5 Nisan 2020 Pazar

Mustafa Delioğlu ile Röportaj


Türkiye’nin figüratif ressamlarından, her çalışmasında yeni teknik ve tavır geliştiren  ressam- illüstratör Mustafa Delioğlu’ile  “Eskiden-Yeniden” resim sergisi  ve çalışmaları üzerine mürekkephaber için  konuştuk.

                                                       


-“Eskiden – Yeniden” resim serginiz Kadıköy Belediyesi Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde 26 Ocak’a kadar devam ediyor. Sanatseverleri neler bekliyor sergide?

Sergide 15- 20 yıllık çalışmalarım, işlerim var. Hatta 2020’de son fırça darbesini vurduğum işimde var. Toplamda burada 65 adet resim sergileyebildik. Sanatseverler, izleyiciler benim yirmi yıllık çalışmalarımın bir kısmını toplu halde bu sergide görebilirler.

 Benim çalışmalarımı dışavurumcu eserler. Her zaman samimi olmaya ve bunu tuvalime yansıtmaya çalıştım. Kitaplardan, resimlerden öğrenerek, iç güdülerimle, çok çalışarak, kendimi tekrar etmeyerek resim yaptım. Sanatseverlerde bu sergide çabamı, samimiyetimi, sevgimi göreceklerdir diye düşünüyorum.

-Resim yapmaya nasıl başlıyorsunuz?  Ön hazırlık yapıyor musunuz?

Eskiz yapmıyorum. Tuvalim hazır duruyor. Benim bir işimde çocuk kitapları resimlemek. 2.000’den çocuk kitabı resimlemişimdir. Planlamıyorum resim yaparken. O anda tuvalin karşısında çıkıyor her şey. Başlıyorum, resim beni nereye götürürse oraya kadar gidiyorum.  Resim bitince de o serüven bitiyor. O bitti anını yakalamak irade gücü istiyor. O anı kaçırdığınızda resim de bozuluyor. O anı iyi yakalamak, o anı tespit etmeye dikkat etmek gerekiyor.

Resim yapmayı şöyle de düşünebiliriz. İçinizden resim yapma isteği geliyor ve resim yapıyorsunuz ve işte o zaman iyi resim ortaya çıkıyor. İstekle yapmak önemli.

-Resim yapmaya nasıl başladınız?

Ben okullu değilim. Çocukken kitaplarda gördüğüm resimleri yapardım. Onlar kadar iyi yapamadığım içinde çok üzülürdüm. Erzincan Paşağı Köyü’nde doğdum, 14 yaşında da İstanbul’a göç ettik Feneryolu’na. Eskiden köyden gelenler burada kasap- bakkal ve kömürcü çırağı olarak çalışırmış. Abilerimde öyle yapmış, ben de öyle yaptım ve abimin kasap dükkanında çırak olarak işe başladım. Ama bu arada resim yapmaya da devam ediyorum.  Bunlar olurken en çok yaptığım şey de okumaktı. Elime o zamanın şartlarında ne geçse okuyordum. Kitap okumak demek ufkumum açılması demek. 16- 17 yaşlarında ben bu işleri yapmayacağım dedim. O kasap dükkanına sığmıyorum. Gravürleri kopya ediyordum, onları camcının vitrinine koyuyordum.  Resimle ilgili sadece ilkokulda öğretmenimden öğrendiklerim vardı.  Ben devamlı okuyordum  ve bakıyordum. Tabi o zamanlar resimle ilgili fazla kitapta yoktu. Kasap dükkanında çalışırken de devamlı resim yaptım, hiç bırakmadım. 68’de ilk resim sergimi açtım Beyoğlu Şehir Galerisi’nde. Olgun resimler değil, tabi ama çabalıyorum resim yapmaya.

Bu arada para kazanmamda gerekiyor. Reklam ajansına girdim, tabela yaptım, filmlere fon yaptım. O dönemlerde film Bağdat’ta geçiyorsa panoramik Bağdat resmi yaptım film için. Geçinmem için para kazanıyorum, resim yapmaya da devam ediyorum  ve ressamlar tanıyorum, arkadaşlar ediniyorum. Ben mutlaka kitap okunması gerektiğini düşünüyorum. Eğer sanatçı iseniz daha çok okumanız gerekiyor. Beni buralara getiren kitap okuma tutkumdur.

-Çocuk kitaplarını resimleme dönemi nasıl gelişti?

Reklam şirketinde çalışıyorum. Cağaloğlu benim için çok önemli bir yer.  Taksitle kitap alabiliyorum, daha çok kitaba ulaşma ve alma şansım var. O dönemde en büyük isteklerimden biri kitap kapağı yapabilmek. Kitap dükkânı olan bir arkadaşım yayınevleri ile çalışıyor. Benim bu isteğimden bahsedince teklif geliyor. O dönem bu işi yapan çok kimse yoktu. Ustalarımız var tabi. Sait Maden, Ayhan Erel.

Ostrovski’in “Fırtına Çocukları” kitabı için yaptığın kitap kapağı tasarımım o dönem çok ilgi gördü 1970’lerin başında sonra da diğer siparişler gelmeye başladı. 1973’de de Erdal Öz’ün isteğiyle Truman Capote’nin “Para Dolu Damacana” adlı kitabının kapak tasarımını ve resimlerini yaptım ve böylece çocuk kitapları resimleme dönemi başladı benim için.

Sonrasında Cağaloğlu’na atölye açtım. Grafik işler de yapıyordum ama amacım, resim ve illüstratör olarak çalışmak ve onlardan para kazanmaktı.

-Çocuk kitapları resimlerken nasıl çalışıyorsunuz?

Elinizde bir metin var, onu ince ince okurum. O metni resimleyerek görsel hale getirirken her şeyin en iyisi olması için çabalıyorum. Yoğun boya kullanıyorum, desen tadını muhafaza etmeye çalışıyorum. Çocuklara elimden geldiğinde en iyisini sunmaya gayret ediyorum.  Çocuk kitapla beraber içinde görselle karşılaşıyor. İnsan bakarak algılar. İyi şeylerle karşılaşınca beğenisi de böylece gelişiyor. İnsan beğenisinin gelişmesi çok önemli ben öyle düşünüyorum.
                                                   

-Kitap kapağı yaptığınız dönemlerde yapmak isteğiniz kitap kapağı oldu mu?

Şöyle cevaplayabilirim. O dönemde aslında sevdiğim bütün yazarlara kitap kapağı yaptım. Maksim  Gorki, Jack London, Ernest Hemingway, Jack Steinbeck’in kitaplarına kapak yaptım.  Çağdaşlardan Paul Auster’in kitap kapaklarını çalıştım. Artık günümüzde kitap kapakları tasarımı farklı ilerlediğinden ben daha  çok çocuk kitapları resimliyorum. Yaşar Kemal’in kitap kapaklarını yaptım. Yusuf Atılgan’ın çocuk kitabı “Ekmek Elden Süt Memeden”i resimledim. Son olarak Azizi Nesin’in bütün kitaplarının kapaklarını yaptım.  Bir dönem “Kumbara Dergisi”nde resimli romanlar vardı. Bekir Yıldız, Tarık Buğra, Halikarnas Balıkçısı’nın resimli romanlarını yaptım dergiye.

Son olarak şöyle diyebilirim iyi resim yapan bütün ressamları, iyi yazan bütün yazarları çok seviyorum ve onlarla çalışmak çok güzeldi-güzel.


24 Ekim 2019 Perşembe

İntergalaktik Sergisi üzerine İpek Yeğinsu ile röportaj


                                             
      


İpek Yeğinsu küratörlüğünde Anna Laudel’de  3 Eylül - 20 Ekim 2019 ​tarihleri arasında, farklı disiplinler  yaklaşımlara sahip sanatçılar ​Beyza Boynudelik, Şafak Çatalbaş, Alper  Derinboğaz, Emin Mete Erdoğan, Horasan, Ekin Su Koç, Ali Miharbi, Ali  İbrahim Öcal, Özcan Saraç, Meltem Sırtıkara, Merve Şendil ​ve İrem Tok​’un  eserlerinden oluşan  ​“İntergalaktik” sergisi İstanbul Kültür Sanat Vakfı ​16. İstanbul Bienali'​ne (14 Eylül - 10 Kasım) paralel olarak  düzenlendi. “    İntergalaktik” sergisi üzerine İpek Yeğinsu ile konuştuk.



“İntergalaktik” sergisinin oluşum ve hazırlık aşamalarını öğrenebilir miyiz?

Yaklaşık bir yıl önce, sanatçılar Meltem Sırtıkara ve Beyza Boynudelik ile birlikte bir proje yapma arzusu içine girdik. Hepimizi aynı derecede heyecanlandıran ve ilgilendiren bir konudan hareket etmeliydik. Uzun sohbetlerden sonra, benim yıllardır üzerine kafa yorduğum, onların da sanatsal pratiklerinde farklı biçimlerde yer bulan bu tema üzerine daha derin düşünmek istediğimize karar verdik. Onlar sergi için yeni iş üretme sürecine girişirken, ben de bu son derece geniş konuyu birçok farklı açıdan ele almaya çalışarak olgunlaştırdım ve başka sanatçıları da projeye dahil etmeye başladım. Bu arada projeyi Anna Laudel’e sundum; onlar da sıcak bakınca bugünlere gelmiş olduk. İstanbul Bienali’yle eş zamanlı olarak gerçekleşebilmiş olması beni ayrıca çok mutlu etti; çünkü tartıştığımız konular bienalin temasıyla da bağ kuruyor. Bu konuların güncel sanatta tam da bu dönemde dünyanın birçok yerinde gündeme gelmesinin rastlantı olmadığını düşünüyorum. İnsanlığın ortak bilinci artık buna odaklanmış durumda.



Nasıl karar verdiniz konsepte, sizi neler etkiledi?

