sergi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sergi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Şubat 2019 Salı

Bu Bir Performans Değildir


Performistanbul’un Daire Sanat’ta 12 Ocak 2019 tarihine kadar devam edecek olan performans kalıntılarını sergileyerek sürece ve dönüşüme dikkat çekmeyi amaçladığı “ Bu Bir Performans Değildir”Sergisi üzerine küratör Simge Burhanoğlu ile konuştuk.
                                                      

-Öncelikle Performistanbul’u tanıyabilir miyiz?
Daha önce performans sanatçılarına sahip çıkan, sadece performans sanatçılarını temsil eden bir platform maalesef bulunmuyordu. Ben, insanlara nasıl ulaşırım onları nasıl etkilerimin derdindeyken, bu disiplinle karşılaştım. 2016 yılının Ocak ayında performans sanatçılarını bir çatı altında toplamak, sanatçıları projelerle buluşturmak, üzere Performistanbul’u kurdum. Yapmak istediğimiz şey aslında insanları ana çekmek. Günümüzdeki sanallığa karşı her şey gerçek olsun,  bu hıza karşı bir şeyleri yavaşlatmış olalım.Göz göze gelip sanatçıyla, canlı nefes alan biriyle, daha hızlı ve daha yoğun bir etkileşim yaşasınlar. Derdimiz insanları performans sanatı ile bir yolculuğa çıkarmak.

Performistanbul, uluslararası performans sanatı platformu, amacımız farklı kurumlarla iş birlikleri yaparak “alansız” bir kimlikle performans sanatını daha fazla insana ulaştırmak. Sanatçıları hem var olan projelerine uygun mekan ve kaynak buluyoruz hem de mekanlara özel işler üretebiliyoruz ya da herhangi bir proje için gene sıfırdan iş üretebiliyoruz. Performistanbul’u kurarken amacım iş modeli olarak bu platformu sürdürülebilir bir yapıya getirmekti. Çünkü güven hissinin azaldığı bir dönemde sürdürülebilir olmak önemli. İlk önce daha önce benzeri olmayan bu yapıyı anlatmaya çalıştık, ne kadar gerekli bir açığı kapattığını anlattık, bünyemizde bulunan ve proje bazlı çalıştığımız toplam 18 farklı sanatçı ile 23 farklı alanda iş birlikleri ile gerçekleştirdiğimiz 40’ın üzerindeki performanslarla kendimizi kanıtlamaya başladık ve bu alanda kalıcı yararlı gelişmeler için çalışıyoruz.

Performistanbul bünyesinde yürüttüğümüz çalışmalarımıza paralel olarak 2018 başından beri Performistanbul Canlı Sanat Araştırma Alanı üzerinde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Bu, performans sanatı alanında kaynak ve eğitim konusunda ciddi bir açığı kapatacağını umduğumuz bir girişim. Amacımız uluslararası canlı sanat arşivi, dokümantasyonu ve yayınlarının bulunacağı, performans sanatı alanında araştırma ve yeni çalışmalar yapılabilmesi ve en önemlisi de bu yüzyıla uygun yeni dillerin keşfedilebilmesi için 7000 üzerinde kaynak sunmak. Bir yandan da Performistanbul olarak yayınlamayı planladığımız kaynaklarla da bu süreci desteklemeyi hedefliyoruz.

-“Bu Bir Performans Değildir” fikrinin  ortaya  nasıl çıktığını  ve sergi hazırlık aşamalarını öğrenebilir miyiz?
Daire Sanat’ın kurucusu Selin Söl’ün İhtiyaç: SEN sürecimizdeki performanslardan geriye kalanları sergilemeyi önermesi ile başlayan yolculuğumuzla ortaya çıktı. Önce bir performans dokümantasyonu sergisi yapmak üzerine konuştuk; ancak sonra ben herhangi bir dokümantasyon sergisi yapıp performansları tekrar sergilemek yerine performans sanatı adına bir alan daha açalım istedim. Performistanbul’un genel misyonuna da uygun olarak sergiden öte bir araştırma ortaya koyuyoruz. Serginin sorular üretmesini hedefledik, risk aldık, ilk defa performanstan geriye kalan kalıntıları başlı başına bir eser olarak sunduk. Şimdi de izleyicilerden gelen yorumlar ile süreci devam ettiriyoruz, sizlerin soruları cevapları ile serginin içeriği oturuyor.
                                                               

- Serginin küratörü olarak Simge Burhanoğlu’nu kimdir, çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
12 sene dans ettikten sonra önce sahne sanatları alanında ilerlemek, işin bildiğim pratik tarafına, sahne önü bilgime sahne arkası ve sahne yönetimini de eklemek adına Bilgi Üniversitesi’nde Sahne ve Gösteri Sanatları Yönetimi bölümünden mezun oldum, ardından Londra’da bale çalışmaları üzerine yüksek lisansımı yaptım ve performans sanatları alanının akademik tarafını tamamlamadım. İstanbul’a dönüp, bale eleştirmeni olarak sanat dergilerine yazmaya başladım. Eş zamanlı olarak da Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nde sanat projelerinden sorumlu olarak çalıştım ve sanatın kurumsal tarafını keşfettiğim iki buçuk senelik bir deneyimim oldu. Hep beden ve zihnin arasındaki ilişkiyi pratik ettim; bedene, sahneye, performanslara farklı açılardan yaklaştıktan sonra derdimin hep insanlar olduğunu anladım.
İnsanlara dokunmak ve içimdeki duygu derdini onlara geçirmek istedim. Duygunun en çok hissedildiği ve bedenle birleşen sanat biçimi bence performans, bu yüzden performans sanatı üzerine yoğunlaştım. Bu alanda da olması gerektiği gibi bir yapı olmadığını, bir açık ve ihtiyaç olduğunu anladığımda hem bu disipline hem de performans sanatçılarına sahip çıkan bir platform kurma fikri ile ilerledim. Şimdi uluslararası performans sanatı platformu Performistanbul’un kurucu direktörü ve performans küratörü olarak, çocukken ilgilenmeye başladığım alanda, aynı tutkuyla devam ediyorum.
                                                        


-Sergide yer alan çalışmalar ve sanatçılar hakkında bilgi verir misiniz?
Bu sergide, Performistanbul’un kuruluşundan bugüne kadar gerçekleştirdiği 40 performans arasından seçilmiş 9 performanstan geriye kalanları “tekrar” sergiliyoruz. Bu Bir Performans Değildir, performans dokümantasyonu sergisi değil aslında, kalıntılar üzerinden performans sürecine; performansın sanatçılardaki, izleyicilerdeki, hayattaki izlerine ve hissine odaklanıyor. Yani izleyiciler, performansın kendisini görmüyor, süreç sonrasında kalan kalıntıların izlerini sürüyor.

Ayrıca sergide, performanslardan geriye kalan, yaşanmışlık taşıyan somut materyaller ile sürecin şimdiki zaman temsilcileri olan sanatçıların performansın kendilerindeki izlerini paylaştıkları ses kayıtları da sunuluyor. Her performansın hafızasını farklı formlarda barındıran objeler arasında torba, alçılar, günlük sayfaları, bant, beton, taş ve cam kırıkları gibi malzemeler yer alıyor. Birçok yaşanmışlık taşıyan ve aslında performans sonrasında artık başlı başına birer eser haline gelen izlere, dolayısıyla hafızaya odaklanan bu sergide, AslieMk'nın Beton, Batu Bozoğlu'nun Sadece 15 Dakika, Ebru Sargın L.'ın Sessizlik, Ekin Bernay’ın Kumdan Kalelerim, Gülhatun Yıldırım'ın Senin Yarın Su, İ. Ata Doğruel’in Sonsuz Tarla, Leman S. Darıcıoğlu’nun Zehirlenmiş Prenses, Özlem Ünlü’nün Tape ve Selin Kocagöncü'nün canlı kamera performansı Smile isimli performanslarından geriye kalanlar yer alıyor.

-“Zamanı nasıl sergilersin?” sorusuna  da bir cevap olabilir mi “Bu Bir Performans Değildir, neler söylersiniz?
Tamamen bu soru üzerine kurulu bir sergi. Performans sanatında en önemli element zaman.  Performanslar da süreçlerden oluşuyor bu bağlamda ikisi de akan, tutulamayan ve tükenen kavramlar dolayısıyla sergilemeye çalıştığımız aslında doğası gereği sergilenmeye elverişli olmayan bir yapı, bu yüzden hafıza üzerinden ilerleyerek herkesin zihninde sürecin kendi zaman diliminde var olmasını diledik, his üzerine bir sergi kurguladık.
 -Performans sürecinin sergilenmesinin ne gibi zorlukları ile karşılaştınız hazırlık aşamasında?
 “Performans süreci nasıl sergilenebilir, sergilenebilir mi?” zaten araştırdığımız konu da tam bu. Kısaca yok olanı, tükenmiş olanı, artık sadece hafızalarda devam edeni nasıl sergileyebileceğimizi ve bunun nereye ulaştığını, ulaşacağını araştırıyoruz.
 -Türkiye’deki performans sanatının yerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünyada genel olarak şu anda performans sanatı hareketlendi, buna Türkiye de dahil. Dünya şu anda performatif, çünkü artık insanlar durağan bir şey ya da katkısı olamadığı bir sonuç ile ilgilenmiyorlar. Bu da bu kadar hızlı akan bir yüzyılda çok doğal geliyor çünkü artık insanlar parçası olabildikleri dahil olabilecekleri süreçler istiyorlar. Değişimi birlikte yaşamak ve yaşatmanın derdinde herkes. Dolayısıyla ben buna İstanbul olarak değil dünya olarak bakıyorum. Bir çok performans sanatı girişimi keşke olsa, ama bence bir çok diyebileceğimiz kadar sayılır bir durumda değiliz, örneğin Performistanbul dışında performans sanatçılarına sahip çıkıp bünyesinde bir çatı altında toplayıp sanatçıları temsil eden bir platform daha maalesef hala yok, kısaca bu alanda daha bilinçli, profesyonel çalışmaların  yapılması gerekiyor. Performans sanatçılarının, sanatının hakları savunulup korunmadıkça tek bir boyuttan sadece performanslar sunarak ilerleyemeyiz, bu sanat disiplinin anlaşılır, işlenebilir ve tabii ki sürdürülebilir olması için gerekli kaynakların sunulması gerekiyor. Kısaca şu an çoğu etkinliğin performans olarak tanımlandığını düşünürsek bu dalganın biraz popüler olmasından da korkuyorum. Hala performans sanatı tanımını yaptığımız, yapmamız gereken İstanbul’da bu hareketin kalıcı ve yararlı olması için vizyon ve destek gerekiyor.

