röportaj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
röportaj etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ocak 2021 Cumartesi

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN KISA FİLM SÖYLEŞİLERİ "HATİCE AŞKIN"

                                                             



Türk Dili ve Edebiyatı mezunusunuz? Sinema ile yolunuz nasıl kesişti?

Aslında kişisel tarihimde anlatmayı en sevdiğim hikayelerden biri bu. Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun olduğum zaman bir yandan Klasik Türk Edebiyatı üzerine yüksek lisans hazırlıkları yaparken bir yandan Pedagojik Formasyon eğitimine başlamıştım. Pedagojik Formasyon’daki dersler sırasında bir gün materyal dersinin sunumu için sınıfta bir kura çekmemiz istendi. Kurada projeksiyon yöntemiyle ders anlatma, radyo yöntemiyle ders anlatma gibi seçenekler arasından bana TV programı çekerek ders anlatma yöntemi çıktı. Ders için elime ilk kez bir kamera aldım ve bir TV programı çektim. Ertesi yıl kendimi Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde buldum. Her şeyi bırakıp sinema için risk alarak ikinci üniversiteye başlamam o an için çok çılgın fakat ilerleyen zamanlarda hayatımda aldığım en iyi kararlarımdan biri oldu.

Sinema, film sektörüne başladıktan sonra bu alanda kendinize bir ilerleme, yol haritası çizdiniz mi?

Film Tasarımı bölümüne başladığım andan itibaren aslında sinema sektörü deneyimleri de benim için başlamıştı. Kendime bir söz vermiştim; üniversitede her yıl bir film çekmek ve hep üretim içerisinde olmak. Bir yandan da kendimin en iyi versiyonuna ulaşabilmek için hep çok çalıştım. Bunun için hala da çok çalışıyorum. Öğrenmek ve gelişim sonsuz bir serüven. Aslında tüm kariyer gelişimim iplik yumağı gibi birbirine bağlı. Her yıl bir film çekerek içinde bulunduğum festivaller, bu festivallerde edindiğim networkler ve üniversitedeki eğitimime ek olarak katıldığım masterclassların hepsi hikayemi ilmik ilmik işledi.

 Beş kısa filminiz var. İlk filminizden, son kısa filminiz  APP’e kadar geçen sürede yönetmen  olarak  nasıl zorluklar yaşadınız? Bu süreçte neler değişti sektörde?

En başta okuduğum üniversite İzmir’de olduğu için İzmir – İstanbul arasında yarı göçebe yaşadığım bir serüvenin kahramanıydım. Hem fiziksel yolculuğunuz hem kariyer hem de dışsal yolculuğunuzun sizde yarattığı içsel yolculuk… Tam bir yolda olma hali. Müthiş bir adanmışlık istiyor. Akabinde bir filmi hayata geçirmenin ciddi maliyeti geliyor. Filminizi hayata geçirmek için başvurabileceğiniz ulusal ya da uluslararası pek çok platform var. İyi bir yönetmen olmadan önce bu fonlardan destek alabilmeniz için iyi bir senarist de olmanız gerekiyor. Hatta bir kısa film yapıyorsanız çoğu zaman yapımcılığını da siz üstlenmek durumunda kalıyorsunuz. Bir filmi en iyi şekilde bitirebilmek çok ciddi bir mücadele alanı aslında. Fakat gün sonunda çözüme ulaştırdığınız her şey, sizi bir sonraki maceranıza hazırlıyor ve çok daha güçlü kılıyor.

Korona virüs dolayısıyla sinema sektöründe ciddi küçülmeler ve değişimler var. En başta alınması gereken tedbirler dolayısıyla film yapım maliyetleri yüzde on ile on beş arasında arttı. Sinema salonlarına talep azaldı. Yönetmenler ve yapımcılar filmlerini artık vizyona sokmadan dijital platformlarda seyirciyle buluşturmaya başladı. Korona’nın seyirci alışkanlıklarında kalıcı etkiler bırakacağını düşünüyorum. Evden kolaylıkla film izlemeye alışan seyirci, her şey bittikten sonra bu film izleme konforunu devam ettirmek isteyebilir. Sinema salonunda film izlemek çok özel bir zevk ve her zaman müdavimleri olacaktır. Sinema salonlarının asla tamamen kapanacağını düşünmüyorum ama ileride çok daha az ve spesifik bir seyirci kitlesiyle varlığını sürdürme ihtimali olabilir. Festivallerle ilgili ise hayatlarımızda artık online kavramı var. Online gösterimler ve söyleşiler yapıp online ödül törenlerinde ödüller alıyoruz.

                                                           


Filmlerinizde,  senaryolarında aşamalarında konu belirlerken nelere dikkat ediyorsunuz? Bunun için özel bir çalışma yapıyor musunuz?

 Okuduğum kitaplardan, gezdiğim müzelerden, göz attığım  üçüncü sayfa haberlerinden ve hayattan çok besleniyorum. Bir konuyu senaryoya dönüştürmem için gerçekten çok ilgimi çekmiş olması gerekiyor. İçimi kıpır kıpır eden ve beni çok heyecanlandıran hikayelerin peşinden gidiyorum. İnsanları bir hikayeye inandırabilmem için öncelikle benim o hikayeye çok inanmam gerekir. Sonrasında o konuyla birlikte yaşamaya başlıyoruz. Uzun araştırma süreçlerim, okumalarım ve izlemelerim sonucunda derinliğiyle beni büyüleyen hikayemle kucaklaşıyoruz.  Güncel sergileri,müzeleri ve bağımsız filmleri çok sıkı takip ediyorum. Bunlara ek olarak hayatın kendisi özel çalışma alanı gibi.

 Bir önceki sorunun devamı olarak son kısa filminiz App’le ilgili neler söylersiniz?  Nasıl karar verdiniz projeye, süreci anlatır mısınız?

Dördüncü filmim Siyah Bant'ı yeni çektiğim bir dönemde yeni bir senaryo yazmam için teklif geldi. O sıralar İstanbul'da  staj yaptığım ve henüz festival sürecini bile başlatmadığım yeni bir filmim olduğu için yepyeni bir film hiç aklımda yoktu. “Do You Trust This Computer” adlı Elon Musk’ın yapay zekanın ölümsüz bir diktatöre dönüşebileceğini anlattığı belgeseli ve Facebook Al Research tarafından üretilen AI yapay zeka bilgisayarlarının tıpkı insanlar gibi kendi dillerini geliştirmeleriyle fişlerinin çekilmesi, fırsat verilirse insanlar tarafından girilen senaryoların sapma eğilimini doğrulayarak tüm dünyada yankı uyandırmıştı. Uzun zamandır zihnimi meşgul eden teknolojinin yan etkileri, APP'in sinopsisini ortaya çıkardı. Bir yandan Siyah Bant'ın festival sürecini yönetirken bir yandan da APP'in yapım serüveni başladı. Ortaya çıkan bu sinopsisle Kısakes Film Festivali Pitching Platformu'ndan ödül kazandım ve APP'in senaryosunu yazma serüvenim başladı. Uzun bir senaryo yazma serüveni sonucunda senaryo da hazırdı ve bu senaryoyla da Kültür Bakanlığı Sinema Destekleme Kurulu'ndan Kısa Film Yapım Desteği kazandım. Filme dair maddi tüm süreçler hazır olunca İstanbul’da çekimlerine başladık.

 Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

Gerçekçi olmak gerekirse Türkiye’de kısa filme olan genel yargıdan hoşlanmıyorum.  Kısa filmin öğrencilerin çektiği amatör filmler olduğu ve uzun metraja geçebilmek için kısa film çekildiği yönünde yanlış bir genel algı var. Oysa bir kısa film yönetmeni kariyerini  uzun metrajla devam ettirebileceği gibi ömrünün sonuna kadar kısa film çekerek de devam ettirebilir. Bir uzun metraj yönetmeni yeniden bir kısa film çekebilir.  Bu tamamen anlatılacak hikayenin diliyle ve hangi türe uygun olduğuyla alakalı bir durum. Kısa filmler çok profesyonel ekiplerle ve koşullarla hayata geçiriliyor. Kısa filmleri, çoğu uzun metrajdan çok daha cesur ve yaratıcı buluyorum. Değişen yaşam koşulları nedeniyle çok hızlı bir çağda yaşıyoruz. Bununla birlikte insanların odaklanma süreleri azaldı. Bu sebeple hem Türkiye sinemasında hem de dünyada kısa filmin geleceğin sineması olduğunu düşünüyorum.

 Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin tanıtımı ve devamı için?

Festivaller kısa filmlerimizin seyirciyle buluşması için elbette önemli bir mecra. Tanıtımı konusunda alternatif kanallara, kısa filmlerin devamı için telif almaya,  yeni fonlara ve vizyona girmeye ihtiyacı var.

Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu?

Çok fazla film ve oyun izliyorum. Bir oyuncuya teklif götürüyorsam onu mutlaka sahnede ya da bir filmde izlemişimdir. En önemli ölçütüm, oyuncunun senaryodaki karaktere ne kadar uygun olduğu. Akabinde oyuncunun karakterini çok önemsiyorum. Bir filmi hayata geçirmek uzun bir yol arkadaşlığı olduğu için oyuncunun sahip olduğu karakter benim için çok önemli.  Üçüncü olarak ne kadar zamanı olduğu.  Devam eden çok yoğun bir projesi olmamasına dikkat ediyorum.  Oyunculuk konusunda aldığı eğitimler de elbette önemli ama yetenek gerçeğini de her zaman göz önünde bulunduruyorum.

