanbul Modern’in koleksiyonunda olan ve müzenin sürekli sergi alanında sergilenen Kapılar adlı eserinde bu hikâyeden esinlendiği, bu öykünün resmin yaptığı söylenir.



Hikayede ana karakter WANG , sonra Ling, İmparator sonrasında  Ling’in karısı, anne- babası, imparator’un babası  geliyor.
…”Eflatuntun duvarların gün ortasında, günbatımında bir saçak gibi yükseldiği imparatorluk sarayının kapısına vardılar. Askerler, Wang-Fo’yu kare ve çember biçiminde sayısız odadan geçirdiler.Odaların biçimleri, dişi ve erkeği, uzun ömrü, dört yönü ve iktidarın ayrıcalıklarını simgeliyordu. Kapılar müzikal bir ses çıkararak kendi eksenleri etrafında dönüyorlardı. Öyle ayarlanmışlardı ki, insan sarayı doğudan batıya doğru katederken bir gamın üzerinde yürüyor gibi oluyordu.’’….
…’’Dünya, çılgın bir ressamın boşluğa fırlattığı birtakım karmaşık lekeler yığınından, durmadan bizim gözyaşlarımızla silinen lekeler yığınından başka bir şey değil… Han Krallığı, krallıkların en güzeli değil, ve ben, imparator değilim. Hüküm sürmeye değer tek imparatorluk, senin Bin Renk ve Bin Eğri yollarından geçerek, kapılarından içeri girip hükmettiğin yer. …. Gözlerinin dağlanmasına karar verdim. Çünkü  gözlerin  Wang- Fo, senin krallığına varan yolda iki büyülü kapıdır. Ellerin de seni imparatorluğunun merkezine götüren on geçitli yol olduğuna göre, ellerinin de kesilmesine karar verdim. …
-SENDEN NEFRET ETMEMİM BİR SEBEBİ DE KENDİNİ SEVDİREBİLMİŞ OLMAN.
Bu cümle hikayenin fikir cümlesi. Kralın Wang-Fo’ya olan duygularının kesinleştiği netleştiği  noktadır.
….’’Küreklerin titreşimi azaldı, sonra yok oldu, uzakta silindi. İmparator öne doğru kaykılmış, elini gözlerine siper etmiş, gitgide uzaklaştıkça günbatımının uçuk renginde şimdi belirsiz bir lekeden başka bir şey olmayan kayığa bakıyordu. Altın rengi bir buğu yükseldi denizden, sonra yeniden denize düştü; ardından kayık, açık denizin girişini örten kayalığın burnundan dönerek yön değiştirdi, üstüne bir yarın gölgesi vurdu, denizin ıssız yüzeyinde izi silindi ve ressam Wang- fo’yla yaratmış olduğu bu mavi yeşim taşı  rengi denizde bir daha hiç görünmemek üzere kayboldular.  
Bu son cümlede, resimde,Yourcenar’ın  ressamlığını da görüyoruz. Hikâyenin diğer bölümlerinde daha çok sözcüklerle resim çizen imparator var.  Bu sondaki fantastik buluş modern bir yazarın buluşudur.
Arka kapak yazısından…”Herhangi bir okur, mesela “Wang-Fo Nasıl Kurtuldu” başlıklı ilk öyküyü okuduğunda, hakikaten selamlayacaktır edebiyatın gücünü. Güzelin niye güzel olduğunu açıklamakta zorlanırız genelde. Ben de anlatamazdım eskiden bu kitabın neden güzel olduğunu. Şimdi biliyorum: Yaratıcılığın, yeni bir şey yapmanın yani poiesis’in en has örneği bu. Uzun müddet de aşılabilecek türden değil. Güzel, bu. Tam da bu. Başdöndürücü.


