19 Ağustos 2017 Cumartesi

Gümüşten Suretler Sergigsi


www.yenicıkanlar.co.m.tr için yazdığım yazı
http://www.yenicikanlar.com.tr/naya-kardesler-ve-daha-fazlasi-bu-sergide-73378

GÜMÜŞTEN SURETLER Ömer M. Koç Koleksiyonundan Erken Dönem Fotoğraflar:1843-60
Sadberk Hanım Müzesi’nde “Gümüşten Suretler” sergisinde, tamamı Ömer M. Koç Koleksiyonundan seçilen, 18. yüzyıldan minyatür tarzda yapılmış portrelerden elle renklendirilmiş portre fotoğraflar, dagereotipler ve kağıt üzerine ilk fotoğrafların gizemli dünyasından seçilmiş örnekler, kültür ve sanat tarihimize merak duyunların ilgisine sunuluyor. James Roberson, Felice Beato, Ernest de Caranza, Maxime du Camp ve Francis Frith gibi seyahat fotoğrafçılığının önde gelen isimlerinin fotoğraflarıyla çok az sayıda hazırlanan İstanbul, Atina, Malta, Athos Dağı, Mısır, Kırım konulu albümlere kadar fotoğraf tarihiyle ilgili çarpıcı ve nâdir eserlerden oluşan  serginin küratörlüğünü  Bahattin Öztuncay üstlenmiş.
Erken dönem tabir edilen ve fotoğraf tarihinin en önemli evresi sayılan,  1839-1860 yılları arasından günümüze kalabilmiş örnekler son derece azdır. Büyük bir buluş olarak kabul edilen ve fotoğraf tekniğinin pratikte kullanılabilen ilk yöntemi olan “dagereotip” tekniğinde elde edilmiş görüntüler “Gümüşten Suretler” sergisinin ana temasını oluşturmuş. Fransız sanatçı Joseph-Philibert Girault de Prangey’in İstanbul’da ve Batı Anadolu’daki seyahatlerine ait etkileyici dagereotiplerden günümüze ulaşmış çok az sayıdaki örnekde sergide önemli bir yer tutmaktadır. Sergide bulunan, Afrodisias’da iki katlı bir ahşap konağın gümüş ve buz mavisi renk tonları arasında gidip gelen büyüleyici kayıtı, fotoğraf sanatının taş devri sayılabilecek dönemden günümüze kalan son derece etkileyici örneklerdendir. İstanbul’da profesyonel anlamda faaliyet göstermiş olan en önemli dagereotip stüdyolarından biri, İtalyan asıllı Carlo ve Giovanni Naya kardeşler tarafından kurulmuştur. Naya kardeşler tarafından İstanbul’da çekildiği saptanan ve günümüze kadar kaydedilebilen üç dagereotip portre bulunmaktadır. Sergide yer alan dagereotiplerden iki tanesi hem fotoğraf tarihi, hem de görüntülenen kişilerin kimlikleri açısından öne çıkmakta. Eserler, Osmanlı resim sanatının büyük ustası Osman Hamdi Bey’i ve babası, dönemin Mabeyn-i Hümayun Feriki İbrahim Ethem Paşa’yı göstermektedir.

Minyatür portreler 16. yüzyıldan itibaren özellikle Fransa ve İngiltere’de elit tabaka ve hanedan üyeleri arasında büyük rağbet görmüş ve minyatürlerin renkli dünyası fotoğrafta da etkisini göstermekte gecikmemiş. Portre fotoğraflarının elle renklendirilmeleri fotoğrafın bulunuşunun ilk yıllarında başlamış. Minyatür ve resim sanatından gelen ve fotoğrafçılığa geçiş yapan birçok sanatçı renklendirme konusundaki yeteneklerini bu yeni teknoloji ile birlikte kullanmak istemişler. Fotoğrafçılık tekniği konusunda kendisini geliştirmiş fakat resim ve boyama konusunda becerileri olmayan kişiler de müşteri istekleri doğrultusunda ressamları yardımcı olarak işe almaya başlamış. Çoğu 1850’li yıllardan kalan bu türden renklendirilmiş fotoğraflar günümüzde de çekiciliklerini korumaktadır.
Osmanlı sultanları, yabancı hükümdarlar ve devlet ileri gelenleri portre fotoğraf çekimine çok önem vermiş. Hanedan üyelerinin portreleri çekiliyor ve büyük özenle hazırlanmış çerçeveler veya albümler içerisinde yıldönümlerinde veya seyahatlerde karşılıklı olarak hediye ediliyormuş. Hanedan üyeleri,devlet adamları, birkaç istisna dışında, bu fotoğrafların dükkânlarda satışına kısıtlama getirmemişler, sade yaşam süren insanlar da, kral ve kraliçelerinin ve çocuklarının portrelerini evlerinde bulundurmaktan son derece mutluymuşlar.
1860’lardan itibaren fotoğrafçılık profesyonel anlamda bütün dünyada iyice yaygınlaşır. İlerleyen teknolojiler, optik ve kimyasal alanlarında yeni buluşlar üretimi da daha kolay hale getirir. Ard arda açılan stüdyolarda fotoğrafçılar portre çalışmalarının yanı sıra yaptıkları dış mekân seri çekimlerle şehrin günlük yaşamını, mimari eserlerini ve doğal güzelliklerini kayda geçirmeye başlarlar.
Fotoğrafın 1839 yılında icadından ve yaygınlaşmaya başlamasından itibaren Osmanlı coğrafyası ve Doğu Akdeniz metropolleri, Girault de Prangey, Maxime de Camp, Auguste Salzmann, Felix Teynard, John Shaw Smith, Alfred Nicholas Normand, Francis Frith ve Claude-Marie Ferrier başta olmak üzere seyahat fotoğrafçılığın önde gelen  isimleri tarafından bir cazibe merkezi olarak kabul edilmiş ve bu fotoğrafçıların önemli bir bölümü seyahatleri sırasında İstanbul’a da uğramışlar ve mimari yapıları, günlük yaşamı belgeleyen çekimler yapmışlar.