Ben kendi kısa filmlerimde böyle bir zorluk yaşamıyorum. Önemli olan iyi bir hikaye ve bu hikayeye inanacak doğru oyuncuları bulmak.

Film sektöründe, özellikle kısa film alanında kadın yönetmenlerin yerini Türkiye ve Dünya’da nasıl değerlendiriyorsunuz?

Meslekteki cinsiyet vurgusu, ötekileştirmenin başka bir türü gibi geliyor. ‘’Erkek yönetmen’’ demiyorken ‘’kadın yönetmen’’ demeli miyiz gerçekten? Kadın ya da erkek yönetmenden bağımsız iyi yönetmen iyi yönetmendir.  Benim hayatımda sadece ‘’iyi yönetmen’’ kavramı var. Çok yaratıcı işlere imza atan iyi yönetmenler var ve filmlerini merakla takip ediyorum.

Kısa filmin, meslek hayatınızda nasıl bir yeri var?  Sadece kısa film üzerine bir kariyer olabilir mi Türkiye’de?

Kısa filmler yaparken kendimi çok daha yaratıcı bir alanında içerisinde ve özgür hissediyorum. Her şeyden önce çok uzun zamandır konfor alanımın dışındayım ve konfor alanım dışındaki bu kaygan zemin beni sürekli canlı hissettiriyor. Her filmle birlikte kendimi biraz daha keşfedip hayatı daha fazla öğreniyorum.  Kısa filmin, inşa etmeye başladığım kariyerde her zaman muazzam bir yeri var.

Çok büyük bir mücadele gerektireceği gerçeğiyle birlikte her şey mümkün ve olası. Dünya üzerinde bunun çok iyi örnekleri var, Türkiye’de de olmasını çok isterim. 

Son olarak sinema alanında sizi etkileyen filmler, yönetmenler hangileri?

Büyük bir Lanthimos hayranıyım. Bergman, Kubrick ve Haneke filmlerini defalarca hayranlıkla izlediğim yönetmenler.

Zaman kavramı üzerinden kurduğu felsefeyle Lowery’nin Ghost Story’si ve biliçaltı üzerinden kurduğu evrenle Charlie Kaufman’ın I’m Thinking of Ending Things’i beni etkileyen filmlerden.

 

1 Ocak 2021 Cuma

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN KISA FİLM SÖYLEŞİLERİ "DENİZ TELEK"

 

Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Merhabalar, İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünden Lisans, Y. Lisans ve Marmara Üniversitesi 

                                                              


Sinema Bilim dalından doktora dereceleri ile mezun oldum. Aynı Üniversitenin Devlet Konservatuvarında Pantomim bölümünü   bitirdim. Erasmus öğrencisi olarak gittiğim Varşova Üniversitesinde “Polonya Edebiyatından Film Uyarlamaları” ve “Görsel İşitsel Atölye: Krzystof Kieslowski ve Filmleri” gibi dersler aldım. İlk kısa filmim “Gümüş” ile 38. İstanbul Film Festivali FİPRESCİ ödülü başta olmak üzere, birçok Uluslararası ve Ulusal festivalden ödül ile döndüm. 2018’de, Antalya Film Forum tarafından düzenlenen, Bela Tarr ile Film Yönetimi atölyesine Türkiye’den seçilen 10 yönetmenden biri oldum. Burada Bela Tarr’ın süpervizörlüğünde ikinci kısa filmim “Tractatus”u çektim. 2019 yılında Sarajevo Film Festivali tarafından düzenlenen 13.Talents Sarejevo’nun yönetmen seçkisindeki katılımcılarından biri oldum. En son Rize’de, Anuş isminde bir kısa film daha çektim. Anuş, İtalya’nın önemli film festivallerinden 26. Film Festival Della Lessinia’da ana yarışmada dünya premierini yaptı. Ayrıca şuan Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Görsel İletişim Tasarımı bölümünde Dr. Öğr. Üyesi olarak çalışmaktayım.

 Kısa film çekme, kısa film yönetmenliği yapma nedenleriniz,  bu yola giriş sebebiniz neydi?

Öncelikle kısa ya da uzun film tanımlaması filmlerin sürelerine göre yapılan bir tanımlama sanırım. Yönetmenlik ise filmlerin sürelerinin dışında bir iştir bana göre. Bu soruyu film yönetme nedeniniz nedir şeklinde yanıtlamayı tercih ederim.

Immanuel Kant’ın mezar taşında şöyle yazar; İki şey ruhumu merak ve huşu ile dolduruyor: Üzerimizdeki yıldızlı sema ve içimizdeki ahlak yasası.' Sanat benim için İnsanın içindekini söyleyiş biçimlerinden meydana gelir. Sinema benim gündelik hayatta söyleyemediklerimi ifade edebildiğim bir alan olarak, kendiliğinden karşıma çıktı. Sinema ile gerçek anlamda tanışmam François Truffaut’un  “400 Darbe” filmi ile oldu. Üniversite arkadaşım Artun Güney Polat gerçek bir sinefil ide. Onun getirdiği filmler ile saf sinema ile tanışmış oldum. Film çekmeye karar vermem ise zamanla kendiliğinden gelişti. Lisan sonrası sinema dersleri aldım. Senaryo denemeleri yaptım. Uzun metraj, kısa film, dizi ve reklamlarda oyuncu olarak çalıştım. Hem akademik hem de pratik olarak sinemaya yakınlaşmaya çalıştım. 2017 yazında Marmara Üniversitesi Sinema bölümü doktora programına kabul edildim. Kabul aldıktan sonraki yaz, burslarımı biriktirerek bir kısa film çekmeyi hayal ediyordum. Fakat o yaz, babamı kaybettim.  Babam için bir şey yapmak istedim. “Gümüş” filmi yaşadıklarımdan etkilenerek yazdığım kurmaca bir filmdir. Şimdi bakınca bir depresyon sonrası filmi olduğunu görüyorum. Fakat filmi çekmeye karar vermem, çevremdeki insanların zorlaması ile oldu desem yeridir. Sercan Özinan, Rabia Kip, Hasan Ali Yıldırım beni bu süreçte hem maddi hem manevi anlamda itekleyen insanlardır. Ragıp Türk ve Emre Pekçakır ise yine bu süreçte her şeyiyle bana destek verdiler. Sonuçta anlatılması zor büyük zorluklar ile bir film yapmayı başardık. Böylece bende bu yola girmiş oldum.

                                           


  Kısa film hazırlık ve çekim sürecinde sizi neler zorladı? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız?

Şuana kadar üç ayrı kısa film çektim. Her filmin kendine ait dinamikleri var. Bu bağlamda her filmin hazırlık süreci birbirinden farklı problemler ve zorluklar barındırıyor. Buna örnek olarak ilk filmimi vereyim.” Gümüş” filmimde senaryoyu yazdıktan sonra uzun süre filmi çekebileceğime dair inancım oluşmadı. Oyunculuk deneyimlerimden sebep film çekmenin ne kadar büyük bir olay olduğunu biliyordum. Bu da beni çok korkutuyordu. Filmin senaryosunu gönderdiğim destek platformlarının hepsinden ret almıştım. Biriktirdiğim burslarımsa yol paramızı bile karşılamıyordu. Sercan biriktirdiği burslarını, Rabia ise o dönem yaptığı işten kazandığı bütün parayı projeye aktarmak istediler. Bu beni çok duygulandırdı. Bir gece yarısı, Rabia Kip ve Hasan Ali Yıldırım ile birlikte Hasan Ali’nin köyü olan Elbistan’a gitme kararı verdik. Birkaç kilo soğan, bir kaç kilo patates ile İstanbul’dan çıkıp Elbistan’a gittik. Burada film çekimleri öncesi bir ay kaldık. Filmdeki bir çok şey kendiliğinden ortaya çıktı. Tamamen bütçesiz ve amatör bir şekilde çekilmiş bir film oldu. Bu bakımından filmin hazırlık ve çekim süreci bir yığın zorlukla geçti. En zoru benim için filmde çalıştığımız kangal köpeği Yamuk ile çektiğimiz sahnelerdi. Köpeğin başka bir canlıya zarar verebilme ihtimali sahneleri çekmemizi çok zorlaştırdı. Çünkü her an bir yerlerden başka bir köpek, kedi ya da tavuk çıkabiliyordu. Bu bakımdan sahneden çok bu meseleye odaklanmıştım. Çok şükür ki böyle bir şey olmadı. Fakat belirtmeliyim ki, genel anlamda yüzlerce imkansızlık ve zorluğa rağmen bir çok şeyin yolunda gittiği özel bir film oldu.

Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı, neler düşünüyorsun bu konuda?

İlk soruda buna cevap verdiğimi düşünüyorum. Bence bir aşama değil. Uzun metraj film sadece büyük bütçeler istiyor. Ayrıca biraz şahsiyet ortaya koyan bir yapısı da var kısa ve uzun filmin. Kimi derdini kısaca anlatıyor, kimi daha uzun uzun. En azından saf sinema için ben böyle düşünüyorum. Fakat sinemanın şu an en büyük endüstrilerden olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bu bakımdan kısa film insanların düşüncelerini özetleyebileceği, kendilerini daha kolay biçimde gösterebilecekleri bir alan. Bu şekilde sinemaya yaklaşanları da anlayabiliyorum. Aslında bence hiçbir şey ifade etmeyen bir soru bu. Ne fark eder ki? Filmlerin uzunluğu ya da kısalığı endüstriyel ilişkilerde yalnızca ayırt edilir. Sinema sevenler için bir farkı olduğunu düşünmüyorum.

Kısa filmin,  Deniz Telek’in meslek hayatında nasıl bir yeri var?