2 Temmuz 2018 Pazartesi

Boğaz’ın Serin Suları


                                                              



Çok zor uyuyordu geceleri. Ne yaparsa yapsın hiçbiri sıkıntısına deva olmuyordu. Çoğu zaman Kuruçeşme’deki yalının salonunda sabahlıyordu. Havanın güzel olduğu akşamlarda ise üstüne ince bir battaniye alıp bahçede bekliyordu güneşin doğmasını.
Zaman zaman yaşamında daha fazlasını yapabileceğini düşünüyordu. Bazen yaptıklarıyla gurur  duyuyor, bazen yaptıklarını Boğaz’ın derinliklerine atmak istiyordu. Hayalleri vardı. Paris sokaklarının en aranılan ressamı olmayı düşlemişti ama olmamıştı.
 O gece yine atölyesine giderken buldu kendini. İki metre boyundaki tuvalini kafasını rahatlatmak için boyamaya başladı. Her fırça vuruşunda tabloda beliren figür kendisine daha çok benziyordu. Ama  bu figür daha yaşlanmış ve kamburu ortaya çıkmıştı. Fransa’da kaldığı yıllarda bütün kızların baktığı adam bu hale mi gelmişti? Yüzünü batıya dönük çizmişti. Yüzü batıya dönük bir derviş olmuştu. Mekânı düşündü, mekânları düşündü.  Bu derviş  görevler üstlenmişti anlaşılan. Bulunduğu yerde ona göre olmalıydı. Bursa’daki Yeşil Cami’nin 2. katı geldi gözünün önüne. Ne yazıyordu kapının üzerinde? “Kalbin şifası sevgiliye yakın olmaktır.” Figür ve mekân belli olmuştu. Şimdi sıra ayrıntılardaydı. Yerlere kaplumbağalar çizdi. Gözlerini hayvanlara umutsuzca dikmişti, geleceği umutsuzca beklediği gibi.
Eline ney, sırtına nakkare aldı kaplumbağaları eğitmek için. Boynuna da tahta sopa astı gerektiğinde onları cezalandırmak için.  Ney ve nakkare ile kaplumbağaları eğitecekti ama onların kulakları yoktu.  Bu ağır kanlı hayvanların da öğrenmeye niyetleri yoktu zaten, bazıları ona sırtını dönüp uzaklara gitmeye başlamıştı bile.
Kendi hayatını özetlemişti gün doğmaya başlarken. Batılılaştırmaya çalıştığı muhafazakâr bir toplumda eğitici rolü ile zaten iğne ile kuyu kazıyordu.  Resminin karşısına geçti.’Kaplumbağa Terbiyecisi’ dedi. Nerede çalışırdı acaba kaplumbağa terbiyecisi olarak? Sirklerde mi, yoksa saray bahçesinde mi?
Osman Hamdi’de hayatı boyunca kimsenin bilmediği işler yapmıştı. Ressam olmuştu, sonra müze müdürü, arkeolog ve Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden farkı yoktu aslında.
                                                                                                                        Ömür Bayramoğlu                                                 

30 Haziran 2018 Cumartesi

Semra Bülgin ile röportaj


2018 Muzaffer İzgü Gülmece Öykü Yarışması’nı kazanan Semra Bülgin ile yazma serüveni ve mizah yazarlığı üzerine konuştuk.
                                                    