Minyatür tarzda yapılmış 8 adet portre, 46 adet fotoğraf ve 11 adet albüm yanında fotoğraf tarihi ile ilgili 19. yüzyıla ait kitaplar, teknik malzemeler ve Rahmi M. Koç Müzesi koleksiyonuna ait 2 adet fotoğraf makinesi 10 Ekim 2017 tarihine kadar ziyaret edilebilecek.

Dagereotip; ilk önce yüzeyi gümüş kaplı ve parlatılmış ince bakır bir plaka, iyot buharına tutularak ışığa duyarlı hale getiriliyordu. Fotoğraf kamerasında, 3’le 30 dakika arası, ilerleyen tekniklere bağlı olarak daha sonraları ışık durumuna göre on saniyeye kadar düşürülmüş poz süreleri uygulanıyordu. Kamerada pozlandırmadan sonra gümüş plakanın, en geç bir saat içinde kapalı bir kutuya yerleştirilerek, 45 derece eğik açıda ve yaklaşık 60 derece ısıda civa buharına tutulmasıyla görüntü ortaya çıkmaktaydı. Daha sonra bu görüntü, hiposülfit banyosunda sabitleştirilerek kalıcı hale getiriliyordu. En son işlem olarak da dagereotip plaka bir cama  alınarak, kapalı, koruyucu bir çerçeveye yerleştirilmekteydi. Negatif kullanılan bir yöntem olmadığı ve dolayısıyla görüntüyü çoğaltma imkânı bulunmadığı için her dagereotip, kendi başına, bir eşi daha olmayan bir fotoğraf eseri niteliği taşımaktaydı.
 Daha sonra dagereotip yöntemi yerini kalotipe bırakmıştır. Kağıt üzerine kamerada negatif olarak alınan görüntü, daha sonra kontak çoğaltma yoluyla, tıpkı negatiflerde kullanılan kâğıtlar gibi ışığa duyarlı hale getirilmiş başka bir kâğıda, bu sefer pozitif olarak aktarılıyordu. Dagereotiplere göre bu yöntemin en büyük avantajı, elde edilen görüntünün çoğaltılabilir olmasıydı. 1850’lerin ortalarından itibaren “cam negatifli ıslak kolodyon” yöntemine geçilmesiyle fotoğrafçılara yeni ufuklar açıldı.
Sadberk Hanım Müzesi: 14 Ekim 1980’de Sarıyer-Büyükdere’de Azaryan Yalısı olarak adlandırılan yapıda Vehbi Koç’un eşi Sadberk Koç’un anısına, O’nun kişisel koleksiyonunu sergilemek üzere açılmış, Türkiye’nin ilk özel müzesidir.

Geleneksel kıyafet, işleme, tuğralı gümüş ve porselen gibi eserlerden oluşan müze koleksiyonu zaman içerisinde hibe ve satın alma yoluyla zenginlemiş. Önemli koleksiyoner Hüseyin Kocabaş’ın vefatından sonra, koleksiyonu Sadberk Hanım Müzesi koleksiyonuna katılmıştır. Hüseyin Kocabaş koleksiyonunda yer alan arkeolojik eserlerin sergilenebilmesi için mevcut binanın hemen yanındaki 20. yüzyılın başında inşa edildiği sanılan yalı satın alınmış ve “Sevgi Gönül” adıyla ek müze binası olarak hizmete açılmış. Sergileme düzeni bakımından çağdaş bir müze uygulamasına örnek olarak değerlendirildiği için 1988 “Europa Nostra Ödülü”ne layık görülmüştür. 