Meslek ’in kelime anlamı yol demektir. İnsan bu yolda karakterini ortaya koyar. Şimdi dönüp geriye baktığımda, evimden on sekiz yaşında ayrılmışım. Bu bağlamda, o zamandan beri bu yolu yürüyorum. Kısa film sanırım benim için evime dönüş yolunun başlangıcı oldu. Çünkü bugüne yaptığım her şey sinemada birleşti.  “İthaki’ye doğru yola çıktığın zaman dile ki uzun sürsün yolculuğun” diyor şair. Bu bakımdan yol ve yolculuk ne kadar uzarsa eve dönmenin anlamı o kadar büyük olacak. Umarım bir gün evime geri dönmeyi başarırım.

Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

Türkiye’de kısa filmin yükselişe geçtiğini düşünüyorum. Çok başarılı filmler izleme şansım oldu. Uzun metraj filmlerin getirdiğinin çok ötesinde uluslararası başarılar getiren filmler oldu. Bunu çok önemsiyorum. Türk sinema tarihi içerisinde biraz çirkin ördek yavrusu muamelesi görüyor. Fakat gelecek kısa film için çok parlak olacak bence. Bu bakımdan kısa filmleri desteklemek çok önemli. Ayrıca bence zamanla önemli yönetmenlerin de kısa filmler çekeceğini göreceğiz.

Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin tanıtımı ve devamı için?

Bence ne film sayısı, ne de festival sayısı yeterli. Bu soruya şöyle bakmak lazım. Benim büyüdüğüm ilçe İzmir’de. İzmir Türkiye’nin en büyük şehirlerinden biri. Fakat benim yetiştiğim ilçedeki çocuklar ne kısa film izleyebiliyorlar ne de bir festival görebiliyorlar. Her ilçede bence kısa ya da uzun film festivalleri olmalı. Filmi izlemek en azından herkes için ulaşılabilir olmalı. Ancak bu gerçekleşirse yeterli diyebilirim.

“Dünyada kısa filme bakış açısı” ile “Türkiye’de kısa filme bakış açısı” arasında  farklar var mı? Varsa bunun nedenleri neden olabilir, bu nedenleri nasıl ortadan kaldırabiliriz?

“ Gümüş” filmiyle yurt dışı ve yurtiçi çok fazla festivale gitme imkanım oldu. Bence uçurum var. Türkiye’de film okulları yok mesela. Neden yok bilemiyorum. Film okulları açılır, film okullarından mezun olan insanlar film çeker, buralarda yetişen insanlarda festival düzenlerlerse bence sorunlar çözülür. Çünkü Türkiye’de neredeyse bu sektördeki hiç kimse aynı dili konuşmuyor. Orada her şey daha anlaşılabilir. Birde ülke olarak birbirimize karşı çok sertiz. Anlamaya çalışmıyoruz. Bunun tabii ki ekonomi politik temelleri var. İnsanlar arasındaki ekonomik farklılıklar azalırsa sanırım bu sorun ancak böyle çözülebilir. Yağmur yağdığında arabası olan insanlar yayalara yol verdiği gün, gerçek anlamda filmden konuşabileceğiz.

Çektiğiniz kısa filmlerin senaryolarında çıkış nedenleriniz neler oluyor, daha doğrusu neler size bu senaryoları yazdırıyor?

Aslında başlangıç noktası ben oluyorum. Genelde gündelik olaylarla ilgileniyorum. Çünkü bana göre ekonomi-politik ilişkiler en basit gündelik ilişkilerde ortaya çıkar. Bende yaşama karşı olan tavrımı bu basit ilişkilerin altını çizerek, onları belki de daha açık bir hale getirerek ortaya koymaya çalışıyorum. Bu şekilde başladığım yere geri dönüyorum bir parça. Kendimi bir parça daha anlamış oluyorum.

Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu?

Kendimde profesyonel anlamda oyunculuk yapmama rağmen oyuncu seçerken gerçek insanlar bulmaya özen gösteriyorum. Bu filmlerdeki kurmaca unsurunu bir parça kırmamı sağlıyor. Ayrıca sinema perdesinde yeni bir yüz göstermeyi çok önemsiyorum. Bu bakımdan genel anlamda şans verilmemiş oyuncuları bulmaya da dikkat ediyorum. Oyun karakteri ve kişi arasında bir bağ bulduğum zaman aslında çok memnun oluyorum. Bir yüzü sektörde çok fazla görüyorsam bu benim için olumsuz bir etki oluyor. Fakat bu tamamen kişisel zevk ve tercih meselesi.

Yeni projeleriniz, uzun metraj film çekme  planınız  var mı?

Evet var.

Son olarak sevdiğiniz yazarlar, yönetmenler kimler?

Bir çok yazar ve yönetmen var. En sevdiklerimden birer isim yazmayı tercih ederim. Ahmet Hamdi Tanpınar. Yasujiro Ozu.

 

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN KISA FİLM SÖYLEŞİLERİ "BARIŞ FERT"

 

                                                                           


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Hukuk mezunusunuz, film sektörüne girişiniz nasıl oldu?

Evet, hukuk mezunuyum. Aslında okula devam ederken bölümün bana uygun olmadığı anlamıştım. Bu arada radyo programları yapmaya başladım. Böylece ufak ufak geçimimi de sağlıyordum.  Bunun üzerine yüksek  lisans programı araştırdım ve  Londra’da  Görsel Medya üzerine yüksek lisans yaptım 2012-2013 döneminde. Bu sayede pek çok noktada perspektifim açıldı. Türkiye’ye döndüğümde de işin rengi yavaş yavaş değişmeye başlamıştı.  Sanatsal anlamda bu işi yapıyorum. Aynı zamanda mesleğim.  

Kısa film çekmeye nasıl karar verdiniz?

2015’te bir  ajansta  çalışıyordum, reklam yazarlığı yapıyordum ve aklımda film yapmak  vardı. Bir ara ajansta işler iyi  gitmemeye başlayınca  bu benim için bir  noktada dönüm noktası oldu. “Ben film yapmak istiyorum, kendime güvenmem lazım” diye düşündüm ve bir anda organik bir şekilde bir senaryo çıkardım. Yazdıklarımı, arkadaşlarımla paylaştım. Çok düşük bir bütçe ile çektik “Farah” ı. Aslında kendiliğinden gelişti. Bazen hayat bir noktaya atabiliyor sizi. Ve artık onun önüne geçemiyorsunuz. 2016 yılında “Farah”ın ardından 2017’de  “Dwell”i çektim, deneysel alanda o da değişik bir çalışma oldu benim için.

İlk çalışmanın uzun metraj olması bu sektöre yeni başlayan biri için zorlu bir süreç olabilir mi?

Film tamamen deneyim işi. Kağıt üzerinde olan bir şey değil.  Sette çok fazla sorun çıkabiliyor. İyi bir yönetmeni de şu ayırıyor; Oradaki problemi ne kadar iyi çözüyorsunuz. Ben de  her işte, muhtemel karşılaşacağım sorunları yazıyorum. Ve o sorunlara sanal çözümler buluyorum. Sette o sorunlar çıkıyor, üzerine başka sorunlarda çıkıyor. Oda tamamen tecrübe ile çözülebiliyor. Yönetmeseniz mesela film çekim esnasında sizin 30 saniyelik bir kararsızlığınız bile ekibi dağıtabilir. Kararlı davranmanız gerekiyor. Çünkü set çok demokratik bir yer değil. Sinema sadece yetenek değil çok fazla çalışma, hissiyat, doğru şeyleri yapmakla ile ilgili.

Bir karikatür gördüm. Bir bina, iki kapısı var. Biri  film okulu, diğeri film yapımı. Film okuluna herkes giriyor, film yapma kısmına kimse girmiyor. İşin anahtarı zaten o işi yapabilmekte. Çok fazla anlatarak konuşarak olacak bir şey değil o işi yapmak lazım. İyi ya da kötü çıksın. Birikim gerekiyor. Bu da yaparak deneyerek öğrenilebilecek bir şey. Zor bir alan sinema. Çok istemek lazım.

İlk başta daha cesaretli oluyorsunuz, işi kotarmaya başlayınca cesaretiniz azalıyor.  Üç sene önce şu an düşündüğün hiçbir şeyi görmüyormuşum. Bazen diyorum o dönemki cesaretim şimdi olsaydı. Ama tabi o dönem de çok hata yapmışım. Belki kısa film ile başlamak tecrübe anlamında daha faydalı olabilir.

Türkiye’de ve Dünya’da kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Uzun  metraj film için bir basamak olarak mı  görülüyor kısa film?

Aslında kısa film, film. Kısa veya uzun film diye ayırmıyoruz. Türkiye’de her şeyin dinamiği farklı.  Kısa filmde ufacık bir his üzerine odaklanmanız gerekiyor ve başlı başına bir anlatı. Uzun metraj daha farklı, daha endüstriyel.  Bir basamak olarak kesinlikle görmüyorum ama Türkiye’de de yüzde yüz bir basamak.  Kısa filmin endüstrisi  Türkiye’de henüz oluşmadı ama uzun metrajın iyi ya da kötü bir endüstrisi var. Maddi bir karşılık gelmediği sürece de bir endüstrileşme içine girmesi de çok zor. Aslında sinemanın varoluşla da ilgili. Küçük anlatılar bizim ülkemizde çok değer görmez.

Dünya’da kesinlikle öyle değil. Bu sene Venedik’te Almodovar kısa filmi ile yarıştı ya da gösterimi oldu. Filme film olarak bakılıyor.  Uzun metraj ya da kısa metraj olarak ayrıma girmiyorlar. Farklı alanlar ama aynı değerdeler.  Kısa filmin aslında basamak olarak yapılmaması gerekiyor. Orada zaten bir film çekiliyor. Ama algı bu. Yapacak bir şey yok.