Türümüzün bu gezegende ya da şayet varsa uzayın başka bir yerindeki geleceğinin nasıl olacağı sorusu, özellikle son yirmi yılda yaşanan ekolojik felaketlerle birlikte hepimizi yakından ilgilendiren bir konuya dönüştü. Bence bunun yarattığı kaygıların ve sorunları çözme adına gösterilen çabanın, insanlığı yeniden ortak bir paydada birleştiren temel unsur haline geldiği bile söylenebilir. Öte yandan hem gezegendeki doğal yaşam ve ekolojik dengeyle ilgili meseleler, hem de uzayda bizimkinden farklı yaşam biçimlerinin ya da bizlerin yaşamını sürdürebileceği alternatif habitatların olma ihtimali beni her zaman çok heyecanlandırdı.
                                   



Katılan sanatçıları nasıl belirlediniz?

Katılan sanatçıların bazılarıyla daha önce, bazılarıyla ise ilk kez bu sergi vesilesiyle çalıştım. Çok büyük bir kısmını yıllardır tanıyorum ve çalışmalarını yakından takip ediyorum. Her biri kendi kuşağının önemli, değerli isimleri. Katılımcı listesinin son haline gelmesinde birçok faktör rol oynadı: sanatçıların konu üzerine daha önce çalışmış olması ya da bununla ilgili düşünüp üretmeye açık olması; etkinlik takvimlerinin buna el vermesi ve tabii ki projeye katılmaya istekli olmaları bunlardan bazıları.



Sergide sanatseverleri neler bekliyor, nasıl bir sergi “İntergalaktik”?

Anna Laudel’in üç farklı katına yayılan sergide, izleyiciler resim, heykel, video ve yeni medya gibi birçok farklı teknikte üretilmiş eserleri bir arada görebilecekler. En alt kata daha varoluşsal sorgulamalar hakimken, yukarıya çıktıkça bu eğilimler farklı açılımlara uğramaya başlayacak; kimlik/yabancılaşma, insan-doğa ilişkisi, mitler, ritüeller ve bilgi üretme pratiklerimizin sorgulanması devreye girecek. Günün sonunda amacımız, izleyicileri bizimle birlikte insan olmanın tanımını ve gezegenle kurduğumuz ilişkiyi yeniden gözden geçirmeye davet etmek. Her açıdan en büyük gereksinimimizin bu olduğuna inanıyorum.





Sizi tanıyabilir miyiz? Türkiye’de küratör olmanın zorlukları var mı?

Uluslararası İlişkiler ve Müzecilik okudum. Yaklaşık on iki yıldır güncel sanat alanında çalışıyorum ve bağımsız küratörlük yapmaya 2013’te başladım. Küratörlüğün tanımı son yıllarda çok değişti ve tabii ki bir miktar erozyona da uğradı; ancak bu durum, aynı zamanda çoktandır ele alınması gereken disiplinler arası yaklaşımların önünü açtı. Kısacası hiçbir gelişmeye salt olumlu ya da olumsuz olarak bakmamak gerektiği kanısındayım. Mesleğin zorluğuna gelirsek, yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada zor bir iş alanı olduğunu söyleyebilirim. Birçok farklı parametreyi gözetmek, hem kağıt üzerinde, hem de sahada çeşitli çözümler üretmek, kurumlar ve sanatçılar arasındaki iletişimin sağlıklı ilerlemesini sağlamak zorundasınız. Bu da ciddi bir odaklanma ve çaba gerektiriyor. Ancak tüm bunlar, aynı zamanda mesleği bu denli sevmeme neden olan temel faktörler.

Piraye Şengel ile röportaj


                                                          



Sizi tanıyabilir miyiz? Piraye Şengel’in edebiyatla yolu nasıl kesişti?  Yazmaya nasıl başladınız?

Köy Enstitülü öğretmen anne-babanın çocuğu olarak kütüphanesi olan bir evde büyüdüm. O öğretmenler klasik romanları okuyarak eğitim almışlar. İnanılmaz bir eğitim Köy Enstitüleri. Hala onların yetiştirdiği insanlarla bu ülke ayakta duruyor. Tabii bunun etkisi olmakla birlikte ben yazarlığın sonradan oluştuğunu düşünmüyorum. Bir dürtü ile doğuyor insan, yazma dürtüsü bu… Yazmalıyım, yazmalıyım diye seni sürekli rahat bırakmayan bir duygu. Bu dürtü ya da yetenek varsa daha önemlisi şu, onun üzerine gitmek, çalışmak, okumak. Bütün bunlar o yeteneği yola sokuyor. Evdeki ortam ve bu dürtüyle beraber lisede edebiyat öğretmenimin de yazıya yönlenmem de desteği olmuştur.  Üniversite yıllarına geldiğimde, bizim dönemimizde tercih yapılır, puana göre de bir bölüme girilirdi. İktisadi- Ticari İlimler Akademisi’ni kazandım, isteksiz okula devam ettim, bu arada evlendim, kızım dünyaya geldi ve bu sürede edebiyat biraz geri planda kaldı.

Sonra edebiyata devam kararı aldım. Okulu terk ettim. Daha sonra Babıali’de “Sanat Olayı” Dergisi ve Atilla İlhan’la tanışmam benim için dönüm noktası oldu. Derginin editörü Ülkü Karaosmanoğlu benim çocukluk arkadaşım. Gazetede çalışıyordu. Atilla Bey’de Karacan Yayınlarında bir sanat dergisi çıkartmaya karar verince Ülkü ile tanışıklığı oluyor, kadro oluşturmaya karar veriyorlar. Meraklı yeni çocuklarla çalışalım deyince Ülkü benim bu işlere merakım olduğunu bildiği için bana söylüyor ve Atilla Bey’le böyle tanışıyorum. Sanat Olayı Dergisi yazı kurulunda metinleri yazıp, röportajlar yapıyorduk.  İlk röportajlarımdan birini de Can Yücel’le yapmıştım.

O dönem sayısız yazar Atilla İlhan’ın masasının etrafında toplanıyoruz. Bu yazarların çoğu bugün edebiyat dünyamızın önemli insanlarıdır. On yıl çalıştım Atilla Bey’le. Bizi yönlendirirdi. İçimizdeki ışığı bulmamıza yardım etti. Daha sonra bizleri televizyona da yine Atilla Bey yönlendirmiştir.    

Ve ben o ara bir roman yazdım. Ama yazabildim mi hiç emin değilim, bir toplantı öncesi çok çekinerek Atilla Bey’e uzattım.  “A çocuğum ne zaman yazdın?’ diye sordu. “Okur musunuz fikrinizi merak ediyorum” deyince, “okurum” diyerek aldı. Hatta arkadaşlarımda çok şaşırdılar. Derken bir aydan fazla zaman geçti ama Atilla İlhan’dan kitap ile ilgili ses çıkmadı.  Bir gün dedim ki “Herhalde o kadar kötü yazmışım ki yüzüme söyleyemiyor. Atilla Bey’in yüzünü görmeden telefonda sorayım.” Aradım, telefona Atilla Bey çıktı. Romanı sordum. “Okudum” dedi. “Çok mu kötüydü” dedim. “Olmuş çocuğum hem de iyi bir roman olmuş” dedi. Fransızcada koşan roman, kaslı roman diye bir tür vardır, benim tarzımın öyle olduğunu belirtti.  Daha çok diyalog yazmalısın diye de yol gösterdi.

O an, benim kızımın doğumundan sonraki ikinci büyük mutluluğumdur. O sıralarda da Varlık Dergisi’ne yazılar yazıyorum. Enver Ercan, Filiz Nayır vardı Varlık Dergisi’nde. Enver Ercan’a romandan bahsettim. “Yeni kadın yazarların kitaplarını basıyoruz” dedi. Romanı okudu ve bir hafta sonra arayıp “basıyoruz” dedi.   1994’te ilk kitabım Varlık Yayınlarından “Gölgesiz Bir Kadın” ismiyle yayımlandı. Polisiye/ Casus romanları dokusunun içinde görüldü. Ben aslında polisiye yazarı değilim. Bir kurgu kullanıyorum, bulmaca gibi çözülmesi gerekiyor. İlk kitabım o dönem içinde güzel de ilgi gördü. Kitap üzerine Ömer Türkeş’in çok güzel yazısı çıktı. Marka Yayınlarından 2008 de tekrar basımı yapıldı.  



“Sarışınım Diye Acı Çekmez miyim Sanıyorsunuz” son kitabınız. Düşünce partikülleri, monologlar ve diyaloglardan oluşan bir anlatı kitabı. Okuyucu olarak da zor bir tür. Nasıl başladınız, süreci öğrenebilir miyiz?

Ben yazı türlerinin hepsini seviyorum ve deniyorum. Deneme kitabı yazabilir miyim düşünmeye başladım. Ataol Behramoğlu’nun dediği gibi ‘ yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şeyler vardı.’ Bunlardan nasıl bir metin çıkarırım da okuyanlar için yol gösterici olurum, belki kendilerinden bir parça bulurlar, duygularımı, düşüncelerimi kristalize ederek az kelime ile çok şey nasıl anlatabilirim diye kafamın içinde yöntem arayıp durdum. Yaklaşık 5 yılın sonunda bu 80 sayfalık metinler çıktı. Ama tabi düzenli bir yazma süreci değildi. Farklı zaman ve yerlerde gelen düşünceleri notlar şeklinde tuttum. Bunlar kısa, şiirimsi metinler oldu. İçerikleri yaşamla ilgili meseleler, erdemler, kavramlar gibi… Yaklaşık yirmi tane olunca Feridun Andaç’la paylaştım. Beğendi ve daha çok başlık olabilir dedi. Tabi onun söylediği kadar olamadı. Ben biraz aceleci bir kadınım aslında gerçi ayrıntılarda çok boğulmayı da sevmem buna rağmen son olarak yazdığım aşk romanında da 320 sayfa yazarak sabrımı zorlayarak bu aceleciliğimi yenmeye çalıştım. Dediğim gibi metinleri şiirimsi vermek istedim. Sonra bir kitap haline dönüşmeye başladı. Kitaplarım arasında da en sevdiklerimden biri oldu. Kavram ve erdemler üzerine bir bakış. Atilla İlhan’ın; “Herkes pişman ölür” dizesinde dediği gibi ben bu kavramlar üzerinden yola çıkarak kendimden hareketle başkalarının da altını çizeceği cümleler kurmaya çalıştım. Kitapla ilgili çalışırken facebookta Köksal Erdenoğlu ile tanıştım. Paylaştığı metinler çok hoşuma gitti beni adeta çarptı.  Karşı duran metinleri vardı. Hemen mesaj attım Köksal’a. Okuyucuya, senin metinlerin ile arada soluk aldırmak istiyorum dedim ve o da çok memnun oldu.  Seçtiğim metinleri böylece aralara yerleştirdim. Köksal’ın tanımı ile ‘insana kızgın ama bir o kadar da sevgi ve şefkat dolu’ metinlerle Köksal’ın metinleri arasındaki güzel uyumla son halini aldı.
                                                         

İsmine nasıl karar verdiniz?