15 Ağustos 2017 Salı

İclal Aydın'la röportaj


www.:yenicikanlar.com.tr için Sevgili İclal Aydın ile 8 Haziran 2017'de yaptığım röportaj
http://www.yenicikanlar.com.tr/bir-borcum-vardi-onu-odemek-istedim-72972






1951-2014 yılları arasında Ihlara, İstanbul, Ankara, Berlin ve Newyork’ta geçen, çok zamanlı, çok mekânlı, karakterlerin çoğunu “Bir Cihan Kafes”den tanıdığımız  ama bir devam kitabı olmayan “Unutursun” İclal Aydın’ın 11. kitabı. Kaderi unutulmak olan hikâyeler İclal Aydın sayesinde can bulmuş. Annesini düşünerek başlamış kitabı yazmaya. Otoriter, kuralcı, siyasi görüşünden ödün vermeyen anne , hepsini unutur, geriye sadece salt sevgi kalır. Annesinin dünyasından sadece  isimleri  ödünç almış, olaylar ve konular kendilerini  yazdırmış  “Hiçbiri birebir yaşanmış  gerçek anılar değildir” diye not düşmüş İclal Aydın.  
Ana karakterler dışında Unutursun’u daha da  özel kılan yan karakterlerle tanışıyoruz, hikâyelerin geçtiği dönemlerin atmosferi içinde Türkiye’nin gerçekleri ile karşılaşıyoruz. İclal Aydın'la hem bu karşılaşmayı konuştuk. 
*****İclal Aydın’ın  kalemi, kelimeleri  sadece unutmanın dipsizliğe çare olmamış bizi yıllara, şehirlere, şarkılara götürmüş. *******

-Bazı insanların hep mutlu olmasını istersiniz ya, işte öyle deniyor sizin için. Okuyucuyla, seyirciyle bu güzel iletişimi nasıl başardınız, nedir  ilk maddesi ?
*Gerçekten mi? Bundan daha büyük bir mutluluk olamaz sanırım. Söylediklerime, yazdıklarıma hakiki anlamda kulak verenin, gönül vereninin temennisidir sanırım bu. Benden değil onlardan kaynaklanıyor. Siz de biliyorsunuz, özellikle instagramda bir fotoğraf sitesi olmasına rağmen okurlar takip ediyor beni. Orası benim yazılarımı özgürce paylaştığım tek alan diyebilirim. Okurlar farklıdır, televizyon izleyicisi gibi değildir. Uzun sürer sevgisi. Sevgisi de kırgınlığı da…

-Üç kuşak kadın hikayesi var son iki romanınızda. Kadın hikayeleri yazmak  sizi nasıl etkiliyor, neler hissediyorsunuz kurgularken?
*Kendiliğinden akıyor. Bildiğim bir şeyden bahsediyorum. Kurgu sadece olayların akışında elbette. Yoksa o kadınların hepsi hepimiz için çok tanıdık. Yaptığım işlerin her zaman bir farkı olsun istedim. Hikaye anlatırken de heyecanı ayakta tutmayı seviyorum. O yüzden saç örgüsü bir zaman akışı kullanmayı tercih ettim iki kitapta da. Üç farklı zaman sırayla gelip gittiler.

-Türkiye’de yazar olmak, özellikle kadın yazar olmak deyince aklınıza ilk neler ya da kimler geliyor? 
* İlk büyük kahramanım Sevgi Soysaldı. Sonra Pınar Kür. Feride Çiçekoğlu. Ayla Kutlu… Türk kadın öykücü ve romancıların bendeki etkisi çok büyüktür. Fakir Baykurt, Orhan Kemal ve Kemal Tahir… isimleri bile ne kadar güzel değil mi?  Babamın kitaplığından alıp alıp okuduğum ilk kitaplardı onlar.Ama ben ruhuma en çok Selim İleri’yi yakın görürüm.  

-Unutursun,  annenizin son dönemde yaşadığı rahatsızlıkla başlayan Unutma İclâl! Unutmadan yaz! Defteri i oldu demişsiniz. Unutmadan yazmak zor olmadı mı?
* Hem de ne kadar zor oldu anlatamam. Ama her şeye alışıyor insan. Yazmak aslında iyileşmenin bir yolu bence. Zor hayatı kolay kılmanın formulü. Yazınca iyileşiyorum bunu iyi biliyorum artık.