                                                                     


Oyuncu kadrosunu nasıl oluşturuyorsunuz? Kısa filmde oyuncu kadrosu oluşturmak daha zor olabiliyor mu?

Birkaç senedir değişti aslında bu. Usta oyuncalar iyi kısa film projelerinde yer almak istiyorlar. Ben şuna inanıyorum. Oyucularda iyi senaryo arıyorlar. Ben çalıştığım bir oyuncuya maille ulaştım mesela. Çok gözümüzde büyütmemiz gerekiyor aslında bu konuyu.

Senaryolarında çıkış noktalarınız  neler oluyor, daha doğrusu neler size bu senaryoları yazdırıyor?

Bu aslında cevaplaması bayağı uzun bir soru.  Son çektiğim kısa film, festival sürecine daha yeni başlayacak. Onun  üzerinden başlayayım aslıda cevap vermeye “Değişik Zamanlar”. Benim için  bambaşka bir  tecrübe oldu. Şimdiye kadar bütün filmlerimi kentte çekmiştim ve  tamamen senaryo ağırlık idi. Senaryoyu kurup senaryo mantığı üzerinden bir anlatıya giriyordum. “Değişik Zamanlar”ın oluşum süreci 2018’de Bela Tarrr’la çalışmamla başladı. Antalya film forum kapsamında atölyesine seçilmiştim. Atölye ile aslında senaryonun  film medyumuna çok da hizmet etmeyeceğini gördüm. Daha çok yaşayan bir şeyi filme almamız gerektiği bir şekilde anlatmak istedi Bela Tarr bize. Onun anlatısına göre masa başında film çekmek diye bir şey söz konusu değil.  Kendi filmlerinde de senaryo kullanmıyor. Olan bir şeyi sadece kendince kurmaca hale getirip belgeselci bir bakış açısıyla farklı bir noktaya uyarlıyor. Ben de bunun üzerine “Değişik  Zamanlar”ı bu şekilde çalıştım. Önce mekânı bularak, castı bularak bunun üzerine hikâye inşa etmek istedim. Hikâyede kendiliğinden aslında ortaya çıktı. Ben başta bir senaryo yazıp,  yazdığım senaryoya bir mekan ve cast bulacağım  diye girmedim çalışmaya.  Öncelikle Anadolu’yu, İç Anadolu gezdim. Ankaralı  olduğum için İç Anadolu bölgesine hakimim. Bozkırda bildiğim bir coğrafya ve filmin diline de o uyuyordu. Mümkün olabildiğince,  fazlasıyla köy gezdim. Çalışmak istediğim casta uygun bir castla birlikte hikâye gelişti. Hatta filmi çekerken de senaryoya çok sadık kalmadım. Elimizde bir metin vardı tabi. Oyuncular okumak istedi. Fon aldığımız insanlar okumak istedi. Onlar için bir taslak hazırladım. Aslında senaryoda ufacık bir lambayı bile aslında gördüğüm için yazdım.  İstanbul’da oturup taşra senaryosu yazmadım yani. Sonuçta kafamda gitmeden bir fikir vardı. Varoluşsal bir film oldu. Hayatın devam edişiyle ilgili birkaç taslak kelimem de vardı açıkçası. Bununla birlikte her şeyi organik hale getirmeye çalıştım. Değişik bir tecrübe oldu.

“Çürük” filminim senaryosunun çıkışından bahsedersek; bir dönem bizim evdeki üst kat komşularımızdan birinin evinden boru patladı ve komşuda evde değildi su akmaya başladı. Birkaç günde banyonun tavanı sapsarı oldu ve koku başladı. O tarihten epey bir süre daha  benim aklımda hep o koku kaldı. Senaryo fikride orada çıktı. Eskiden aspiratörler vardı. Kokuyu üst tarafa atardı. Aslına dip dibe yaşıyoruz. Koku metaforik anlamda aslında yan yanayız ama uzağız ve insanın içindeki o çürümüşlük hiçbir zaman geçmiyor.  Aslında tamamen kişisel tecrübelerim ve gördüklerim ile ilgili senaryo oldu.

“Değişik Zamanlar” dönemi bambaşka idi. Şu anda uzun metrajım üzerine çalışıyorum. O da tamamen senaryo üzerinden olacak. “Değişik Zamanlar”ı yapmam gerekiyordu. Şu anda “Çürük” dönemi ile  aynı hissiyattayım.

Bir ara Bela Tarr’ın etkisi ile çok görüntüye dalmıştım.  Dil felsefesi ile ilgilendim. Kullandığımız kelimeler aslında bizim tezahür ettiğimiz şeylerden çok farklı. Gördüğümüz bir perdeyi aslında perde olarak nitelendiriyoruz ama bambaşka bir şey. Sinemanın da görsel bir medyum olduğu, metnin ve yazınsal dilin aslında çok evla olmadığını düşünüyorum. Bütün senaryolarım aslında bir sürecin devamı.

Film sektöründe, özellikle kısa filmlerde veya ilk çalışmalarda  en çok zorlayan unsurlardan biri de bütçe olabilir mi?

“Değişik Zamanlar”da fongogo yaptık ve diğer projelerime göre daha bütçeli bir projeydi, daha zorladı evet ama yapımcı ile çalıştık. Bir önceki filmim bütçesinin 10 katı idi ama şuna inanıyorum maddi durumlar bahane olmamalı. İlk kısa filmimi çok düşük bir bütçe ile  çekmiştim. Ekipman kirası zorluyor. Film pahalı bir şey aslında. Yapmak isteyen parayı bulur diye düşünüyorum. “Vultur”u çekerken ekonomik anlamda zor bir durumdaydık, düşük bütçe ile çektik ama bir şeklide üstesinden geldik. Kısa film maddi karşılığını almak için yapılacak bir şey de değil aslında.

 Kısa filmin  meslek hayatınızdaki yeri nedir? Sadece kısa film üzerine bir kariyer yapmayı düşündünüz mü

Sinemaya dair pek çok şeyi kısa filmle öğrendim. Uzun metrajdan faklı  olduğunu düşünmüyorum. Hiç düşünmedim.  Globalde meslek olarak kısa filmci olan çok yönetmen var. Sadece kısa film çelerek hayatlarını idame ettiren yönetmenler var. Türkiye’de imkansız. Ben uzun metraj çektikten sonra tekrar kısa film çekeceğim. Çünkü farklı anlatılar. Uzun metraj filmime de ilk filmim demeyeceğim. İlk uzun metraj filmim diyeceğim

Siz müzikle de ilgileniyoruz. Klip çekiyorsunuz. Filmlerde ses ve müzik kullanımı için ne düşünüyorsunuz?

Ses ve müzik çok önemli filmin yüzde ellisi minimum. Sesteki teknik bir hatadan bahsetmiyorum zaten o teknik hata, her şeyi dışarı atar. Görüntüde hata yapabilirsiniz ama seste hata yapamazsınız.

Müzik de çok önemli. “Değişik Zamanlar”da müzikle görüntü ritmini- kamera  ritmi ile müziği   hemen hemen  aynı seviyede  kullanmaya çalıştım. Ona uygun müzik yapmak yaptırmak istedim.“Çürük”te müzik yoktu, “Vultur”da müzik vardı, sonunda. O da daha maksimal bir filmdi.  O yüzden daha farklı bir şey üzerinden gitmek istedim. Müzik çok önemli bence filmde. Kullanmamanızda aslında büyük bir şey. Haneke, hiç müzik kullanmaz,  Nuri Bilge çok az kullanır mesela. Bela Tarr müziği çok kullanır, hatta bir oyuncu, karakter gibi kullanır.  O kadar güçlü.

Uzun metraj film projeniz var, biraz anlatır mısınız hangi aşamada?

Senaryo aşamasında. Aslında pandemi döneminde yazdım. Aklımda olan bir hikayeydi.  Yazdım senaryoyu dedim ki “dinlesin”. İki-üç ay bekledikten sonra tekrar yazdım. Şu an iyi bir hale geldi. Artık ön yapım aşamasına girmeye hazırız.

Sevdiğiniz yazar yönetmenler kimler? Son dönemlerde çekilen filmleri takip ediyor musunuz?

Çok var aslında. İlk aklıma gelenler, Bela Tarr,  Michael Haneke, Fyodor Dostoyevski, Rainer Maria Rilke,  William Blake, Andrey Tarkovski. 

Reklam, film müziği, kısa film, uzun metraj hepsini takip ediyorum. Film seyretmeyi seviyorum. Hemen hemen her gün bir tane seyrediyorum. Yeni filmleri sinemanın globalde nereye gittiği görmek için takip ediyorum.

29 Aralık 2020 Salı

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN "KISA FİLM" SÖYLEŞİLERİ "ONUR GÜLER"

 



Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Tiyatro eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?

1987 İstanbul doğumluyum. Haliç Üniversitesi Konservatuarı Tiyatro bölümü mezunuyum. Ali Poyrazoğlu ve BKM gibi kurumlarda çalışmalar yaptıktan sonra Küçükçekmece Belediyesinde Tiyatro çalışmalarımı sürdürdüm. Birçok tiyatro oyunu yönettim. Üniversitede ayrıca sinemayla ilgilenmeye başladım. Selim Evci’nin kısa film atölyesine gidip kendimi teknik olarak geliştirmeye başladım. Uzun metraj filmlerde, klip ve reklamlarda asistanlık yaptım. 2012 yılında yazıp yönettiğim ‘ BOŞLUK ‘ adlı kısa filmimle birçok festivalde yarışıp Altın Koza film festivalinde jüri özel ödülü aldım.