7 Aralık 2018 Cuma

Ekin Su Koç, Tuğçe Diri, Tülay İçöz


Anna Laudel  Contemporary’de  6 Ocak 2019 tarihine kadar devam edecek olan, göç ve kimlik; geleneksel kültürel altyapı ile güncel üretim pratikleri  arasındaki bağ; varoluş süreci ve evren gibi farklı temalarda çalışan Ekin Su Koç “Hiçbir Yerde Mutlu”, Tuğçe Diri “Bir Başka Dünya”, Tülay İçöz’ün “Var-oluş Halleri” sergisi ile ilgili sanatçılarla sergileri ve eserleri üzerine konuştuk.
                                      


-Öncelikle sizleri tanıyabilir miyiz, kimdir Ekin Su Koç, Tuğçe Diri, Tülay İçöz?
ESK: İstanbul’da doğdum, lisans ve yüksek lisans eğitimlerimi burada tamamladım. Lisans eğitimi sırasında Erasmus Programı ile İspanya (Sevilla)’da bir yıl eğitim gördüm. Berlin’de yaşıyorum. Çalışmalarımı kültürler arası farklılıklar, kimlik, göç konularına odaklanarak sürdürüyorum.
TD: 1984 yılında Eskişehir’de doğdum ve 2010 yılında Mimar Sinan Üniversitesi, Uygulamalı Litografi Atölyesi ve Resim Bölümü’nden mezun oldum. İlk kişisel sergim, ‘Döngü’ teması ile 2016 yılında Anna Laudel Contemporary’de gerçekleşti ve işlerim birçok galeri ve fuarda sergilenip, özel koleksiyonlara girdi. Şu anda da İstanbul’da yaşamakta ve çalışmaktayım.
Tİ: 1974 yılında doğdum. 1997’de Hacettepe Üniversitesi Heykel Bölümü’nden mezun oldum. 2002’de Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’nde yüksek lisansımı tamamladım. Kendi atölyemi kurdum ve çalışmalarıma orada devam ediyorum. Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli sergi ve sempozyumlara katıldım. 
-Aynı mekânda değişik konseptlerde sergi açma fikrinin nasıl oluştuğunu  ve sergi hazırlık süreçlerinizi öğrenebilir miyiz?
ESK: Aynı mekanda 3 solo fikri aslında sanatçılara ait değil. Anna Laudel Contemporary’nin dokusu için, böyle bir serginin uygun olduğu fikri galeri içinden çıktı diyebilirim. Kişisel sergileri için çalışmaları süren sanatçılar arasından böyle bir birliktelik uygun bulunmuş. Ben Tuğçe Diri ile okuldan arkadaş olmakla beraber, Tülay Hanım’ı bu sergi ile tanımış oldum. Bu fikir bize sunulduktan sonra bir kez bir araya gelebildik ve sergilerimiz için düşündüklerimizi paylaştık. Benim için yoğun geçen ve bol yolculuklu bir hazırlık sürecinden sonra sergi kurulumu için tekrar bir araya gelerek, sanatçılar ve galeri ekibi olarak fikirlerimizi paylaştık, mekanda kendi alanlarına hapsolmuş üç ayrı görünüm yerine, akışkan bir şekilde galeriye yayılmaya karar verildi.
TD: Aynı mekanda değişik konseptlerde sergi açma fikrini bizlere sunan, galeri direktörü Ferhat Bey’dir. Heyecanlı ve keyifli bir sergi olacağını düşündüm. İçerisinde farklı disiplin ve medyumlarda çalışan sanatçıların yan yana gelmesi, hem izleyici hem de bizler açısından besleyici olacaktı. Mekanın katlı ve odalı olma hali ise bu fikri daha verimli hale getirdi ve organik dağılmamıza olanak sağladı. Ekin Su Koç ve Tülay İçöz’ün genel olarak üretim disiplinlerini bilmeme rağmen, sergiye koyacakları işleri bilmiyor ve heyecanla bekliyordum. En nihayetinde ortaya çıkan sergi, gayet çeşitli ve doyurucu oldu.
Tİ: Tuğçe ve Ekin’in Anna Laudel Contemporary’de sergi yapma planları varmış. Galeri mekanının 3 katlı ve odalı yapısı, farklı disiplinden bir sanatçının (heykeltraş) sergiye eklenme fikrini doğurmuş. Ben de o dönemde kişisel sergi açmak fikriyle bir konsept çerçevesinde heykeller üretiyordum. Birbirimizle diyalog içindeydik ve bu mekanda sergi için bir araya geldik. Birbirimizden bağımsız, her birimiz kendi konseptimiz içinde işler ürettik. Her bir katta bir sanatçının olma düşüncesi işler ortaya çıktıkça zaman içinde mekana organik bir yayılma olarak gelişti.
                                             

-Sergide yer alan çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz?
ESK: Berlin, Kopenhag ve İstanbul arasında mekik dokuyarak “Hiçbir Yerde Mutlu” sergisini şekillendirdim diyebilirim. İsmi de İngilizce’den hatalı bir çeviri olarak bir anlam bozukluğu yaratıyor. Ana dilinizi kullanamadığınızda “yabancı” bir dilde kendinizi anlatırken tam anlaşılmadığınızı hissedip yaşadığımız kararsız durumu özetliyor. Aitlik duygusunu ararken “hiçbir yerde” kalmış gibi hissediyor insan ve mutluluk duygusunda tutunmaya uğraşıyor. Sergi bütünüyle bu belirsizlik duygusuna odaklı.
Çoğunlukla üç şehirden topladığım materyalleri ve yolculuklar sırasında karşılaştığım kültürlerin bendeki etkilerini kağıtlara, kumaşlara ve tuvallere taşıdım. Kimlik sembolleri olarak kabul edilebilecek kumaş motifleri, farklı saç-ten renklerinde beden fragmanları, köklere işaret eden eski aile fotoğrafları, danteller, bir de eski illüstrasyon kitapları ve güncel dergilerden topladığım doğa imgelerini bir beden oluşturacak şekilde birleştirdim. Bitki ve çiçekler benim için hep şifa sembolleri oldu. Uzun süre bedenimde ağrı ve acımalar hissettiğim, genetik kökenli omurga, kemik, eklem sorunları yaşadım. Hastalıkların fiziksel olduğu kadarıyla ruhsal etkenlerle de ilgili olduklarını düşünüyorum, biliyorum. Bu noktada bireysel olduğu kadar toplumsal ruh sağlığı da işin içine giriyor. Üzerimizdeki yükler ile kırılganlaşan bir omurga tasviri olarak balık kılçıklarını kullandım, çiçekleri de genellikle bu omurgaya ya da ağrılarımın olduğu yerlere yerleştiriyordum ilk başlarda. Giderek bedenleri sardı bu çiçekler ve yükselmeye başladılar. Benim tedavim tamamlandı ve artık çiçekler, ağrıların değil şifanın sembolü oldular. Bütün bu sembollerle ve bitkilerle birleştirip bütünlediğim bu bedenler “tanınmaz halde”, biri ya da hiçkimse kısacası benim için çevremde akıp giden “yabancı” bedenlerin ya da benim yabancılığımın imgeleri gibi. Bunları üretirken kendimi ve kendi bedenim üzerinden toplumu iyileştirme hayali kurdum ve iyileştim de.
Resimlerde figürlerin bulunduğu mekanlara gelirsek, çoğu beyaz bir zemin üzerinde, yani aslında zeminsiz, mekansız, “hiçbiryerde” şekilleniyor. Bedenler boşlukta yüzüyor bir yere basmadan yolculuk ediyorlar. İzleyici de bu bedenler üzerinden gözleriyle bir yolculuğa çıkıyor. Çalışmaların isimleri de bu yolculukta bir yol gösterici gibi.
“Yuva Özlemi”, “Tek Kişilik Oda”, “Bekleme Odası”, “Yeni Bir Ülkeye Ayak Basmak” gibi isimler, yurt dışında yaşarken içinde bulunduğum duygu durumlarını anlatmaya yardımcı olurken, “Kişilik Bölünmesi” adını verdiğim kağıt üzeri kolajlar biraz daha sorgulayıcı ve yeni kültürlerde eski rollerle kendimi yeniden şekillendirmeye uğraşırken aldığım halleri görselleştiren çalışmalar.
Bir de son olarak, karanlık bir odada sergilediğimiz, epoksi içinde dondurduğum kuru çiçeklerin ve kolajların yer aldığı çalışmalar var. Kağıt üzeri boya çalışmalar da eşlik ediyor bu gruba. Serginin bilinç dışı kısmı gibi düşündüm bu odayı. Dili paradoksal bir biçimde daha doğrudan. Gündüz gözüyle çözemeyip rüyalarda farkına vardığımız gerçek hislerimiz gibi.
Bu kez gerçekten bir zemin var. Agresif bir biçimde boyanmış, atmosferik bir sahil ya da çalılık gibi mekanlar. Yeni bir ülkeye ayak basmak bütün umutlar yanında korku dolu da olabiliyor. Aydınlık rengarenk duyguların yanında, böyle duygu durumlarımız da var. Kendi karanlık yanlarımızla mücadele ediyoruz, depresyondan kaçmaya çabalıyoruz, insanların ön yargılarıyla uğraşıyoruz, bu sırada yalnız hissediyoruz… Bir yandan da aydınlık bir gelecek hayal ediyoruz ve kendi renklerimizi korumaya çalışıyoruz. Biraz bu hislerin dışa vurumu bu son çalışmalar. Sergide de içimdeki ikilik duygusunu desteklediler, koyu resimler ve açık resimler olarak ikiye bölünmüş oldu sergileme.
TD: Sergiye 3 seri ile katılıyorum. Kağıt üzeri desen, tuval üzeri akrilik, tuval ve dantel gibi birbirinden farklı fakat temelde organik olarak birbirini geliştiren seriler. Sergiye ismini veren ‘Bir Başka Dünya’ serisi, zamansız ve  mekansız, ütopik ve çocuksu resimsel bir dildir. Tuvallerde kullandığım çizgisel alanlar, kağıt üzeri desenlerde kendi gerçekliğinden çıkarak daha da sembolik bir hal alır. Aynı Tezhip sanatındaki süsleme öğeleri gibi, deseni, soyut zeminler üzerine anlık bir otomatizm ile birbirini tekrar eden motifler halinde sunuyorum. Son seri olan ‘Simbiyotik’ ise, ördüğüm danteller ile desenlerin, hem bir form, hem de bir düşünme pratiği olarak birbiri olmadan var olamayacağı, birlikte hayat bulacağı bir dil sunuyor.
Tİ: Sergide 6 ahşap heykelim bulunuyor. Serginin ismi; Var-oluş Halleri. İnsanın, doğanın, evrenin varoluş sürecinde; oluşma, gelişme, var olma halleri üzerine düşüncelerden oluşuyor. Heykeldeki dalgalar, Big Bang’den gelen aynı kaynağın dalgaları; evreni, doğayı, insanı, hayvanı yaratan dalgalar, frekanslar. Heykellerdeki tamamlanmamışlık oluşum sürecinin devam ettiğini belirtiyor. Heykellerdeki hareketlilik, dönme ve salınım bir ritim oluşturuyor. Evrenin ve dünyanın döngüsü ile yaşamın ritmine yönelik bir yapıyla benzeş bir ritim. 
                                                       

-Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
ESK: Sanat eğitimi almaya hiçbir zaman karar vermedim aslında. Bir seçim hiç olmadı. Babamın ressam olmasından dolayı hiç bitmeyen bir eğitim içinde buldum ben kendimi. Ev sürekli biraz da atölyeydi.
TD: Çocukken resim ödevlerime ailemin hiç yardım etmemesi, bununla beraber, çözüm olarak kendime bir dünya yaratmam ile başladı diyebilirim. Lise yaşlarıma geldiğimde gene ailemin beni Güzel Sanatlar Lisesi’ne yönlendirmesi ile gelişen bir süreçtir bu. Bittiğini de düşünmüyorum.
Tİ: Sanat eğitimi almaya lise yıllarımda karar verdim. Lisedeyken iyi resim yapardım ama sanatı bir iş, bir yaşam biçimine dönüştürme fikri, Ankara’da bir tiyatro çıkışında tanıştığım bir grup ressam sayesinde oldu diyebilirim. Resim okumak için girdiğim üniversitede elime çamur değince, 3 boyutla tanışınca, heykel yapmaya karar verdim.    
- Çalışmalarınıza bir konsept belirleyerek mi başlıyorsunuz ve nelerden etkileniyorsunuz?
ESK: Hayatımın merkezine oturan konular oluyor, bu bir dönem “aile” kavramıydı. Sonra doğaya odaklandım. Bu sergide ise “kimlik, göç” kavramlarına odaklanıyorum. Dediğim gibi, hayatımın odağındaki konuları deşiyorum ve bu konular incelenip, araştırılıp bitmek yerine birbirlerine eklemlenerek büyüyorlar.
TD: İşlerimi en çok, o an içinde bulunduğum ruh hali tetikliyor. Bu, doğal bir refleks olarak okuduğum kitabı, izlediğim filmi seçmemi sağlıyor ve bir karın ağrısı oluşturuyor. Defterim (sığınağım) yanımdan hiç eksik olmadığı için buradan üretim sürecine geçişim kolaylaşıyor. ‘Bir Başka Dünya’ serisine başlamam Ursula Le Guin’in, kitapları ile beni bu zamanki realiteden kaçırması ile başladı. Alt okuma yapmak gerekirse; kabul etmek istemediğim bir ülke süreci ve benim ondan çıkış yolum diyebilirim. Resimlerimi ütopik yapan da budur.
Tİ: Çalışmalarım bir konsept çerçevesinde gelişiyor. Heykellerim içinde bulunduğum dönemdeki düşüncelerim, fikirlerim, okumalarım doğrultusunda oluşuyor. Son dönemde yaşadığım kayıplar beni varoluşa, hayata, evrene dair arayışa, okumalara ve araştırmaya yöneltti. Ve son dönemdeki işlerim de, buna yönelik şekillenmeye başladı. Kendime sorduğum sorulara bir cevap olduklarını düşünüyorum.                     
- Sanat tarihinde sizi etkileyen sanatçılar kimler ve güncel sanattan takip ettiğiniz sanatçılar var mı?
ESK: Odaklandığım konularla ilgili okumalar, araştırmalar yapmaya çalışıyorum. Son zamanlarda ilgimi çeken Post-Humanism kavramını araştırıyordum ve Berlin’de (maalesef sadece bir kere katılabildiğim) bir okuma grubuyla Donna Haraway’in Cyborg Manifesto’sunu okumaya başladım. Yeni bir kimlik, cinsiyet ve beden algısından bahsediyor Haraway ve bunu tanımlarken Antik Çağ’da geçen Kimera (chimeras) kavramını bir benzetme yapmak için kullanıyor. Bu kavram beni etkiledi. Kısaca tanımlamam gerekirse Kimera; ayrı hayvanların beden parçaları ile oluşan tek bir hibrid hayvan bedeni, bir yaratık diyebilirim. Bir de, DNA karışık birleşimlerini tanımlamak için de kullanılan bir terim anladığım kadarıyla. Bu benim oluşturduğum bedenleri de özetliyor gibiydi, farklı ten renklerinde birçok kol, bazen bir bazen hiç bacak, biraz saç, biraz omurga ya da canlı olmayan sembolik kumaş ya da yazı parçaları ile oluşan bedenler…
Martin Gropius Bau’da gördüğüm Ana Mendieta performans videoları ve Earth-Body kavramı da beni çok etkiledi. Farklı bir disiplinde onunla benzer bir şeyi aradığımı, doğayla bedeni birleştirmeye çalıştığımı düşündüm.
Bundan önce sürekli izlediğim araştırdığım Anselm Kiefer’in çalışmaları, çok çeşitli malzemeleri bir araya getirerek oluşturduğu doğa alanı resimleri ve sadece elbiselerle imlediği figürleri beni hep etkiledi.
Kiki Smith’in kocaman boş beyaz kağıt yüzeyi üzerinde, sadece cılız çizgilerle yaptığı hayvan ve insan figürleri de boşluğu ve sadeliği sevmemi sağlayan şeydir. Kırılganlığı ve zarifliği ancak yakından bakıldığında hissedilebilen işleri, kağıtla ilişkimi kuvvetlendirdi ve çeşitlendirdi diyebilirim.
TD: Sanat tarihinde beni etkileyen pek çok isim var, o yüzden genel bir akım/dönem desek daha doğru olur benim için: Sembolizm ve Gerçeküstücülük. Akademi zamanlarımda sanırım en çok bu dönem sanatçılarının işlerine yoğunlaşmışımdır. Yeni teknik arayışları, bireysel varoluş çabaları ile empati kurduğum için olabilir. Bir de, Rönesans sanatçılarından; Piero Di Cosimo. Erwin Panofsky’ nin ‘İkonoloji Araştırmaları’ kitabında, altını en çok çizdiğim sanatçıdır. Güncel sanattan keyifle takip ettiğim ve ilk aklıma gelen isimler ise; Adam Lee, Siro Cugusi, Tayfun Erdoğmus, İpek Duben.
Tİ: Kendi sürecimde, farklı dönemlerde, sanat tarihinde ve güncel sanatta birçok sanatçıdan, akımdan ve fikirden etkilenmişimdir; ama bunu tek tek isim vererek söylemek zor.