-Otoriter , kuralcı bir annenin kızı olmak sizi nasıl etkiledi? Sizin kızınızla ilişkiniz nasıl?
*Ona sorarsak çok kurallıyım. Bana sorarsanız yeterince ilgilenemedim. Annemin rahatszılığını öğrenene dek peşimden sürüklediğim tüm çocukluk dertlerim uçup gitti. Annemin hastalığı beni bütün geçmişimle barıştırdı diyebilirim. Demek ki hastaymış, bilse, bilsek böyle olur muydu hiç?

-Ihlara, Berlin, İstanbul, Ankara, Newyork bu beş yer son iki kitabınızda geçen yerler. Bu şehirlerin sizin hayatınızdaki önemi nedir?
*Ihalara annemin doğup büyüdüğü ve bana çocukluğum boyunca anlattığı o büyülü memleket olduğu için çok önemli. Berlin ömrümün en zor, en öğretici, bedelli ve acılı altı yılı. Ankara bütün çocukluğum. NewYork güçlü kanatlarım, altı kanatlarım var demeyi başardığım ve yaşamımda Berlin kadar büyük ve önemli sırlara, sıkıntı ve iyileşmelere tanık olmuş bir şehir. Dedim ya ben bildiğim şeyleri anlatabiliyorum diye. Bildiğim şehirlere bir borcum vardı. Onu da ödemek istedim.

-Sesinizden şiirsel metinler ve konuk yorumculardan unutulmayan şarkılar. Unutursun ile ilk kez bir romanın sonuntrack’i oldu, neler hissediyorsunuz?
*Sanıyorum bir ilk oldu. Büyük ihtimalle de benzerleri yakında gelecektir. İşlerim daima birbirini tamamladı. Seviyorum sanırım böyle çalışmayı. Bu düşümü gerçekleştiren dokuzsekizmüzik yöneticilerine ve bütün sanatçı dostlarıma çok teşekkür ediyorum.

-Unutursun’un bir kokusu var, müge çiçeği, bir müziği var; Türk Sanat Müziği ve Rebet. Bu çerçevede neler söylemek isterseniz?
*Kokular ve müzikler unutulması en zor olan ve çağrıştırıcısı yüksek uyaranlar. Örneğin annem ezberindeki şiir ve şarkıları hala unutmadı. Burnu koku almazdı. Kokular peşlerinde büyükbir bavulla dolaşan şahane akrabalar gibiler. İçinde ve hafızalarında her şey var. Benim için de bu kitabın akrabaları bu müzikler ve kokular oldu.

-Hacı Gavras Karamanlı’yı Sadri Alışık’ı düşünerek yazmışsınız. Yazmak istediğiniz başka kimler var?
*Gonca Vuslateri ve Meriç Başaran’ı sahnede yanyana görmek gibi bir hayalim var. O ikisi için bir oyun yazmak istiyorum. Bir de belki ilk defa duyacak ama Aydan Şener’e yazmak istiyorum.

-Unutmaktan korktuğunuz zamanlar, kişiler, unutmak istediğimiz zamanlar, kişiler. Hayatın tek gerçeği olan ölümü unutuyoruz.  “Allah’ın bize verdiği en büyük hediyelerden biri“ diyordu unutmak için Gavras Bey. Sizce de öyle mi?
*Gavras bey bugün ulaştığımı düşündüğüm doğruları bana aktaran saygı duyduğum tüm kimlikleri de barındırıyor. O yüzden evet, kesinlikle öyle. Duyduğum okuduğum vakit beni çok etkileyen ve değişimime neden olan söz ve düşünceleri Gavras beyin konuşmalarında bulmak mümkün. Geçen romanım Bİr Cihan Kafes’te bu rol Samire’nindi.

-Son bir soru: Siz uzun yıllar gazetelerde köşe yazarlığı da yaptınız. Son iki yılda gazetecilerin yaşadıklarına yönelik söylemek isteyecekleriniz var mı?
İyi ve güzel işler yapan bir iki arkadaşımızın da başına bir iş gelmesin diye dua ediyoruz. 