Tiyatro küçüklüğümden beri ilgi duyduğum bir alandı. Küçükken gizli gizli tek başıma çocuk oyunlarına giderdim. Kendi başıma kurslara kayıt olurdum. O şekilden üniversite döneminde de tiyatro eğitimi almaya karar verdim.

Kısa film çekme, kısa film yönetmenliği yapma nedenleriniz,  bu yola giriş sebebiniz neydi?

Sinemanın daha çok kişiye ulaşması, filminizin dünyanın hiç bilmediğiniz bir köşesindeki bir evde izleniyor olması benim en çok ilgimi çeken şeylerden biri oldu. Sinema zamanla tutkuya dönüştü. Maddi durumlardan ve tecrübesizlikten dolayı uzun metraj çekme imkanımda olmadığından kısa filmde kendimi geliştirmek bu alanda ilerlemek istedim.

Kısa film hazırlık ve çekim süreçlerinde sizi neler zorluyor? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız?

Maalesef bütçesel zorluklardan dolayı Türkiye’de kısa film yönetmeni yönetmenlik dışında herşey yapıyor. Yönetmen sadece filmin sanatsal dokusuna değil sette verilecek yemeği bile planlayan kişi oluyor. Bu durum maalesef filmin kalitesini düşürüyor. En çok zorlandığım durum bu oluyor. Yönetmen olarak sadece filme odaklanmam gerekirken bir bakıyorum set arasında elimde telefon yemek siparişi verirken buluyorsun. Son filmde bunu yaşamamak için daha planlı programlı ilerlemeye çalıştık fakat yine bu sorunlar peşimi bırakmadı.

Hazırlık anlamında önce senaryoyu tamamıyla kitleyip filme fon başvurularını araştırıyorum. Bu bakanlık olur veya başka olur farketmez. Ondan sonra oyuncu ve ekibi toparlamaya çalışıyorum. Teknik ekipman için destek arayışına giriyorum.  Fon bulma durumunu göz ardı etmemek gerek

                                                           


.

Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı, neler düşünüyorsun bu konuda?

Aslında Dünya’da kısa film bir sektör. 70 yaşında sadece kısa film yöneten yönetmenler var. Fakat ülkemizde 2. Hatta 3.sınıf olarak görülüyor. Zamanla bu algı yıkılmaya başladı. Daha da yıkılacak. Çünkü insanların ekrana odaklanma süreleri azaldı. Bu da daha kısa yapımlara itecek. Ben tabi kendimi geliştirmek daha özgür denemeler yapabileceğim bir alan Kısa film. Fakat böyle oldu diye de işimi özensiz değil tam tersi uzun metraja geçişte uzun metraj disipliniyle yürütmeye çalışıyorum.

 Kısa filmin,  meslek hayatınızda nasıl bir yeri var?

Türkiye’de bir yeri yok. Kısa film yönetmenler derneği olmasına rağmen ve güzel çalışmalar yapılmasına rağmen şu mesleki bir karşılığı yok. Çünkü kısa filmler gösterim konusunda telif alamama problemleri yaşıyor. Ödüller hariç maddi dönüşü olmayan bir alan biraz da bu yüzden uzun metraj öncesi bir geçiş yeri olarak görülüyor kısa film.

Türkiye’de veya Dünya’da sadece kısa film üzerine bir kariyer yapma şansı olabilir mi yönetmenlerin?

 Türkiye’de imkansız hatta imkansız az kalır mucize olur. Fakat Dünya’da önceden de dediğim gibi bir çok yabancı yaşlı yönetmen var sadece kısa filmden geçinen.

Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

2-3 yıla kadar kısa film bakış açısı bir öğrenci filmi veya youtube’da yayınlanan amatör hevesler olarak görülüyordu. Fakat zamanla usta yönetmenlerin bu süreçten geçtiğinin görülmesi ve ünlü oyuncuların kısa filmlerde oynamaya başlaması bu algıyı kırdı. Türkiye sinema tarihi anlamında ciddi bir yere gelemedi. Bunu hem festivaller hem de hocalarımız belki tam hakkıyla savunamadı. Ayrıca yapılan özensiz işlerde bunu sağlamış olabilir. Ben zamanla kısa filmin daha çok ilgiyle karşılanacağı düşüncesindeyim. Çünkü yabancı dizilerin bölümleri 30 dakikalara düştü. Odaklanma süremiz çok kısaldı. Seyirci hızlıca güzel ve kaliteli şeyler izlemek istiyor.

Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin tanıtımı ve devamı için?

İlgili festivaller var. Kısa filmi değerli göre festivaller var. Fakat bunun yanı sıra gösterim için az da olsa bir telif ödemekten çekinen veya filmin yönetmenini şehrine çağırmaktan kaçınan festivaller var. Festival yapıp filme dair hiç kimseyi davet etmeme durumunu çok anlayamıyorum.  Kısa film yönetmenini uzun metraj yönetmeninden ayırt etmediğimiz müddetçe sinemamız daha iyi yerlere gelecektir.

“Dünyada kısa filme bakış açısı” ile “Türkiye’de kısa filme bakış açısı” arasında  farklar var mı? Varsa bunun nedenleri neden olabilir, bu nedenleri nasıl ortadan kaldırabiliriz?

Kesinlikle büyük farklar var. Dünya’da bundan para kazanıyorlar. Televizyonlara kısa filmlere ciddi paralar ödüyorlar göstermek için. Fakat ülkemizde böyle satış ağları yok. Kısa filmini satacağı bir mecra yok. Maddi kazanç getirisi en büyük nedenlerden biri. Şu anda dijital platformlar kısa filmlere çok ilgililer umarım onların sayesinde daha iyi yerlere gelecek.

  Çektiğiniz kısa filmlerin senaryolarında çıkış nedenleriniz neler oluyor, daha doğrusu neler size bu senaryoları yazdırıyor?

 Toplumsal meseleler ve sosyolojik durumlar çok önemli benim için. Yaşadığım döneme uzak şeyler yazmayı yaşadığım hayata uzak kalmayı kabul edemiyorum. Tabi hadi bu dönem şu sorun var gel şunu yazayım değil. Ama dünyada ve ülkemizde onca olay sorunlar yaşarken duyarsız kalabilmeyi başaramıyorum. Didaktik ve özellikle bir mesaj algısıyla bir senaryo yazmaya da ayrıca uzağım.

Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu?

Yazdığım karaktere hem fiziksel hem de performans olarak en çok yaklaşacak kişiyi bulmaya çalışıyorum. Hatta bazen senaryo aşamasında şu kişi olur mu diye o kişiyi düşünerekte yazdığım oluyor. Bu seçimlerde tabi kısa film projesi olduğundan özellikle ünlü oyuncular bir adım uzaktan bakıyorlar. Fakat haklılar. Bazı kısa filmler ciddi amatörlükle yapılıyor. Özensiz bir senaryo ve ekiple yapılıyor. Projeniz iyiyse, kendinizi iyi açıkladıysanız ve profesyonelliğinizi ekibinizle gösterdiyseniz ünlü oyuncularda projenize evet diyor. Özellikle konservatuarda okuyan veya yeni mezun no-name oyuncular daha hevesli ve sıcak bakıyorlar.

Yeni projeleriniz, uzun metraj film çekme  planınız  var mı?

Tabi ki var. Yeni çektiğim kısa filmin uzun metrajı üzerine çalışıyorum. Aceleci davranıp uzuna hemen geçmek istemiyorum. Kısa filmde 1-2 hikaye daha anlatacağım var öyle uzun metraj yolculuğuna başlayacağım. Nisan 2021’de yeni bir kısa film çekmek için planlama yaptık.

“Boşluk”, “Sızı”, “Yara” sizin  yönetmenliğini yaptığınız ve ödülleri olan kısa filmleriniz. İlk filminizden bu güne kadar süreçte Onur Güler kendini nasıl değerlendiriyor? Bu dönemde sizi en çok zorlayan unsurlar neler oldu?

Boşluk amatör hislerle yola çıkılan sinemasal anlamda arayışta olduğum bir dönemin ürünüydü. Kısa filmin dinamikleri neler ? Oyuncuyla nasıl çalışılır ? Ekip nasıl yönetilir ? vs bunları deneyimlediğim bir filmdi. Bunlara rağmen önemli bir başarı elde ettim ilk kısa filmimle. Ondan sonra gelen Sızı filmimle de aynı süreç devam etti. Yara filmi ise benim uzun metraj için provalara başladığım bir süreçti. Tamamı profesyonel bir kadro ekip ve ekipmanlar neler yapabiliriz bunu görmek istedim. Bu filmlerle ben nasıl bir sinema yaratmak istiyorum. Seyirciye ne tür deneyimler yaşatmak istiyorum. Ekibi nasıl kurmam gerek gibi önemli detayları görüyorum. Kısa film bu konuda önemli bir alan. Önemli bir özgürlük alanı. Bunu filminiz ne kadar bağımsız şartlarda yapılıyor olsa da uzun metrajda asla bu kadar özgür olamazsınız.

Son olarak sevdiğiniz yazarlar, yönetmenler kimler?

Ben yazar olarak hariki murakami’nin kitaplarını çok seviyorum. Yönetmen olarak ise filmlerini merakla beklediğim diye söylemek isterim. Farhadi, Mungiu, Innaritu ve alfonsu cuaron diyebilirim.