“Bir nefes insandı” önce ismi. Etrafımdaki insanlar, dostlarım başka ismi olsun istediler, kızım kitabın içindeki bir cümle olsun dedi. Sonra bir akşam kitap okuyorum. Uykuya yakın bir zamanda. Ben gerçek sarışınım, bizim gençlik dönemimizde gerçek sarışın çok azdı. Sarışınlar sanki zengin olur, rahat bir hayat sürer diye düşünüyorlardı. Ben acılarımı, sıkıntılarımı çok dışarıya yansıtmam. Baktım ki bu durum içime dert olmuş, yaşadığımız kayıplar, hayatta kalma savaşı, yazarlık mücadelesi, var olma mücadelesi, anne babadan öğrendiğimiz erdemleri yaşatma mücadelesi. Sonra arkadaşım öykü yazmış. Orada hiç derdi olmayan karakterin adı Piraye! O ismi sevdiği için kullandığını söyledi ama, Piraye halleder, acı çekmez diye düşündükleri için, O akşam birden “Sarışınım diye acı çekmez miyim sanıyorsunuz” dedim ve öyle çıktı kitabın adı.

2006 yılından itibaren polisiye ağırlık vererek önce “Ay Çöreği”, “Cenin ve Ceset” yazdınız. Ve son olarak 2014 yılında “Miralay Çıkmazı” ile polisiye üçlemenizi tamamladınız. Polisiye yazma kararını nasıl aldınız?

Şebnem Atılgan’ın “sizin romanlarınızda çok güzel bir kurgu var, çözülmesi gereken, neden polisiye yazmıyorsunuz” diye sordu bir gün. Aklımın bir köşesine takıldı, çok güzel bir tespitti. O dönem televizyonlardaki dedektif tiplemeleri de beni etkiliyordu. Biraz düşünmeye başladım, saf polisiye olmasın, toplumsal ayağı da olsun diye.  Aklıma mahallelerdeki meraklı kadın tipleri geldi. Azade böyle ortaya çıktı. Kim gelmiş, kim gitmiş, kim kaybolmuş hepsini bilirler. Zekidirler de… Camda dururlar devamlı. Erkek dedektifim de Türk bir dedektif olsun diye düşündüm. Sonra gazetede polis akademili bir çocuğun okuldan atılma haberini okudum. Ondan sonrası da geldi zaten. Bunların ikisini aynı mahalleye koydum. Çocuğun polis akademisinden atıldığından ailesinin haberi yok, her sabah evden çıkıyor. İkisi dedektiflik bürosu kuruyorlar. Aslında birazda komedi gibi başladı. Azade hamur işlerini de çok iyi yaptığı için ismi de ortaya çıktı. “Ay Çöreği”. Ben aslında birazda eğlenmek istedim, okuyucuda eğlensin istedim.  Ömer Türkeş, çok iyi bir eleştirmendir ve yazarları her zaman destekler. Yine bir yazısında birinci kitabında dedektiflik bürosunu kuran Şengel, ikinci kitabında polisiyeye yeni geçmiş ama üçüncü kitapta tam olmuş diye yazınca o noktadan sonra o defteri kapattım. Çünkü günümüz dünyasında O kadar çok parmak ısırtan, dehşete düşüren polisiye olay yaşanıyor ki benim yazacağım bunların üzerinde olmalı diye düşündüm.

 Kimleri okuyorsunuz?

Lise yıllarında bizden yazarları, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, lise yıllarında Ahmet Hamdi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu , Nazım Hikmet, Attila İlhan daha öncesinde zaten yerli ve yabancı klasiklerin çoğunu okumuştum. Daha sonraki dönemlerde Atilla Bey’in masasının etrafında toplandığımız bütün yazar arkadaşlarımın kitapları da dahil, Attila İlhan’ın önerdiği yazarların eserlerini okudum. Romain Gary bunlardan biridir. Ayrıca modern dünya edebiyatından romanları da takip ettim. Marguez bunlardan biri. Klasiklerden Dostoyevski’yi çok severim. Şimdilerde ise Amerikan edebiyatı ve bizden yeni arkadaşları okumaya onları tanımaya çalışıyorum.

Son okuduğunuz kitap nedir?

Türkiye Polisiye Yazarları Birliği Kristal Kelepçe 2019 jürisindeyim. On altı polisiye kitap okudum ve oyumu kullandım.

Düzenli yazıyor musunuz?

Her zaman düzenli yazdım. Her gün bilgisayarın başında çalıştım. Son olarak bu kitabım ve teslim ettiğim bir aşk romanı var. Artık biraz kenara çekilip dışardan bakmak istiyorum.

Yazmaya nasıl başlıyorsunuz?

Önce kafamda yazıyorum. Bir süre kafamda onunla dolaşıyorum. Bir olay örgüsü ile başlıyorum. Gözlem, gazetelerin üçüncü sayfa olayları, yakın çevremde olanlar hepsinden etkilenebiliyorum. Bir olayla başlıyorum, sonra kendimden kattıklarımla kahramanlar ete kemiğe bürünüyor. Kahramanlar önemli ama asıl romanda kurgu çok önemli.  

Aşk romanı yazdım dediniz. Neler bekliyor okuyucuyu bu aşk romanında, nasıl başladı bu süreç?

Annem beni, kitaplarımı çok desteklemiştir. Mutludur yazar olmamdan. “Bir aşk romanı yaz” diyordu. Bende “Anne ben aşk romanı yazarı değilim.” diye takılıyordum. Hayatın farklı yönlerini çok işledim kitaplarımda. Bu arada annemin hayatı da hem bir anı roman oldu. Hem de ‘Yarım Kalan Mucize’ diye Biket İlhan tarafından filme alındı. Şebnem Atılgan’ın kaleme aldığı romanın ismi ise “Yarım Kalan Mucize/ Nahide’dir.  Annemin bana “bir aşk romanı yaz, içinde ben de olayım” telkinleri üzerine sonunda kitabı kaleme aldım. 1915’te başlıyor, 2106’ta bitiyor. Bir çeşit Cumhuriyet panoraması ve üç kuşak kadının aşk hikayleri… Şimdi romanı Anneme okumaya başladım, çok büyük bir mutlulukla dinliyor ve beğeniyor. O beğendiyse tamamdır.

Şimdi biraz dışardan bakmak istiyorum dediniz ama var mı Piraye Şengel’in okuyucuya sürprizleri?

Aslında bir projem daha var. Beni çok heyecanlandıran, mutlu eden bir proje. Çocuk kitabı. Torunum Fırat’ın maceralarından hareketle yazdım. Adı “Neşeli Günler” olacak. Ben yazdım, resimleri de torunum Fırat çizdi. Yeni yılda yayınlanacak.






6 Eylül 2019 Cuma

Mevsim Yenice ile Söyleşi


                                                           


Üniversitede fizik eğitimi almışsınız. Yazı ile ilişkiniz nasıl başladı? Neydi sizi bu yola yönlendiren?

Edebiyata bu kadar ilgili olmama rağmen, bir şansım daha olsa akademik bir sıkıntıya dönüşmesinden korktuğumdan üniversitede edebiyat eğitimi almak istemezdim. Bu nedenle üniversitede fizik eğitimi almış olmaktan hiç pişmanlık duymadım, kendim, hayata ve olaylara başka bir boyutta bakabilme ve yapabileceklerimin sınırıyla ilgili çok şey öğretti fizik eğitimim.

“Yazmak” hayatımda ilk-orta okul dönemlerinden bu yana hep vardı aslında. Fakat her şeyi bir kenara bırakıp buna odaklanma fikri bir türlü mümkün olmuyordu. Daha sonra 2014 yılının başında -birkaç yıldır çalışmıyordum- yıllardır çeşitli sebeplerle ertelediğim şeyi yapmak için yola koyuldum. En güçlü motivasyonum mevcut durumumu avantaja çevirmeye çalışarak yeni bir şeyler keşfetmekti.



“Bilinmeyen Sular” son öykü kitabınız.  Okuru neler bekliyor “Bilinmeyen Sular” da?

Aidiyet kavramını on öyküde, farklı farklı hikayeler ve karakterler, meseleler üzerinden inceleyerek, yıkıp tekrar inşa etmeye çalıştım. Hiçbir yere gidemeyeceğini bilmesine rağmen gidecekmiş gibi davranmayı sürdürenlerin, pes etmediği için başkalarına dönüşenlerin, kendini başka birinin fotoğrafına ait hissedenlerin kendince mevcut durumlarıyla başa çıkabilmek için oynadıkları oyunlara davet ediyorum okuyucuyu birlikte oynayabilmek adına...

 “Bilinmeyen Sular” on öyküden oluşuyor ve öykülerinizin müzik ve resimle olan bağları okuyucuda farklı bir etki yaratıyor. Her bölümün başında Pink Floyd’dan alıntılar var. Müzik ve resimle olan ilişkinizi ve bunların öyküleriniz üzerindeki etkilerini öğrenebilir miyiz?