MARCEL DUCHAMP ( 1887-1968)

http://www.yenicikanlar.com.tr/iste-simdi-sanat-oldu-72487    


              


28 Temmuz 1887’de Blainville’de dünyaya gelen Duchamp, kitaplar okunan, santranç oynanan, resim yapılan, aile fertlerinin çeşitli enstrümanlar çalarak birlikte müzik yaptığı bir evde sanatla iç içe büyür ve 1905 yılıda Académie Julian’da sanat eğitimi almak için Paris’e gider. Sözcük oyunlarıyla dolu çizimleri, hayatının geri kalan yıllarında yapacağı çalışmalarında kendini gösterecek kaba mizah anlayışını yansıtır. Empresyonizm, kübizm, fovizm gibi akımlarla ilgilense de kesin olarak bir usluba bağlı kalmayıp çalışmalarıyla pop art, minimalizm, kavramsal sanat, dadaizme  yol açar. Resim ve heykel gibi geleneksel teknikler yerine düşünceye dayalı yeni bir sanat anlayışını savunup, geleneksel  resimden uzak durup, sanatın kavramsal değerini ortaya çıkarır.
“Merdivenden İnen Çıplak” adlı resmi Fransa ve Amerika’da çok farklı tepkiler alır.  Aynı resme farklı tepkilerin verilmesi Duchamp’ı çok etkiler ve yirmibeş yaşında geleneksel resimden uzaklaşmaya başlar ve daha akademik bir felsefeye yönelir.
Ünü, daha çok seri üretilmiş ve sanatçı tarafından yapılmamış fakat seçilmiş, bazen değiştirilmiş bir nesne olarak “ready-made”(hazır-yapım; oldukları gibi alınıp, kullanılan ve alaycı biçimde sanat yapıtı sayılan günlük eşyalar)  fikrine dayanır. Yaratıcılık olgusunun tarifini değiştirmiş, sanatın beceri ve yeteneğe dayanması gerektiği yolundaki inanışı sarsmış, kavram ve anlamın plastik sanatların önüne geçmesini önemsemiş, düşünsel deneyimin önem kazanmasına öncülük etmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Amerika’ya gider. Burada “Büyük Cam” adlı eserini yapmaya başlar. Yaklaşık 274cmx152cm ebatlarında olan “Büyük Cam” adıyla bilinen,  ”Bekârlar  Tarafından Çırılçıplak Soyulan Gelin”,  folyo, tel ve diğer maddelerden yapılma geomerik şekillerle dolu iki cam panodan oluşan masif bir  bir eserdir.  Taşınırken kırılan ve bunun  üzerine,  “işte şimdi sanat oldu” dediği eseri daha sonra onarmıştır.
Amerika’ya geldiği 1915 tarihinden, hayatının geri kalanını satranç oynamak için sanatı  bıraktığı 1923 yılına kadar, ready-made’lerin dışında bir şeyle ilgilenmedi ve bütün çalışmalarını hazır nesneler kullanarak yaptı. Bu tarihler arasında yaptığı tek istisna 1919’da Leonardo Da Vinci’nin ünlü tablosu Mona Lisa’nın bir reprodüksiyonuna bıyık ve sakal çizerek, bu ikonik tabloyu değersizleştirdiği “L.H.O.O.Q”(kızın yakıcı kalçaları var) isimli çalışmasıdır.
Ready-made kullanımıyla, sanat yapıtı kategorisini ciddi anlamda değiştirirken, sanatın ne olduğuna dair sorgulama süreci başlatmıştır. Seri  üretimle elde edilmiş bisiklet tekeri ya da kar küreği gibi hazır nesnlere küçük eklemeler yaparak bu nesnlere farklı anlamlar yükleyerek, izleyicilerden de kelime oyunlarıyla yeniden isimlendirdiği bu nesnelere başka bir bakış açısıyla bakmalarını bekler
Amerika’da yaptığı, başaşağı çevirdiği bir pisuvarla sonradan “kavramsal sanat” anlayışının yolunu açacak olan ready-made çalışmasına Duchamp,  Richard MUTT imzasını atar. 1917’de New York’taki bir galeriye gönderir. O dönem için çok farklı ve sıra dışı bulunduğu için sergilenmeyen “Çeşme” isimli bu eser, bugün kavramsal sanatın ilk örnekleri arasında kabul ediliyor. Orijinali kaybolan eserin,  Alfred Stieglet’in çektiği fotoğrafa bakılarak yapılmış 15 adet kopyası bulunmakta. Duchamp sıradan ve seri yapım bir ürün seçiyordu. Böyle bir nesnenin tek yeniliği, sanatçının ona sağladığı yeni konum ve değişmenin getirdiği anlam değişikliği oluyordu.
1923’ten sonra sanata ara verir. Bu dönemde bol bol santranç oynar. Birşeyler yapacağı yerde, varolmakla yetinir. 1968 yılında öldüğü  zaman, yirmi yıldır büyük bir yapıt üzerinde çalıştığı anlaşıldı. Şimdi Philadelphia’da bulunan bu yapıt, elinde bir gaz lambasıyla  uzanmış yatan bir çıplakla, geri planda hareket eden bir çağlayan manzarasından oluşmaktadır. Eski bir çiftlikteki iki kanatlı avlu kapısının aralığından görünen bu manzara karşısında bakanlar birer “röntgenci” gibi gözler önünde resmi izlerler.
Kendi Dilinden Marcel Duchamp ve Ready- Made: Daha 1913’de bisiklet tekerleğini mufak taburesine takmak ve onun dönüşünü seyretmek gibi eşsiz bir düşünceye kapılmıştım. Birkaç ay sonra ucuza bir kış akşamı satın aldım. Ufka biri kırmızı öbürü sarı iki küçük tuş vurduktan sonra resmi “Eczane” diye adlandırdım.
1915’de New York’da bir hırdavatçıdan kar küreği satın aldım, üstüne de “Kol Kırılması Olasılığına Karşı” diye yazdım Söz konusu sunuş biçimini adlandırmak için ready-made sözcüğünü kullanmak işte o sırada geldi aklıma. Ready-made’lerin seçimini estetik nitelikli herhangi bir büyük  zevkin etkisiyle, zorla benimsemedim. Önemli bir özellik vardı: yeri geldiğinde ready-made’in üstüne yazdığım kısa tümceydi bu. Söz konusu tümce, tıpkı br başlık gibi nesneyi betimleyecek yerde, izleyicinin  düşüncesini daha dilsel olan başka bölgelere yöneltecektr.  Ready- made’in bir başka özelliği de benzersiz yanının olmayışıdır. Bir ready-made kopyası aynı mesajı aktarır.