 

 

MÜREKKEPHABER'DE YAYINLANAN "KISA FİLM" SÖYLEŞİLERİ " RAGIP TÜRK"

 

                                                           


Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Sinema ve Televizyon okumaya nasıl karar verdiniz?

Çocukluk ve gençlik yıllarım İzmir de geçti. Ortaokul yıllarımda şiir yazarak edebiyata, lise yıllarımda  gitar çalarak müziğe başladım. İzmir'den sonra üniversite okumak için Eskişehir'e gittim ve burada müzik çalışmalarım devam etti. Müzik çalışmalarıma daha profesyonel bir biçimde devam etmek için İstanbul'a gelmek istiyordum ve üniversite okumak burada olmak için en iyi yöntemdi. Sinema Tv bölümünü sanatsal bağlamları olan bir alan olduğu için tercih ettim. Aklımda pek sinema yapmak yoktu aslında ben daha çok müzikle ilgileniyordum. Lakin üniversitede sinemayı keşfettikçe, sinemanın anlatım olanaklarıyla ve setlerle samimi oldukça benim için çok daha uygun bir ifade alanı olduğunu keşfettim ve sinemaya başlangıcım böyle oldu.

 Kısa film çekme, kısa film yönetmenliği yapma nedenleriniz,  bu yola giriş sebebiniz neydi?

Yönetmen olmak, sinema yapmak istiyorsanız bir yerden başlamanız gerekiyor ve kısa film bu iş için en uygun alan bence. Kendinizi denemek için kısa filmle başlamak doğru bir yol. Anlatı oluşturmayı, stil geliştirmeyi, dil kurmayı, sinematografik öğeleri ve tekniği algılamayı böyle öğrenebilir ve geliştirebilirsiniz. Çünkü sinema yaptıkça geliştiğin bir sanat dalı. Ayrıca batma kayısı, becerememe kaygısı ve beklentiler düşük olduğu için yanılsanız bile büyük zararlar görmezsiniz. Eksiklerinizi geliştirerek tekrar deneme şansınız olur.

 Kısa film hazırlık ve çekim sürecinde sizi neler zorladı? Hazırlık süreçlerinizi anlatır mısınız?     

Açıkçası hazırlık sürecinde insanı en çok zorlayan şey bütçe oluşturmak. Eğer bütçeyi oluşturduysan daha rahat düşünebiliyor ve hayata geçirebiliyorsun. Bunun dışında sektörde aktif çalışan biri olduğum için ekip kurmakta veya ekipman bulmakta pek zorlandığımı söyleyemem. Genelde istediğim imkanları sağlayabildim. Hazırlık süreçlerim hep keyifli geçmiştir. Provaları, mekan gezilerini, araştırmayı çok severim. Çekim sürecinde ise her zaman zorluklar oluyor. Set her an, her sürprizin karşınıza çıkabileceği bir alan. Her şey bir anda bütün planınızı bozmak için bir araya gelmiş gibi görünebilir. Bu yüzden yönetmenliğin yanı sıra yöneticiliği, çözümsel yaklaşmayı, pratik aklı iyi kullanmayı öğrenmek ve olaylara soğukkanlılıkla yaklaşmayı bilmek gerekiyor.

Kısa film, uzun metrajlı film çekmek için bir aşama mı, neler düşünüyorsun bu konuda?

Bu konu çok tartışılıyor. Bir gelişme süreci olduğunu düşünenler var olduğu gibi, kısa filmin kendine has bir sinema biçimi olduğunu düşünen ve uzun metraja geçiş için bir aşama olarak görülmesine karşı çıkanlarda fazlasıyla var. Ben bu tartışmalara pek girmek istemiyorum açıkçası. Önemli olanın üretim olduğu kanısındayım. Sadece kısa film bir sektör haline gelmeden, ekonomik olarak bir değer yaratmadan uzun metraja geçiş için bir aşama olarak görülmeye devam edecektir bunu söyleyebilirim. Çünkü eğer tüm festivalleri domine edecek bir film yapmadıysanız, kısa filmler ekonomik olarak hiç bir geri dönüş sağlamıyor. Sonuçta sinema pahalı bir sanat ve geri almaksızın sürekli veremezsiniz.

                                                                 


Kısa filmin,  Ragıp Türk’ün meslek hayatında nasıl bir yeri var?

Sektörde bir çok filmde, dizide ve belgeselde reji ve yapım alanlarında çalıştım. Bir çok projenin gelişiminin ve üretiminin neredeyse her evresinde yer aldım. Lakin benim bir sinemacı ve yönetmen olduğumu öncelikle bana ve daha sonra sektöre ve izleyiciye gösteren şey kısa filmlerimdi. Bu yüzden benim meslek hayatımda kısa film önemli bir yer teşkil eder.

Türkiye’de kısa filme bakışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk sinema tarihi içindeki yeri ve geleceği için neler düşünüyorsunuz?

Türkiye'de kısa film, sinema sektöründeki insanlar ve sinemayı iyi takip eden insanlar dışında genellikle amatör işler ve denemeler olarak görülüyor. Yönetmen olmak isteyenlerin ilk basamağı, öğrencilerin çalışma alanı gibi. Çünkü kısa filmler son dönem gelişmelerini baz almazsak bazı istisnalar dışında derme çatma yapılmış işlerdi. Bu işler genellikle bütçe ve imkanlar olmadığı için amatörce kotarılmış olarak karşımıza çıkıyordu. Son dönem de bu bakış açısı kırılmaya başladı çünkü dijital gelişmeler kısa filmlerinde kalitesini artırdı. Artık kısa filmlerde teknik olarak bütünlüklü duruyor ve profesyonel ve tanınmış oyuncular da kısa filmlerde yer alıyor. Sinema tarihimizde ise kısa film yeni yeni kendine yer bulmaya  başladı diyebiliriz. Artık kısa filmlerin de sinema için büyük potansiyeller taşıdığını sektör bileşenleri ve izleyiciler görmeye başladı. Kısa filmin geleceği için ise şunu söyleyebilirim, zaman kavramının büyük önem ve ivme kazandığı çağımızda, kısa filmler sinemanın ana biçimine doğru evrilirse kimse şaşırmasın. Artık insanları bir şeyin karşısında ilgisini ve algısını kaybetmeden uzun soluklu olarak tutmak gittikçe zorlaşıyor.

Kısa film festivalleri sizce yeterli mi, kısa filmlerin tanıtımı ve devamı için?

Bir yönetmene festivaller sayısal olarak asla yeterli gelmez. Yönetmen her gün festival olsun, filmim her zaman gösterilsin ister:) Festivallerin kısa filmler için yarattıkları değer anlamında ise güzel gelişmeler var. Artık kısa filmcilerde festivallerce değer görmeye başladı diyebiliriz. Elbette kısa filmcileri ekonomik olarak da destekleyebilecekleri bir hale daha fazla bürünebilirler. Mesela kısa filmlere gösterimler için telif ödeyebilirler. Zamanla yapmak zorunda kalacaklar zaten. Çünkü pandemi sürecinde gelişen online izleme kültürü festivallere büyük bir alternatif olacak gibi görünüyor. Festivallerin de filmlerin direkt olarak dijital dünyaya kaymaması için kendilerini çok daha geliştirmeleri ve üreticinin çıkarlarını daha çok koruyan bir yapıya bürünmeleri gerekiyor. Festival kültürünü daha yukarı taşımaları artık elzem görünüyor. Birde kısa filmcilerin sürekliliklerini sağlayabilmeleri için onlara imkan ve olanak sağlama konusunu festivallerinde, sinema oluşumlarının da, fon sağlayan kuruluşlarında ciddi olarak ele alması gerekiyor.

“Dünyada kısa filme bakış açısı” ile “Türkiye’de kısa filme bakış açısı” arasında  farklar var mı? Varsa bunun nedenleri neden olabilir, bu nedenleri nasıl ortadan kaldırabiliriz?

Bu bakış açısı Dünya'nın her yerinde değişiyor. Gelişmiş ülkelerde kısa film sektörleşebildiği için bütçe ve fon bulunuyor ve çok daha kaliteli içerikler üretiliyor. Böylece de izleyicisi oluşabiliyor. İzleyicisi oluşabildiği içinde ekonomik olarak değer yaratıyor ve döngü tamamlanmış oluyor. Avrupa da, Amerika da, Asya'nın bazı bölgelerinde kısa film sektör olarak var. Yani bakış açısını oluşturan şey üretimin, içeriğin kalitesi ve ekonomik değer yaratması. Bizde henüz bu konuda sektörel bir gelişme olmadığı içinde bizim bakış açımız genellikle üretilen çoğu işler gibi amatör düzeyde kalıyor. Sanatsal da olsa üretilen herhangi bir şey ekonomik bir değer yaratamadığı sürece gelişemiyor. Bu durum bir anda bir şey yaparak ortadan kaldırılabilecek bir durum değil diye düşünüyorum. Kısa filmin arz ve talep dengesinin oturabilmesi ve gelişebilmesi için kendi bileşenleri dışında da  bir çok etmen var çünkü. Kültürel ve sosyolojik olarak gelişmişlik, eğitim seviyesi, sanatsal anlayışın gelişmesi vs. gibi.

  Çektiğiniz kısa filmlerin senaryolarında çıkış nedenleriniz neler oluyor, daha doğrusu neler size bu senaryoları yazdırıyor?