                                                         
-Öncelikle sizi tanımakla başlayalım, kimdir Semra Bülgin, nasıl başladı yazma serüveniniz?
Kalabalık bir ailede büyüdüm. Dört çocuğun en küçüğüyüm. Büyüdüğüm şehirde kitapçı yoktu diye hatırlıyorum ama sonradan öğrendiğim iki tane varmış. Yalnız bizi elimizden tutup da kitapçıya götüren olmadığı için kitap satın aldığım hiç olmadı. Evde ne bulursam onu okuyordum. Çoğunu anlamıyordum çünkü onlar ablamın ve abilerimin kitaplarıydı. Benim anlayabileceklerimi ise öğretmen olan amcam getiriyordu. Her insanın hayatına dokunan biri vardır. Benimkine dokunan da amcam oldu. Bana başka dünyaların içinde dolaşmanın heyecanını o öğretti ve bu heyecan hiç bitmedi.
Yani okumak hep vardı hayatımda ama yazıyla ilişkim çok sonra başladı. Üniversiteyi bitirdiğimde girdiğim ilk işte tam 22 yıl çalıştım. Artık buradan emekli olurum diyordum ki kriz çıktı. Hiç iş yoktu ama sabah dokuz akşam altı biz yine işe gidiyorduk. Bugün düzelir, yarın düzelir, diye bekliyorduk, bir de bırakılmayacak bir tazminat vardı tabii. Patronsa tazminat vermemek için işten atmıyordu. Bu durum iki yıl kadar sürdü. Traji komik bir dönemdi. Olanı biteni yazmaya başladım. Küçük hayallerimizi, büyük korkularımızı, kızgınlıklarımızı. Daha çok günlük gibiydi yazdıklarım. Sonrasında baktım ki anlatacak başka hikayelerim var. Ben de yazdım.
-İlk kitabınız “Hep Anı Sabaha Uyandım”. İlk kitap deneyimi, hazırlık aşamalarını öğrenebilir miyiz?
Yazmaya başladıktan sonra bir dönem atölye deneyimim oldu. Sanırım Murathan Mungan’ın bir şöylesindeydi, “Bu ülkede çıraklığın bile atölyesi varken anne-babalığın eğitiminin olmaması çok tuhaf” diyordu. Niye yazmanın da bir atölyesi olmasın ki dedim. Atölye ortamına girinceye dek yazmanın sadece doğuştan gelen bir büyük yetenekle yahut da belli bir zümreye ait olmakla mümkün olacağını düşünüyordum. Sadece yazmak değil sanatın tüm dalları için geçerliydi bu düşüncem. Bir şekilde öğrenilmiş, öğretilmiş bir geri duruş. Atölyede öncelikle bu duygudan kurtuldum. Sonrası elbette ki bireysel çabanız, isteğiniz, okumanız, yatkınlığınız ve bu işi sevmenizle ilgili. Öykülerim belli bir düzeye ve sayıya ulaştıktan sonra da yayımlatma süreci başladı. İlk kitapta ortak bir teması olan öyküleri toplamaya gayret ettim; olanın bitenin farkında olan ama hayatını değiştirme gücü-cesareti bulamayan, kendi hayatına seyirci duran insanların hikâyeleri.
İlk kitap elbette ki büyük bir mutluluktu ancak sonradan fark ettim ki içime sinen bir öyküyü yazıp bitirdiğimde duyduğum mutluluk daha büyük. Yayımlandıktan sonra öykülerin kendi yolculuğu başladı, iyi olmasını istediğim ama benden bağımsız bir yolculuk. Araya mesafe girmiş gibi hissettim.
-Nasıl başlıyorsunuz hikâyelerinizi yazmaya?
Bazen nerden nasıl geldiğini bilmediğim ama aklımda beliren bir sahne ile, bazen şahit olduğum bir yaşam parçasıyla, bazen tanıdığım birine yakıştırdığım kurmaca bir hikaye ile başlıyorum yazmaya. Hikâyeyi epey bir süre aklımda taşıyorum. Kağıda tek bir cümle bile not almıyorum ama zihnimde bir dolu cümle yazıp siliyorum, başka başka sonlar, başlangıçlar kuruyorum. Sonra bir gün artık yazılmak istiyor aklımdakiler ve masanın başına geçiyorum. Kağıda döküldükten sonra da düzeltmeleri başlıyor. Düzenli olarak her gün masaya oturup çalışmıyorum ama bir öyküye başladıktan sonra çok uzun süre çalışıyorum üzerinde. Dilinin sade olması, sahicilik hissi uyandırması, bir hikâyesinin olması için çabalıyorum. Bazen bir öyküyü zamanını ve anlatıcısını değiştirerek farklı formlarda yazıyorum, sonra içime en çok sinende karar kılıyorum.
                                                                      