23 Ekim 2018 Salı

Arkas Koleksiyonu'nda Post- Empresyonizm


                                                             


Yenilikçi yaklaşımlarıyla, klasik resim anlayışından 20. yy modern resim anlayışına geçişin kilit figürlerinden olan Post- Empresyonistler, Arkas Koleksyonu’ndan bir seçki ile Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde sanatseverlerle buluştu.
Post Empresyonizm, 19. yy sonlarında Fransa’da ortaya çıkmış bir sanat akımıdır. Empresyonistlerin ışığın ve rengin doğal tasvirine olan ilgisine karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. 19. yy’ın ikinci yarısında, modern anlayışla şekillendirilen şehirlerin ilk örneklerinden olan Paris, sunduğu sosyal ve entellektüel ortam ile geleneksel resim anlayışının çizdiği sınırların dışına çıkmayı hedeflemiş cesur sanatçıların ilham ve etkileşim merkezidir. Resmin ifade biçimlerini zenginleştirme çabasına ivme kazandıran Empresyonist kuşağın Fransız resim sanatını ulaştırdığı yeni hareket Post-Empresyonistler’in başlangıç noktasıdır.  İlk akla gelen en önemli temsilcileri; Paul Cézzanne(1839-1906), Paul Gauguin(1848-1903) ve Vincet van Gogh(1853-1890)’tur. Bir grup oluşturmazlar. Terim ilk kez, Roger Fry tarafından, 1910 yılında Grafton Galeri’de açılan  sergiye verilen “Manet ve Post Empresyonistler” başlığında kullanılmıştır.
                                                            

1880’lerden 1900’lere uzanan süreçte, sanatsal belleklerini bilim-felsefe-edebiyat dünyasının güncel fikirleriyle besleyen genç ressamlar, kişisel ve benzersiz bir tarz arayışı içinde, ruh ve düşünce dünyalarını desen ve renklerle yansıtmanın birbirlerinden farklı yöntemlerini geliştirdiler. Ortak dertleri, resmi kendilerinden önceki nesillerde kemikleşmiş olan dış dünyayı objektif gerçekliğe en sadık şekilde resmetme eğiliminden koparmak ve sanatçının yaratım sürecinde duyum ve düşüncelerini ön plana çıkarmak oldu. Amaç; iç dünyasında yarattığı gerçekliği, kısaca kişisel bakış açısını, tuvale yansıtmak oldu.
Post Empresyonistlerin genel özellikleri olarak içe dönüklük, doğanın değil kendi gerçeklerini yapmaları, renk ve forma çok önem vermeleri, yalın, ayrıntısız olmaları, Japon resim sanatından etkilenmeleri, ilkel sanatı resme sokmaları, geniş lekeler kullanmaları sayılabilir.
Resme kendi hayal güçlerini katarak resim sanatına farklı bir boyut getirmişlerdir. Her resim her tuval önünde yeniden başlar ve duyguları ile doğrudan boyanır.
                                                              

Arkas Koleksiyonu’na yıllara yayılan titiz bir araştırma, büyük gayret ve yatırımlarla kazandırılan Post-Empresyonist eserler sadece Fransız ressamları değil, Paris’ten yayılan fikirlerin etkisiyle modernist yaklaşımı benimseyen ve bunu kendi kültürel ögeleriyle harmanlayan pek çok Avrupalı sanatçıyı temsil ediyor. Pierre- Auguste Renoir, Louis Anquetin, Maxime Maufra, Théo van Rysselberghe, Paul Sérusier, Suzanne Valadon, Edouard Vuillard, Leo Putz, Louis Valtat, Maurice de Vlaminc, Kees van Dongen, André Detain, George Braque ve André Lhoté ziyaretçilerin yapıtlarını görme imkânı bulacakları sanatçılardan sadece birkaç tanesi. Sergi 6 Kasım tarihine kadar sanarseverler tarafından izlenilebilir.
20 yıldan uzun süre önce koleksiyon yapmaya Türk resmi ile başladığını söyleyen Lucien Arkas, “Sanatın merkezi, resmin merkezi Fransa’da araştırmalara girdik. Fransa’daki ressamların da bizim koleksiyonumuza eklenmesi gerektiğini düşündük. Bütün eserlerimiz bunlar değil, bu belirli bir zaman dilimini içeren bir seçki” dedi.


22 Ekim 2018 Pazartesi

Zeynep Akgün "Neredeyse" Sergisi


                                                         



Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü Mezunu olan ve 3. kişisel sergisi “Neredeyse” ile sanatseverlerle buluşan Zeynep Akgün’ün sergisi Karaköy’de Galeri 77’nin yeni açılan mekânında 4 Kasım 2018 tarihine kadar izlenilebilir.
-“Neredeyse” sergisi için, “kadın kimliği ve varoluşuna bakış” diyebilir miyiz? Neler bekliyor izleyiciyi ‘Neredeyse’ de?
‘Neredeyse’de göz alıcı parlaklıklarıyla ilk bakışta bizi de etkileyen devleşmiş parti süsleri ve bu ucuz nesnelerin kıskacındaki kadınlar var. Kadının arada kalmışlığı ve kendine tanımlanan alandan ‘neredeyse’ kurtulma durumu var. Yani aslında o kritik karara ve ‘o an’ a odaklanan resimler bunlar. Bir anlamda farketmenin ve durumu değiştirmenin ilk sinyalleri.... Sergide toplam oniki iş yer alıyor, dokuzu bahsettiğim ‘neredeyse’ anlarına cevap arıyor. Üç tanesi ise daha önce pek denemediğim ama boyarken keyif aldığım büyük boyutlu kadın portreleri... Kompozisyonların bilindik tekniksel ve biçimsel  dertlerinin yerine ifadeye takılmak, bize dik dik bakan gözlerle yüzleşmek gibi insani durumları dert edinen işler diyebilirim bu portreler için. 
                                                        

-Doğa ve mimari planlar içinde çeşitli hareketlerde gördüğümüz kadın figürleri hakim sergilenen resimlerde. Kadın figürünü merkeze koyma sebebiniz nedir?
Son resimlerimde soyut atmosferlerin yerini daha belirgin mekanlar aldı. Bu mekanların çoğu birbirinin içine karışmış katmanlardan,  düşsel ve gerçekçi görüntülerin geçirgen birlikteliğinden doğuyor. Sisler içinde eriyen doğa var,  keskin hatlarıyla tanımlanmış  mekanlar var. Flu alanlar ve sert planlı formların biraradalığından doğan gerilimli espaslar var. Bu gelgitli, müdahaleci ve saldırgan espasta kadını merkeze alıyorum, hayatta olduğu gibi.....
-Eselerinizde örtülü anlatım yolunu kullanıyorsunuz. Örtülü anlatımı ve bunu seçme nedenlerinizi öğrenebilir miyiz?
Örtülü anlatım sembolizmin ifade yollarından biri ve daha çok sezgilerle kavranan bir anlatım biçimi. Vermek istediğiz etkinin dolaylı yoldan anlatımı sözkonusu...Bu yönüyle izleyiciyi zorlayan ve resmin etkisini arttıran bir ifade biçimi. Bu sebeple, bana göre daha değerli ve kalıcı olduğundan tercih ediyorum. Resimdeki kurguyu sezdirmek, duyumsatmak istiyorum.
                                                                   

-Arada kalma, sıkışma, kapana kısılma gibi durumları ele alma nedeniniz ve bunları işleyiş tarzını anlatır mısın?
Günümüzün kaotik ve zorluklarla dolu atmosferinde çoğu kez  içinde bulduğumuz, hemen hemen herkesin hissettiği durumlar bunlar, pespembe bir hayat yaşamıyoruz. Her yönüyle bizi zorlayan, kimi kez yaşama sevincimizi kaybetmemize kadar varan, kontrolümüz dışında pek çok olay yaşıyoruz. Yaşadıklarımız da türlü şekillerde üretimimize yansıyor. Ben de ‘Neredeyse’ resimlerinde bu durumlara odaklandım ve kendi resimsel dilim çerçevesinde kadın ekseni üzerinden yorumladım.
-Çalışmalarınızda konuları nasıl belirliyorsunuz?
Ben devamlı resim yapan biriyim, proje odaklı çalışmıyorum, dolayısıyla resim yapma sürecimde süreklilik hakim. Konularım da bu süreklilik içinde doğal olarak beliriyor, gerek toplumsal gerek kişisel olarak yaşadıklarımız farklı dozlarda da olsa resimlerin konularında etkili oluyor. Değişmeyen şey ise figür, insanı anlamak, anlatmak...
-Son olarak eserlerinizde kendi dilinizi oluştururken nelere dikkat ediyorsunuz?
Bir ressamın kendi dilini oluşturması elbette ki çok önemli, ama bazen tehlike de yaratabiliyor, resimlerde  tekrara düşmek gibi....  dolayısıyla değişime açık olmak gerek. Yaptığınız işte samimi olursanız, genel geçer modalara kendinizi kaptırmadan süreklilik sağlarsanız diliniz zaten oluşur. Etrafımızda o kadar çok imge borbardımanı var ki,  bu görsel fırtınaya kapılmamak için kendini tanımak ve sana özel olanı korumak önemli.