http://www.yenicikanlar.com.tr/estesin-vahsi-kadinlari-71367

Yusuf Franko'nun İnsanları

www:yenicikanla.com.tr için yazdığım  "Yusuf Franko'nun İnsanları" sergi yazısı
http://www.yenicikanlar.com.tr/kapalicarsi-halicisinda-kesfedilen-karikaturist-70883








          Yusuf Franko’nun İnsanları: Bir Osmanlı Bürokratının Karikatürleri
1956 yılında Kapalı Çarşı’da bir halıcıdan, Amerikalı bir diploma bir albüm satın alır. Albüm, diplomat ve ailesiyle uzun yolculuğa çıkar.  Afganistan, Hindistan, Kamboçya, Japonya’ya  Toronto’ya gider . İzlan’da da ara durak yapması gerekir, ama istikameti bellidir: Beyoğlu
Albümden, Osmanlı bürokratı, hariciyeci, mutasarrıf, cemiyet adamı, oyuncu, karikatürist Yusuf Franko’nun müthiş yeteneğiyle çizdiğİ; Lübnan’dan İstanbul’a  göç eden, Osmanlı Hariciyesi’nde çalışan ve tekrar Lübnan’a giden Franko Kusa ailesi, Osmanlı paşaları, diplomatları, yerli yabancı sermayecileri, turistleri, sanatçıları, kendini bulma ve gösterme sancısında  bir sanat ortamı, 19. yüzyıl sonu Beyoğlu’su ve insanları çıkar; “Yusuf Franko’nun İnsanları.”
Ömer M. Koç Koleksiyonu’nda yer alan 19. yüzyıl sonu Osmanlı bürokratı, Hariciye Nazırı, mutasarraf, cemiyet adamı ve aynı zamanda oyunbaz  bir karikatürist Franko Kusa’nın  albümünde  dönemin  zenginleri, yüksek cemiyet mensupları, Osmanlı paşaları, sanatçılar ve diplomatların hiciv yüklü portleri  yer alır.  Küratörlüğünü Bahattin Öztuncay’ın yaptğı  ve Yusuf Franko’nun 1884-1896 yılları arasında bir albümde topladığı karikatürlerin  ilk kez  gün yüzüne çıktığı sergi  1 Haziran 2017’ye kadar Anamed’de (Koç Ünüversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi)  gezilebilir.
Yusuf Franko, 1856’da İstanbul’da doğmuş. Babasının  izinden Hariciye’ye girip Muhaberat Dairesi’nin müdürlüğünü yapıp, Hariciye Nazırı Tevfik Paşa’nın özel kabinesini yönetmiş.  2.Abdülhamid tarafından ‘bala’ rütbesine terfi ettirilp, Osmanlı Devleti’nin son yıllarında Posta ve Telgraf ile Hariciye nazırlığı yapmış. 1933’te öldüğünde arkasında kalbürüstü bir kariyer ve eşine a rastlanır bir eser bırakmış. Yusuf Bey güçlü bir çizim ve gözlem gücüne sahipmiş. İnsanları, sadece bir albümün sayfalarında değil, gerçek mekanlarda da yan yana gelmiş ve  birbirine akrabalık, dostluk, ya da iş ilişkileriyle bağlı kişilermiş.
 ‘Yüklü Portreler’, (Latince ‘carrus’ köküden türemiş olan ‘karikatür’ kelimesi, bu sanatın tarihsel gelişimindeki gerçeğini de açıklar. Carrus, araba demektir; arabayı yüklemek için ‘caricare’ kullanlır. Yüklemek, buradaki kritik vurgudur.  Bu söz  Avrupa dillerinde evrimleşirken bir yandan ‘charge’a yani suçlamaya, saldırıya, iğnelemeye, hicve, sorumluluğa uzanmış, bir yandan da ‘karikatür’e yani tam anlamıyla ‘aşırı yükleme’ye varmıştır.) Franko, karikatürlerini topladığı albüme ‘Types & Gharges’  ismini verirken bu geleneğe, anlam dünyasına seslenip, bir Osmanlı bürokratı olarak kendi dünyasındaki ‘tipleri’ resmederken, onlara yüklenmiş.
Osmanlı İmparatorluğu’nda karikatür, 19. yüzyılın ikinci yarısında hatırı sayılır takipçi bulmuş. Ermeni yazar ve çizelerin hakim olduğu mizah basınında ilk karikatürler  1860’ların sonunda yayınlanmış. Nizamnamelerle denetlenmeye ve cezalarla engellenmeye çalışılan mizah basınının özgürlükçü tavrı  2. Abdülhami t tarafından benimsenmeyince kişisel alana çekilmiş.
 Franko’nun karikatürlerinde yansıttığı çevre, zengin kapitalistler, yüksek cemiyet mensupları, Osmanlı paşalar, levantenleri, diplomatlarıyla özel bir dünya. Bu dünya, Beyoğlu / Pera.  Avrupa modasının, yeni sanat formlarının ve yaşam tarzlarının arz-ı endam ettiği Beyoğlu, mizahçıya hiciv için eşsiz bir ortam.