Farklı sanat dallarından çok beslenen biriyim. Çok etkilendiğim bir tablonun karşısına geçip, orada etkilendiğim bir figür ya da ışık yansıması karşısında, ben bu duyguyu kelimelere nasıl dökerim diye düşünüyorum mesela. Bir şarkının aynı yerindeki tek bir kelimenin tonlaması beni yıllar yılı aynı yerden vurabiliyor, o hissin metindeki karşılığı nedir diye kafa yoruyorum. Bir  okur olarak da metnin içinde farklı sanat dallarının yansımasını görmeyi seviyorum.
                                                                  

2015 yılında “Açık Artırma” öykünüz altKitap Öykü Yarışması’nda birincilik ödülünü aldı. O tarihten itibaren yazılarında ve kaleminizde neler değişti?

Kendim adına bu tip sorulara cevap verebilmek epey zor, nelerin değiştiğini daha dıştan bakan bir gözün daha net tartabileceğini düşünüyorum. Öte yandan ben kendi adıma yapmak istediğim şeyi şöyle özetleyebilirim; yazdığım her yeni öyküde, bir önce yazdığım metnin üzerine yeni bir tuğla, katman inşa ederek ilerlemeye çalışıyorum. Becerebiliyorsam ne mutlu.

Öykünün yazı hayatınızdaki yerini öğrenebilir miyiz? Mevsim Yenice’nin romanlarını da okuyacak mıyız?

Öykü okumayı çok seviyorum ve bunu her fırsatta da dile getiriyorum. Kısa sürede bir sürü değişik dünyaya buyur edilebildiğiniz bir evren beni çok heyecanlandırıyor. Kafamın olumsuzluklarla dolu olduğu bir günde mevcut durumu unutabilmek için öykü okuyorum mesela, bir yerde birilerini bekleyeceksem o gelene dek bir öykü okuyuveriyorum, okuyamayacak durumdaysam sesli kitap aracılığıyla öykü dinliyorum. Kısacası öykü sevdiğim bir tür. Kendi yazma serüvenimde öyküyle olan bağım nereye gidecek inanın ben de bilmiyorum. Kafamda bir novella fikri var ancak ilk kitabımdan sonra da vardı, yazdığım 4 bölümü daha sonra 4 ayrı öyküye çevirdim. Şu günlerde kafamdaki novella fikrinin büyüyüp serpilmesi için uğraşırken çok beğendiğim bir öykü kitabını okudum ve oturup öykü yazma isteği doğdu içimde. O nedenle ben de bilmiyorum öykü peşimi bırakacak mı J

Öykülerinizde kahramanlarınızı seçerken nelere dikkat ediyorsunuz? Ön hazırlık, okumalar yapıyor musunuz? Sizi etkileyen yazarlar ve kitapları da öğrenebilir miyiz? Kurgunuzu, tarzınızı neler etkiliyor, yazarken veya hazırlık aşamasında nelerden etkileniyorsunuz?

Öyküye başlarken kafamda genelde ufacık bir kesit, görüntü ya da karakterin bir eylemini gösteren sahne oluyor. Gerisi yol boyunca kendiliğinden açılıyor, beni heyecanlandıran kısım da burası zaten; karanlıkta iz bulmaya çalışmak ve yeni şeyler keşfetme anı. O nedenle karakter kendi kendini seçiyor diyebilirim. Ön hazırlık ve okuma yaptığım metinlerim oluyor ama karakter seçimi için değil, zaten var olan karakteri derinleştirebilmek adına. Örnek vermem gerekirse Bilinmeyen Sular kitabımdaki Bataklık Balığı öyküsü İngiltere bataklıklarında çizim için gözlem yapan İngiliz bir ressam ve İrlandalı yardımcısını konu alıyor. Bunun için İngiliz bataklıklarıyla ilgili araştırma yaptım, belgeseller izledim. Ve hatta öykünün adı da o araştırmalar sayesinde çıktı. Yine aynı sebepten İrlandalı yardımcının geçmişini kuvvetlendirebilmek için İrlanda mitleri okurken Azize Brigid ile karşılaştım ve öyküye müthiş hizmet etti kurgu açısından da. Bulduğum her ayrıntı öykünün gidişatı için yeni bir kapı aralıyor ve bu inanılmaz keyifli bir süreç.

2016 yılından bu yana altKitap ve altZine yayın kurulundasınız. Yeni öyküler, daha doğrusu belki de yeni yazarların öykülerini okumak sizi nasıl etkiliyor? Yeni genç yazar adaylarına neler söylemek istersiniz?

Altkitap ve altzine’in yayın kurulunda bulunmak her anlamda çok şey kattı bana. Kolektif bir çalışma içinde bulunmanın faydaları, birçok metin okumanın kendi okur süzgecimi daraltması ve daha güzeli kurduğum değerli dostluklar açısından benim için çok şey ifade ediyor bu.

Yazmak isteyenler için en güzel mutfak dergiler bence. Ben de Tekme Tokatlı Şehir Rehberi yayımlanmadan önce epey dergiye öykümü yollamış, kiminden red alarak üstünde tekrar çalışmam gerektiği konusunda hem fikir olmuş, bazı öykülerimin de yayımlanmasına şahit olup sevinmiştim. Bu nedenle bu tip platformları çok yararlı ve okurla dergilerin birlikte yürüttüğü ekip çalışmasını oldukça değerli buluyorum.


Gürbüz Doğan Ekşioğlu ile röporatj


                                               


The New Yorker’da çıkan 7 kapak çalışmasının dışında Forbes, The Atlantik Mountly gibi dergilerde illüstrasyonları yer alan, 39 kişisel sergi açan, 27’si uluslararası, 45’i ulusal olmak üzere 72 ödülün sahibi Gürbüz Doğan Ekşioğlu ile  Caddebostan Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde 8 Mayıs 2019 tarihine kadar devam edecek olan “Benim Kedilerim” Sergisi ve çalışmalarına üzerine konuştuk.

-“Benim Kedilerim” adlı serginizin dördüncüsünü  Caddebostan Kültür Merkezi  Sanat Galerisi’nde açtınız. Nasıl başladı bu yolculuk, konsepte nasıl karar verdiniz?

Ankaralı Küratör İbrahim Karaoğlu,  Eskişehir  Odun Pazarı Belediyesi  Çağdaş Sanatlar Galerisi için getirdi ilk teklifi. Konseptli sergi olsun dedik. Kuşlar, gökyüzü, gece, kediler derken kedilere karar verdik. Kedi sempatiktir ve kedi resimleri sanatseverler, izleyiciler tarafından her zaman ilgi görmüştür. Eskişehir’in ardından  Ankara ve Antalya’daki  “ Benim Kedilerim”sergilerimden sonra İstanbul’da CKM Sanat Galerisi’nde sergi açma kararı aldığımızda diğerinden  farklı bir çalışmaya girdim. Sergi mekanı  büyük olunca resimlerimi de daha büyük ebatlarda bastırdım  ve üzerlerine tek tek boya ile tekrar çalıştım. Fineart olarak basılan eserleri daha sonra kuru boya, akrilik, suluboya ve “airbrush”  gibi malzemelerle tekrar işledim.  30 yıllık çalışmalarından derlediğim eserlerle sergiyi oluşturdum. Kedi serisi yine “Benim Kedimlerim” adı altında Yeditepe Üniversitesi Yayınların’dan içinde 95 çizimin bulunduğu kitap olarak da yayınlandı.

-Bu arada The  New Yorker dergisinde yayınlanan 4 adet kedili kapak tasarımınızda etkisi oldu mu kedi konulu çalışmalarınıza ?  The New Yorker’la yolunuz nasıl kesişti?

Kedi resimlerine 1991 yılında New  Yorker kapaklarında kedi ve köpek illüstrasyonları gördüğümde karar vermiştim diyebilirim. Ben de kedili bir iş yaparak New Yorker’a gönderdim ve kapak olunca kedi konusuna  ağırlık verdim.

İşlerimin çok evresel olduğu ve yurtdışına çıkmam gerektiği devamlı söyleniyordu. Aydın Doğan  Uluslararası Karikatür Yarışma’sında 6 defa peş peşe  ödül aldım, başka ödüllerde  alıyordum. 1985 yılında açtığım sergide Ali Ülvi Ersoy  işlerimin New Yorker’a göre olduğunu söylemişti. Glaser’den poster isterken bir dosya içinde kendi çalışmalarımı da  yolladım. “Kendi alanında işleriniz  çok mükemmel”  cevabı da gelince Amerika’ya gitim. Dosya sistemi ile New Yorker’a yolum düştü. Dosyamı çok beğendiler  ve sonrasında “bizimle çalışır mısın?” diye teklifte bulundular. 
                                                                  


-Konseptli mi çalışıyorsunuz?

Konseptli çalışmıyorum ama şöyle birşey var. Türk insanının kullandığı gündelik kelimeler 200-300 arası imiş. Benim de sanatçı olarak yaptığım resimlerin kelimesi değişmiyor. Elma, gökyüzü, gece, kedi, merdiven, kahve, çay ve tabii her konudan bir konsept çıkabiliyor.

-“Sahici işler yapmayı seviyorum” diyorsunuz. Gürbüz Doğan Ekşioğlu için “sahici işler” nedir?

Öncelikle başkasından esinlenmiyorum, yaşadığım şeyi yapıyorum. Menfaat karşılığında, ünlü olayım diye veya para kazanmak için yapmıyorum içimden gelen işi yapıyorum.

-Başka sanatçılardan etkilenmek konusunda, çalışmalarınızın René Magritte benzetilmesi ile ilgili neler söylersiniz? Size yakın olan sanatçılar oldu mu?