-Muzaffer İzgü Gülmece Öykü Yarışma’sını kazandınız. Nasıl karar verdiniz katılmaya ve birincilik alınca neler  hissettiniz?
Yarışma çağrısını tesadüfen internette gördüm; Muzaffer İzgü, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, çizgisini devam ettirecek yazarlar çıkarmayı amaçlıyoruz, diye yapılmıştı. Benim gözümde üç kahraman. Sadece yazdıklarıyla değil yaşamlarıyla da sevdiğim, hayran olduğum üç yazar. Heyecan verici geldi bu çağrı.
Tabii çağ değişti, değişen çağla birlikte mizah anlayışı da değişti. Aslında her türlü mizahı seviyorum ama klasik mizahı daha çok seviyorum. Dokuz yaşındayken Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika adlı kitabıyla başladım mizah okumaya bir daha da hiç bırakmadım. İşlerin yolunda gitmediği zamanlarda güne mizah öyküsü okuyarak başlıyorum, size de tavsiye ederim çok iyi geliyor. Mizah tabiatımla da ilgili, biraz da yöresel bir şey. Yaşanan coğrafya hassasiyet alanlarını, derecesini ve şeklini değiştiriyor. En kötü zamanlarda bile yaşananları gülünecek hale getirebilirim. Çocukluğum boyunca büyüklerden hep hikâye dinledim. Çocuklara masallar değildi bunlar; acıklı olabilecekken gülerek anlatılan, ardından, ince bir iç çekişle, işte geçti gitti, diyerek bitirilen pek çok gerçek hikâye.  
Sonucun kazanana bir maille ya da telefonla duyurulacağını düşünüyordum. O gün ses seda çıkmayınca kazanmadığımı düşündüm. Gece yarısı odamda çalışırken, acaba kim kazandı, diyerek internete girdim. Bilgi Yayınevinin sitesinde göremedim, sonra google’a yazdım, adımı görünce çığlık kıyamet ev halkını uyandırdım. Büyük sürpriz oldu. Ertesi gün yayınevinden aradılar. Bu yarışma Bilgi ailesi ile tanışmama vesile olduğu için de ayrıca mutluyum. Yazarına kıymet veren, işini özenle yapan bir yayın evi.

-Ödül sonrasında neler yaşadınız?
Muzaffer İzgü adıyla anılan bir ödülü almış olmak kıymetli bir nişan. Bundan ötürü mutluyum.
Yine hikâye yazmaya devam ediyorum.
-Roman yazmak gibi bir planınız var mı?
Roman yazmak uzun soluklu bir konsantrasyon istiyor. Şu andaki yaşam tempomda güç görünse de hedefim bu. Umarım soluğum yeter.
-Sevdiğiniz yazarlar kimler?
Vüs’at  O. Bener, Sait Faik, Gabriel García Márquez, Joyce Carol Oates, Milan Kundera, Aziz Nesin, Ferit Edgü, Muzaffer İzgü, Yusuf Atılgan, daha pek çok isim var tabii ama bunlar ilk aklıma gelenler.
-“Bozma Kızın Moralini”  öykü kitabınız yarışma sonrası çıktı. Neler söylersiniz?
Muzaffer İzgü öykü ödülünü aldıktan sonra çıkmış olduğu için kitap hakkında yanlış bir beklenti oluştuğunu gördüm. Bazıları bunu bir çocuk kitabı sanıyor ki kesinlikle değil. Hatta bazı öykülere artı on sekiz bile diyebiliriz. Bir başka sürpriz de kitaptaki tüm öykülerin mizah öyküsü olmaması. Melez bir kitap bu. Hatta hemen bütün öykülerde aslında acıklı bir insanlık halini anlatıyorum; kenarda kalanları, görmezden gelinenleri, kabuğunu kırmaya çalışanları, sessiz kalanları.



18 Mayıs 2018 Cuma

Eyüp Tosun'la Kör Islık üzerine



                                                                  

İlk öykü kitabı“Kör Islık”, Tefrika Yayınları’dan çıkan Eyüp Tosun, öykülerinde, insana ve doğaya ait olan her şey, kendine ifade alanı yaratıyor.  Eyüp Tosun’la on öyküden oluşan kitabı ve yazma serüveni üzerine konuştuk. 
-“Kör Islık” ilk öykü kitabınız. Daha önce dergilerde yayınlanmış öyküleriniz var. Nasıl başladı yazma serüveniniz?
İlkokul dördüncü sınıfa sanırım. Öncesi varsa da hatırlamıyorum. Türkçe öğretmenimi çok seviyordum. Çok güzel konuşuyordu, ve teneffüslerde ayaktayken bile elinden kitap düşmüyordu. Konuyu hatırlamıyorum, bir kompozisyon ödevi vermişti. Yazdım, verdim. Benimkini ve bir arkadaşımınkini sınıfta yüksek sesle okudu. Çok tuhaf bir histi. Yazdıklarımı ilk kez duyuyordum. Kural, tür vs bilmeksizin yazmaya başladım. Hâlâ da çabalamam devam ediyor.