Aslında her filmimin senaryosunun çıkış noktası birbirinden çok farklı. Bir kelebeğin intihar denemeleri tesadüf eseri önümüze çıkan bir mekanda, bir sahne çekerek başladı. Sonrasında o sahne üzerinden sürreal bir anlatım geliştirerek, yaşamla ölüm arasına sıkışmış bir aşk hikayesi ortaya çıkardık. Harun diye bir adam, daha çok babamın yaşamından izler taşıyor. Babamın anısı için bir film yapmak istedim ve onun hayatı çerçevesinde düşünerek başlangıcı oluşturdum. Tor ise kafamda hep izlediğim, rüzgarlı ve yağmurlu bir havada bir kurt köpeğiyle yürüyen kadın imajının, bir arkadaşımın köpeğinin hastalanması ile bütünleşmesi ile başladı. Ama üç filmim de ölüme beş kala filmlerdir. Sanırım farkında olmadan kısa filmlerimde hep ölüm olgusunun çevresinde dolaşmışım. Bunu çok sonraları fark ettim.

 Filmlerinizde oyuncu seçiminde nelere dikkat ediyorsunuz, bu seçimlerde iş kısa film olunca zorluklar çıkıyor mu? “Bir kelebeğin intihar denemeleri”  filminizde   oyuncu olmak size neler hissettirdi?

Oyuncu seçimi konusunda rahat çalışabileceğim ve sette her yönden uyum yakabileceğim oyuncuları seçmeye dikkat ediyorum. Bağımsız sinema setleri imkansızlıkların çok olduğu bir alandır. Böyle durumlarda anlayışlı olabilecek ve zorluk çıkarmayacak kişilerle çalışmak çok daha doğru diye düşünüyorum. Genellikle de karakterlerimi tanıdığım oyuncu arkadaşlarım üzerinden düşünmeye başlıyorum. Çalışacağım oyuncu ile iletişim olarak iyi uyum yakalayabilmek benim için çok önemli. Bu sebeple set öncesi vakit geçirmiş olmak, arkadaş olabilmek önceliklerim arasında hep bu da sette işimizi çok kolaylaştırıyor. Elbette kafamda kurduğum karaktere görsel olarak uygunluk ve oyuncunun işine olan tutkusu ve tecrübesi de önemli bir etken. Bunlar zaten olmazsa olmazlar. Ben filmlerim için oyuncuları ikna etme konusunda hiç zorlanmadım ama bazı tanınmış oyuncuları kısa film için ikna etmek zor olabiliyor. Bir kelebeğin intihar denemeleri henüz ortada bir senaryo olmadan final sahnesinin çekimi ile başladı. Nemrutta bir program çekiyordum. Ağacı görünce burada bir şey çekmeliyim dedim ve o sahneyi benden başka oynayacak kimse yoktu. Sonrasında filmde de ben oynamak zorunda kaldım. Oyunculuk, yönetmenlikten çok farklı bir olgu. Benim için zor ve değişik bir tecrübeydi. Ama hislerim hep isteseydim ve çalışsaydım iyi bir oyuncu olabilirdim der bana.

“Bir Kelebeğin İntihar Denemeleri”, “Harun diye bir Adam” ve “Tor” filmlerinizden sonra yeni projeleriniz var mı?

Evet şuan uzun metraj bir proje üzerine çalışıyorum. İşimiz rast ve şansımız yaver giderse ilk uzun metraj filmimi çekmek istiyorum. Çalışmalarımız ve hazırlıklarımız yolunda gidiyor.

 Son olarak sevdiğiniz yazarlar, yönetmenler kimler?

Bela Tarr'ı çok severim. Benim için tüm yönetmenler içinde yeri çok ayrıdır. Edebiyata ve felsefeye en çok yaklaşan yönetmen gibi gelir bana hep. Eskilerden Bresson, Sokurov, Ozu, Tarkovsky, Bunuel, Leone, Cassavates, Kieslowski, Kiorastami çok sevdiğim yönetmenler. Son dönem Romanya sinemasından Cristi Piui, Corneliu Poromboui ve Meksika'dan Carlos Reygadas'ı çok beğeniyorum. Yeni kuşaktan Kantemir Balagov iyi iki film yaptı. Jarmush, İnnaritu, Nuri bilge Ceylan filmlerini merakla beklediğim yönetmenler. Yazar olarak dünya klasiklerini sürekli çevirir dururum. Çehov, Turgenyev, Dostoyevski, Saramago, Sartre, Dickens, Yaşar Kemal çok beğendiğim yazarlar. Gudjieff ve Krishnamurti'nin yaklaşımları çok ilgimi çeker. Felsefeden Nietzche ve Kierkegaard'a daha fazla zaman ayırırım.

26 Aralık 2020 Cumartesi

Aslı Alpar ile "Emine Hanım'ın Romanı"

                                                          


Sizi tanıyabilir miyiz?

1987 doğumluyum. Sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz bir dünya için karikatür çiziyorum.

“Emine Hanım’ın Romanı” anneannenizin hayatı. Emine Hanım’ın hayatını çizgi roman olarak anlatma fikri nasıl ortaya çıktı? Nasıl bir süreç geçirdiniz karar verdikten sonra?

Anneannemin hayatını anlatma fikri uzun süredir aklımdaydı ancak pandemi döneminde ev taşıdığımız sırada aile albümüyle yeniden yollarımızın kesişmesiyle anlatma cesareti buldum kendimde.

Fotoğraflara baktım, mutsuzluğunu, çevresini saran kalabalığa rağmen yalnızlığı, aklının başka yerde oluşunu gördüm. Bana anlattıkları ile örtüşen fotoğrafları dizdikçe ortaya Emine Hanım’ın Romanı çıktı.

Emine Hanım’ın Romanı”nda toplumsal cinsiyet eşitsizliğini görüyoruz.   Türkiye’de- Dünya’da  toplumsal cinsiyet eşitsizliği üzerine neler söylersiniz?  Bu konuda neler yapılabilir?

Zor bir soru. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini diğer eşitsizlik biçimlerinden farklı düşünemiyorum. Haklar hiyerarşini kabul etmeyen biriyim. Gelir adaletsizliği, ücretli emek sömürüsü, türler arası eşitsizlik, cinsiyet kimliği ve cinsel yönelimi hedef alan nefret… Biri bitmeden diğeri de bitmeyecek.

Eşitsizliğe her alanda bir arada mücadele vermek gerektiğini düşünüyorum. Sorunuz kadar zor bir yanıt…

                                               





Biyografik çizgi roman ülkemizde yaygın olmayan bir teknik. Metinler, çizimler ve fotoğraflardan oluşan  “ Emine Hanım’ın Romanı” için neler söylersiniz?

Yalnızca biyografik değil her ne kadar popüler bir türe dönüşüyor gibi görülse de çizgi romana yönelik önyargıların olduğu bir okur kitlesi olduğunu düşünüyorum Türkiye’de. Üstelik kadınların hikayeleri birçok alanda olduğu gibi çizgi romanda da oldukça az.

“Emine Hanım’ın Romanı” bir tanıklıktan, suç ortağı olmamaktan, “özel olan politiktir”den çıkan bir kitap. Emine Hanım’ın ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin değersizleştirdiği tüm hayatlar adına anlatılan bir hikaye.

Karikatür ve çizim hayatınıza nasıl girdi?      

Kendimi bildim bileli iyi bir karikatür okuruydum ama çizmeye 2006’da Zonguldak Karaelmas Üniversitesi Maliye Bölümü’nde okurken başladım. Okulumuzun karikatür kulübü vardı ve usta çizer Mete Arif Tokmak’ın yürüttüğü atölyeler oluyordu. Bir defa katıldım devamı geldi.

Nelerden etkileniyorsunuz çizimlerinizi yaparken?

Her şeyden. Karikatür çelişkilere dair bir sanat, çelişkinin olduğu her alandan beslenmek mümkün.

Türkiye’de karikatürist olmak, kadın karikatürist olmak üzerine neler söylersiniz?

Düşünce ve ifade (sanatsal ifade de dahil) özgürlüğünün ayaklar altına alındığı günümüz Türkiyesi’nde karikatürist olmak çok zor. Çizerler sansür ve otosansürle baş ederken bir yandan da gelir elde etmeye çalışıyorlar. Başımızda Demoklas’in kılıcı… Kılıca bağlanan sicim koptu mu kopuyor mu kopacak mı diyerek üretmeye devam etmek kolay değil.

Diğer yandan içinde bulunulan bu hal karikatür camiasının mevcut halini eleştirmeye engel olmamalı. Özellikle 90’lı yıllarla birlikte cinsiyetçi komiğin izlerini de erkeklerin domine ettiği bir alan olarak camiayı da eleştirmek zorundayız, bu da karikatürün konusu. Karikatürün, mizahın egemene karşı duruşu mesele toplumsal cinsiyet eşitliği olduğunda komiğini muktedirden yana çeviren bir garabete dönüşüyor…

Nefret söylemi üretmeyen her iş elbette ifade özgürlüğünün koruması altında ancak eleştirmek de bizim hakkımız.

Kadın çizer olmanın değişik bir yanı yok sorun cinsiyetçi komikte. Çağdaşım olan çok sıkı çizerler var, hep birlikte çalışmaya, bununla da mücadeleye devam…

İsmet Değirmenci "Doğa Konuşur"

 Galeri Bu İsmet Değirmenci “Doğa Konuşur” Sergisi üzerine

                                                                     

-Güzel Sanatlar Heykel Bölümü mezunusunuz. Güzel Sanatlarda okumaya nasıl karar verdiniz?