Bütün sanatçılar kendi dönemlerinde başka birinden etkilenmişlerdir. Eğer etkilenme olmaza biz olmazdık. Etkilenmeyi  elmanın güneşten kızarmasına benzetiyorum. Güneş olmasa  elma kızarmazdı. Konferanslarda da  bu örneği veriyorum. Bir elma ağacı düşünün. Arka tarafına yani güneşin battığı tarafa çok yüksek bir duvar yapılıyor. Güneş doğuyor ve dik olarak elma ağacının üzerine geliyor sonra duvarın arkasına geçiyor.  Ağacın önündeki elmalar iri, kırmızı, parlak ve tatlı oluyor. Arka taraftakiler yeşil, küçük ve ekşi kalıyor. Bu neden oluyor çünkü ağaç ve elmalar güneşten etkileniyor.  Bazı isimler daha popüler olunca etkilenme olarak o isim ön plana çıkıyor. Benim etkilendiğim Brad Holland, Andre Francois, Ralph Steadman, Turhan Selçuk, Ali Ülvi ve daha bir çok isim vardır ama bu benzetme genelde bu ismin daha popüler  olduğundan, akıllara yerleşmesinden kaynaklanıyor. Önemli olan yaptığımız işte  kendi ruhumuzu yakalayabilmemizdir. Benim resimlerinde felsefe, çelişki vardır. Kendime ait duygular vardır.

Lisedeyken ilk olarak Bosch’un eserleri beni çok etkilemişti. Yine lise yıllarında Van Gogh’un sarılarına, özellikle “ Gece Kahvesi” resmine hayran olmuştum. Belki de gece resimleri yapmama kaynak olarak gösterilebilir. Sonra grafik sanatçısı Mengü Ertel, dadaistlerin ters bakışı, yine ortaokul yıllarında  Turhan Selçuk’un Abdülcanbaz’ındaki hayalciliği,  Ali Ülvi Ersoy’un  karikatürlerindeki felsefeye her zaman hayran olmuşumdur.

İstanbul’a ressam olmak için geldiğimde grafik bölümünde ressam olunmayacağını bilmiyordum. Grafiğin görsel iletişim alanı olduğunu öğrenince grafikteki illüstrasyon yani bir konuyu, bir duyguyu resimleme olayını resimle birleştirdim. Turhan Selçuk ve Ali Ülvi Ersoy’un karikatür anlayışındaki  gibi  çelişkiyi görme bilincim, soru sorma, çelişkiyi artırabilme  bilincim gelişti.  Karikatür  duygum  resimle birleşti. Sonra kendi duygularımla harmanlandı. Aşk, demokrasi, barış, hayvan sevgisi, doğa sevgisi girdi ve Gürbüz Doğan Ekşioğlu olarak yeni biçim ortaya çıktı.
                                                                


-Sanatla ilişkiniz ortaokul dönemlerinde başladı o zaman?

Ortaokulda başladı. Bizim eve o tarihlerde Milliyet ve Cumhuriyet Gazete’si girerdi. Oradaki Abdülcanbaz’la başlar. Resim yüzünden ortaokulda sınıfta kaldım. Çok resim yaptığım,  resme fazla zaman ayırdığım için diğer derslerim bozuldu. O sıralarda gizli gizli resim yapardım. Lisedeki resim öğretmenim  Necati Yeşilyurt  Gazi Üniversitesi’nden mezundu. Bana da Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmelisin diyordu. Ben de kafama koydum. Üniversite sınavında arkamdaki kişi Tatbiki’ye gir, orası daha güzel deyince ben de Tatbiki’ye girmeye karar verdim. İlk aşamayı geçtim, ikinci aşama malzemeli imiş. Benim de yanımda olmayınca giremedim.  O dönem 2 sene mühendislikte okudum. Sonra tekrar sınavlara girdim ve Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar  Yüksek Okulu Grafik Sanatlar Bölümü’nü 1979 yılında bitirdim.

-Grafik bölümünü tercih etme nedeniniz?

15 gün kursa gittim. İşlerim çok güzel , çok ince. En yetenekli öğrencilerde grafik bölümüne gidiyorlar. O zamanlar grafikte herşey elle yapılıyordu, daha fazla beceri gerektiren bir meslekti.” Sen iyi yaparsın “ dediler ben de grafik bölümünü tercih ettim.

-Grafik tasarımcısı, illüsratör, karikatürist , ressam Gürbüz Doğan Ekşioğlu bu işleri arasında nasıl denge kuruyor? Düzenli olarak resim yapıyor musunuz? Çalışırken anlık mı karar veriyorsunuz?

Hepsi söyleniyor ve bu yüzden Gürbüz Doğan Ekşioğlu Sergisi diyorum sadece. Her gün birşey yaparım. Daha çok illüstrasyona kayar günlük çalışmalarım. Karanlıkta iki kişi düşünün. Kadının koltuğunun altında yıldız, erkeğin koltuğunun altında dolunay. Bu karikatür değil. Yazı ile beraber paylaşınca illüstrasyon, bağımsız bir tuvale yaptığım zaman resim duygusu giriyor . Sergilenmiş olduğu yer belirliyor ne olduğunu aslında. Hiçbir dergide karikatür çizmedim. Sadece yaptığım işlerle yarışmalara katıldım ve ödül aldım. Ben her zaman karikatürün ters bakışını sevdim.

-Sosyal medya ile aranız nasıl ve grafik sanatının Türkiye’deki yeri ile ilgili neler söylersiniz?

Sosyal medyayı aktif olarak kullanıyorum. O sayede işlerim de daha çok insana ulaşabiliyor. Grafik sanatı da aslında endüstri ile ilgili. Ne kadar çok üretim olursa grafik sanatı da o kadar ilerliyor. Ama çalışmalarda eskisi kadar yaratıcılığa önem veren değil de  işi bitirme ile ilgili işler ön planda olmaya başladı. 

-Son olarak Yeditepe Üniversitesi’nde öğretim üyesisiniz. Eğitimci Gürbüz Doğan Ekşioğlu nasıldır?

Bildiğim herşeyi, kullandığım bütün teknikleri öğretirim. Espiri bulurken ki bakış açımı anlatırım. Ona ait ödevler veririm. Grafiğe, sanata dair herşeyi öğretmeye çalışıyorum. Pek çok öğrencim de bu alanda iyi yerlere gelmiştir. Mezun olduktan sonra da desteğimi her zaman devam ettiriyorum.

Arşivin Belleği: Marcell Restle’nin Anadolu Araştırmaları




                                                 

Küratörlüğünü Lioba Theis, Su Sultan Akülker, Caroline Mang ve  ANAMED galeri  küratörleri Ebru Esra Satıcı, Şeyda Çetin’in yaptığı 25 Haziran 2019’da başlayan ve 1 Aralık 2019’a kadar ANAMED Galeri’de devam edecek olan Arşivin Belleği: Marcell Restle’nin Anadolu Araştırmaları” Sergisi,   ziyaretçilere  alanının önde gelen araştırmacılarından sanat tarihçisi Marcell Restle’nin sistematik çalışma yöntemini gösterirken, Anadolu’daki Geç Antik Çağ, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait kültürel varlıkları incelemeye yaşamını adamış bu tutkulu araştırmacının on yıllar boyunca oluşturduğu zengin arşivini de gözler önüne seriyor.

Sergi, bilime adanmış bir yaşamın derin izlerini taşıyan bu koleksiyonun küçük ama önemli bir parçasını içeriyor ve dört bölümden oluşuyor: İlk üç bölümde Restle’nin İstanbul, Anadolu ve Suriye’nin Havran bölgesinde yaptığı araştırmalar kronolojik olarak sergileniyor. Dördüncü bölümde ise arşivin kısa bir öyküsü teşhir ediliyor. “Arşivin Belleği” Restle’nin bir çalışma gününü nasıl geçirmiş olabileceğine, zamanını nasıl sistematik biçimde planladığına, internetin dahi olmadığı dönemde çalışırken kullandığı metotlara dair bilgiler verirken bir yandan da birçoğu artık yalnızca belleklerde kalan kültür varlıklarının kentsel yapı içerisindeki durumlarını retrospektif bir bakış açısıyla vermeyi  hedefliyor.
                                                             

Marcell Restle’nin Viyana Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nün arşivi olan DiFaB’a (Bizans Araştırmaları Dijital Arşivi) bağışladığı özel koleksiyonundan, vefatından sonra üniversiteye taşınan belge ve malzemelerin büyük bir bölümü ilk kez sergileniyor. Sergide ziyaretçiler ayrıca, 1956–2000 yılları arasında oluşturulmuş zengin arşivden, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı ve mimarisi alanlarında yüzlerce fotoğraf ve yazılı belge, teknik ve fotogrametrik çizim, görüntü ve ses kayıtlarını da inceleme fırsatı sunuluyor.

1932’de Almanya’nın güneyindeki Bad Waldsee adında küçük bir şehirde dünyaya gelen Restle, Tübingen ve Münih üniversitelerinde sanat tarihi, Bizans araştırmaları ve Hıristiyanlık tarihi alanlarında eğitim alır. Bir yıl öğrencisi olduğu İstanbul Üniversitesi’nde Almanya ve Türkiye kökenli hocalardan aldığı dersler, Restle’nin önünde yeni ufuklar açar. Bizans Sanatı’ nın yanı sıra İslam Sanatı, Selçuklu ve özellikle de Osmanlı Mimarisi üzerine yaptığı çalışmalar, Viyana ve Münih üniversitelerinde bu alanlar üzerine verdiği dersler, İstanbul ve Anadolu’yu da içine alan tüm Doğu Akdeniz’e yaptığı saysız araştırma gezileri onu mimari konusunda, özellikle yapıların sistematik bir biçimde belgelenmesinde uzmanlaştırır.

Görme yetisini büyük oranda kaybetmesine yol açan yaklaşık 60 yıllık yoğun çalışma ile, Restle ardında sabrın ve emeğin ürünü binlerce slayt, fotoğraf, yazılı belge, teknik ve fotogrametik çizim, görüntü ve ses kayıtları içeren zengin bir arşiv bırakır. Bu zengin koleksiyonu Marcell Restle, ölümünden iki yıl önce, 2014 yılında, Viyana Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’ne bağışlar. Viyana ve Münih Üniversitelerinde dersler veren Restle, 1994 yılında üniversite profesörlüğü görevinden emekli olur. Verdiği dersler, yaptığı yayınlar ve gerçekleştirdiği araştırma gezileri sırasında oluşan, 17.000 slayt, 10.000’i aşkın siyah-beyaz fotoğraf, yaptığı sayısız eskiz ve ölçekli mimari çizim, ayrıca çok sayıda ses ve video kaydı içeren arşivini 2014 yılında DiFaB’a bağışlar. Marcell Restle, doğduğu şehir olan Bad Waldsee’de eski bir ortaçağ külliyesinin parçası olan Spital zum Heiligen Geist (Kutsal Ruh Hastanesi) bünyesindeki yaşlılar evinde 25 Ocak 2016’da hayata gözlerini yumar.