11 Ekim 2018 Perşembe

GÜNDÜZ GÖLÖNÜ – KAZI RESİM


                                                

Gündüz Gölönü (1937-2014) bu sergide; hayatı, sanat yaşamı, Türkiye’de ve ABD’ de yaptığı yaptığı özgün baskı ağırlıklı yapıtlarından ve art booklarından, serginin küratörü Marcus Graf tarafından önemli bir kesit seçilerek hazırlanan kapsamlı bir içerikle 22 Kasım 2018 tarihine kadar izleyici ile buluşuyor.
 Marcus Graf sergiyi kısaca şöyle değerlendirmekte.”Kazı resim, Gündüz Gölönü’nün 1960’ların sonundan 1990’ların ortasına kadar ürettiği baskı işlerine odaklanıyor. Bu retrospektif sergi, sanatçının süsleme ile anlatı, gelenek ile çağdaşlık, geleneksel İslam sanatı ile Minimalizzm, Op-Art gibi Batı’daki modern hareketlerde bulunan dekoratif unsurları biribirine anasıl bağladığına dair muazzam bir hikâye anlatıyor.”
                                                        

Evrim Altuğ ise yazısında sanatçının yapıtlarıyla ilgili şunları söylemekte: “Gündüz Gölönü (1937-2014) yapıtlarını birer taşıyıcı araç-medium olarak görmekten hiç vazgeçmez. İmgeye bu sorumlulukla yaklaşır, ilettiği bilginin çok sesli ve mümkün olan en derin ve uzun ömürlü imasını, sanatın çoksesli anlatım olanaklarıyla, esnek bir tavırla araştırır. Sanatçı  dilin ve ele aldığı kavramların semantik arkeolojisini Sümer ve Latin, Eski Yunan, Arapça ve Eski Türkçe, Osmanlıca, İngilizce gibi birçok dili akustik ve yazınsal refkatiyle, plastik olarak da heterojen karakterdeki eserlerinin tabakalarına sindirir. Çalışmalarında yer, deniz ve gök haritalarının o evrensel kâşif-karakteri de varlık gösterir. Hem siyasi, hem coğrafi anlam haritalarıdır bunlar.
Sergi, 3 Ekim – 22 Kasım 2018 tarihleri arasında Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde sanatseverler tarafında izlenilebilir.
Gündüz Gölönü’nün sanatı tarihe dayalı bilimsel araştırmalardan yola çıkar. Dil ve etimoloji ile ilgilidir.Gölönü’nün yaptığı sanatta görsel elemanların çoğunluğu amblemler ve harflerden meydana gelir.
                                                  

GÜNDÜZ GÖLÖNÜ: 1937’de Çanakkale’de doğdu. 1961 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nden mezun oldu. Devlet bursu ile 1968’de Paris’e gidip William Stanley Hayter atölyesinde renkli gravür teknikleri öğrendi. Aynı sene, New York’un Pratt Grafik Enstitüsü’nde burs alarak ipek baskı teknikleri çalıştı. 1974 yılında İstanbul’a döndü ve profesörlük ünvanı aldı ve 1979 yılına kadar Akademide ders verdi. 19792da Amerika’ya tekrar gitti . St. Catherine Üniveristesi’nde davetli sanatçı olarak çalıştı. Sonraki yIl California’ya taşınıp, Atelier 17’den yetişen sanatçılar kurduğu Kala Art Enstitisü’nün üyesi oldu ve orda renkli baskı teknikleri öğretti. 25 yıl sonra Türkiye’ye dönerek Yeditepe ve Işık Üniversitesi’nde ders verdi.


9 Haziran 2018 Cumartesi

Devabil Kara ile "Sis" sergisi üzerine



                                                                  


Millî Reasürans Sanat Galerisi için hazırladığı sergide “sis” kavramından yola çıkan  Devabil Kara ile “Sis” Sergisi ve eserlerine üzerine konuştuk. Sergi 9 Haziran 2018 tarihine kadar görülebilir.
-Çoğu çalışmanızda kazıbilimci gibi hareket ederek yapıtlar ortaya koyuyorsunuz. Bir  yöntemi sanat eserine konu yapmanızdan ve bu ilişkiden ayrıldığınız nokta hakkında bilgi verir misiniz?
Geçmişten kalan buluntular nasıl insanlığın ortak bilincinde yeniden yorumlanıp insanlığın kültür birikimini yeni oluşumlara yönlendiriyorsa, bir sanatçının bilinçaltından seçip çıkardığı kalıntıların da asıl sanatsal yaratıcılığı oluşturduğunu düşünüyorum.  Bir sanatçı olarak arkeoloji ile ilgilenmemek pek mümkün değil. Sanat tarihinde çeşitli sanatçı ve akımların da arkeolojiden etkilendiğini görüyoruz. Sanat insanın fiziksel ve zihinsel varlığının her boyutu ile ilgi kurar, sıklıkla farklı bağlamlarda geriye dönüşler yaşayıp geçmişten gelen etkileri kendi zamanı içinde tekrar yorumlar. Örneğin Rönesans Sanatının oluşmasına etki eden önemli koşullardan biri, o zamanda arkeoloji olarak tanımlanmıyor olsa bile eski çağların kalıntılarına sanatçıların ilgisini yöneltmesiydi. Sürrealizmi örnek alacak olursak, Freud’un psikanalizi geliştirmiş olmasından çok etkilenmiş bir sanat akımıdır. Psikanaliz, zihnimizin katmanları altında kalmış geçmişimize ait bilgi ve imgeleri ortaya çıkarmayı hedefleyen bir disiplin olması nedeniyle psikanaliz ile arkeoloji birbiriyle örtüşür. Her iki alan da adeta beynimizin arkeolojik haritasını çıkarmayı hedefleyen bir anlayışa sahiptir. Sanat, yaşam ve arkeoloji ilişkisi üzerine pek çok örnek bulunabilir. Benim arkeoloji ile olan ilişkim aşama aşama gerçekleşti. Sanat yaşamımın başlangıcından bu yana yüzey üzerinde boya ve daha sonraları doku katmanlarını üst üste getirerek resimlerimi oluşturuyorum. Fiziksel anlamda resim yüzeyinde üst üste gelmiş katmanlarla arkeolojinin ilgisini fark ettim. Resimlerimde yüzey üzerinde katmanları oluştururken önceden hesaplanamayan deneysel sonuçlara ulaşıyorum. Arkeolojiyi oluşturan koşullarda buna benzer işliyor önceden belirlenmiş bir  plana bağlı kalmadan üst üste gelen, zaman dizgesi içerisinde oluşan katmanlar arkeolojinin nesnesini oluşturuyor. Bir sanatçının deneyleri ile oluşturduğu serüven ve arkeoloji arasında tematik bir ilişkinin varlığı da beni bu konu üzerinde düşünmeye ve üretmeye itti. Tam bu farkındalığı yaşadığım dönemler de, sanırım 1997 yıllarıydı, katmanlarla oluşturduğum resimlerimde kazıyarak altta kalmış katmanları ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Önce bir dizge halinde örtüp tekrar ortaya çıkarmak ve ortaya çıkardığıma yeni anlamlar yüklemek böylece eskiyi yeniye dönüştürmek aynı arkeolojinin oluşum süreci, yöntemleri ve sonuçlarına benzer bir nitelik taşıyordu.
Arkeoloji ve sanatım arasında böyle bir ilişki kurduktan sonra konu ile daha doğrudan bağlantılara yöneldim. Bu dönemde boya katmanları dokusal nitelikler kazanmaya başladı. Daha sonra arkeolojik buluntulardan fotoğrafladığım öğeler resimlerime girdi. Arkeolojik buluntuların, işlevinden, ait olduğu ortamdan, yaşamsallığından, zamanından koparılarak müze raflarında sergilenme düzeninde numaralandırılması gibi, ben de imgelerimi resimde kendimce numaralandırdım, Resmimi adeta bana özel arkeolojik bir müze haline getirdim. Arkeoloji müzelerinde görebileceğiniz bu küçük buluntular,  bir nesneye ait parçacıklar bile olsalar, ait oldukları dönemin sanatı, yaşam koşulları, kültürü hakkında, günümüz teknolojisinde kullandığımız cd, flas disk gibi birer bilgi deposu işlevi görürler. Ne var ki bu işlev bu nesneleri kodlayıp arşivlemedikçe bilgi olarak pek bir anlam ifade etmez. Bir kullanım nesnesini kodlamak, ona yüklenmiş tüm psikolojik değerleri yok saymakla da eş anlamlıdır diğer taraftan. Nesne, öznellik, zaman, değerlendirme, duygu ve bilgi arasındaki bu paradoks benim için önem taşıyor. Duygu ve bilginin kavranma düzlemleri arasında bu karşıt tutum beni bu konu üzerine düşünce ve estetik üretmeme neden oluyor.  
 -Zaman- nesne ilişkisi üzerine olan çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Nesne ile zaman arasındaki ilişkinin sorgulanması “İzler ve Gölgeler “ serisinde daha önceki çalışmalarımın bir uzantısı olarak ortaya çıktı. Yaşamda var olan her şey öyle ya da böyle bir iz bırakıyor. Arkeolojik buluntular geçmişin izini sürmemize neden oluyor. Buluntu ait olduğu yerden alınıp müzeye götürüldüğünde çıkarıldığı toprakta kendi izini bırakıyor. Kumsalda bir çakıl taşı bile kumdan alındığında ardında bıraktığı boşluk bize onun varlığını anımsatıyor. Bu nesne ile zaman arasında karmaşık bir ilişki.  Bu konular üzerine düşüncelerimi yoğunlaştırmamla birlikte; artık resimlerimde kodladığım tanımlanabilir arkeolojik imgelerin taşıdıkları bilgi yüklemesinden çok, o nesnelerin duygusal boyuttaki değerleri ilgi odağına dönüştü. Bakış açımdaki bu değişim sonucunda artık nesneden çok nesnenin doğa ve zamanla ilişkisi benim açımdan daha önemli hale geldi Böylece nesnelerin kendilerinden çok bıraktıkları izler resimlerimde etkisini göstermeye başladı. Nesnenin izi ile olan ilişkisinde negatif-pozitif, erkek-dişi, doluluk-boşluk gibi sanat için önemli pek çok gerilim alanı bulunduğunu fark ettim. Bu dönem sonunda “İzler ve Gölgeler” adlı sergim oluştu. Bir şey ait olduğu yerden zaman içinde çeşitli nedenlerle ayrılıyor ya da ayırtılıyor. 
Nesnenin varlığının, nesneden ayrı bir başka göstergesi de gölgedir. Bir nesnenin bıraktığı iz onun zamanın belli bir anında orada olduğunun kanıtıdır. Gölge de ise nesnenin başka bir boyuttaki ilişkisi söz konusu. Bir nesnenin gölgesinin varlığı o nesnenin orada, o anda var olduğunun kanıtıdır. İz kendi fiziksel yapısını korurken gölge üstüne düştüğü formun şekline kendini uydurur. Gölge ve iz nesnenin dışındaki içleri gibi zamana bağlı olarak nesneler hatta olaylar hakkında bize pek çok şey söylerler.  Böylece ben artık nesnelerin imgesi yerine, onların farklı zaman boyutlarında varlıklarını kanıtlayan izleri ve gölgelerinin peşine düşmüş oldum. Tüm bu yapılar ve kavramlar arasında ki karmaşık bağıntılar benim resim yapmak için ihtiyaç duyduğum heyecanı ateşleyen elemanlar olarak resimlerime girdiler.
-“Sis”ten yola çıkma nedeninizi öğrenebilir miyiz? Nasıl karar verdiniz ve sergiye hazırlık sürecinizi anlatır mısınız?
Aslında geriye dönüp üretim sürecime baktığımda bağlam olarak birbirleriyle ilişkili kavramlar ile ilgilendiğimi görüyorum. Nesnenin silikleşmesi, örtülme, iz, ‘’Gölge Bellek’’, boşluk, v.b kavramların sorgulanması paralelinde bir üretim sürecinden bahsediyoruz. ‘’SİS’’ de bu bağlamda aynı sorunsal olarak karşımıza çıkıyor. Sadece nesnel anlamda değil düşünsel anlamda da baktığımızda bu paralellikler görmek mümkün.
                                                                 