Franko ve eserlerini odak alan sergi ayrıca Franko’nun da parçası olduğu renkli sosyal çevreyi ve İstanbul’un mekanlarını gözlemleme imkanı sağlarken, Franko Kuso ailesinin Osmanlı Devleti’ndeki  yeri ve önemine, Avrupa karikatür tarihine ve albümün çeşitli ülkelerdeki uzun yolculuğundan sonra tekrar Beyoğlu’na dönüşüne değiniyor. Sergide  Yusuf Franko Kusa’nın albümü ve karikatürlerinin yanı sıra, bu eserlerle bağlantılı, başta Ömer M. Koç Koleksiyonu olmak üzere farklı koleksiyonlardan fotoğraf, belge ve yayınlar da sergileniyor. 

6 Şubat 2016 Cumartesi

Can Yücel'e mektup

Çok düşündüm. Sana nasıl hitap edeceğimi bile bilemedim.  Hele bu mektubu yazmak…Yaşadıklarımı anlatıp anlatmamak arasında da kaldım. Ben sana kızgındım, sinirliydim. Bırakıp gittin beni.
Biliyor musun? Babam öldü benim! Evet , benim babam öldü!
Babasız kalmak çok kötüymüş. Cemal’in dediği gibi, “Babam öldü ve ben kör oldum. Babamdan ummazdım bunu, kör oldum.” Kaç gündür ağzımda bu dizeler var. Yine sigara yaktın değil mi? Aman iç hiç söndürme. Bütün paketi bitir.
Bir sabah babam uykusundan uyanmadı. Bırakıp gitti beni. Kaç gün oldu saymadım. Saymak gerekiyormuş, yapılması gerekenler varmış. Ama günleri saymak canımı acıtıyor. Günler geçtikçe acım hafifleyecekmiş. Küfür ettin duydum seni. Bu sefer ben de küfür ediyorum bu lafı söyleyenlere ama içimden.
Babam ölünce ne anladım biliyor musun? Hayatta ben en çok babamı sevmişim. Bıyık altından gülme senin cümlelerin diye. Babasız kalınca seni daha çok düşünür oldum. Beni yine en iyi sen anlarsın Şimdi yanımda olsan. Ben, sana babamı anlatsam, sen bana babanı anlatsan. Ben omzunda ağlasam, sen  sigara içsen, sen ağlasan ben senin şarabından bir yudum alsam.
 Mektubu yazarken bir taraftan sofra hazırlıyorum. Hiçbir şeyi değiştirmedim  sen gittikten sonra. Güldüğümüz, sarhoş olduğumuz, şarkılar dinlediğimiz, söylediğimiz , pilaki yaptığımda neredeyse parmaklarını da yediğin, “kestir şu bıyıklarını, sakalını” lafını en çok söylediğim yer. Senin için pilaki yaptım, babam için beton helvaya limon sıktım. Rakıyı büyük aldım, belki dibini beraber getiririz. Ama olsun getiremesek de ben ilk kadehimi  kaldırıyorum bütün “Baba”lara.