  

TÜRKİYE’DE AKADEMİK DİSİPLİN OLARAK SANAT TARİHİNİN BAŞLANGICI VE “ALMAN EKOLÜ”

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te kurulmasının ardında, devletin yeniden inşa edilmesinin bir parçası olarak, yeni hükümet hızla kapsamlı bir yükseköğrenim reformu başlattı. Amaç, yeni akademik kadro yetiştirmek ve Avrupalı araştırmacıların katılacağı değişim programlarını teşvik etmek, aynı zamanda yeni üniversiteler ve kurumların temellerini atmaktı. Bu süreç kapsamında, Almanya, Avusturya, İsviçre gibi Batı Avrupa ülkelerindeki eğitim sistemleri örnek alınıyordu. 1925 ve 1945 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, tarih, arkeoloji, Hititoloji ve sanat tarihi alanlarında eğitim almak üzere birçok öğrenciyi Batı Avrupa’ya özellikle de Fransa, Almanya ve Avusturya’ya gönderdi.

1929 yılında, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait mimari kalıntıları belgelemek ve İstanbul ve Anadolu’nun tarihi topografyasını incelemek amacıyla, Alman Arkeoloji Enstitüsü (DAI) İstanbul’da bir şube açtı.

1933 yılında İstanbul Üniversitesi, İsviçreli profesör Albert Malche gözetiminde kuruldu. 1933/34 itibarıyla, İstanbul Üniversitesi’nde 42 Alman profesör eğitim vermekteydi

İstanbul Üniversitesi bünyesinde Sanat Tarihi Kürsüsü ’nün kurulmasının ardından, özellikle   Alman ve Avusturyalı bilim insanları Türkiye’de sanat tarihinin bir disiplin olarak şekillendirilmesinde öncü rol oynadılar. Bu süreçte, bir yandan da Almanya ve Avusturya’da eğitim almış ve bu sayede Alman Ekolüne aşina ve disiplinler arası yaklaşımlara meyilli Türk meslektaşları da yer aldı. Ernst Diez ve Oktay Aslanapa’nın ardından, bu gelişmenin öne çıkan isimleri arasında, Marcell Restle’nin de derslerine katıldığı, Kurt Erdmann, Halet Çambel ve Semavi Eyice bulunuyordu.

1956 yılında, Alman Akademik Değişim Servisi’nin (DAAD) verdiği bir bursla, Marcell Restle ilk defa Haliç üzerine kurulu bu canlı metropolü ve sahip olduğu zengin kültürel mirası görme fırsatı yakaladı. Genç sanat tarihçisinin tarihi yapılara ilişkin ayırt edici algısının oluşması da gerçekleşti ve bu gelişmeler, şüphesiz, akıl hocası ve dostu olan Kurt Erdmann’la bağlantılıydı. Kendi araştırma yöntemini öğretmek için, Erdmann öğrencilerini İstanbul ve Anadolu’daki tarihi yapıları ziyaret edecekleri gezilere götürdü. Bu geziler genç Restle üzerinde kalıcı bir etkiye sahip oldu ve Erdmann’ın yaklaşımını kendi ilgi alanlarına uyarladı

Bizans kültürüne duyduğu ilgiyi yaptığı çalışmalarla sürdürürken, Restle bir taraftan da Osmanlı mimarisinin cazibesine kapılmaya ve hayatı boyunca sürecek bir başka ilgi odağı olan ve yaptığı gözlemlere büyük faydası dokunan, modern yüzey araştırması tekniklerine merak duymaya başladı. Bu uğraşlar, onun sayısız Antik Çağ, Bizans ve Osmanlı yapısının planlarını çıkarmasına olanak tanıyacak bilgi birikimini ve beceriyi kazandırdı. Zaman içinde kapsamlı veri koleksiyonunu oluşturdu ve bu veriler günümüzde Viyana Üniversitesi, Sanat Tarihi Bölümü’nde Bizans Araştırmaları Dijital Arşivi’nin (DİFaB) parçası haline geldi.

Yıllar  içinde Restle, kentin hem Bizans hem de Osmanlı evrelerini içerecek şekilde, İstanbul’un mimarisi hakkında derinlemesine bilgi edindi. İstanbul’da geniş kapsamlı inceleme gezilerine ek olarak, daha sonra Bursa, Edirne, İznik’i ziyaret etti ve buralarda çektiği bir dizi fotoğrafla Bizans ve Osmanlı yapılarını belgeledi.




DiFaB Hakkında:


Bizans Araştırmaları Dijital Arşivi (Almanca: Digitales Forschungsarchiv Byzanz-DiFaB) 2007 yılında, Bizans’ın kültürel mirasına ayrılmış görsel bir kaynak veritabanı projesi olarak Viyana Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde profesör Lioba Theis tarafından kuruldu. Halihazırda bünyesinde Almanya ve Avusturya’daki üniversitelerde uzun yıllar görev yapmiş sanat tarihçileri Horst Hallensleben (1928-1998) ve Marcell Restle (1932-2016) tarafından bağışlanan, görsel ve yazılı belgelerin yanı sıra, görüntü ve ses kayıtlarından oluşan iki özel koleksiyon ve 2007 yılından beri düzenli olarak Lioba Theis’in başkanlığında alan uzmanlarının ve öğrencilerin katılımıyla tarihi Bizans coğrafyasına yapılan araştırma gezileri sırasında çekilen fotoğrafları barındırmaktadır.

DiFaB’in temel amacı, Bizans araştırmalarını içeren mevcut özel koleksiyonları ve araştırma gezileri sırasında elde edilen, Bizans’ın ve etkileşim içerisinde olduğu komşu kültürlerin bugün varolan maddi kalıntılarını fotoğraf yoluyla belgeleyerek, bu mirası dijital ortamda korumak ve çevrimiçi bir veritabanında hiçbir engelle karşılaşılmadan alana ilgi duyanlar icin erişilebilir hale getirmektir.



*Sergi metinleri kaynak olarak kullanılmıştır.




4 Haziran 2019 Salı

Mario Levi ile "Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy"


Mario Levi’nin son kitabı “Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy”, yedi kitaplık İstanbul sersinin ilki olarak Evereset Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Mario Levi ile son kitabı ve edebiyat üzerine konuştuk.
                                                   


 -Son kitabınız “Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy“ bir serinin ilk cildi. Nasıl başladı bu yolculuk, neydi size bu kitabı yazdıran?

Ben yazı ile olan ilişkime baktığımda, hep bu yazının adına yakışır bir şekilde hayatımda bir şeylerin yazılı olduğuna inanırım. Önce oradan başlayalalım. Bu kitabın kaynağında benim Gazete Kadıköy’de yazdığım yazılar var. Gazete Kadıköy’de bundan yaklaşık dört yıl kadar önce köşe yazıları yazmaya başladım. Ve bir dizi yazı yazdıktan sonra İstanbul ve daha doğrusu Kadıköy’de geçen insan portreleri üzerine hikâyeler düşünmeye başladım, onları yazmaya başladım. Ama bunlar tanıdığım insanların hikâyeleri değildi. Öyle Kadıköy Çarşısı’nda gezerken veya Moda’da, Kadıköy’ün başka yerlerinde gezerken ilgimi çeken, hiç tanımadığım bir insanın görüntüsünden hareketle yazdığım yazılardı bunlar. Ve birer hikâyemsi yazı gibiydi. Daha sonra bunlar  otuz, kırk  tane birikince birdenbire kendi kendime ya “bunların her biri işlense iyi hikâyeler olur” demeye başladım. Daha sonra işe giriştim. Aynen beklediğim gibi içime sinen hikâyeler çıkmaya başladı. Ondan sonra iş gelişti. Sadece Kadıköy’le yetinmeyeyim, İstanbul’un çok iyi tanıdığım, hissettiğim başka semtleriyle de ilgili hikâyeler de yazayım dedim. Sonra baktım ki bu hikâyeler aslında kendi içlerinde bütünlük oluşturmaya başladı. Her biri birer kitap olacak gibi görünüyor dedim. Onları da bir araya getirmeye başladım. Onları biraraya getirirken hikâyeleri birleştiren ara metinler düşünmeye başladım. Ve o ara metinlerde çıkınca bir de baktım ki ben aslında  hikâye kitabı yazmıyormuşum da roman yazıyormuşum. Bunu bana başkaları da söyledi. Yayınlanmadan önce editörüm, edebiyat ajansım söyledi. Ondan sonra da  bu minvalde devam etti ve edecek. Bu yedi ciltlik bir roman aslında. İlk cildi bu. Hemen hemen aynı hacimde altı kitap daha var ve özellik şu; her biri İstanbul’un bir semtinde geçiyor. Bu kitap Kadıköy’de geçiyor, ikinci kitap Şişli, Feriköy ve Osmanbey taraflarında geçecek ve böyle devam edecek. Amacım yakından tanıdığım İstanbul’da  yaşamış olan insan hikâyelerini bir araya getirerek günümüze ait bir  roman çıkarmak. Bu kitapların hepsi günümüzde geçiyor. Geçmişe yönelik değiller. Ama artık yaşını başını almış insanlar var. 70-80 yaşında insanlar var. Elbette onlar bugün yaşıyorlarsa da hatıraları ile de yaşadıkları için geçmişe gidebiliyoruz ama neticede hepsi bugüne ait hikâyeler.