-Daha önceki eserlerinizde tuvalde yerini alan sandalye bu serginizde tuvalin dışına taşmış. Sandalyeyi  imge olarak kullanmanızdan, sergide üzerinde başsız ve kimliksiz bir heykele kaide olmasından, sergideki varlığından bahseder misiniz?
Sandalye imgesi, 1998 yıllarında ‘’İzler ve Gölgeler’’ serisi sergilerimdeki resimlerimde  merdiven imgesi ile birlikte sıkça kullandığım iki imgeden birisiydi. Merdiven ve sandalye imgesi sanat tarihinde farklı dönemlerde üzerlerine değişik anlamlar yüklenerek pek çok kez kullanılmışlar. Merdiven genellikle yükselme, yücelme, tanrıya ulaşma gibi bilinmeyene ait mistik bir sembol olarak sıklıkla karşımıza çıkar. Genellikle Sandalye  iktidarı, gücü, düzeni temsil eder. İki nesneye yüklenen anlamlar arasında bir zıtlık söz konusudur biri olasılıkların diğeri statü ve bir anlamda düzenin sembolüdür. Bu açıdan genelde benim resimlerimde var olan gizem ve düzen karşıtlığı ile eş değerde sembolik anlatıma sahiptirler. Resimlerimde görünen bu imgelerin fotoğraflarını kendim çektim. Sandalye bitpazarından aldığım, atölyemde kullandığım bir obje. Bu sandalyenin resmin içindeki gölgesi, atölyemde resimlerimi yaparken resmin yüzeyine kendiliğinden düşüyor. Ben bu olayı kalıcı hale getirdim. Bu ve diğer nesneler resmin yüzeyine gölgeleriyle girerek resim alanını “işgal” ediyorlar. Sandalye, sembol olarak durağanlığı temsil etmesine karşın bu önlenemez değişken işgalle kendi kavramı ile zıtlık yaratıyor. Resim yaratma süreci bittikten sonra izleyici ile ilişki içine girer Umberto Eco’nun açık yapıtında tanımladığı gibi artık resim sanatçısından büyük anlamda özgürleşmiş zaman ve mekân içinde kendi yaşamsallığına kavuşmuş olur. Her izleyicinin ona yüklediği anlamla canlılığını sürdürür. Ben bana ait olan bir nesnenin gölgesi ile kendi resim yüzeyimi sonsuza kadar işgal etmiş oluyorum. Sandalye bu durumda sanatçı egosunun görselleşmiş yansıması olarak benim resmimde yerini alıyor.
 Sandalyenin üç boyutlu varlığı benimle olduğu için onun figürlerle beraber tekrar resmin imgesi haline gelmesi ilginç geldi bana. Bazı resimlerde sandalyede oturan bir figür var ama kimliği belirsiz.  Burada da Eski Yunan figürlerinin hissini vermek için kafası yok. Üç boyutlu duruşunun sebebi de yerçekiminin paralelinde duruyor. Yerçekime paralel durmaya başladığında enerjik hale geliyor. O enerjik olma halinde, sandalye figüratif olan nesnenin kaidesi haline geliyor. Şeffaf malzemeyi kullanma sebebim boşlukta, düşey etkiyi daha çok vermesi, resimlere gönderme yapabilmesi. Başka nesnelerde var. Philadelphia ‘da  basılan çok önemli bir sanat tarihi kitabı  ve büyüteç. Bu da sandalyenin statü ve  sanatla ilişkisini vermek için.  Güç ve statüyü iktidar olarak görsek de statü el değiştiriyor.  Sanata, dine, siyasi iktidare geçiyor. Özellikle modernite öncesi  var olan statüyü vermek için büyüteçle sergiliyorum. Çok anlamlılığı oluşturan bir şey aslında.

 -Renk, çizgi ve boşluk üçlüsünün resimleriniz üzerindeki etkisini nedir?
Sözcükten evvel çizgi vardı. İnsan kendisini çevreleyen dünyayı çizdi. Çizgi büyüydü. Sahip olmak, gücüne güç katmak için çizdi her şeyi insan. Duvarlara kazıdı yaşamı. Gözüyle gördüğü, belleğine kattığı ama diliyle söyleyemediği her şeyi kazıdı duvarlara; kendi izini bıraktı. O duvarlar da belleğimiz oldu bizim. Çizgiler ve lekeler bir insanın elinden zamanın belirli bir noktasında ortaya çıktığında o insana, yaşadığı çağa, o ana dair bir mesajı içerir. Dille söylenemeyen, çizgiyle görsel iletişimin okyanusuna salınıverir. Orada, o ana, o kişiye, kişinin ait olduğu kültüre dair bir iz vardır. Çizgiler, lekeler, izler kendiliğinden oluşur, üst üste başka yaşamlardan arta kalarak birikir; başka zamanlara, başka insanlara, başka yaşanmışlıklara dair olarak birikir. Bu biriken, yığılan çizgiler lekeler artık her şeyden çok zamana dairdir, yoğun kodlar ve göndermeler içerir. Bu geniş bir zaman boyutunu kapsar. Bir bellektir. Referansları geniştir. Geçmişten beslendiği gibi şu andan da beslenir. İzler, bakan kişiyi aslında orada olmayan nesnelere dair ilişkiler kurmak için zorlar. Tek yapmamız gereken onları takip etmek. Eğer takip edersek mekâna ait hikâyelere bizi götüren bir kılavuz olduklarını görürüz. Mekânın bilgisini barındırırlar, ancak bu bilgi rasyonel bir dizini içermez, daha çok sezgisel bir bilgidir. Biz bu izlerle mekânın içerisinde yankılanan hikâyeyi hissederiz. Bir tür geçmişe yolculuk yaşarız. Aslında mekânın belleği üzerinden yaşadığımız deneyimlediğimiz, mekânın hikâyesinden çok, kendi duygu ve sezgilerimizin yaratısıdır.Nesne ve nesnenin dışındaki boşluğun varlığı, yüzey üzerinde belleğin görselleşmesi olarak yapıta dönüşür. Yüzey artık belleğin taşıyıcısı ve boşluğun kendisidir.Boş yüzeye bir çizgi çekiliyor. Başlangıç ve bitiş noktası yüzeyi kontrol altına aldığında, bir tür iskelet gibi işlev gören çizgiler yüzeyin direncini oluşturuyor. Resimlerde birbirini örten ve birbirini silen katmanlar üst üste çakıştıkça yeni görüntüler ortaya çıkıyor. Yüzeyde bir çizginin varlığı ne kadar kararlı ise imge de o kadar silikleşmiş ve yarı görünür hale sokularak boşluğun direncini test ediyor. Çizgi betimleyici özelliğinden sıyrılmış yüzeyin dinamiğini oluşturarak izleyicinin duruşunu, bakışını belirleyen bir konumdadır. Bazen boşluk küçük çizgilerin bir araya gelmesiyle defalarca parçalanarak doluya teslim oluyor ve küçük kıpırtılarla oluşmuş dolu izlenimi veren başka bir boşluğa dönüşüyor.  Aranan şey minimal etki yaratmak ya da hiçlik vurgusu yapmak değil, gerçek ile hayal arasında varlık bulan bir ara durum oluşturmak. Ayrıntılar azalarak nerdeyse hafızada fazla bir şey bırakmayacak kadar silikleşiyor. Tek rengin temsiliyetine bürünüyor. Boşluk görünür kılınıyor. Monokrom resim, sise benzer nitelikte tek rengin çağrıştırdığı sonsuzluk etkisiyle izleyende yüce (sublime) duygusunun doğmasına neden olur. Renk artık resim yapmak için var olmaz; boşluğu görünür kılmak için vardır. Zamanın ötesini işaret eder. Sis ayırt etme beklentisi yaratır, gri renkte varlık bulmasına rağmen, yeşil ile derinleşir. Sis dağıldıkça yeşilin huzuru galip gelir.
-“Beyaz Balina” heykel çalışmanız  ve Tahtakale Hamamı’ndaki serginizdeki “Çaresizliğin Kutsanması” adlı neon işiniz hakkında da bilgi verir misiniz?
Beyaz Balina heykeli, aslında benim için zaman içinde olayların, nesnelerin mekânda üst üste bıraktığı izler gibi, bu zaman insanının yalnız, derinde ve büyük benliğini, egosunu, anılarını temsil ediyor. Balinalar birbirleri ile iletişimi ve kendi konumlarını sonar ses sistemleri ile sağlar. Önce kendileri ses verir, bunun maddeler üzerinden kendilerine yansımasını bekler. Böylece nerede olduklarını, nereye gittiklerini bilir. Sanırım biz de sesimizi zaman zaman içimize yönlendirmeli ve oradan gelen yankılarla bu dünyadaki yerimizi tespit etmeliyiz.
Mimari yapılar yapıldığı çağın insanını yansıtır. Nasıl yaşaralar, kendilerini, çevrelerini ve yaşamı nasıl algılarlar? Yapıların sanat eserine dönüşmesi, estetiğin mimariye ve mimari ögelere taşınması zanaatkârın yapıtı yoluyla zamana karşı verdiği bir savaştır. Yapı hem işlevselliği hem de estetiği ile zamana karşı direnç gösterir. İnsanları, toplumları, o ana dair olanı zamanın ötesine taşır. Bu yaratma ve yapma insanın fiziksel sınırlarına meydan okumasıdır. İnsanın meydan okuma dürtüsü oyun dürtüsü ile birlikte var olur
18.yy da sanat uygarlığı oluşturan temellerden biri olarak sınıflandırılıncaya dek sanatçının sanat nesnesi ile olan ilişkisi çağdaşlarının, zamanın, çağının estetik anlayışının önüne geçmeye yönelik bir meydan okumadır. İnsan deneyimlerini oyunlar ile kazanır. Bu yüzden çocuklar için oyun oynamak yaşamı öğrenmek ve deneyimlemek ise, sanat da yüzyıllarca insanın yaşamı ve zamanı öğrenmek için oynadığı bir oyundur. Zihinsel ve nesnel olarak yeniye, farklı olana doğru yapılan bir yolculuktur. Meydan okuma ve oyun arasında dürtüsel bir birliktelik vardır. Osmanlı mimarisinin estetik temelini oluşturan sadelik ve tekrarın belirli matematiksel ölçülerle kullanılmasının getirdiği zengin görsellik Tahtakale Hamamın’da da kendisini gösteriyor. Çağının algısını yansıtıyor. Bu projede saptırmalar, propaganda, yeni bir önerme aranmadı. Var olan oyuna günümüz koşulları ile bir katılım sağlanmaya çalışıldı.
Var olan gerçeklik görsel olarak bir yapı bozuma uğratılıyor. Görüneni farklı görmek, görünmeyeni görünür kılmak, günümüz teknolojisini kullanarak geçmişin estetik ölçülerini yeniden kutsamak. Neşeli, coşkulu bir atmosfer yaratarak. Geçmişte mimarın oynadığı oyuna katılmak. Yapıt ve insan arasına girmiş ilişki sarmallarından kurtulmak bu projenin amacını oluşturuyor.
                                                                         