                                                                                                                  Ömür Bayramoğlu

KIRMIZI KAZAK

Sabahları dolabından özel olarak seçiyordu kıyafetlerini, alırken olduğu gibi.  Beğenmediği, istemediği giysiyi kimse ona giydiremiyordu. Hediye olarak gelenleri de beğenmiyordu. Sadece babasının aldıkları çok güzeldi ve onlarla çok daha güzel oluyordu. Alışverişe de beraber  gitmeyi seviyordu, her istediğini aldırıyordu o zaman. Son gittiklerinde kot etek, dantelli çorap almışlardı. Kırmızı kazak beğenmişti ama onu alamamıştı, küçük gelmişti, Çok üzülmüştü ve sinirlenmişti alamadığı için. Babası söz vermişti.”Ben sana kırmızı kazak getiririm İstanbul’dan” diye.

Arabaya bindiklerinde başlamıştı yine konuşmaya.
“Kızım”
“Baba nerdesin?”
“Tam yanında”
“Seni göremiyorum ama”
“Beni göremezsin ama ver elini”
 Minik elini uzattı.
“Baba, ne güzel baba kokuyorsun, mavi gömleğin gibi. Sen niye gittin? Ben
seni çok özledim”
“Bak ben yanındayım”
“Hadi uyan uykucu” diyen annesinin sesi ile uyandı. Bu sabah ne giyeceği belliydi. Dantelli çorap, kot etek ve kırmızı kazağını giyerek odasından çıktı.
                                                                                                             Ömür Bayramoğlu
“Beni tanımıyor mu, unutmuş galiba bu amca, bana göre kırmızı kazak satmıyor? Sen daha güzelini getir de görsün gününü” demişti. Babası da gülmüştü,”Tamam getiririm görsün Mehmet Amcan gününü” diyerek elini tutmuştu. .
“Anne, yatıp kalkınca babam gelecek mi?
“Evet, gelecek”
“Bana hediye ve kırmızı kazak getirecek değil mi?
“Söz verdiyse getirir tabi ki”
Ertesi gün ve daha sonraki günlerde gelmemişti, gelememişti.  Cennete, gökyüzüne gittiğini söylüyorlardı. Söz vermişti ama sözünü tutmamıştı babası. Küsmüştü evdekilere, bu sözleri söyleyenlere ama en çok da babasına.
 Bir sabah uyandığında annesinin odasında sesler geliyordu. Anneannesi babasının kıyafetlerini torbalara dolduruyordu.
“Ne yapıyorsun, babamın kıyafetlerini neden torbalara koyuyorsun, babama mı götüreceksin?”
 “Hayır, bunun mümkün olmadığını biliyorsun, bunları ihtiyacı olanlara vereceğiz”
“Babam sana çok kızmıştır” diyerek dolabın önüne gitti ve o mavi gömleği gördü. Babasına en yakışan gömlekti o. Anneannesinden onu vermesini istedi ve aldı. Dolabına bırakıp dışarıya oynamaya çıktı.
Ertesi sabah üzerini giymek için dolabını açtığında hediye poşeti gördü.  Hemen açtı ve içinden kırmızı kazak çıktı. Koşarak sevinç içinde annesinin yanına gitti,
“Anne, bana kırmızı kazak almışsın, babamın söz verdiği ama getirmediği kazağı”
Ne cevap vereceğini bilemedi annesi. “Ben almadım, babanın İstanbul’dan gelen valizinden çıktı” sözleri döküldü ağzından.  Hiçbir şey demeden odasına gidip, paketini dolaba geri koydu.
Ama onu en çok ağlatan babasının arabasının o kötü, çirkin adamlar tarafından götürülmesiydi. Yeşil arabayla ne güzel yerlere gidiyorlardı ayrıca işten geldiğini hemen anlıyordu camdan baktığında. Koşarak merdivenlerden iniyor, kucağına atlıyordu.  Babası, kıyafetleri şimdi de arabası gitmişti.  Koşarak salona gitti, çekmecedeki fotoğrafları çıkardı. Babasının fotoğraflarını ayırmaya başladı. Herkesten önce o fotoğrafları almalıydı Sonra odasına gitti, resimleri yastığının altına koydu, mavi gömleği dolaptan çıkardı ve yatağın içinde gömleğe sarılarak ağlayarak uykuya daldı. 

                                                                               Ömür Bayramoğlu