-İlk kitabı yayınlanan bir yazar olarak neler hissediyorsunuz?
Güzel bir his. Aynı zamanda tedirgin de edici. Çünkü artık bir şekilde yazar olarak anılmaya başlamanın ilk adımı neticede. Çok taze olduğu için belki tam oturmadı hissiyat ama her şeye rağmen kitabımı elime aldığım anı hiç unutmayacağım.

-Kitabınızın yayınlanma sürecini anlatır mısınız?
Öncelikle aceleci davranmadım, bunun altını çizeyim. Güvendiğim insanlara okuttum, onlardan gelen eleştirilere kulak verip yapabildiğim ölçüde düzeltmelerimi yaptım. Sonra benim de içime sinince yavaş yavaş kitap olarak görme hayali başladı. Tefrika ve ekibi ile uyumlu bir çalışmanın ardından da Kör Islık okurla buluştu.

-Eyüp Tosun kimdir, kendinizden bahseder misiniz?
1987 Mamak/Ankara doğumlu. Mamak Niğbolu Lisesi (2005) ve Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı (2010) mezunu. Matbuatla tanıştığı günden itibaren dergi çıkarma girişimlerinde bulunuyor, iki dergi çıkardı. Hâlihazırda Öykülem’i yayına hazırlıyor. Rampalı Çarşı’da başladığı editörlük işine devam ediyor. Öykü ve yazıları Öykülem, Mavi-Yeşil, Habis, Somplaka, Notos, Sarnıç ve Artistik Bellek’te yayımlandı. İstanbul’da yaşıyor. Kör Islık, ilk kitabı.
                                                 


-Nasıl başlıyorsunuz  yazmaya, nelerden etkileniyorsununuz?
Kafamda gezinen hikâyeye göre değişiyor bu. Çoğu zaman not alarak başlıyorum. Bir cümle, bir kelime ya da karakter özellikleri. Böyle böyle hazırlanıyorum, ama süreç çok yavaş ilerliyor bende.

- Öyküyü tercih nedeniniz nedir? Türkiye’de öykünün yeri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Uzun uzun bir metne çalışamam, bir yerde oturamam ya da biriyle konuşamam. Belki de o yüzden öykü. Kısa, net ve çabuk geçişler olduğu için seviyorum öyküyü.

-Kitabınıza  “Kızma, kitap almadım bu sefer. Anneme...” diyerek başlamışsınız. Nasıl destek aldınız yazma serüveninizde ailenizden ve çevrenizden?
Olumlu ya da olumsuz bir desteğe ihtiyacım yok. Bunlar anlık olarak etkiler beni ama benim asıl meselem kendimle. O yüzden sadece ne kadar kendimle baş başa kalırsam o kadar iyi!

-Son olarak  sevdiğiniz yazar ve kitapları öğrenebilir miyiz?
Çok var, birini yazsam diğerinin hatırı kalır.


-

7 Ocak 2018 Pazar

Biraz Ağır Olmuştu

                                                                                                                        Albert Camus'ya...