-Çalışmalarınızda nelerden etkilenirsiniz? Sizi yönlendiren, sevdiğiniz sanatçılar kimlerdir? Dünyadan güncel sanattan takip ettiğiniz sanatçılar var mı?
Her şeyden önce ben de pek çok diğer sanatçı gibi yaşamın kendisinden besleniyorum. Yaşadığım hayatı, zamanı, ortamı, şehir yaşamında uzak kaldığım(ız) ve anlamını unuttuğumuz doğayı, onunla olan ilişkimizi sorguluyorum. Ve bir sanatçı olarak elbette tekrar ederek sanatı sorguluyorum.
Görsellik, görsel algı, gözün gördüğü, nasıl gördüğü, gördüğü şeyin ve görme şeklinin insan düşüncesini, psikolojisini nasıl etkilediğini merak ediyorum. Farklı bakış açıları bulmaya çalışıyorum. Görme ve düşünme sürecim, kendi gördüklerim ve bunlardan dolayı hissedip düşündüklerim üzerine sanatımı kurguluyorum. Kişilik olarak genelden özele doğru yönelen bir yapım var. Bu yüzden biz insanları tümden etkileyen, değiştiren, bizi eğip büküp yeniden şekillendiren şeyler; mekân gibi, zaman gibi, doğa gibi genel kavramlardan yola çıkıyor kendi özelimde bu konuları şekillendirip, nesnelleştiriyorum.

Hale Asaf


                                                               


İsmi Arapça’da ‘ayın etrafındaki ışık’ anlamına gelen Hale  Asaf’ın çocukluğu İstanbul ile Büyükada arasında bazen neşeli, bazen hüzünlü geçer. Babası sayısız kere evlenir ve  pek çok çocuğu olur. Büyüleyici ve alımlı bir kadın olan annesi  Enise Hanım, onu küçükken terk edip Avrupa’ya göç eder ve genç  yaşta İsviçre’de bir sanatoryumda hayata gözlerini kapar. O zamana kadar soyadı olarak kullandığı babasının adını, dedesinin adıyla değiştirir ve “Hale Asaf”  olur.
Cumhuriyete geçiş sürecindeki örnek kadınlardan, yeni Türkiye’nin ilk ressamlarından ve eğitmenlerinden Mihri Müşfik , Hale Asaf’ın  teyzesidir. 1919’da Mihri Hanım, işgal altındaki İstanbul’da kendini güvende hissetmediğinden bir müddet İtalya’da kalır. Aynı yıl Hale Asaf’da Roma’ya Mihri Müşfik’in yanına giderek ilk resim dersleri alır, daha çok resim tekniği üzerine çalıştığı bu süreci ertesi yıl Paris’te Namık İsmail’den aldığı dersler takip eder. Mihri Hanım’da, Namık İsmail’de büyük  ihtimal en çok portreleriyle onun üzerinde etki bırakır.
Sınavı kazanarak girdiği Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde Prof. Von Arthur Kampf’ın öğrencisi olur. Daha tarihi konuları ele aldığı büyük boyutlu tabloları ve portrelerinin yanı sıra katı, kuralcı yaklaşımıyla da bilinen Kampf, I. Dünya Savaşı sırasında İstanbul’a, 1927’de de Atatürk’ün davetiyle Ankara’ya gider, Kurtuluş Savaşı’nı anlatan panoların yanı sıra Atatürk’ün de iki portresini yapar. Kampf’tan desen ve yağlıboya dersleri alan Asaf, böylece sağlam bir alt yapı oluşturur.
Berlin’deki akademide yolu Fikret Mualla ile de kesişir. Fikret Mualla’nın ilan-ı aşkını, topallığını ve hırçınlığını yüzüne vurarak  reddeder. İstanbul’a dönen Hale Asaf, 1924-1925 yıllarında İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nde Feyhaman Duran ile İbrahim Çallı’nın öğrencisi olur. Hareketli, sert ve cesur fırça darbeleriyle daha deneysel bir tarzın peşine düşer.
1925 yılında  Avrupa konkurunu kazanarak, bu sınavı kazanıp Avrupa’ya eğitime gönderilen ilk kadın sanatçı olur. 1925 yılına tarihlenen “Paletli Otoportre”de bir  elinde paletiyle doğrudan izleyiciye  bakar, adeta “ressam-kadın” kimliğini ifşa eder, yoluna nasıl edeceğini gösterir bir anlamda. “Paletli Otoportre” biraz da babasının soyadından vazgeçme kararıyla bağımsızlığını ilan ettiği resimdir.
1927’de yolu bir kez daha Paris’e düşer. O yıllarda 1914 Kuşağı’nın yetiştirdiği Cumhuriyet’in ilk kuşak ressamları arasında yer alan Refik Epikman, Cevat Dereli, Mahmut Cuda, Nurullah Berk, Şeref Akdik’te Paris’tedir. Onların arasına katılan Hale Asaf, bu kez Academie de la Grande Chaumiere’de eğitimine devam eder. Andre Lhote’un öğrencisi olur. Üstelik Lhote’un Türkiye’den kabul ettiği ilk öğrencidir.
                                                                  