Bir yandan 12 Eylül darbesinin yıkıntıları; düşlerimizin ve ideallerimizin değersizleştirilmesi bir yandan toplumsal statü baskıları, para kazanmak için meslek seçimi, bu bunalımlı dönemde hiç de kolay değildi karar vermek. İstanbul’a taşınıp yayınevinde çalışmaya başlamam, ardından  iktisat öğrenimi, tiyatro eğitimi hepsini bırakıp kendimi   daha yaratıcı ve özgür hissettiğim güzel sanatlar eğitimine yöneldim, vasat bir eğitim olmasına rağmen.

-Marmara Adası’nda doğup büyümüşsünüz? Adalı olmak eserlerinize nasıl etki ediyor?

Adalı olmak denizin ve ‘evcilleşmemiş bir yabaniliğin’  içinde karaya uzak bir coğrafyada zamansız yani günün döngüsüyle yaşamaktır bir anlamda; yani beni oluşturan, biriktiren yönelişimin en önemli yolu diyebilirim.

                                                              


-Serginizin ismi ”Doğa Konuşur”. Neydi size bu konseptte eserler yaptıran?

Bu sergiyi oluşturmamın temeli yürüyüş felsefemdir. Yaşadığımız kentin hızı, yetişme telaşı, gürültüsü, kaotik statülerinden uzaklaşıp doğanın saflığını, farkındalığını belki de unuttuğunuz kendi varoluşumuzu hissettirmek.

-Serginizdeki eserlerinizde şiirsel göndermelere başvuruyorsunuz. Sanat severleri sergide neler bekliyor? 

Sergimde bulunan küçük çalışmalar;  Japon yazınında 5/7/5 hece ölçüsüyle yazılmış, kısa şiir özelliği gösteren düzyazı olan haikulara karşılık, doğanın imgeleri üzerine şiirsel ritimle bir okuma düzeneğine dönüştürüyorum. İzleyicilere Romantizmin varlığını yani modaya sırt dönen bağımsız sanatçıları, aynı zamanda doğaya karşı olan sorumluluklarımızı; mesajlar vermeden tabii.

                                                


-“Doğa ve İsmet Değirmenci” diye sorsam neler söylersiniz bu kısa başlık için?

Doğa ve İsmet Değirmenci; Buradayım- Yükseliyorum.                                  

            İçime döktü

            Mayıs yalnızlığını-

            gümüş yapraklar.        İ. Değirmenci  / 2020

-Çalışmalarınızda nasıl bir yol izliyorsunuz? Bir konu üzerinden mi başlıyorsunuz çalışmaya?

Proje üzerinden çalışan kavram merkezli biri değilim; yönelimim ve niyet ettiğim yolda içselleştirdiğim imgeler, biriktirdiğim tinsellikle sürdürüyorum arayışlarımı.

-Eserlerinizde farklı teknikler kullanıyorsunuz. Kullanacağız malzeme ve konu arasında nasıl çalışma yapıyorsunuz?

Sanat üretimimde farkı malzemeleri denemeyi ve kullanmayı seviyorum. Daha önce açtığım ‘’Bir Yerde’’ sergimde kentin hızı ve hafızası ifade etmek için gazeteden kolajlar eklemiştim. Doğa resimlerimin bazlarında ise; saflığı sessizliği keçi yünleri bitki liflerini ekleyerek tamamladım. Benim için önemli olan uygulanabilirliği ve bütünlüğüdür resmime kattığı.

 

Deniz Doğruyol "Benimle Başlamadı"

 Deniz Doğruyol  Galeri Bu Pavilion "Benimle Başlamadı" Sergisi üzerine

                                            


-“Benimle Başlamadı” isimli kişisel serginiz kolaj ve asamblaj diliyle meydana gelen eserlerden oluşuyor. Serginizin  çıkış noktasını öğrenebilir miyiz?

Toplumsal cinsiyet, aile, aidiyet, toplumsal norm gibi kavramları odağıma alarak; biriktirdiğim trajedileri ironik bir dille plastikleştiriyorum ve ‘‘Benimle Başlamadı’’ ama seninle de baslamadı diyorum.

-Sergide yer alan işlerinizden bahseder misiniz? Sergide sanatseverleri neler bekliyor?

Sergi, temelde kolaj ve asamblaj diliyle ortaya çıkardığım eserlerden oluşuyor. Sergi boyunca karşılaşacağımız eserlerde dünyanın pek çok yerinden topladığım nesnelerle bir dil ağı ördüğümü göreceksiniz.

Hatıramdaki gel-gitleri, hatırlamayı tetikleyen zihinsel ve fiziksel göçlerle biriktirdiğim nesneleri, anadilde/anakültürde normlarla şekillenen deneyimlerimi, kişisel mutluluk ve özgürlük sınırlarımın zorlandığı ajandami izlemeye açıyorum.

                                                               


-Serginizde de yer alan şiirinizde ifade ettiğiniz kavramları ve bunları kolajlarınıza nasıl yansıttığınızı, yansıtırken  kullandığınız ironik dili anlatır mısınız?

Sergide yer alan isler ; Anadilde düşünme ve anakültürde yaşamsal döngüde ödül ve ceza dilinin, şerginin siirinde de ifade ettiğim gibi insanın özgürlüğünü nasıl kısıtladığı, mutlu olmayı nasıl güçleştirdiği ile yüzleştiren bir tavır içinde\ ironik bir dil çünkü bu derdi çözmenin en iyi yolunun , beraber eğlenerek,  vedalaşmak olduğunu düşündüm, işlere de o şekilde yansıdı.

- Serginizde dünyanın pek çok yerinden toplanan nesnelerle bir dil ağı oluşturuyorsunuz. Eserlerinizde kendi dilinizi oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?

Anlatmak istediği derdini, en samimi hali ile ortaya koymalı işlerim. Samimiyeti dert ediniyorum ben.

Dolayısı ile ben bir fikrin üzerine çalışırken, önce yazarım, içimi dökerim , fikre dair tüm malzemelerim ortaya çıkar, sonra oturup içinde oynamaya başlarım ve bir bakmışım ortaya iş çıkmış. Benim dilim samimiyet, sonrasında iş kendini yaratıyor zaten.

                                                             


-“Benimle Başlamadı” serginizin hazırlık sürecinizi, bu süreçte yaşadıklarınız anlatır mısınız?

Uzun bir süreç aslında, karantina dönemi girdi araya ve 7 ay rotarli olarak açtık. Sergi, pandemi döneminde, atölyemde hazir bir sekilde açılmayı bekledi. Ben de o dönem üzerinde oynadım tabi ki, böylece işler de karantinadan nasibini alarak dönüştü ve gelişti. Eğlenceli ve keyifli bir süreçti. Ortaya çıkan sonuç beni çok mutlu etti.

-Çalışmalarınıza başlamadan önce konsepte mi karar veriyorsunuz?

Öncelikle fikir, sonra onu nasıl bir konsept ile sunmak istediğim ve tabi ki uygulama detayları...

Ben malzeme ağırlıklı çalıştığım için, uygulama detayları;  fikir ve konsepti doyurmak, onlardan onay almak, birebir dilini ortaya koymak zorunda, dolayısıyla üçü kol kola çalışıyor işlerimde.

-Sizi tanıyabilir miyiz? Sanatla yolunuz nasıl kesişti?

Ben Deniz Doğruyol, İzmir doğumluyum Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Tv Fotoğrafçılık bölümünde okudum. Benim malzemem yaşamın kendisi fikri ile çıktığım bir yol bu, dolayısı ile ben ilhamımı da, derdimi de , malzememi de yaşamdan alıyorum.  Los Angeles’da 6 sene kadar yaşadım, yaşadığım sürede Saddle Back Fine Arts’ dan resim üzerine eğitim aldim. Bu sürede Avrupa ve Amerika’ da bir çok solo ve karma sergide işlerim yer aldı. 2018 ‘de tutku ile bağlı olduğu İstanbul’a döndüm; Los Angeles’da Dadaistudio olarak Found object Art&Desing işler üzerine kurduğum atölye çalısmalarıma İstanbul’da devam ediyorum.

                                                                     


-Kendinizi istifçi, arşivci olarak tanımlıyorsunuz. “Aslında onun ruhunu satın alıyorum” diyorsunuz. Bu anlamda Deniz Doğruyol’u tanıyabilir miyiz?

Ben hem istifçiyim, hem arşivciyim, her ikisinin de hayatıma ve işlerime kattiği farklı roller ve değerler var.

Benim nesneler ile ilişkim biraz farklı, toplayıcılığım ve işlerimde malzeme ağırlıklı çalışmam da bundan

sebep, ben eşyaların ruhları olduklarına inanırım. 2-3 saniyede geldikleri yerlerin hikayesini fısıldarlar bana,

benim dünyama girerken yeni bir hikayenin parçası olmaya gelirler, bu benim onlarla oyunum.

Gelen, kimi zaman bende kullanabilir bir eşyaya , kimi zaman bir sanat serine dönüşürken , kimi zaman

enstelasyonumun bir parçası olur. Ve sürdürülebilir olur, zamansız olur.

-Güncel sanatı takip ediyor musunuz? Sizi etkileyen sanatçılar, sanat akımları hangileri?

Ben koyu bir Dadaist’ im diyebilirim,  dadaizimin o kural tanımayan duruşu, çağrışımlara dayanan anlatım yöntemleri, kuşkucu ve şaşırtmak isteyen tavrı , benim işlerim üzerine çalışırken en büyük motivasyonumdur. Deneysel bir dil ile isleri ortaya çıkarma halim ve isteğim ancak kuralsızlıkla kendini var edebilir çünkü.

Marcel Duchamp, Arman, Salvador Dali, Hans Bellmer,Man Ray, George Segal, Daniel Spoerri, Jean Tinguely, Otto Dix, Noah Purifoy beni etkileyen sanatçılar diyebilirim.