-Sizin dışarıda gördüğünüz birine yakıştırdığınız hikâyeler

Onlara yakıştırdığım evet. Mesela o kişiyi bir tramvayda görüyorum, Moda’da çay bahçesinde görüyorum, bir mezecide görüyorum. Herhangi bir yerde gördüğüm, herhangi bir insan. Ben hayatın içinde olmayı da çok seven bir yazarım. Şehri gezmeyi severim, genelde bir yerden bir yere giderken çok acelem yoksa eğer toplu taşıma araçlarına binmeyi alışkanlık haline getirdim. Onların başında da vapur yer alır. Dolayısıyla  her yerde ilgimi çeken insanlarla karşılaşma ihtimalim oluyor. Ama anlattığım insanlar benim gördüklerim. Belki gerçekte çok farklı insanlar bunlar.

-“Kesişen ve birbirine dokunmayan hayatlar” diyorsunuz değil mi?

Ben hayatın bu yönünün çok anlamlı olduğuna inanırım hep. Bir takım insanlarla hayatlarımız kesişebiliyor  veya kesiştiğinin farkına varmıyoruz. Eğer kısa bir süreliğine de olsa yollarımızın kesiştiği insanları yakından tanıma imkanını bulursak belki hayatımız değişebilir diyorum ama olmuyor. Örneğin farkettiyseniz bu romanda Funda ile İhsan veya Funda ile Zehra birdenbire bir araya geliyorlar ama bunun farkına varmıyorlar. Farkında olsalar çok şeyler yaşanacaktır ama olmuyor.  Hayatta biraz böyle galiba ve sanırım büyükşehirde yaşayan insanın  kaderi. Bu bana hikâye açısından müthiş iham veren bir durum.

-Sizde, edebiyat hayatınızda nasıl bir yerde bu seri?

Ben kitaplarım arasında eğer bu yedi cildi de tamamlamayı başarabilirsem , iyi bir yerde duracağına inanıyorum. Neden? Çünkü benim yazdığım kitaplar, tümü değilse bile birçoğu İstanbul’un bir dönemine aitti. Örneğin, “İstanbul Bir Masaldı”, 1920’ler- 1980’ler arasındaki İstanbul’u anlatıyordu. “Karanlık Çökerken Neredeydiniz?”, 1970’li yıllara  ait İstanbul’u anlatıyordu. Sonra “Lunapark Kapandı”, 1990’lı yıllara ait bir İstanbul’u anlatıyordu. Yani hep böyle birşey var. İlk kez bu romanda  bugüne ait hikâyeler anlatıyorum. Bu sebeble de bu beni heyecanlandırıyor. Bugün yaşayan insanalara ait hikâyeler anlatıyorum. Bu yüzden de bu hikâyelerin belki bugünün insanları tarafından ilgi görebileceğine ama aynı zamanda da gelecek de başka türlü ilgi göreceğine inanıyorum. Yani mesela, 2119’a kadar okunmaya değer bulunursa bu kitaplar, yüzyıl öncesinin insanları neler yaşamışlar, ne gibi kaygılara kapılmışlar, neler tercih etmişler birilerinin görmesini istiyorum.

-Siz seviyor musunuz bugünün  İstanbul’unu?

Bugünün İstanbul’unu kimi yönleri ile seviyorum, kimi yönleri ile sevmiyorum. Ama doğrusunu söylemek gerekirse bugünün İstanbul’unda eski İstanbul’u seviyorum. Yani bugünün İstanbul’unda yeni İstanbul’u sevmiyorum ve dolayısıyla orada da anlatılacak fazla birşey bulamıyorum. Bir ruhu, bir tarihi olan İstanbul’u seviyorum. Bir yerde, İstanbul’un herhangi bir mahallesinde, bir ruh, bir tarih varsa orası günümüzde bile farklı bir kimlik edinebiliyor. Mesala Kadıköy’ü bu yüzden seviyorum. Kadıköy’e çıktığınızda çok yaşlı insanlar görebileceğiniz gibi çok genç bir nüfusta çıkabiliyor karşınıza, çok dinamik bir nüfusta çıkabiliyor karşınıza. Ben  Kadıköy’ün bu özelliğini çok seviyorum. Ama belli bir yaşa gelmiş herkes gibi ben de zaman zaman “ya bizim gençliğimiz daha iyi idi” gibi duygulara kapılıyorum. Yeni neslin bazı alışkanlıklarını bazen yadırgıyorum, bazen de büyük bir sempati ile karşılıyorum. Sempati ile karşıladıklarım arasında şu var: Çok mizah güçleri olduğuna inanıyorum. Müthiş bir bir mizah yetenekleri olduğuna inanıyorum. Bizim kuşağımızda olamayan bir mizah yetenekleri olduğuna inanıyorum.  Ama öte yandan yeteri kadar bilgili olmadıklarına inanıyorum yeni kuşağın. Yeteri kadar kitap okumadığını düşünüyorum. Ama tabi bu herkes için geçerli değil. Genellemeler her  zaman hatalı olma riski taşır. Değişik duygularım var ama ben İstanbul’u seviyorum.

-İstanbul’u seviyorsunuz. ”İstanbul Bir Masaldı”, “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” ve bu son seriniz yine İstanbul üzerine. Siz de Napolyon gibi dünya bir ülkeden ibaret olsa başkenti İstanbul olurdu diye düşünüyor musunuz?

Yok o kadar abartmıyorum. Ayrıca Napolyon’un bu lafı gerçekten söyleyip söylemediğinden de emin değilim. Söylemiş olabilir ama benim tanıdığım Napolyon’un bu sözü söylemiş olması biraz zor. Belki gerçekten o anda bir duyguya kapılıp söylemiştir veya bir elçiye söylemiş olabilir.  Ben İstanbu’un dünyanın en güzel şehirlerinden biri olduğunu samimi olarak  düşünüyorum ama o kadar da değil.

-“ Bir Şehre Gidememek” adlı bir de öykü kitabınız var. Eserlerinizde şehirlerin önemini öğrenebilir miyiz?

Ben açıkcası özellikle romanın bir şehir ürünü olduğunu düşünüyorum. Hatta burjuvazinin ürünü olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla şehir benim için çok  büyük önem taşıyor. Şehir kavramı benim için çok büyük önem taşıyor. Şunu da söyleyebilirim, Dünya Edebiyatı’nda çok sevdiğim, beni çok etkilemiş olan, bana yol göstermiş olan birçok yazarın belirli şehirlerle özdeşleşmiş olması benim hoşuma gidiyor. Kafka’nın Prag’la kurduğu bağ, Dostoyevski’nin St. Petersburg’la kurduğu bağ gibi. Bütün bunlar düşünüldüğünde açıkcası beni çok etkiliyor. Kendime de küçük bir pay çıkarıyorum. Ben de  İstanbu’la bir bağ kuruyorum.

-Yazamak istediğiniz başka şehirler var mı?

Bu güzel bir soru. Aslında yazmak istediğim başka şehirler var. Hangileri diye sorarsanız; bunlardan biri Venedik. Ama o da bir su şehri. İkincisi Toledo, üçüncüsü yine İspanya’da bütün Endülüs bölgesi. Dördüncüsü Paris. Bunları yazmak isterim aslında ama ben edebiyatta yerelliğin çok önemli olduğuna inanıyorum. Yani şöyle söyleyeyim. Edebiyat evrenseldir. Bir kere o kesin. Ama o evrenselliği derinleştiren de edebiyatın yerelliğidir. Yani şöyle, ben eğer Kore’li, Arjantin’li, Norveç’li, bir okura sesleneceksem bu benim evrenselliğimden kaynaklanacaktır. Bir de benim bir yerelliğim olmalı. O yerellik İstanbul benim için. Şimdi dolayısıyla öteki şehirleri  ifadeye gelince, o şehirlerde yaşamış olanlar, o şehirlerle içselleşmiş olanlar zaten edebiyatlarında anlattılar. Ben şimdi Venedik’i  bir yabancı olarak, bir Türk olarak anlatabilirim. Yani şimdi Paris’i o kadar yazar, şair, o kadar güzel anlatmış ki benim onlarla rekabet edebilmem mümkün değil. Ancak kendi bakış açımla anlatabilmek isterim. İçselleştirmiş olmak  çok büyük önem taşıyor. Bunlar gelecek planlarım arasında.

-İstanbul’un bir kokusu olsa ne olurdu sizce?

Tek bir koku ise deniz ve balık. Ama tabii çeşitlendirebiliriz. Bunlara ek olarak taze çekilmiş, kavrulmuş kahve kokusu, mısır çarşısındaki baharat kokusu gibi kokuları da bunlara eklenebilir. Ama galiba benim için İstanbul öncelikle deniz ve balık demek.

 -Kitaplarınızda futbol ve yemekte önemli bir yerde. Nasıl etkiliyor yazılarınızı bu temalar?  

Altmışlı yaşlarımı sürüyorum. Beni gerçek anlamda çok heyecanlandıran çok az şey kaldı. Fubol, Fenerbahçe. Yemek yapmak, yemek yemek. Kitap okumak, kitap yazmak. Bunlar benim değerlerim. Bunlar  benim hayatımın heyecanları. Bunları paylaşmak, bunların yazının içinde yer almaları, bunları değerli unsurlar olarak okura sunmak bana heyecan veriyor. Bir yemeği paylaşmak, bir yemeği anlatmak bana heyecan veriyor. Bu sebeble yemek benim romanlarımda vardır. “Karanlık Çökerken Neredeydiniz?” de bir sezonun unutulmaz maçlarını anlatmıştım. Futbola merak sarmış gönül vermiş başka yazarlar da var. Albert Camus bir futbol hayranıdır. Gabriel Garcia Marquez bir futbol hayranıdır. Bunlar çok önemli yazarlardır. Aziz Nesin, Haldun Taner’in de futbol hikâyeleri vardır. Ama tabi ben futbolla ilgili bir kitap yazarsam kapağı mutlaka sarı-lacivert olacak.

-“Size Pandispanya Yaptım” da pek çok yemek tarifi vardı değil mi? Babaanenizin tariflerini vermiştiniz. Yeni tarifler deniyor musunuz?