Yenilikleri takip ederek, duyguyu önemseyerek ve en çok da sorgulayarak özgün bir dil yakalamayı başarır. 1928’ de İsmal Hakkı Oygar nişanlanır. Aynı yıl İstanbul’a döner ve Müstakil Ressamlar ve Heykeltıraşlar Birliği’nin kuruluşunda yer alır ve birliğin tek “kadın kurucusu”olur.
Hale Asaf, aldığı bursa karşılık devlete borcunu ödemek için 1928 Eylül’de Bursa Kız Öğretmen Okulu’na resim öğretmeni olarak atanır. Yaşamının büyük bölümü yurtdışında geçen Hale Asaf, Bursa’da çevreye uyum sağlamak ve resim çalışmalarını sürdürmekte zorlanır. 1929 sonunda Mahmud Cuda ile görev değişimi yaparak yeniden İstanbul’a döner. Bursa’dan geriye Müstakiller’in sergilerinde yer vereceği ve öldükten sonra çok ilgi görecek manzaraları kalır.  
1929’da tekrar Paris’e gittiğinde eşiyle ilişkisi gibi, sağlığı da iyi değildir. Paris’te ilk işi kaybetmek üzere olduğu gözlerinden ameliyat olmak olur. İtalyan yazar Antonio Aniante de bu dönemde hayatına girer. Türk hükümeti görevinin başına çağırdığında  dönmez ve oradaki sanat ortamından beslenir.1932 yılında katıldığı “Genç Avrupa” segisinde portre ve natürmortları yer alır, basında eserlerinden övgüyle bahsedilir.
Dönemin avangart sanatçılarıyla görüşüp, sergilere katılıyor ve günün sanatını takip etmeye çalışıyordu. Arkadaşları arasında Giorgio de Chirico, Fernand Leger, Giacometti, Modigliani’nin kızı da vardı. Galerie-Librairie Jaune Europe kapanınca geçinmek daha güç gelir onlar için. Parasız ve umutsuz günler çoğunluktaydı ama iyi şeyler de olmuyor değildi. Andre Lhote bir yaz boyunca atölyesini Hale Asaf’a bırakır ve o sürede  Arnavutluk kralı Ahmet Zogu’nun portresini yaptığında 5 bin franklık bir çek ve övgü dolu bir mektup alır.
Son yıllarında birçok hastalıkla uğraşır. Yeniden göz, ardından kalça, sonra yumurtalıklarındaki kistler... Son günlerinde kadınlar, çiçekler ve çocuklar çizen  Hale Asaf’la geçirdiği yedi yılı belki de en güzel şu sözlerle özetleyecekti Aniante: Sanatı ki çok içtendi, onun ömrünü yedi yıl daha uzatmıştı.
Aynı soyadını taşıyan  ama sanat dışında bir akrabalıkları olmayan Özdemir  Asaf’la diğer ortak yönleri ‘R’ leri söyleyememek olan Hale Asaf ömrünün neredeyse tamamında resim eğitimi alır. Kayıtlara 31 Mayıs 1938’de Paris’te bir hastane odasında hayatını kaybettiği geçse de Hale Asaf’ın 33 yıl süren kısa ve zor bir hayatı olur.  Thiasi Mezarlığı’na tabutuna çivilenen bir paletle gömülür.

Neş'e Erdok "Zaman Kuşu"


Bozlu Art Project Mongeri Binası, Türkiye’de figür resminin önde gelen temsilcilerinden  Neşe Erdok’un yaşamını ve eserlerini içeren, yazarlığını Oğuz Erten’in yaptığı Zaman Kuşu: Neş’e Erdok’un Yaşamı ve Sanatı isimli kitap dolayısıyla hazırlanan sergiye ev sahipliği yapıyor.  Sergi tam olarak retrospektif özelliği göstermese de eserleri bir bütünlük içinde görmemizi sağlıyor.

                                                     

1940 yılında dünyaya gelen Neş’e Erdok’un çocukluğu, gençliği, İstanbul, Ankara, Erzurum, Erzincan, Berlin gibi çeşitli şehirlerde geçer. En büyük dostu, akıl hocası abisi Sami Erdok’un ona resim sevgisini aşılaması ve hocalarının resim kabiliyetini ortaya çıkarması ile gözlem yeteneği bir araya gelince ressamlığa doğru uzanan yaşam serüveni başlamış olur. 1958’de Akademi’ye giren Erdok, mezun olunca önce Madrid’e, sonra Paris’e gider. Paris dönüşü Hocası Neşet Günal’ın kendisine asistanlık teklif etmesi ile İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde Mihri Müşfik’ten sonraki ilk kadın hoca olan Erdok, 1972-2007 arasında binlerce öğrenci yetiştirir.
Öğrenciliğinden itibaren İstanbul’un farklı semtlerine giderek insanları gözlemleyerek resimlerini yapar. Resimlerinde insanı merkeze almaktan vazgeçmeyen Erdok, 60 yıldır resim yapmaya devam etmektedir. Resimlerinin hemen hepsi tuval üzerine yağlıboya ve büyük boyuttur. Sanatçı, hiçbir portresinin sipariş üzerine yapılmadığını belirterek, etrafında olduğu, ilişki kurduğu kişilerin portlerini yaptığını belirtir. Renkten çok biçime önem vermek, hikâyeden çok anlatıma yönelmek, neşeden çok drama odaklanmak Türkiye’de figür resminin önemli temsilcilerinden olan Erdok resminin ana karakterini oluşturur. Otoportreleri ise biyografik özellik gösterir. Okuyan, izleyen, gözlemleyen bir ressam olarak etkilendiği edebiyatçılarında resimlerini yapar. 1990’lı yıllarda resmine giren bir daha hiç çıkmayan bir öge ise kedilerdir. Erdok, yaşlılık ve ölüm temalarına ilişkin de resimler yapar.
Genellikle seriler halinde çalışan Neş’e Erdok’un, Saltanat, Sokak Satıcıları, Podima,Ressamlara Göndermeler, Yaşlılık, Çocuk, Gece Yolculuğu, Beyoğlu, Gölkoy, Sosyal içerikli Resimler, Çıplak, Otoportreler, Sanatçı Portreleri, Ressam ve Modeli, Portreler, Kuaför, Lanetli Şairler, Suç ve Ceza olarak bölümlere ayırdığı çalışmalarından, “Saltanat Serisi”, sanatçının ilk önemli temalı resim serisidir. İster ayakkabı boyacısının sandığı, ister bir dilencinin el arabası olsun,sanatçı tarafından bir saltanat koltuğuymuş gibi betimlenerek âdeta izleyicinin gözünden kaçmaması için büyük boyutlarda ön plana çıkarılır. Saltanat Serisi hem resimsel hem de tematik anlamda Türk resmine soluk getirmekle birlikte Neş’e Erdok’un sanatsal açıdan doğduğu dönem olarak da öne çıkar. Neş’e Erdok resimlerinde en sık karşılaşılan figürlerden olan “Sokak Satıcıları”, sanatçının en eski temalarından biridir. Çocuk resimleri, Neş’e Erdok’un neredeyse tüm kariyeri boyunca devam ettiği en önemli konulardan biridir ve ele aldığı çocuk tipleri ilginçtir, genellikle hüzünlü çocuklardır.  Sanatçı bazen farklı resim serilerini ya da figür gruplarını tek bir resimde kompoze eder. Kırk dört yaşında ölen abisini her zaman çocukluk haliyle betimlemiştir. Sanatçının okul döneminden en sevdiği sanatçılardan biri olan Piero Della Francesca’dır ve bu dönemden sonra gece resimlerine ilgi göstermeye başlar.
1990 tarihli sergiye de ismini veren “Zaman Kuşu” resminin  hikâyesini şöyle anlatır: Bu resim abimin ölümü ile ilgilidir. Kuş fikri şuradan çıktı; Abim Ankara’da ameliyat oldu. Ben kanser olduğunu biliyordum. Raporda gördüm ama inanmak istememiştim. Tuhaf bir şey. Baktm abim kalktı yüzünü yıkadı, sanki iyileşmiş gibiydi. Gecikmiş bir ameliyattı, ilk doktor yanlış teşhis koymuştu. İstanbul’a getirdik ve eve yerleştirdik. Abim birden iyi oldu ve ben de Marmara Adası’na tatile gittim. Manastır isimli bir yer var adada, orada tam bitmemiş bir pansiyon buldum, bir kadın işletiyordu. Ondan başka kimse yok etrafında, hatta evde bir tüfeği vardı. Bitmiş bir odasında alt katta kalıyordum. Hemen önünde de deniz vardı. Orada odamın camının önüne her gün küçücük, renkli kanatlı bir kuş geliyordu. Her gün geldi ve içeriye girmeye çalıştı. Sonra ben onu anlamlandırdım. İstanbul’a döndüğümde abimi örmek için anemlere gittim. Odasına bir girdim, on beş günde inanılmaz zayıflamıştı, felaket bir durumdaydı. “Neden tatile gittim”, diye üzüldüm ve kuşun onun ruhu olduğunu düşündüm. Ona Zaman Kuşu dedim. Abim genç öldü. Son anlarında bana dedi ki: Neş’e erken ölmekle, geç ölmenin bir farkı yok, ikisi de bir! Zaman Kuşu resmi oradan geliyor. Erdok, bu resimde abisi ile kendini çocukluk hallerinde trenle yolculuk yaparken betimlemiştir. Kolunu Erdok’un omuzuna atan abisi eline konmuş zaman kuşuna bakmaktadır, dışarıdaki izleyiciler de trenin içinde geçip giden hayatlara.
                                                            

1996 yılında başladığı “Gölkoy” resimleri sanat hayatında önemli bir kırılmaya işaret eder. Bir kaçış ya da sıçrayış dönemi olarak da adlandırılabilecek Gölköy resimler gerek mekân, gerekse hareket ve renk gibi resimsel değerler açısından Erdok’un en aykırı dönemini ifade eder. Akademi’deki görevi sırasında aksatmadan resim yapmaya ve sergiler açmaya devam eden sanatçı, on üç yaşından yetmiş altı yaşına kadar beş yüzü aşkın yağıboya resim, dört yüze yakın desen üretir.
Figüratif resmin savunucularıdan olan Neş’e Erdok’un “Zaman Kuşu” adlı sergisi 9 Haziran 2018 tarihine kadar Bozlu Art Project Mongeri Binası’nda sanatseverler tarafından gezilebilir.
*Zaman Kuşu:Neş’e Erdok’un Yaşamı ve Sanatı adlı kitap kaynak olarak kullanılmıştır.