Kahvemi alıp, çantamdan kitabımı  ve not defterimi çıkardığım sırada ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Sakin, sessiz  ve klimalı  yerde kitabımı okuyup, notlar alacaktım. Bir anda yan masadaki adamı fark ettim. Bu masa boş değil miydi? O sırada adamın da  elimdeki kitaba baktığını gördüm. “Sisifos Söyleni”.  İşte en sinir olduğum şey başıma gelmişti. - Bakın ben kitap okuyorum, hatta böyle kitaplar.-
Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya düşecekti hep” diye yan masadan konuşmaya başladı adam.  Ama böyle sahneler genellikle dizilerde olur. Esas kız veya oğlan kafası dalgın sahile gider, orada bir balıkçı veya yaşlı bir adam ders ve bilgi dolu sözlerle kahramanımıza doğru yolu gösterir birkaç cümle söylemeye başlar. “Evet bu arada sadece festival filmleri ve belgesel seyretmiyorum,  dizi de seyrediyorum.”
“Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi.  Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.  Sisifos yeryüzüne dönmek için Pluton’dan izin alır. Ama bu Dünya’nın yüzünü yeniden görünce, suyu ve güneşi, sıcak taşları ve denizi tadınca, ruhlar ülkesinin karanlığına dönmek istemez artık. Çağrışımlar, öfkeler, gözdağları, hepsi boşa gider. Daha birçok yıllar, körfezin eğrisi, pırıl pırıl deniz ve yeryüzünün gülümsemeleri  karşısında yaşar. Tanrıların bir karar vermesi gerekmektedir. Mercure gelip pervasızın yakasına yapışır, sevinçlerinden kopararak zorla ruhlar ülkesine götürür onu, burada kayası hazırdır.” Adam anlatmaya devam ediyordu. O anda da aklıma Woody Allen’ın “Paris’te Gece Yarısı” filmi gelmişti. Gece yarısı Paris sokaklarında da değildim. -Bu arada Woody Allen filmleri seyrettiğimin de altını çizmiş oldum.-
“Tanrıları hor görmesi,  ölüme kin duyması, yaşam tutkusu, tüm varlığı hiçbir şeyi bitirmemeye yöneltildiği  bu anlatılmaz işkenceye mal olur. Yeryüzünün tutkuları için ödenmesi gereken pahadır bu” diyerek devam etti adam.
“Sisifos en uyumsuz kahramandır.” Diyerek cevabı verdim ben de. Oh be! Biz de kitabı okuyorduk herhalde, elimizde süs olarak taşımıyorduk. Ezbere daha uzun cümle gelmemişti aklıma ama olsun.
“Sisifos bu dönüş, bu duruş sırasında ilgilendirir beni. Böylesine taşlarla baş başa didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! Bu adamın ağır, ama eşit adımlarla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor. Bu saat, bir soluk alışı andıran, tıpkı yıkımı gibi şaşmaz bir biçimde geri gelen bu saat, bilincin saatidir. Tepelerden ayrıldığı, yavaş yavaş tanrıların inlerine gömüldüğü saniyelerin  her birinde, yazgısının üstündedir. Kayasından daha güçlüdür.”
Bu ağır olmuştu ama. Allah’ım adam Sisifos Söyleni’ni ezbere biliyordu. Şaka mıydı acaba bu olanlar? Kim bana böyle bir şaka yapar, ya da yapabilir?  Buraya geleceğimi, bu kitabı okuduğumu ve onun üzerine çalıştığmı kimler biliyordu? Kim bilir, diyerek ardından da reklam içerikli espiri yapacaktım ama neyse. Ayrıca böyle bir adamı tanıyan ve beni tanıştırmayan birileri varsa  onlarla ilgili de arkadaşlığımızı gözden geçirmem gerekecek.
“Gene Sisifos’u kayasına dönerken getiriyorum gözlerimin önüne, acı başlangıçtaydı. Yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, mutluluğun çağrısı fazla ağır bastığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir; kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir.”
Hayır, adam susmuyordu.  O anda kitabı açıp en uzun paragrafı nefes almadan yüksek sesle okumak istedim. Ayrıca kitabın neden sadece Sisifos Söyleni’nden cümleler söylüyordu, bir işaret miydi?
 “Sisifos Söyleni üzerine kurmaca yazmaya çalışıyorum” dedim. Niye söylediğimi de bilmiyorum ama.
Hafif bir gülümseme ile yüzüme baktı.  Bu gülümseme de ağır olmuştu. Masadan kalktı, sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi, paltosunun yakasını havaya kaldırıp kapıya doğru ilerledi.
Bu yakışıklı adam, bu sıcakta neden palto giymşiti ve sigara içilmeyen mekanda nasıl sigara içiyordu?

Ömür