 

Orada bir hayalimi gerçekleştirdim. İronik şekilde yemek tariflerinin verildiği bir roman yazmak istedim. O nedenle o kitap benim için özel bir yerde duran sevdiğim romanlarımdan biridir. Yeni tarifler deniyorum. Hem babaannemin mutfağından  öğrendiklerim, bir de onların  üzerine çeşitlemeler yapıyorum ve bunu yaparken de çok eğleniyorum. Çünkü babaanem olsa çok kızardı.

-“Mutsuz geçen çocukluğum sayesinde yazar oldum” diyorsunuz. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz ve yazar olmayı hayal etmiş miydiniz? Neydi Mario Levi’nin hayalleri?

Aslında ilki doğru yalnız bir çocuktum. Uyumsuz bir çocuktum. Hem çocukluğum hem de ergenliğim zor geçti. Yazar olmanın kaynağında da bu varmış. Doktor olmak gibi bir hayalim vardı ama sınavlarda puanım tutmadı.  Yazar olmak hayallerimin arasında mıydı? Hayallerimin arasınday-dı diyemeyeceğim. Hayallerimin arasınday-mış diyeceğim. Çünkü sonradan fark ettim bunu. Neden bunu söylüyorum? Çünkü okulda iken kompozisyon yazmayı çok severdim, iyi de yazardım. Ondan sonra günlük tutardım, önemserdim de bu işi. Haliyle doğrusunu söylemek gerekirse bir hazırlık varmış. 13-14 yaşlarında iki tane roman yazma denemem oldu ama 15. sayfadan sonra devam edemedim.

-Konularını hatırlıyor musunuz?

Çok ilginç konuları vardı, hiç unutmadım. Bir tanesi kırklı  yaşlarının ortalarında bir adam ki o zaman benim için kırklı yaşlar inanılmaz ilerisi  geliyordu. Ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğreniyor ve doktorlar  kendisine yaşamak için sadece altı ayının kaldığını söylüyor. Bu altı ayı nasıl geçirecek? Diğeri de evlerini terk etmiş, evsiz kalmış çocuklar ve bir adam  var. Onları bir yerde topluyor ve kötü davranıyor, dilendiriyor. Tam bir Kemalettin Tuğcu romanı.

Demek ki bir yazar olma hayali varmış. O da ne zaman açığa çıktı. Üniversite ilk sınıfta bir arkadaşımın telkini ile ilk öykülerimi yazmaya başladım. Çocukluğum hazırlamış beni. Ortada bir sorun yoksa niçin yazasın ki, bir sorun var ki yazıyorsun. İster bu sorun bireysel olsun, ister toplumsal olsun fark etmez. Mesele ile olan mücadelem beni bu buralara getirdi.

 -O dönemlerde de kitap okur muydunuz?

Her zaman iyi bir okuyucu oldum. Lisenin son sınıfında iyi bir okuyucu olmaya başlamıştım. Ama asıl iyi okurluğum üniversite yıllarındadır. 19-23 yaşları arasında çok kitap okudum. Bütün temelimde o günlerde yapmış olduğum ısrarlı, hatta delicesine yapmış olduğum okumalar var. Seçerek okuyordum. Bir takım klasikleri bilmek zorundaydım. Onları çok önemsedim. O günlerde yeni kitapları çıkan yazarları okumaya başladım. Selim İleri, Oğuz Atay onları çok önemsedim. Hem günümüzü takip ediyordum hem de geçmişin izini sürüyordum.

-Yazarken okuyucu nerede görüyorsunuz?

Aslında yazarken çok düşünmüyorum. Ama kitap bittikten sonra düzeltmeleri yaptığımda “bu kitabı şimdi kimler okuyacak?” diye kendime soruyorum. Ama bunun için kitabın bitmesi lazım. Neden? Çünkü artık elimde birşey var. Bu konuya kim, nasıl ilgi gösterecek, bu cümleye kim nasıl tepki gösterecek gibi soruları kitap bittikten sonra ancak soruyorum. Ne ortaya fikrin çıktığı aşamada, ne de yazma aşamasında okuru düşünüyorum. Böyle birşey yok.

-Önce olay örgüsü mü, karakter mi?

Bu kitapta karakter oldu. Diğer altı romanda da karakter çıkışlı bu seride. Bazı romanlarım da hikâye çıkışlıdır.”Lunapark Kapandı”, “Size Pandispanya Yaptım”, “Karanlık Çökerken Neredeydiniz?”, “Bu Oyunda Gitmek Vardı” hikâye çıkışlıdır. Bu seri ve bu kitabımdan önceki “Yanlış Tercihler Mahallesi” karakter çıkışlı. Demek ki değişiyor. Ama aslında karakter ile hikâye birbirini bütünleyen unsurlar. Yani karakter olmadan hikâye olmuyor. Hikâye olmadan da tek başına karakter hiç bir anlam taşımıyor. Mutlaka bir hikâye olması lazım.Bu konuda biraz muhafazakar bir duruşum var. Hikâye olmadan roman olmaz diyenlerdenim.

-Bu karakteri ben yazsaydım dediğiniz, çok sevdiğiniz karakterler var mı?

Birkaç karakter olmuştur tabii. Şimdi hepsini hatırlamayabilirim. Ama uzun yıllar Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” romanındaki Ivan Karamazov’u anlatasaydım iyi olurdu dedim. Yıllar sonra yaptığım ikinci okumada ise Dimitri Karamazov’u daha çok sevdim. Kafka’nın “Dava” romanındaki K’yı yazsam iyi olurdu dedim. Camus’un “Veba” romanındaki Doktor Rieux’u yazsam iyi olurdu dedim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur” romanındaki Mümtaz’ı yazsaydım iyi olurdu dedim. Onlar ilk aklıma gelenler.

-Sizin romanlarınızda sevdiginiz ve sevmediğiniz karakterler hangileri?

“Bu Oyunda Gitmek Vardı” da Kanada’da gece kulübü işleten Mario vardı, o öyle “pis adam” diyebileceğimiz adamlardan biriydi. Böyle eğlendiğim karakterler oldu tabii.  “Yanlış Tercihler Mahallesi”ndeki yaşlı kırtasiyeci Muhammer amcayı severim, yine aynı romandaki Pertev abiyi severim ve ayrıca bir de benim romanlarımdaki kadınlarım var. Mesela  “Yanlış Tercihler Mahallesi”ndeki Nedret karakterine tam  kelimenin tam anlamıyla aşık oldum. Gerçekte vardı da onu mu yazdım, hayır. Böyle bir kadın olmadı hayatımda. Sonra “ Bu Oyunda Gitmek Vardı” da ki Neval gibi. Ben kahramanlarımı zaman zaman severim, hayran olurum, zaman zaman kızarım. Tıpkı hayatıma girmiş insanlar gibi ilişkiler kurarım. Zaman zaman onlarla sevenirim, ağlarım. “Karanlık Çökerken Neredeydiniz”deki Necmi karakterini çok sevmişimdir.

-Kaybetmenin ihtişamı diyorsunuz kitabınızda, yaşadınız mı kaybetmenin ihtişamını?

Kaybettiğiniz anda tabiki mutlu olmuyorsunuz. Kaybetme duygusunun gösterdiklerinin çok değerli olduğuna inanıyorum. Kaybederek insan hayatı daha iyi öğreniyor. Kaybettiklerinden yola çıkarak hayatı daha iyi öğreniyor insan ve dolayısıyla bu anlamda kaybedilenler bir kazanca dönüşebiliyor.

-Düzenli yazıyor musunuz?

Düzenli yazıyorum. Bir anlamda da huzurumu ona borçluyum. Her gün çalışmaya gayret ediyorum. Bu benim için kaçınılmaz birşey. Genelde akşamları  21:00 gibi yatıp, gece 3:00 gibi kalkıyorum ve sabah 8:00’e kadar ara vermeden yazıyorum. Bunlar benim ritüellerim. Eğer yaz aylarında isek okul ve atölyeler yoksa çalışma saatim  günde altı-yedi saat hatta sekize kadar çıkabiliyor.

-Kimlerden, nelerden esinlenirsiniz?

Herşeyden esinlenebilirim. Yazarlardan, romanlardan, şiirlerden, şarkılardan, esinlenebileceğim gibi hayatın içindeki herhangi bir görüntüden, ayrıntıdan, kokudan da esinlenebilirim. 

-1970’lerden itibaren yazıyorsunuz. Kırılma noktalarınız oldu mu?

Oldu. İki-üç sene yazmadığım dönemlerim oldu hayatımda.  O da üniversiteyi bitirdikten sonraki dönemdi. 1980 ile  1983-84 arasındaki  dönem. O arada yazamadım. Çünkü yeni bir iş arayışı içindeydim. Meslek arayışı içindeydim. Kendimi var etmeye çalışıyordum. Yani sadece yazarlık yapamayacağımı anlamıştım. Bu yüzden bir ara verdim. Küskün, karanlık dönemdir. Böyle bir dönem oldu hayatımda.

-Richer Skaner “Kadife Bey” de kahraman Besteci Eric Sati, Araf’ta en değerli anısını seçmeye çalışır. Siz seçmek zorunda kalsanız hangi anınızı seçerdiniz?

Bir tek anı seçmek zoruda kalsaydım eğer hayatımda çok önemli yeri olan dedemin ölümü olurdu. Benim ellerimde öldü. O kötü bir anı olarak var. İyi bir anı olarak da Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandığımı öğrendiğim  gün var. O yazarlık hayatımda önemli bir yerdir, dönemeçtir. O ödülü kazandıktan sonra yazar olabileceğime inanmıştım. Çok uzun yıllar oldu tabii.

-Son olarak “ Bir Cuma Rüzgârı Kadıköy”,ün, Cuma günü başlamasının bir sebebi var mı?

Hiçbir özel sebebi yok. Sadece Kadıköy’ü ilk kitap olarak seçmemim bir sebebi var. Kendimi daha çok Kadıköy’lü kabul ettiğim için Kadıköy’e torpil geçtim. Ama Cuma günü de haftanın en sevdiğim günlerinden biridir.